BİBLİYOGRAFYA :
Baki Süha Ediboğlu, Falih Rıfkı Atay Konuşuyor, İstanbul 1945; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ue Sadeleşme Eureieri, Ankara 1972, s. 382, 399, 401, 404-422; Hilmi Ziya Olken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 79, 362; Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1983, s. 62; "Atay, Falih Rıfkı", TDEA, 1, 219; Fahir İz, "Atay", EIzSuppl. (İngJ, s. 98-99.
H Nuri Yüce
ATÇEKEN
Osmanlılar döneminde,
özellikle Akşehir ve
Tuz gölü arasındaki bölgede yaşayan ve at yetiştirmekle meşgul olan
cemaatlere verilen ad.
L J
Osmanlı kaynaklarında bazan atçeken. bazan da bunun Farsça karşılığı olan esbkeşân ifadesi geçmektedir. At çekmek tabiri aslında. Kâşgarlı'nın sözlüğüne göre, "bir attan kan almak" demektir (Dluanü Lûgaü'i-Türk Tercümesi, II, 21), XI ve XII. yüzyıl Bizans kaynaklan, Pe-
çenekler'in ve Kumanlar'ın atlarından bahsederken Türklerin bunlan kanattıklarını, yani belirli mevsimlerde atlardan kan aldıklarını yazmaktadırlar. Kan alma, çok eski zamanlardan beri bilinen ve bugün de bazı barsak hastalıklarında kullanılan bir tedavi usulüdür.
Osmanlı tahrir* defterlerinde il yazıcılar atçeken tabirini başka bir anlamda kullanmışlardır. Bunlara göre bu isim, at yetiştiren cemaatlerin at vergisine tâbi tutulduklarını ifade etmektedir. At nergisine tâbi olmayan cemaatler söz konusu olduğunda bunlar "at çekmeyenler" şeklinde belirtilir, dolayısıyla vergi vermekle mükellef olmadıklarına işaret edilirdi.
Atçekenler XV. yüzyılın sonunda Orta Anadolu'da üç idarî bölgeye yayıimış bulunuyorlardı. Bu bölgeler Tuz gölünün batı tarafında Eski İl kazası, gölün güneydoğu tarafında Bayburt bölgesi ve Akşehir'in doğusunda bulunan Turgut kazası idi.
Atçekenler devlete her yıl "at resmi" veya "at akçesi" denilen bir vergi veriyorlardı. Buna karşılık reayanın tâbi tutulduğu avârız-ı dîvâniyye denilen vergiden muaf idiler. At vergisi her cemaatin gücüne göre tesbit ediliyordu. Kanunnâmelere göre her on iki haneden bir at alınıyordu. Fakat tahrir defterleri incelendiğinde bu rakamın her yerde aynı olmadığı görülür. XV. yüzyılın sonunda Eski İl'de on üç hâne bir at, Bayburt'ta yirmi bir hâne ve Turgut kazasında on hâne bir at vermekle mükellef idi. II. Bayezid devrinde bir atın değeri 300 akçe kabul edilirken Kanunî Süleyman zamanında bu 700 akçeye çıkmış, XVI. yüzyılın sonunda 900 akçeyi bulmuştu. II. Bayezid devrinde Eski İl 104 at veya 31.200 akçe, Bayburt altmış üç at veya 18.900 akçe, Turgut 206 at veya 61.800 akçe veriyordu.
Atçekenler yalnız at değil öbür cemaatler gibi koyun da besliyorlardı. Bazı zengin cemaatlerde hâne başına yaklaşık doksan koyun düşüyordu. Atçekenler haymanalardan (yerleşik olmayan, konar göçer) sayıldıkları halde aralarında reâyâ gibi ziraatla meşgul olanlar da vardı. Ancak yurtlarında ziraatla meşgul oidukiarı zaman, öşürden muaf oldukları için ne kadar tahıl ektikleri tesbit edilememektedir. Yurtlarından başka topraklarda çift sürdüklerinde ise kendilerinden maktu olarak bir miktar para alınıyordu. Sonradan, muhtemelen Fâ-
tih Sultan Mehmed'in saltanatı sonunda maktu vergi kaldırılmış, bu gibi cemaatler öşüre bağlanmıştır.
