Ö. 1119/1707 [?] Türk saz şairi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə13/25
tarix05.09.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#77458
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   25

BİBLİYOGRAFYA :

Baki Süha Ediboğlu, Falih Rıfkı Atay Konu­şuyor, İstanbul 1945; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ue Sadeleşme Eureieri, Anka­ra 1972, s. 382, 399, 401, 404-422; Hilmi Ziya Olken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İs­tanbul 1979, s. 79, 362; Behçet Necatigil, Ede­biyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1983, s. 62; "Atay, Falih Rıfkı", TDEA, 1, 219; Fahir İz, "Atay", EIzSuppl. (İngJ, s. 98-99.

H Nuri Yüce

ATÇEKEN


Osmanlılar döneminde,

özellikle Akşehir ve

Tuz gölü arasındaki bölgede yaşayan ve at yetiştirmekle meşgul olan

cemaatlere verilen ad.

L J

Osmanlı kaynaklarında bazan atçeken. bazan da bunun Farsça karşılığı olan esbkeşân ifadesi geçmektedir. At çek­mek tabiri aslında. Kâşgarlı'nın sözlüğü­ne göre, "bir attan kan almak" demek­tir (Dluanü Lûgaü'i-Türk Tercümesi, II, 21), XI ve XII. yüzyıl Bizans kaynaklan, Pe-



çenekler'in ve Kumanlar'ın atlarından bahsederken Türklerin bunlan kanat­tıklarını, yani belirli mevsimlerde atlar­dan kan aldıklarını yazmaktadırlar. Kan alma, çok eski zamanlardan beri bilinen ve bugün de bazı barsak hastalıkların­da kullanılan bir tedavi usulüdür.

Osmanlı tahrir* defterlerinde il yazıcı­lar atçeken tabirini başka bir anlamda kullanmışlardır. Bunlara göre bu isim, at yetiştiren cemaatlerin at vergisine tâbi tutulduklarını ifade etmektedir. At nergisine tâbi olmayan cemaatler söz konusu olduğunda bunlar "at çekmeyen­ler" şeklinde belirtilir, dolayısıyla vergi vermekle mükellef olmadıklarına işaret edilirdi.

Atçekenler XV. yüzyılın sonunda Orta Anadolu'da üç idarî bölgeye yayıimış bu­lunuyorlardı. Bu bölgeler Tuz gölünün batı tarafında Eski İl kazası, gölün gü­neydoğu tarafında Bayburt bölgesi ve Akşehir'in doğusunda bulunan Turgut kazası idi.

Atçekenler devlete her yıl "at resmi" veya "at akçesi" denilen bir vergi veri­yorlardı. Buna karşılık reayanın tâbi tu­tulduğu avârız-ı dîvâniyye denilen ver­giden muaf idiler. At vergisi her cema­atin gücüne göre tesbit ediliyordu. Ka­nunnâmelere göre her on iki haneden bir at alınıyordu. Fakat tahrir defterle­ri incelendiğinde bu rakamın her yerde aynı olmadığı görülür. XV. yüzyılın so­nunda Eski İl'de on üç hâne bir at, Bay­burt'ta yirmi bir hâne ve Turgut kaza­sında on hâne bir at vermekle mükellef idi. II. Bayezid devrinde bir atın değeri 300 akçe kabul edilirken Kanunî Süley­man zamanında bu 700 akçeye çıkmış, XVI. yüzyılın sonunda 900 akçeyi bulmuş­tu. II. Bayezid devrinde Eski İl 104 at veya 31.200 akçe, Bayburt altmış üç at veya 18.900 akçe, Turgut 206 at veya 61.800 akçe veriyordu.

Atçekenler yalnız at değil öbür cema­atler gibi koyun da besliyorlardı. Bazı zengin cemaatlerde hâne başına yakla­şık doksan koyun düşüyordu. Atçeken­ler haymanalardan (yerleşik olmayan, ko­nar göçer) sayıldıkları halde aralarında reâyâ gibi ziraatla meşgul olanlar da vardı. Ancak yurtlarında ziraatla meş­gul oidukiarı zaman, öşürden muaf ol­dukları için ne kadar tahıl ektikleri tes­bit edilememektedir. Yurtlarından başka topraklarda çift sürdüklerinde ise ken­dilerinden maktu olarak bir miktar para alınıyordu. Sonradan, muhtemelen Fâ-

tih Sultan Mehmed'in saltanatı sonun­da maktu vergi kaldırılmış, bu gibi ce­maatler öşüre bağlanmıştır.

Atçekenler reâyâ gibi köy teşkilâtına sahip olmasalar da bunları bir yerden bir yere göç eden, kimseye bağlı olma­yan kişiler olarak kabul etmek yanlıştır. Her cemaatin, kendilerinin ve hayvanla­rının ihtiyaçlarını karşılayacak bir sula­ma yeri vardı; bu bir akarsu, göl veya kuyu olabilirdi. Kurak bir iklimi olan Orta Anadolu'da su meselesi ilk planda geldi­ği için her cemaat sulama yerinin tasar­rufunu kendisine sağlayacak bir hüc­cet*! elde bulundurmaya çalışıyor, bir anlaşmazlık çıktığı zaman bunu devlet mümessillerine veya mahkemelere ib­raz ediyordu.

906 (1500/1501) tarihli Tahrir Def-teri'ne göre bu gibi belgeler yalnız Os­manlı padişahları ve idare memurları tarafından değil, çok daha önce Kara­man beyi İbrahim Bey'in ecdadı tarafın­dan da verilmişti. Bundan, bu gibi bel­gelerin çok eski olduğu ve Osmanlılar'ın Karaman Beyüği'ni ele geçirmeden çok önce atçekenlerin bir boy teşkilâtlarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu dönemde başlarında bir bey ve her bey yanında birçok nöker veya hemsâye de­nilen yoldaşlar vardı. Bu beyler gerekti­ği zaman emîr ile sefere çıkarlardı. Fâ­tih Karaman Beyliği'ni fethettikten son­ra bu beylerin kendisinden yüz çevirip başka emirlere katılmamaları için boy teşkilâtlarını kırmaya çalışmış, beyleri azledilebilen veya herhangi bir yere gön­derilebilen timar* eri durumuna getir­miş, böylece büyük bir hoşnutsuzluk ya­ratmıştı. II. Bayezid babasının yapmaya çalıştığı toprak reformuna kısmen son verdiği halde at besleyen cemaatlerin gittikçe azalması önlenemedi. XVI. yüz-

yılın ortalarında yazılan bir kanunnâme­ye göre atçekenlerin yurtlan zamanla dı­şardan gelen ve ekip biçen cemaatlerle doldu. Devlet ilk defa bu yabancıların öşrünü ve diğer vergilerini kendi emin*-leri vasıtasıyla toplamak istedi, fakat sonradan bundan vazgeçip bu vergileri atçekenlere bıraktı. Buna karşılık atçe­kenler de at vergisinin yanında bir mik­tar akçe vermeye razı oldular. Ancak bu hal sürüp giderken devlet ile çekişme­ler devam etti; nihayet atçekenler ekip biçen çiftçiler gibi reayadan sayıldılar. Esbkeşân ismi ise Konya'nın kuzeyinde bulunan bir kaza adı olarak XIX. yüzyı­lın sonuna kadar yaşayabildi.

BİBLİYOGRAYFA:

Diuanü Lûgati't-Türk Tercümesi, II, 21; I. Bel-diceanu-Steinherr — N, Beldiceanu. Recherch.es sur la prouince de Qaraman au XVIe siecle: etudes et actes, Leiden 1968; Konyalı, Konya Ereğli'si Tarihi, s. 247, 263-278; a.mlf.. Şerefli Koçhisar Tarihi, s. 309-326, 363-364; a.mlf., Niğde Aksaray Tarihi, I, 443-454; Faruk Sü­mer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teş­kilâtı-Destanları, İstanbul 1980, s. 179, 217, 350; a.mlf., Türklerde Atçılık ue Binicilik, İs­tanbul 1983, s. 27-35; R. Paul Lindner, Nomads and Oltomans in Medieual Anatolia, Biooming-ton 1983, s. 75-103; a.mlf., "A propos des tri-bus Atceken (XVe - XVP siecles)", JESHO, XXX (1987), s. 121-195.

lifti İrene Beldıceanu-Steinherr ATEBÂT

Irak'ta, Şiîler'ce mukaddes sayılan bazı ziyaret yerlerine verilen İsim.