Atçekenler reâyâ gibi köy teşkilâtına sahip olmasalar da bunları bir yerden bir yere göç eden, kimseye bağlı olmayan kişiler olarak kabul etmek yanlıştır. Her cemaatin, kendilerinin ve hayvanlarının ihtiyaçlarını karşılayacak bir sulama yeri vardı; bu bir akarsu, göl veya kuyu olabilirdi. Kurak bir iklimi olan Orta Anadolu'da su meselesi ilk planda geldiği için her cemaat sulama yerinin tasarrufunu kendisine sağlayacak bir hüccet*! elde bulundurmaya çalışıyor, bir anlaşmazlık çıktığı zaman bunu devlet mümessillerine veya mahkemelere ibraz ediyordu.
906 (1500/1501) tarihli Tahrir Def-teri'ne göre bu gibi belgeler yalnız Osmanlı padişahları ve idare memurları tarafından değil, çok daha önce Karaman beyi İbrahim Bey'in ecdadı tarafından da verilmişti. Bundan, bu gibi belgelerin çok eski olduğu ve Osmanlılar'ın Karaman Beyüği'ni ele geçirmeden çok önce atçekenlerin bir boy teşkilâtlarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu dönemde başlarında bir bey ve her bey yanında birçok nöker veya hemsâye denilen yoldaşlar vardı. Bu beyler gerektiği zaman emîr ile sefere çıkarlardı. Fâtih Karaman Beyliği'ni fethettikten sonra bu beylerin kendisinden yüz çevirip başka emirlere katılmamaları için boy teşkilâtlarını kırmaya çalışmış, beyleri azledilebilen veya herhangi bir yere gönderilebilen timar* eri durumuna getirmiş, böylece büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. II. Bayezid babasının yapmaya çalıştığı toprak reformuna kısmen son verdiği halde at besleyen cemaatlerin gittikçe azalması önlenemedi. XVI. yüz-
yılın ortalarında yazılan bir kanunnâmeye göre atçekenlerin yurtlan zamanla dışardan gelen ve ekip biçen cemaatlerle doldu. Devlet ilk defa bu yabancıların öşrünü ve diğer vergilerini kendi emin*-leri vasıtasıyla toplamak istedi, fakat sonradan bundan vazgeçip bu vergileri atçekenlere bıraktı. Buna karşılık atçekenler de at vergisinin yanında bir miktar akçe vermeye razı oldular. Ancak bu hal sürüp giderken devlet ile çekişmeler devam etti; nihayet atçekenler ekip biçen çiftçiler gibi reayadan sayıldılar. Esbkeşân ismi ise Konya'nın kuzeyinde bulunan bir kaza adı olarak XIX. yüzyılın sonuna kadar yaşayabildi.
BİBLİYOGRAYFA:
Diuanü Lûgati't-Türk Tercümesi, II, 21; I. Bel-diceanu-Steinherr — N, Beldiceanu. Recherch.es sur la prouince de Qaraman au XVIe siecle: etudes et actes, Leiden 1968; Konyalı, Konya Ereğli'si Tarihi, s. 247, 263-278; a.mlf.. Şerefli Koçhisar Tarihi, s. 309-326, 363-364; a.mlf., Niğde Aksaray Tarihi, I, 443-454; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilâtı-Destanları, İstanbul 1980, s. 179, 217, 350; a.mlf., Türklerde Atçılık ue Binicilik, İstanbul 1983, s. 27-35; R. Paul Lindner, Nomads and Oltomans in Medieual Anatolia, Biooming-ton 1983, s. 75-103; a.mlf., "A propos des tri-bus Atceken (XVe - XVP siecles)", JESHO, XXX (1987), s. 121-195.
lifti İrene Beldıceanu-Steinherr ATEBÂT
Irak'ta, Şiîler'ce mukaddes sayılan bazı ziyaret yerlerine verilen İsim.