Atebât, "eşik" anlamına gelen atebe-nin çoğuludur. Daha çok "atebât-ı mu­kaddese" ve "atebat-ı âliye" diye anılan bu yerler Necef, Kerbelâ, Kâzımiyye ve Sâmerrâ'da bulunmaktadır. Necefte Ali

b. Ebü Tâlib'in defnedildiğine inanılan yer, Şiîler tarafından ilk mukaddes me­kân olarak kabul edilmektedir. İddiala­ra göre bu kabir Emevîler devrinde gizli tutulmuş, III. (IX.) yüzyılın sonunda Ham-dânîler'in Musul valisi Ebü'l-Heycâ tara­fından kubbeli bir türbe olarak yaptırıl­mıştır. Daha sonra Büveyhî hükümdarı Adudüddevle (ö. 372/983) bu ilk yapıyı tamir ettirmiş ve genişletmiştir.

İkinci önemli atebe olan Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'daki türbesi Necefteki türbe­den önce tanınmaya başlamış ve ilk de­fa Kerbelâ olayından yaklaşık kırk gün sonra Câbir b. Abdullah tarafından zi­yaret edilmiştir. Fırat havzasında kurul­muş iki şehir olan Necef ile Kerbelâ, Hz. Ali ile oğlu Hüseyin'in defnedildiği yer­ler ve ayrıca bazı tarihî olaylara sahne olmaları bakımından bütün müslüman-ların ve Özellikle Şiîler'in büyük ilgisini çekmiştir. Bilhassa Büveyhîler devrinden itibaren buradaki türbelere gösterilen ilgi, Sünnî olsun Şiî olsun, bölgeye hâkim olan veya burayı ziyaret eden bütün hü­kümdarlar tarafından devam ettirilmiş­tir. Sultan Melikşah bölgeyi ziyareti sı­rasında (479/J 086-87] türbeleri donat­mıştır. İlhanlı hâkimiyeti döneminde Ne-cefe Fırat'tan bir kanal açtırılmış, her iki şehirde de misafirhaneler ve görev­liler için meskenler yaptırılmıştır. Şah İsmail döneminde (1502-1524) başlayan Osmanlı-İran mücadelelerinde bölgeye hâkim olanlar, burası için her zaman da­ha iyi şeyler yapma yarışına girmişler­dir. Nitekim Şah İsmail Necef Kanalı'nı ıslah ederken Kanunî Sultan Süleyman da 1534'te bölgenin fethi şerefine Ker-belâ'ya bir kanal açtırmıştır. Bölgenin I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı hâkimi­yetinde kaldığı dönemlerde Osmanlılar'ın ihtimamının yanında İran şahlarının ve Hindistan Şiîleri'nin bu kutsal mekânla­ra bağışları da devam etmiştir.

Kazımiyye'de bulunan atebe, yedin­ci imam Mûsâ e!-Kâzım ils dokuzuncu imam Muhammed et-Takî'nin türbele­ridir. Evliya Çelebi'nin belirttiğine gö­re Mûsâ Kâzım Türbesi'ni Hârünürreşîd yaptırmıştır. Daha sonra Şah İsmail'in başlattığı onarım ve genişletme çalış­maları Kanunî Sultan Süleyman tarafın­dan ta mam [attırılmıştır.

Diğer bir atebât şehri olan Sâmerrâ Bağdat'ın 100 km. kadar kuzeyine düş­mektedir. Halife Mu'tasım tarafından kurulan ve bugün küçük bir kasaba du­rumunda olan Sâmerrâ'da onuncu imam Ali el-Hâdî ile on birinci imam Hasan el-AskerTnin türbeleri bulunmaktadır. On ikinci imam Mehdrnin kaybolduğuna ina­nılan yer de (serdâb*) Hasan el-Aske-rî'nin gömülü olduğu binadadır.

Necef, Kerbelâ ve Kâzımiyye'deki tür-be-mescidler fevkalâde ihtişamlıdır. Hep­sinin kubbeleri altın kaplı, minareleri al­tınla bezelidir. Çok uzaklardan bile pa­rıltıları göz kamaştırır. Türbe-mescidle-rin içindeki sandukalar, çepeçevre halis gümüş parmaklıklarla diğer mekânlar­dan ayrılır. Bu mekânlar Şiîler'in bilhas­sa muharrem ayındaki ihtifallerinin ya­pıldığı çok geniş avlular ile çevrilidir.