Atebât, "eşik" anlamına gelen atebe-nin çoğuludur. Daha çok "atebât-ı mukaddese" ve "atebat-ı âliye" diye anılan bu yerler Necef, Kerbelâ, Kâzımiyye ve Sâmerrâ'da bulunmaktadır. Necefte Ali
b. Ebü Tâlib'in defnedildiğine inanılan yer, Şiîler tarafından ilk mukaddes mekân olarak kabul edilmektedir. İddialara göre bu kabir Emevîler devrinde gizli tutulmuş, III. (IX.) yüzyılın sonunda Ham-dânîler'in Musul valisi Ebü'l-Heycâ tarafından kubbeli bir türbe olarak yaptırılmıştır. Daha sonra Büveyhî hükümdarı Adudüddevle (ö. 372/983) bu ilk yapıyı tamir ettirmiş ve genişletmiştir.
İkinci önemli atebe olan Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'daki türbesi Necefteki türbeden önce tanınmaya başlamış ve ilk defa Kerbelâ olayından yaklaşık kırk gün sonra Câbir b. Abdullah tarafından ziyaret edilmiştir. Fırat havzasında kurulmuş iki şehir olan Necef ile Kerbelâ, Hz. Ali ile oğlu Hüseyin'in defnedildiği yerler ve ayrıca bazı tarihî olaylara sahne olmaları bakımından bütün müslüman-ların ve Özellikle Şiîler'in büyük ilgisini çekmiştir. Bilhassa Büveyhîler devrinden itibaren buradaki türbelere gösterilen ilgi, Sünnî olsun Şiî olsun, bölgeye hâkim olan veya burayı ziyaret eden bütün hükümdarlar tarafından devam ettirilmiştir. Sultan Melikşah bölgeyi ziyareti sırasında (479/J 086-87] türbeleri donatmıştır. İlhanlı hâkimiyeti döneminde Ne-cefe Fırat'tan bir kanal açtırılmış, her iki şehirde de misafirhaneler ve görevliler için meskenler yaptırılmıştır. Şah İsmail döneminde (1502-1524) başlayan Osmanlı-İran mücadelelerinde bölgeye hâkim olanlar, burası için her zaman daha iyi şeyler yapma yarışına girmişlerdir. Nitekim Şah İsmail Necef Kanalı'nı ıslah ederken Kanunî Sultan Süleyman da 1534'te bölgenin fethi şerefine Ker-belâ'ya bir kanal açtırmıştır. Bölgenin I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı dönemlerde Osmanlılar'ın ihtimamının yanında İran şahlarının ve Hindistan Şiîleri'nin bu kutsal mekânlara bağışları da devam etmiştir.
Kazımiyye'de bulunan atebe, yedinci imam Mûsâ e!-Kâzım ils dokuzuncu imam Muhammed et-Takî'nin türbeleridir. Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre Mûsâ Kâzım Türbesi'ni Hârünürreşîd yaptırmıştır. Daha sonra Şah İsmail'in başlattığı onarım ve genişletme çalışmaları Kanunî Sultan Süleyman tarafından ta mam [attırılmıştır.
Diğer bir atebât şehri olan Sâmerrâ Bağdat'ın 100 km. kadar kuzeyine düşmektedir. Halife Mu'tasım tarafından kurulan ve bugün küçük bir kasaba durumunda olan Sâmerrâ'da onuncu imam Ali el-Hâdî ile on birinci imam Hasan el-AskerTnin türbeleri bulunmaktadır. On ikinci imam Mehdrnin kaybolduğuna inanılan yer de (serdâb*) Hasan el-Aske-rî'nin gömülü olduğu binadadır.
Necef, Kerbelâ ve Kâzımiyye'deki tür-be-mescidler fevkalâde ihtişamlıdır. Hepsinin kubbeleri altın kaplı, minareleri altınla bezelidir. Çok uzaklardan bile parıltıları göz kamaştırır. Türbe-mescidle-rin içindeki sandukalar, çepeçevre halis gümüş parmaklıklarla diğer mekânlardan ayrılır. Bu mekânlar Şiîler'in bilhassa muharrem ayındaki ihtifallerinin yapıldığı çok geniş avlular ile çevrilidir.