Diğerlerine nisbetle çok sade olan Hz. Ali'nin şehid edildiği tarihî Küfe Mescidi, Necef teki Hz. Ali Türbesi, Kerbelâ'daki Hz. Hüseyin meşhecTi ile burada nadi­de mermerlerle kaplı olup içinde de­vamlı mumlar yakılan Hüseyin'in şehid edildiği yerde yapılmış oda, Hüseyin'in kardeşi Abbas'ın türbesi, Kâzımiyye ve Sâmerrâ'daki türbeler yılın her günün­de ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Bil­hassa hac mevsiminde yoğunlaşan izdi­ham muharrem ayında doruk noktası­na ulaşır. Ziyaretler esas itibariyle san­dukanın etrafında tekbir getirilerek ve

özel dualar okunarak tavaf şeklinde ya­pılırsa da vecd içinde kendilerinden geç­miş Şiî ziyaretçilerin taşkınlıklarına da sık rastlanır.

Kerbelâ'nın suyu ve toprağı, Hz. Hü­seyin ve yakınlarının kanı ile karışmış olduğuna inanıldığından mübarek ve şi­falı sayılır. Ayrıca hemen her Şiî, yanın­da Necef toprağından yapılmış küçük bir secde taşı (türbet veya mühr) bulun­durur, namazda onun üzerine secde eder ve bunun faziletine inanır. Pek çok Şiî'nin idealinde ölünce bu topraklara gömül­me arzusu yatar. İran. Hindistan ve Pa­kistan'dan varlıklı kişilerin cenazelerinin buralara getirilip gömüldüğü görülür. Yine pek çok Şiî hayatlarının son gün­lerini imamlara komşu olarak geçirmek düşüncesiyle buralara yerleşir.

Kâzımiyye'nin Moğol istilâsı sırasında geçirdiği büyük yangın, Necef ile Kerbe­lâ'nın önce Abbasî Halifesi Mütevekkil zamanındaki tahribi, sonra da 1801'de­ki Vehhâbî tahrip ve yağması bir yana bırakılacak olursa, bütün bu yerler ve yapılar oldukça iyi korunmuş, tarih bo­yunca çok el değiştirmiş olmalarına rağ-

men büyük yağma ve tahriplere mâruz kalmamıştır. Bu şehirler, bilhassa Şiî ay­dın ve ilâhiyatçıların yerleştikleri ilim merkezleri olarak da tanınmıştır. Ne­cef in diğer bir özelliği, yakın geçmişte şahlık rejimine karşı koyan mollaların sığınma yeri olmasıdır. XX. yüzyıl başla­rında Kaçar hanedanı ile anlaşmazlığa düşen üç büyük Şiî âlim Mirza Halîl-i Tahranı, Kâzım-ı Horasanı ve Abdullah-ı Mâzenderânı, daha sonra 196S'te son İran şahı tarafından sürgüne gönderi­len Âyetullah Humeynî Necef e yerleş­miş ve muhalefetlerini buradan sürdür­müşlerdir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, VIII, 705; Evliya Çele­bi. Seyahatname, VII, 169; Vâsıf. Târih (Ilgü-rel), s. 368; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 450; A'yanü'ş-Şfa, I, 534-538, 627-629; II, 36, 40; Moojan Momen, An Introduction to Shi'i İs­lam, London 1985, s. 181-182, 316; E. Honig-mann. "Kerbelâ", İA, VI, 580-582; a.mlf.. "Ne­cef", İA, IX, 157-159; H. Viollet, "Sâmerrâ", İA, X, 144-146; H. Algar, "'Atabât", El2 SuppL (Fr.), s. 93-95; a.mlf., "cAtabât", ör., II, 902-904.

\m AVNİ İLHAN

ATEBETÜ'l-HAKÂYIK

XII. yüzyıl Türk şairlerinden Edib Ahmed Yüknekî'nin Doğu Türkçesiyle yazdığı

ahlâk ve nasihata dair eseri.

L J

İslâmî Türk edebiyatının Kutadgu Bi-iig'den sonra yazıya geçirilmiş en eski ikinci eseri olan Atebetü'l-hakâyık'm nerede ve ne zaman kaleme alındığı ke­sin olarak bilinmemektedir. Ancak do­ğuştan kör olan müellifi Edib Ahmed'in Yüknekî nisbesine dayanılarak Türkis­tan'da Taşkent civarında, günümüze ka-


dar yeri tam olarak belirlenemeyen Yük-nek şehrinde yazılmış olabileceği ileri sürülmektedir.

Eserin adı üzerinde farklı görüşler ile­ri sürülmüştür. Necib Âsim Hibetü'1-ha-kayık, M. Fuad Köprülü Aybetü'1-hakö-yık, başka bazı edebiyatçılarla dilciler Gaybetü'l-hakâyık şeklinde okumak is-temişlerse de Jean Deny ve Reşit Rah­meti Arat'ın Atebetü'l-hakâyık (hakikat­lerin eşiği) şeklindeki okuyuşları eserin muhtevasına uygun bulunarak yaygın­laşmıştır.

Atebetü'l-haköyık aruzun mütekârib (faulün / faulün / faulün / faul) bahriyle ya­zılmış manzum bir eserdir. Dinî ve içti­mai ahlâk esaslarını cemiyette yerleş­tirmek için çok defa âyet ve hadislerle desteklenen fikirler, kolaylıkla anlaşılabi­lecek tarzda oldukça sade bir dil ile İfa­de edilmiştir. Bu Özellikleriyle esere bir nasihat kitabı olarak da bakmak müm­kündür. Kitapta yer alan âyet ve hadis­lerle, bu iki ana dinî kaynak İslâmî Türk edebiyatı sahasında bu ölçüde ilk defa kullanılmış ve bunlardan fayda [anılmıştır. Bu tercümeler aynı zamanda Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerin Türkçe'ye çevrilme­si yolunda atılmış ilk önemli adımlardır. Eser, İslâmî kitap tertibi geleneğine uy­gun olarak on beyitlik bir tevhid ile baş­lar. Daha sonra sırasıyla beş beyitlik bir na't dört halifenin methi için yazılan beş beyitlik bir manzume, eserin sunulduğu Dâd Sipehsâlâr Beg'i metheden on dört beyitlik bir gazel ve altı beyitlik "sebeb-i telif" manzumesiyle devam eder. Bu beş bölümden sonra, bilginin faydası ve bil­gisizliğin zararı (on iki dörtlük), dilin kö­tü sözlerden korunması (on iki dörtlük), dünyanın dönekliği (on iki dörtlük), cö­mertliğin methi ve hasisliğin yerilmesi (on dörtlük), alçak gönüllülük ve kibir (ye­di dörtlük), dünya malına düşkünlük (altı dörtlük), iyi huylar (on altı dörtlük), dev­rin bozukluğu (yirmi bir dörtlük) ve kitap sahibinin özür beyan etmesi hakkında (beş dörtlük) olmak üzere toplam dokuz bölüm bulunmaktadır. Eserin tamamı on dört bölüm ve 101 dörtlükten İba­rettir. Kitabın sonunda kimin olduğu bi­linmeyen aynı vezinle yazılmış bir dört­lük, Emîr Seyfeddin'in Edib Ahmed'İ "edipler edibi, fâzıllar başı" diye öven bir dörtlüğü ile Emîr Arslan Hoca Tar-han'ın yine Edib Ahmed'i öven on beyit­lik bir manzumesi bulunmaktadır. Ese­rin dörtlükleri a a b a şeklinde kafiye-lenmiştir.

Atebetü'l-hakayık'm üçü tam, biri ek­sik dört nüshası bilinmektedir. Ayrıca yazma bir mecmua ile Türkçe Uygur me­tinleri arasındaki bir varakta da esere ait birer dörtlük bulunmaktadır. 848'de (1444) Semerkant'ta Uygur harfleriyle yazılmış Semerkant nüshası (Süleymani-ye Ktp., Ayasofya, nr. 4012), yine aynı yer­de 884'te (1480) İstanbul'da Abdürrez-zak Bahşı eliyle Uygur ve Arap harfle­riyle yazılmış bir diğer nüsha (nr. 4757) ile, Arap harfleriyle ve muhtemelen İs­tanbul'da yazılmış nüshalar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine, nr. 35552) tamdır. UzunkÖprülü Seyid Ali'ye ait eksik nüshanın ise bugün nerede ol­duğu bilinmemektedir (bk. R. R. Arat neşri, s. 32). Esere ait birer dörtlük ihti­va eden yazma mecmua Ankara Maarif Kütüphanesinde (bk. R. R. Arat neşri, s. 34), Türkçe Uygur metinleri arasındaki varak ise Berlin'de Prusya İlimler Aka-demisi'ndedir (T. i. TM 287).