Diğerlerine nisbetle çok sade olan Hz. Ali'nin şehid edildiği tarihî Küfe Mescidi, Necef teki Hz. Ali Türbesi, Kerbelâ'daki Hz. Hüseyin meşhecTi ile burada nadide mermerlerle kaplı olup içinde devamlı mumlar yakılan Hüseyin'in şehid edildiği yerde yapılmış oda, Hüseyin'in kardeşi Abbas'ın türbesi, Kâzımiyye ve Sâmerrâ'daki türbeler yılın her gününde ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Bilhassa hac mevsiminde yoğunlaşan izdiham muharrem ayında doruk noktasına ulaşır. Ziyaretler esas itibariyle sandukanın etrafında tekbir getirilerek ve
özel dualar okunarak tavaf şeklinde yapılırsa da vecd içinde kendilerinden geçmiş Şiî ziyaretçilerin taşkınlıklarına da sık rastlanır.
Kerbelâ'nın suyu ve toprağı, Hz. Hüseyin ve yakınlarının kanı ile karışmış olduğuna inanıldığından mübarek ve şifalı sayılır. Ayrıca hemen her Şiî, yanında Necef toprağından yapılmış küçük bir secde taşı (türbet veya mühr) bulundurur, namazda onun üzerine secde eder ve bunun faziletine inanır. Pek çok Şiî'nin idealinde ölünce bu topraklara gömülme arzusu yatar. İran. Hindistan ve Pakistan'dan varlıklı kişilerin cenazelerinin buralara getirilip gömüldüğü görülür. Yine pek çok Şiî hayatlarının son günlerini imamlara komşu olarak geçirmek düşüncesiyle buralara yerleşir.
Kâzımiyye'nin Moğol istilâsı sırasında geçirdiği büyük yangın, Necef ile Kerbelâ'nın önce Abbasî Halifesi Mütevekkil zamanındaki tahribi, sonra da 1801'deki Vehhâbî tahrip ve yağması bir yana bırakılacak olursa, bütün bu yerler ve yapılar oldukça iyi korunmuş, tarih boyunca çok el değiştirmiş olmalarına rağ-
men büyük yağma ve tahriplere mâruz kalmamıştır. Bu şehirler, bilhassa Şiî aydın ve ilâhiyatçıların yerleştikleri ilim merkezleri olarak da tanınmıştır. Necef in diğer bir özelliği, yakın geçmişte şahlık rejimine karşı koyan mollaların sığınma yeri olmasıdır. XX. yüzyıl başlarında Kaçar hanedanı ile anlaşmazlığa düşen üç büyük Şiî âlim Mirza Halîl-i Tahranı, Kâzım-ı Horasanı ve Abdullah-ı Mâzenderânı, daha sonra 196S'te son İran şahı tarafından sürgüne gönderilen Âyetullah Humeynî Necef e yerleşmiş ve muhalefetlerini buradan sürdürmüşlerdir.
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü'1-Esîr, el-Kâmil, VIII, 705; Evliya Çelebi. Seyahatname, VII, 169; Vâsıf. Târih (Ilgü-rel), s. 368; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 450; A'yanü'ş-Şfa, I, 534-538, 627-629; II, 36, 40; Moojan Momen, An Introduction to Shi'i İslam, London 1985, s. 181-182, 316; E. Honig-mann. "Kerbelâ", İA, VI, 580-582; a.mlf.. "Necef", İA, IX, 157-159; H. Viollet, "Sâmerrâ", İA, X, 144-146; H. Algar, "'Atabât", El2 SuppL (Fr.), s. 93-95; a.mlf., "cAtabât", ör., II, 902-904.
\m AVNİ İLHAN
ATEBETÜ'l-HAKÂYIK
XII. yüzyıl Türk şairlerinden Edib Ahmed Yüknekî'nin Doğu Türkçesiyle yazdığı
ahlâk ve nasihata dair eseri.
L J
İslâmî Türk edebiyatının Kutadgu Bi-iig'den sonra yazıya geçirilmiş en eski ikinci eseri olan Atebetü'l-hakâyık'm nerede ve ne zaman kaleme alındığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak doğuştan kör olan müellifi Edib Ahmed'in Yüknekî nisbesine dayanılarak Türkistan'da Taşkent civarında, günümüze ka-
dar yeri tam olarak belirlenemeyen Yük-nek şehrinde yazılmış olabileceği ileri sürülmektedir.
Eserin adı üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Necib Âsim Hibetü'1-ha-kayık, M. Fuad Köprülü Aybetü'1-hakö-yık, başka bazı edebiyatçılarla dilciler Gaybetü'l-hakâyık şeklinde okumak is-temişlerse de Jean Deny ve Reşit Rahmeti Arat'ın Atebetü'l-hakâyık (hakikatlerin eşiği) şeklindeki okuyuşları eserin muhtevasına uygun bulunarak yaygınlaşmıştır.
Atebetü'l-haköyık aruzun mütekârib (faulün / faulün / faulün / faul) bahriyle yazılmış manzum bir eserdir. Dinî ve içtimai ahlâk esaslarını cemiyette yerleştirmek için çok defa âyet ve hadislerle desteklenen fikirler, kolaylıkla anlaşılabilecek tarzda oldukça sade bir dil ile İfade edilmiştir. Bu Özellikleriyle esere bir nasihat kitabı olarak da bakmak mümkündür. Kitapta yer alan âyet ve hadislerle, bu iki ana dinî kaynak İslâmî Türk edebiyatı sahasında bu ölçüde ilk defa kullanılmış ve bunlardan fayda [anılmıştır. Bu tercümeler aynı zamanda Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerin Türkçe'ye çevrilmesi yolunda atılmış ilk önemli adımlardır. Eser, İslâmî kitap tertibi geleneğine uygun olarak on beyitlik bir tevhid ile başlar. Daha sonra sırasıyla beş beyitlik bir na't dört halifenin methi için yazılan beş beyitlik bir manzume, eserin sunulduğu Dâd Sipehsâlâr Beg'i metheden on dört beyitlik bir gazel ve altı beyitlik "sebeb-i telif" manzumesiyle devam eder. Bu beş bölümden sonra, bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı (on iki dörtlük), dilin kötü sözlerden korunması (on iki dörtlük), dünyanın dönekliği (on iki dörtlük), cömertliğin methi ve hasisliğin yerilmesi (on dörtlük), alçak gönüllülük ve kibir (yedi dörtlük), dünya malına düşkünlük (altı dörtlük), iyi huylar (on altı dörtlük), devrin bozukluğu (yirmi bir dörtlük) ve kitap sahibinin özür beyan etmesi hakkında (beş dörtlük) olmak üzere toplam dokuz bölüm bulunmaktadır. Eserin tamamı on dört bölüm ve 101 dörtlükten İbarettir. Kitabın sonunda kimin olduğu bilinmeyen aynı vezinle yazılmış bir dörtlük, Emîr Seyfeddin'in Edib Ahmed'İ "edipler edibi, fâzıllar başı" diye öven bir dörtlüğü ile Emîr Arslan Hoca Tar-han'ın yine Edib Ahmed'i öven on beyitlik bir manzumesi bulunmaktadır. Eserin dörtlükleri a a b a şeklinde kafiye-lenmiştir.
Atebetü'l-hakayık'm üçü tam, biri eksik dört nüshası bilinmektedir. Ayrıca yazma bir mecmua ile Türkçe Uygur metinleri arasındaki bir varakta da esere ait birer dörtlük bulunmaktadır. 848'de (1444) Semerkant'ta Uygur harfleriyle yazılmış Semerkant nüshası (Süleymani-ye Ktp., Ayasofya, nr. 4012), yine aynı yerde 884'te (1480) İstanbul'da Abdürrez-zak Bahşı eliyle Uygur ve Arap harfleriyle yazılmış bir diğer nüsha (nr. 4757) ile, Arap harfleriyle ve muhtemelen İstanbul'da yazılmış nüshalar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine, nr. 35552) tamdır. UzunkÖprülü Seyid Ali'ye ait eksik nüshanın ise bugün nerede olduğu bilinmemektedir (bk. R. R. Arat neşri, s. 32). Esere ait birer dörtlük ihtiva eden yazma mecmua Ankara Maarif Kütüphanesinde (bk. R. R. Arat neşri, s. 34), Türkçe Uygur metinleri arasındaki varak ise Berlin'de Prusya İlimler Aka-demisi'ndedir (T. i. TM 287).
Eser ilim âlemine ilk defa 1906 yılında Necib Âsim (Yazıksız) tarafından tanıtılmış, bu tanıtmadan sonra eserin faksimile, metin, tercüme ve açıklaması yine Necib Asım tarafından neşredilmiştir (1918). Bunu aynı yazarın Semerkant
ve İstanbul nüshalarını karşılaştıran bîr makalesi takip etmiştir. Daha sonra F. Köprülü, W. Radloff, J. Deny, T. Kowalski gibi Türkologlar tarafından da ele alınıp işlenen eser, son olarak Reşit Rahmeti Arat tarafından bilinen ve elde olan bütün nüshalarından istifade edilerek kitap halinde (önsöz, giriş, metin, tercüme, notlar ve izahlar, tahlilî fihrist, faksimile) neşredilmiştir (İstanbul 1951).
BİBLİYOGRAFYA:
Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekf, Atebetü'l-hakâyık (nşr. R. R, Arat), İstanbul 1951, s. 1-39; N. A. Balhassan-Oghlou, "Un texte ouigour du XIF sîecle", KSz., VII (1906), s. 257-279; a.mlf., Hibetü'l-hakâyık, İstanbul 1334-1918 (1. kısım metin, tercüme ve izah, 2. kısım faksimile] ; Necib Âsim, "Uygur'Yazısj İle Hibetü'l-hakâyık'm Diğer Bir Nüshası", TM, 1 (1925), s. 227-233; Köprülüzâde Mehmed Fuad. "Ay-betü'l-hakâyık'a Dair", a.e., s. 255-257; a.mlf., Türk Edebiyatı Tarihi, s. 204-210; a.mlf- "Hi-bet al-hakâyık", Araştırmalar, s. 45-67; Tun-cer Gülensoy, "Edib Ahmed b. Mahmud Yük-nekî", TDEA, II, 450.
Iffl TUNCER GÜI-ENSOY
ATEH
f ûJI)
Bir ehliyet arızası, akıl eksikliği ve zayıflığı hali.
Sözlükte "aklı zayıflamak, eksilmek, bunamak, bir şeye düşkün olmak" anlamlarına gelen ateh, İslâm hukukunda kişinin hukukî tasarruflarına belirli sınırlamalar getiren bir ehliyet arızası kabul edilmiştir (bk. avAriz). Bu durumda olan kimseye ma'tûh denir.
Ma'tûhun anlayışı noksan, söz ve davranışları tutarsız, işlerinde tedbiri eksiktir (krş. Mecelle, md. 945). Ma'tühlar, temyiz gücünden tamamen mahrum olup olmamalarına göre iki grupta ele alınırlar. Temyiz gücünden tamamen yoksun olanlar ehliyet bakımından akıl hastaları gibidirler; edâ (fiil) ehliyetleri hiç yoktur. Temyiz gücüne sahip olanlar ise mümeyyiz küçük hükmünde olup eksik ehliyetlidirler (Mecelle, md. 978). Ma'tûh denince kastedilen de daha çok bu ikinci gruba girenlerdir.
Ma'tûhun alım satım, kira, vedîa, ariyet akdi gibi sözlü tasarrufları (hukukî muameleleri) mümeyyiz küçüklerin tasarrufları gibi üçlü bir ayırıma tâbidir. Hibe kabulü gibi tamamen lehte olan muameleler kimsenin rızâsına bağlı olmaksızın geçerlidir. Hibede bulunmak, vakıf
1
51
kurmak gibi tamamen aleyhinde olanlar ise geçersizdir. Kanunî temsilcilerinin razı olmaları bu tür hukukî muameleleri geçerli hale getirmez. Boşama da ma'tûhun tamamen aleyhinde olan bir hukukî tasarruf olarak kabul edilmiş ve geçersiz sayılmıştır. Nitekim bir hadîs-i şerifte, "Ma'tûhunki müstesna her talâk caizdir (geçerlidir)" buyrulmaktadır (Buhârî, "Talâk", 11 ; Tirmizî, "Talâk", 15; İbn Mâce, "Talâk", 15). Ma'tûhun alım satım, kira, şirket gibi lehte ve aleyhte olması muhtemel tasarrufları ise ancak kanunî temsilcilerinin, rızasıyla geçerlidir. Bu rıza ya önceden izin veya sonradan icazet* şeklinde belirtilir. Ma'tühun fiilî tasarrufları geçerlidir. Buna göre sahipsiz bir mala el koyan ma'tûh, ihraz yoluyla bunun mülkiyetini kazanacağı gibi başkalarının mallarına gasp ve itlaf gibi haksız fiillerle zarar vermesi durumunda da bunları tazmin etmek zorundadır.
İbadetler konusunda ise genellikle benimsenen görüşe göre ma'tûh yine mümeyyiz küçük hükmündedir, yani bunlarla mükellef değildir. Ancak bazı fıkıh âlimleri ma'tûhun da ibadetlerle yükümlü olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Ceza hukukunda da ma'tûh için bazı istisnalar kabul edilmiştir. Buna göre ma'tûha had ve kısas cezası verilmez; kısas yerine diyet cezası uygulanır.
Ma'tûh kendiliğinden mahcûr*dur; bunun için ayrıca mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. Kişi ister küçüklüğünden itibaren ister sonradan ma'tûh olsun kanunî temsilcisi, küçük kabul edildiği takdirde kendisini temsil edecek kimsedir. Bu da sırasıyla babası, babanın vasîsi, vasîsinin vasîsi, dedesi, dedenin vasîsî ve hâkimdir. Bu görüş Hanefî ve Şâfiîler'e göredir. Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise ateh hali bulûğdan sonra meydana gelmişse, yetkili kanunî temsilci sadece hâkimdir.
BİBLİYOGRAFYA:
Lisânü'l-'Arab, "cateb" md.; et-TâVı/at, "ca-teh", "ma'tûh" md.ieri; Buhârî. "Talâk", 11; ibn Mâce, "Talâk", 15; Tirmizî. "Talâk", 15; Abdü-lazîz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, İstanbul 1308, IV, 27; Teftâzânî. et-TeMfy, İstanbul 1310, s. 739; ibn Âbİdîn. Reddul-mtıhLâr, II, 258; Mecelle, md. 945, 978; Ali Haydar, Dürerül-hükkâm, III, 39-43; Subhî Mahmesânî, en-Nazangyeiü'l-âmme U'l-mûcebat ue'l'uküd, Beyrut 1983, II, 370; Bilmen, Kamus, VII, 279-290; M. Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire, ts., s. 426-437.
ffil Beşik Gözübenli 52
ATEİZM (bk. ÎLHAD).
r ~ı
ATEME
Gecenin bir bölümü,
güneşin batışından sonra beliren
kızıllığın kaybolmasıyla başlayan
ve gecenin ilk üçte birinin bitimine kadar
uzayan vakit, yatsı vakti.
Çölde yaşayan Araplar güneş batınca hayvanlarını barınaklarına sürer, biraz dinlendirirler, karanlık bastırınca da kaldırır, sütlerini sağarlardi; bu vakte de "ateme" derlerdi. Bu vakitte kılınması sebebiyle yatsı namazına da "ateme namazı" (salâtü'l-ateme) denmiştir. Bu tabir birçok hadiste geçmekte ve bunlardan birinde şöyle buyurulmaktadır: "Eğer ateme namazı ile sabah namazının sevabını bilselerdi sürünerek de olsa gelirlerdi" (Buhârî, uEzân\ 9).
Yatsı vakti Kur'ân-ı Kerîm'de "işâ" ((M ) kelimesiyle ifade edilmektedir (en-Nûr 24/58). Bedevî Araplarsa bu tabiri akşam namazı için kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, karışıklığa yol açmaması için işâ kelimesinin akşam namazı için kullanılmamasını istemiştir (Buhârî, "Mevâ-kîtü'ş-salât", 19). Bunun gibi, yatsı namazı için bedevîler tarafından yaygın olarak kullanılmakta olan ateme kelimesinin bu namazı ifade için Kur'an'da zikredilen işâ tabirinin yerini alması hususunda hoşnutsuzluğunu belirtmiş ve bu konuda dikkat ve titizlik gösterilmesini emretmiştir: "Bedevîler yatsı namazının ismi hususunda sakın size baskın gelmesinler. Çünkü onun ismi Allah'ın kitabında işâdır" (Müslim, "el-Mesâcid", 229). Böylece müslümanların dinî kavram ve terimler konusunda Kur'an ve Sünnette zikredilen kelimeleri esas almalarının lüzum ve ehemmiyetine işaret edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Zemahşerî, el-Fâ'ik, "'ateme" md.; İbnü'l-Esîr, en-fiihâye., "'ateme" md,; Lisânü'l- Arab, "caleme", "cişâ5" md.ieri; Buhârî. "Ezan", 9, "Mevâkîlü'ş-şalât", 19; Müslim. "el-Mesâcid", 229; Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire 1347-49/ 1929-30, V, 141442; İbn Kayyim el-Cevziyye. Zâdü'l-me'âd, II, 349-351 ; Aynî. 'ümdetü'l-kart Kahire 1392/1972, IV, 208-210; Azîmâ-bâdî, *ADnû'l-ma.ebÛd (nşr. Abdurrahman M. Osman], Medine 1389/1969, XIII, 329; M. Plessner, "cAtama", El? (İng.), I, 733.
İn Aiîdülaziz Bayındır
r ~ı
ATEŞ
Çeşitli dinlerde kutsallaştırman,
manevî temizlenme
veya ceza unsuru kabul edilen
ve sembolik anlatımlar için kullanılan
bîr kavram. L J
Batı Türkçesi'ndeki ateş Farsça âtiş-ten gelmektedir. Türkler ateş anlamında ot (od) kelimesini kullanmışlardır. Ocak (od-cak), od ocak kelimeleri de bu noktada hatırlanmalıdır. Batı dillerinin çoğunda ateş anlamına gelen kelimeler benzerlik göstermektedir (İng. fire, Alm, feuer, Fr. feu...).
İlk insanlar ateş ilhamını güneşin yakıcı sıcaklığı, yıldırımlar, yanardağlar ve orman yangınlarından aimış olmalıdır. Bununla beraber ateşin menşei hakkında pek çok efsane (mitos) ortaya atılmıştır. Birbirinden hayli farklı olan bu efsanelere göre ateş kahraman bir kimse tarafından yeryüzüne getirilmiştir. Ateşi insanlara veren tanrılardır, yahut insanlar onu tanrılardan çalmışlardır. Ateşin kendisi tanrı veya tanrıçadır, yahut da tanrının gücünü gösteren bir işarettir. Ateş kendisine mahsus ruhu olan bir varlıktır. 0 bir devdir veya Helios adlı güneş devinin yeryüzüne inmiş, evcilleş-tirilmiş yavrusu olan bir devdir. Bütün bu efsanelerde ortak nokta, ateşte insan üstü bir mahiyet ve özellik görül-mesidir. Ateşin kıvılcımı, közü. dumanı, rengi, yanarken çıkardığı ses türlü efsanevî anlatımlara yol açmış, bu nitelikleriyle ateş bakıcılık, falcılık ve büyücülük için bir araç olarak kullanılmıştır.
Birçok kavmin inanç sisteminde yer alan ateş ilâhı ve kültünün en geniş tezahürü Hindistan'da ve İran'da olmuştur. Nitekim ateşin ilâhî bir güç olarak somutlaştırılmasının en belirgin örneği Hindistan'daki ateş ilâhı Agni'dir. Hindistan'da bütün ateşler Agni'ye bağlı görülür. Hintliler'e göre Agni, önceleri ocak ateşi ile ilgili görülürken daha sonra kurban ateşine bağlandı ve böylece insanlarla diğer ilâhlar arasında aracı olan, kehanette bulunan, tanrılara insanların kurbanlarını takdim eden ilâhî bir varlık olarak kabul edildi. Veda'lar devrinde kurban ateşinin büyüye karşı koruyucu olduğuna inanılıyordu. Veda'lar sonrasında Brahmanizm denilen safhada ise ateş ile insanın ölüm döşeğindeki soluğu arasında ilgi kuruldu ve böylece kıvılcım ile ateş arasındaki ilişkiden hareketle insan ruhuyla Brahman'ın ruhu
Dostları ilə paylaş: |