Eser ilim âlemine ilk defa 1906 yılın­da Necib Âsim (Yazıksız) tarafından tanı­tılmış, bu tanıtmadan sonra eserin fak­simile, metin, tercüme ve açıklaması yi­ne Necib Asım tarafından neşredilmiş­tir (1918). Bunu aynı yazarın Semerkant

ve İstanbul nüshalarını karşılaştıran bîr makalesi takip etmiştir. Daha sonra F. Köprülü, W. Radloff, J. Deny, T. Kowalski gibi Türkologlar tarafından da ele alınıp işlenen eser, son olarak Reşit Rahmeti Arat tarafından bilinen ve elde olan bü­tün nüshalarından istifade edilerek ki­tap halinde (önsöz, giriş, metin, tercüme, notlar ve izahlar, tahlilî fihrist, faksimile) neşredilmiştir (İstanbul 1951).

BİBLİYOGRAFYA:

Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekf, Atebetü'l-hakâyık (nşr. R. R, Arat), İstanbul 1951, s. 1-39; N. A. Balhassan-Oghlou, "Un texte ouigour du XIF sîecle", KSz., VII (1906), s. 257-279; a.mlf., Hibetü'l-hakâyık, İstanbul 1334-1918 (1. kısım metin, tercüme ve izah, 2. kısım faksi­mile] ; Necib Âsim, "Uygur'Yazısj İle Hibetü'l-hakâyık'm Diğer Bir Nüshası", TM, 1 (1925), s. 227-233; Köprülüzâde Mehmed Fuad. "Ay-betü'l-hakâyık'a Dair", a.e., s. 255-257; a.mlf., Türk Edebiyatı Tarihi, s. 204-210; a.mlf- "Hi-bet al-hakâyık", Araştırmalar, s. 45-67; Tun-cer Gülensoy, "Edib Ahmed b. Mahmud Yük-nekî", TDEA, II, 450.

Iffl TUNCER GÜI-ENSOY

ATEH


f ûJI)

Bir ehliyet arızası, akıl eksikliği ve zayıflığı hali.

Sözlükte "aklı zayıflamak, eksilmek, bunamak, bir şeye düşkün olmak" an­lamlarına gelen ateh, İslâm hukukunda kişinin hukukî tasarruflarına belirli sı­nırlamalar getiren bir ehliyet arızası ka­bul edilmiştir (bk. avAriz). Bu durumda olan kimseye ma'tûh denir.

Ma'tûhun anlayışı noksan, söz ve dav­ranışları tutarsız, işlerinde tedbiri eksik­tir (krş. Mecelle, md. 945). Ma'tühlar, tem­yiz gücünden tamamen mahrum olup olmamalarına göre iki grupta ele alınır­lar. Temyiz gücünden tamamen yoksun olanlar ehliyet bakımından akıl hastala­rı gibidirler; edâ (fiil) ehliyetleri hiç yok­tur. Temyiz gücüne sahip olanlar ise mü­meyyiz küçük hükmünde olup eksik eh­liyetlidirler (Mecelle, md. 978). Ma'tûh denince kastedilen de daha çok bu ikin­ci gruba girenlerdir.

Ma'tûhun alım satım, kira, vedîa, ari­yet akdi gibi sözlü tasarrufları (hukukî muameleleri) mümeyyiz küçüklerin tasar­rufları gibi üçlü bir ayırıma tâbidir. Hibe kabulü gibi tamamen lehte olan mua­meleler kimsenin rızâsına bağlı olmak­sızın geçerlidir. Hibede bulunmak, vakıf

1

51



kurmak gibi tamamen aleyhinde olan­lar ise geçersizdir. Kanunî temsilcileri­nin razı olmaları bu tür hukukî muame­leleri geçerli hale getirmez. Boşama da ma'tûhun tamamen aleyhinde olan bir hukukî tasarruf olarak kabul edilmiş ve geçersiz sayılmıştır. Nitekim bir hadîs-i şerifte, "Ma'tûhunki müstesna her ta­lâk caizdir (geçerlidir)" buyrulmaktadır (Buhârî, "Talâk", 11 ; Tirmizî, "Talâk", 15; İbn Mâce, "Talâk", 15). Ma'tûhun alım satım, kira, şirket gibi lehte ve aleyhte olması muhtemel tasarrufları ise ancak kanunî temsilcilerinin, rızasıyla geçerli­dir. Bu rıza ya önceden izin veya sonra­dan icazet* şeklinde belirtilir. Ma'tühun fiilî tasarrufları geçerlidir. Buna göre sa­hipsiz bir mala el koyan ma'tûh, ihraz yoluyla bunun mülkiyetini kazanacağı gi­bi başkalarının mallarına gasp ve itlaf gibi haksız fiillerle zarar vermesi duru­munda da bunları tazmin etmek zorun­dadır.

İbadetler konusunda ise genellikle be­nimsenen görüşe göre ma'tûh yine mü­meyyiz küçük hükmündedir, yani bun­larla mükellef değildir. Ancak bazı fıkıh âlimleri ma'tûhun da ibadetlerle yüküm­lü olduğu görüşünü benimsemişlerdir.

Ceza hukukunda da ma'tûh için bazı istisnalar kabul edilmiştir. Buna göre ma'tûha had ve kısas cezası verilmez; kısas yerine diyet cezası uygulanır.

Ma'tûh kendiliğinden mahcûr*dur; bunun için ayrıca mahkeme kararına ih­tiyaç yoktur. Kişi ister küçüklüğünden itibaren ister sonradan ma'tûh olsun ka­nunî temsilcisi, küçük kabul edildiği tak­dirde kendisini temsil edecek kimsedir. Bu da sırasıyla babası, babanın vasîsi, vasîsinin vasîsi, dedesi, dedenin vasîsî ve hâkimdir. Bu görüş Hanefî ve Şâfiîler'e göredir. Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise ateh hali bulûğdan sonra meydana gel­mişse, yetkili kanunî temsilci sadece hâ­kimdir.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü'l-'Arab, "cateb" md.; et-TâVı/at, "ca-teh", "ma'tûh" md.ieri; Buhârî. "Talâk", 11; ibn Mâce, "Talâk", 15; Tirmizî. "Talâk", 15; Abdü-lazîz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, İstanbul 1308, IV, 27; Teftâzânî. et-TeMfy, İstanbul 1310, s. 739; ibn Âbİdîn. Reddul-mtıhLâr, II, 258; Mecelle, md. 945, 978; Ali Haydar, Dürerül-hükkâm, III, 39-43; Subhî Mahmesânî, en-Nazangyeiü'l-âmme U'l-mûcebat ue'l'uküd, Beyrut 1983, II, 370; Bilmen, Kamus, VII, 279-290; M. Ebû Zeh­re, el-Cerîme, Kahire, ts., s. 426-437.

ffil Beşik Gözübenli 52

ATEİZM (bk. ÎLHAD).

r ~ı

ATEME


Gecenin bir bölümü,

güneşin batışından sonra beliren

kızıllığın kaybolmasıyla başlayan

ve gecenin ilk üçte birinin bitimine kadar

uzayan vakit, yatsı vakti.

Çölde yaşayan Araplar güneş batınca hayvanlarını barınaklarına sürer, biraz dinlendirirler, karanlık bastırınca da kal­dırır, sütlerini sağarlardi; bu vakte de "ateme" derlerdi. Bu vakitte kılınması sebebiyle yatsı namazına da "ateme na­mazı" (salâtü'l-ateme) denmiştir. Bu tabir birçok hadiste geçmekte ve bunlardan birinde şöyle buyurulmaktadır: "Eğer ateme namazı ile sabah namazının se­vabını bilselerdi sürünerek de olsa ge­lirlerdi" (Buhârî, uEzân\ 9).

Yatsı vakti Kur'ân-ı Kerîm'de "işâ" ((M ) kelimesiyle ifade edilmektedir (en-Nûr 24/58). Bedevî Araplarsa bu tabiri akşam namazı için kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, karışıklığa yol açmaması için işâ kelimesinin akşam namazı için kul­lanılmamasını istemiştir (Buhârî, "Mevâ-kîtü'ş-salât", 19). Bunun gibi, yatsı na­mazı için bedevîler tarafından yaygın ola­rak kullanılmakta olan ateme kelimesi­nin bu namazı ifade için Kur'an'da zik­redilen işâ tabirinin yerini alması husu­sunda hoşnutsuzluğunu belirtmiş ve bu konuda dikkat ve titizlik gösterilmesini emretmiştir: "Bedevîler yatsı namazının ismi hususunda sakın size baskın gel­mesinler. Çünkü onun ismi Allah'ın kita­bında işâdır" (Müslim, "el-Mesâcid", 229). Böylece müslümanların dinî kavram ve terimler konusunda Kur'an ve Sünnet­te zikredilen kelimeleri esas almaları­nın lüzum ve ehemmiyetine işaret edil­miştir.

BİBLİYOGRAFYA:

Zemahşerî, el-Fâ'ik, "'ateme" md.; İbnü'l-Esîr, en-fiihâye., "'ateme" md,; Lisânü'l- Arab, "caleme", "cişâ5" md.ieri; Buhârî. "Ezan", 9, "Mevâkîlü'ş-şalât", 19; Müslim. "el-Mesâcid", 229; Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire 1347-49/ 1929-30, V, 141442; İbn Kayyim el-Cevziyye. Zâdü'l-me'âd, II, 349-351 ; Aynî. 'ümdetü'l-kart Kahire 1392/1972, IV, 208-210; Azîmâ-bâdî, *ADnû'l-ma.ebÛd (nşr. Abdurrahman M. Osman], Medine 1389/1969, XIII, 329; M. Plessner, "cAtama", El? (İng.), I, 733.

İn Aiîdülaziz Bayındır

r ~ı

ATEŞ


Çeşitli dinlerde kutsallaştırman,

manevî temizlenme

veya ceza unsuru kabul edilen

ve sembolik anlatımlar için kullanılan

bîr kavram. L J

Batı Türkçesi'ndeki ateş Farsça âtiş-ten gelmektedir. Türkler ateş anlamında ot (od) kelimesini kullanmışlardır. Ocak (od-cak), od ocak kelimeleri de bu nok­tada hatırlanmalıdır. Batı dillerinin ço­ğunda ateş anlamına gelen kelimeler benzerlik göstermektedir (İng. fire, Alm, feuer, Fr. feu...).

İlk insanlar ateş ilhamını güneşin ya­kıcı sıcaklığı, yıldırımlar, yanardağlar ve orman yangınlarından aimış olmalıdır. Bununla beraber ateşin menşei hakkında pek çok efsane (mitos) ortaya atılmıştır. Birbirinden hayli farklı olan bu efsane­lere göre ateş kahraman bir kimse ta­rafından yeryüzüne getirilmiştir. Ateşi insanlara veren tanrılardır, yahut insan­lar onu tanrılardan çalmışlardır. Ateşin kendisi tanrı veya tanrıçadır, yahut da tanrının gücünü gösteren bir işarettir. Ateş kendisine mahsus ruhu olan bir varlıktır. 0 bir devdir veya Helios adlı güneş devinin yeryüzüne inmiş, evcilleş-tirilmiş yavrusu olan bir devdir. Bütün bu efsanelerde ortak nokta, ateşte in­san üstü bir mahiyet ve özellik görül-mesidir. Ateşin kıvılcımı, közü. dumanı, rengi, yanarken çıkardığı ses türlü ef­sanevî anlatımlara yol açmış, bu nitelik­leriyle ateş bakıcılık, falcılık ve büyücü­lük için bir araç olarak kullanılmıştır.

Birçok kavmin inanç sisteminde yer alan ateş ilâhı ve kültünün en geniş te­zahürü Hindistan'da ve İran'da olmuş­tur. Nitekim ateşin ilâhî bir güç olarak somutlaştırılmasının en belirgin örneği Hindistan'daki ateş ilâhı Agni'dir. Hin­distan'da bütün ateşler Agni'ye bağlı gö­rülür. Hintliler'e göre Agni, önceleri ocak ateşi ile ilgili görülürken daha sonra kurban ateşine bağlandı ve böylece in­sanlarla diğer ilâhlar arasında aracı olan, kehanette bulunan, tanrılara insanların kurbanlarını takdim eden ilâhî bir varlık olarak kabul edildi. Veda'lar devrinde kurban ateşinin büyüye karşı koruyucu olduğuna inanılıyordu. Veda'lar sonra­sında Brahmanizm denilen safhada ise ateş ile insanın ölüm döşeğindeki solu­ğu arasında ilgi kuruldu ve böylece kı­vılcım ile ateş arasındaki ilişkiden ha­reketle insan ruhuyla Brahman'ın ruhu


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin