Orta amerika gezisi


Şubat Guatemala – El Salvador



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə11/16
tarix27.10.2017
ölçüsü1,32 Mb.
#15475
növüYazı
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16
11. Şubat Guatemala – El Salvador

Bu sabahta gene kör karanlıkta telefonun zili çaldı. Meksika’da ne güzel saat 7.30’lara kadar uyuyorduk ama Küba’dan ayrılış günümüzden beri sistem değişti. Sabahları erkenden ayaktayız. Uyandırmayı saat dörde vermiştim. Dört buçuk4.30 valizler dışarıya ve kahvaltıya iniş saat beş hareket. Bu program çerçevesinde kalktık. Seyahat boyunca kaldığımız otellerin en lüksü olan bu suit dairenin tadını çıkartamadan oteli terk etmek hiç de keyifli değildi.


Dün sabah kahvaltı ettiğimiz bahçede akan şelale sessizdi. Sabah normal saatte çalıştırıyorlarmış bizim şelaleyi. Olsun gene de atmosfer muhteşem. Herkese yine o gür sesimle “Günaydın! Hayırlı günler! Hazır mıyız El Salvador’u keşfe...” gibisinden takılarak uykulu havayı dağıtmaya çalışıyorum.
Otelimiz tek bir görevli ayırmış ama adamcağız ateş gibi çırpınıp duruyor. Portakal sularını getiriyor, tost makinesinden ekmekleri alıyor, süt servisi yapıyor. İyi bir bahşişi hak ediyor. Kahvaltısını bitiren otobüse valizinin konulmasına nezaret ederken bende hesabı ödemek için kalkıyorum. O sırada içeriden güzel bir kek kokusu geliyor. Nihal “Sen git ben keki alır gelirim “ diyor. Biraz sonra elinde büyük bir paketle göründü. Meğer kekin tamamını dilimletmiş ayrıca güzel bir bahşiş verince adam onu kapıya kadar da geçirmiş. Bu kekler sonra pek makbule geçecek.
Hep unutuyorum buralarının Orta Amerika olduğunu ve her şeyin çok ağır işlediğini. Onun için grubun otobüse yerleşmesinin tamamlandığını valizlerin hepsinin konmuş olduğunu tekrar kontrol edip “Bir dakika hesabı ödeyip geliyorum” diyorum. Ne bir dakika ama. Türkiye’de bile verirsin kredi kartını alırsın faturanı biter iş. Burada ne gezer. Önce siz kahvaltı ettiniz mi etmediniz mi ile başladık muhabbete. Fiyatımıza kahvaltımız dahildi diyorum. İster ettik ister etmedik sana ne. Kafasını sallayıp dosyayı açıyor eviriyor çeviriyor, hesap yapıyor ve en sonunda faturanın kesildiğini gösteren yazıcının cırt cırt sesini duyunca işimiz biteceğini sanıyorum. Kartımı uzatmadan fatura tutarına bir göz atıyorum ki bir gün önceki hesabın nerede ise iki katı. “Mister diyorum” İşte bak bu dünkü fatura . Bugün de aynı olması gerek” Anlamamış gibi yüzüme bakıyor. “Bu gece bir oda fazlanız var. Kahvaltınız var.” diyor. Bir gecede çoğalmamızın mümkün olmadığını anlatmam çok zor. Tabi iş şefe aksetmez ise çözümlenmeyecek. Şef ise bu saatte uyuyor. Uyandıracağız çaresiz. Mahmur mahmur gelen ve çat pat İngilizce konuşan birine sabahın kör saatinde laf anlatmak ne zor. En az yarım saat süren uğraşıda hiç geri adım atmadan başarıya ulaşmanın keyfi ile kredi kartımı alıyorum ve otobüse gelip merak içindeki yolcularıma buralarda işlerin ne zor olduğunu onlarda bilsinler diye detay bilgi veriyorum.
“Haydi gidelim“ diyorum Manuel’e. Manuel arkama doğru bakıyor. Kafamı çevirdiğimde iki polis ile yüz yüze geliyorum. Birden heyecanlanıyorum. Ne oluyor diye ama mesele anlaşıldı. Hani biz dün gece yola çıkacaktık da gece yol çok tehlikeli diye bize escort vermişlerdi ya. O escort arabası sabaha kadar bizim hareketimizi beklemiş. “Buenos Dias. Biz arkanızdayız. Güvenle gidebilirsiniz” demek istemişler.
Nihayet Sabah saat 6.00 civarında Guatemala City’deki otelimizden hududa doğru hareket edebildik. Neyse bu da bir şey. Nasılsa bir saat içinde hudutta ve üç saat içinde San Salvador’da olacağız ya. Programı yakalarız. Dün akşamdan organize edildiği için sabahın erken saatlerinde de bize eşlik edecek polis arabası iki polisle birlikte bekliyordu.
Şoförümüz Manuel çok esaslı bir tipe benziyor. Sağlam yapılı iri yarı, kendine güven dolu esmer bir Guatemala’lı. Çok efendi ve ciddi bir adam. Yol boyunca gösterdiği performans ve efendilik ile hepimizin güvenini kazandı. Bir de esaslı rehberimize kavuşunca kalan günler güzel geçecek.
Guatemala City’de geceleri olduğu kadar sabahları da tekin olmayan bir şehir. Şehrin etrafı dağlarla çevrili. Çok renkli şehirler arası otobüsler sabahın erken saatlerinde sefere çıkmışlar. Hava daha aydınlanmadı. Ortalıkta özel arabalar pek görülmüyor. Zaten galiba hala korku dağları bekliyor. Geçen kanlı günlerin korkularını atmak kolay değil.
Bugünkü programımızda huduttan geçip doğru San Salvador’a gidiş vardı. Bu araya 3 saat demişlerdi. Saat 9 da varsak diyorum saat 12 ye kadar şehir turu alır en geç 1 gibi yola çıkarız. Honduras’ın başşehri Tegucigalpa için 3 saat demişlerdi. O zaman saat 4 civarında orada olur şehir turunu takiben Comayagua şehrini de gezersek programı yakalayabileceğiz diye düşünüyorum saf saf.
Neyse bizi inşallah hudut kapısında bekleyen rehber vardır da sorunlar hallolur ve ondan sonraki en uygun programı onunla yapar rahatça gezeriz. Dün “nasılsa rehberimiz var” diye düşünürken şimdi “inşallah rehberimiz oradadır ve bizi bulur” diyorum çünkü gece, ne hududa gidemeyip otelde kaldığımızı ne de bu sabah erken saatte orada olacağımızı kendisine bildirebildik. Allah kerim diye gidiyoruz bakalım.
Otobüsümüzün ani fren yapıp durması ile düşüncelerimden sıyrılıyorum. Daha şehirden ayrılalı 30 km olmuştu. Hududa 70 km var. Ne oluyor? Kapı açıldı ve bize eşlik eden iki polis içeriye girdi ve ellerini bana uzattılar. Önce para istiyorlar sandım.

Avustralyalı dostum Nader geldi aklıma. İlk defa Türkiye’de otobüs seyahati yaparken muavin kendisine sonradan kolonya olduğunu öğrendiği bir şişe uzatmış. Aptal aptal ne oluyor diye bakınca bunun yabancı olduğunu anlayan muavin içine kolonya dökmek için avucunu açmasını istemiş ve böyle yapacaksın diye avucunu açmış. Durumu hemen kavrayan Nader muavinin avucuna para koymuş. Otobüste herkesin kahkahalarına da bir anlam verememiş. Ben bu olayı hatırlayıp iyi ki elini uzatan polisler para vermedim. Belki versem daha çok sevinirlerdi.


Sonra anladım ki benim elimi sıkmaya çalışıyorlardı. Bize eşlik eden polislerin görev alanı bu kontrol noktasına kadarmış bundan sonra başka bir polis arabası bize eşlik edecekti. Hududa kadar bir kere daha escort değiştirdik.
Hududa vardığımızda dün bize tavsiye edilen şehirler arası (aslında ülkeler arası) çalışan otobüsleri gördük. Nihal bu otobüsleri görüntüledi. Valizler arabanın üstüne bağlanmıştı Eğer dün bunlarla yolculuk yapacağız deseydik bizim yolculara kopacak kıyameti düşünebiliyor musunuz?
Bu hududun her iki tarafta da adı San Kristobal. İki ülkeyi bir nehir ayırıyor. Guatemala gümrüğünde işimizi bitirdikten sonra köprüden karşıya gececeğiz ve orada El Salvador’a giriş işlemlerimizi yaptıracağız. Arabanın içinde bekliyoruz. Hudut kapısı bizim 40 sene önceki hudut kapılarımızı andırıyor. Buralarda tam bir nostalji yaşıyoruz. Biz beklerken şoförümüz aşağıya indi. Binaya doğru yürüdü.
O sırada bir delikanlı otobüse bindi. 25 yaşlarında adının Ronaldo olduğunu söyleyen bir El Salvadorlu. 1.70 boylarında yuvarlak yüzlü yuvarlak gözlüklü. Esmer tenli, güler yüzlü birisi. Kelimelerle uğraşarak İngilizce konuşuyor. Ama anlaması tam. Zorlanarak da olsa istediğini ifade edebiliyor. Bize “hoş geldiniz” dedi. Kendisinin bizim rehberimiz Donald Lee‘nin yardımcısı olduğunu, bu kapı girişinde bize kendisinin yardımcı olacağını, Donald’ın karşı sınırda beklediğini söyleyince derin bir oh çekiyorum.Grup benim kadar huzursuz değildi buraya gelene kadar.
Bu sevimli çocuğu görmek bana gerçekten derin bir oh çektirdi. Anlattığına göre bizi karşılamak üzere dün gece gelmişler. Biz gelemeyince hudutta yatmışlar. O sırada otobüste koşuşan küçük Destegül Ronald’ın ilgilendiği ilk kişi idi. Demek ki çocuksu tarafı ağır basıyordu bu gencin. Ne güzel. İngilizcesini toparlayarak benden bütün pasaportları toplamamı ve liste istedi. Bende hep kullandığım kişilerin isimlerinin ve pasaport numaralarının yazılı olduğu bir tablo vardı. Gösterdim. Tamam bu dedi ama üç nüsha gerekli imiş. Fotokopi diyor. Bu listenin Guatemala hudut kapısında gerekli olduğunu söyleseler hayatta inanmazdım. Bu saatte nereden bulacağız fotokopi diye merak ediyorum ama Ronald tek tek heceleyerek “Ben halledeceğim” diyor. O sırada büyük yardımcı Yarış’ın topladığı pasaportları alan Ronald “Siz ayrılmayın otobüsten” diyor. Zaten ayrılmaya kimsenin niyeti yok. Ortalık pek temiz gözükmüyor. Oradaki binanın içinde bir yerlerdeki görevliye götürdü pasaportları.
Beklerken otobüse bir çok satıcı geliyor ve ellerinde deste deste paralar. Bu manzara ile ilk defa karşılaştık ama sonradan göreceğimiz gibi burada bütün sınır kapılarında ayaklı döviz büroları hizmet görüyor. Deste deste Quetzal gösteriyor. Guatemala’da 7.7 olan değer burada 7. Yani elindeki Quetzal'leri 1 Dolar 7 quetzal paritesinden değiştirebiliyor. En az 20 dövizci beklediğimiz sürece şansını deniyor. Bizde Guatemala parası yok ki. İki günlüğüne kaldığımız yerde para bozdurmaya ne gerek vardı. Amerikan parası her yerde geçiyor. Euro’da kabul ediyorlar ama ayni dolar değerinde. O sıralar bizde parite 1.1 dolar. Yani Euro burada kıymetli değil.
Biraz sonra elinde pasaportlarla Ronald göründü.Burada işimiz yarım saat içinde bitti. Ronald pasaportları bana verdi ama karşı gümrükte gerekli olur diye dağıtmadım. Paz nehri iki ülkenin bu bölümdeki hududu. Güzel bir köprü üzerinde geçiyoruz. Köprünün bu ucunda “Güle Güle Guatemala Cumhuriyeti”, karşı tarafta ise “El Salvador’a Hoş Geldiniz” yazıları var. Köprüyü geçince tekrar köprüye bakıyorum. Levhaların bu yüzünde de tam tersi yazıyor.
Köprüden geçer geçmez otobüs sol tarafta parka yanaştı. Yolun öbür tarafında bir sokak ve sonradan gümrük binası olduğunu öğrendiğimiz ofisler var. Ronald pasaportları alıp gidiyor. Bize de bekleyin diyor. Arabanın etrafında satıcılar. Herkes hemen aşağıya inip satıcıları ve ne sattıklarını kontrol ediyor. Börek kızartanlar, meyve satanlar..vb. Bunların çoğunluğu esmer tenli güler yüzlü şişmanca kadınlar. Hepsinin önünde harika işli, pilili dantelli önlükler var. Taktıkları önlükler elbiselerinden çok daha güzel renkli ve gösterişli. Para birimi ABD doları . Daha önceleri kendi para birimleri varmış COLON diye. Bir kolon USD karşısında sabit 8.75 imiş. 1 Colon da 100 centavos’a eşitmiş. Ocak 2001 tarihinden itibaren tamamen USD kullanılıyor ama colon’a da rastlamak mümkünmüş. Onun için alışverişte sıkıntı yok. Ama burada da ayaklı dövizciler var. Onlarda bir kere daha şanslarını deniyorlar kazara kimsede Guatemala parası var mı diye. Bu satıcılar esas itibariyle karşıya geçenlere Quetzal satmak için buradalar. Her hududun her iki tarafında her iki parayı da satan ayaklı döviz büroları var. Aralarında fiks fiyat tarifesi uyguladıkları için fiyat rekabeti yok.

Biraz sonra Ronald’ın uzaktan gelişini görünce aman ne güzel işimiz hemen bitti ve gidiyoruz diye düşünüyorum ama şu bizim esas rehberimiz Donald yok ortalıklarda. O da çıkar bir yerden, burada işimiz bitti ya diyorum içimden. Ronald pasaportları tek tek geri vereceğiz ve pasaportunu alanlar tek tek kendi başvuracak deyince yandık diye geçirdim içinden bakalım ne kadar sürecek bu macera.


Pasaportunu alan yolun karşısına geçip 100 metre ilerideki binaya girmeye başladı. Ben tabi en sona kalacağım için orada neler oluyor bilmiyorum. Herkesin gittiğinden emin olarak Nihal ile biz de binaya girdiğimizde büyük curcuna ile burun buruna geldik.
Büyük bir salonda iki gişe ve önlerinde sıra var. Önce birisine pasaportları veriyorsunuz. O bir işlem yapıyor. Sonra yana geçiyor ve biraz bekliyorsunuz. İkinci memur çağırıyor. Yüzünüze iyice bir bakıyor. Sonra damgaladığı pasaportu size veriyor. Burada Türklere vize yok. Herhangi bir harç da alınmıyor. Grupta son kişinin işlemi yapılmadan oradan ayrılmamız mümkün değil. Onun için herkesin gümrüklerde bekleme süresi birbirine eşit. Ya kuyrukta bekleyeceksin veya işlemin bitince yan tarafta. Ama kuyruğun sonundakiler hep söylenip dururlar. “ Yine en sona ben kaldım. Oysa ben daha önce gelmiştim. Onların işi bitti ben burada hala kuyruktayım” diye. Bekleme sürelerinin eşit olduğunu anlatmak öyle zor ki. Veya ben bu konuda beceriksizim, onları rahatlatıcı sözleri bulamıyorum
Ben de kuyrukta beklerken 55 yaşlarında , ince, zayıf, hastalıklı görünüşlü bir adam yanıma yaklaştı. Bir süredir içki arayıp ta bulamayan bir alkolik gibi veya esrarkeş gibi birisi. Elleri titriyor. Dili pelteleşmiş. Gözleri oraya buraya bakıyor. Ve kendini tanıttı. “I am Donald. Your Guide.” Rehberimiz Donald’mış. Ben de Atila Ege falan diyecek oldum ama o sanki bağırır gibi konuşmaya başladı. “ Burada en önemli şey güvenliktir. Ben sizin önce güvenliğinizden sorumluyum” Hoppala. Devletin hudut kapısında gümrük binasında giriş damgası almaya çalışıyoruz. Acaba burayı eşkıyaların basma ihtimali mi var? Zaten öyle bir şey olsa önce benim bu garibi kollamam gerekir. Dam üstünde saksağan. Bize hoş geldiniz diyeceğine bana neler söylüyor. “ Ben “ diyor “ Dün geceyi burada geçirdim. Sizin programınızı bilmem ama San Salvador’a gidip benim banyo yapmam ve kendime iğnemi yapmam gerekir” Basıyor kahkahayı “ İğne, iğne” diyor. “Dün gece gelseydiniz siz otelde kalacaktınız ben de evimde hazırlıklarımı yapacaktım . Şimdi benim eve gitmem gerek”
Düzelmekte olan moralim Donald’ı görünce büyük bir hızla düşmeye başladı.
“Gideceğimiz yerleri sana bildirdi mi Nancy ? Bir çalışma yapma imkanın oldu mu? “ diye sordum.
“Dün geceden beri ben ve Ronald buradayız. Sabah Ronald’ı size yolladım. O benim yardımcım. Burada bana yardım etsin diye getirdim onu” Yahu bunların ikisi de olmasa ben geçerim gümrükten. İki kişi birden ne yapıyorlar burada. Zaten Donald başını çevirerek Ronald’ı arıyor ama o kayıplara karışmış bile. Zaten bundan sonra da zamanımızın çoğu bunları aramakla geçecekti.
Sıra da amma ağır ilerliyor. Bir tarafta beklediğimiz yetmiyor gibi öbür tarafta da bekliyoruz.
“ Bu ülkede telefon işi çok zor. Bak bu benim cep telefonum ama buralarda çalışmaz. Ben zaten eski telefonumu kaybetmiştim. Bu yeni. Burada kartlı telefonlar da var. Yolcular kartlı telefon almak isterlerse ben yardımcı olurum. Bunun için bir yer biliyorum” diyor.
Allah allah ben ne diyorum bu neler diyor. Her tarafı titriyor.. Sanki biraz sonra esrar krizine girecekmiş gibi bir hal var.
“ Ben Vietnam gazisiyim. Sen bizim başkanımızı tanır mısın. 1970 te bana ‘Ülkenin Amerika’nın sana ihtiyacı var’ dedi beni çağırdı. “ yine acıklı suratıyla bir kahkaha atıyor ve devam ediyor. “Ben de Vietnam’a gittim. Orada tutuklandım. İşkence gördüm. Amma şimdi sağım.”
Nasıl yürüyecek bizim program bu kaçıkla diye düşünceye dalmışken o devam ediyor
“ Vietnam. Güya bana devletimin ihtiyacı vardı. Şimdi artık ben buralardayım. Tam 17 senedir buralardayım” Her mahallenin veya köyün bir delisi olurdu Türkiye’de. Bu da Orta Amerika’nın delisi mi acaba?.
Israrla programı soruyorum. Benim derdim o. Güya saat 12 de San Salvador'da şehir turumuz da bitmiş olacaktı. O sırada benim sıram geliyor. Pasaportu uzatıp suratımı göstermem lazım.. “Seninle otobüste konuşalım, program yapalım” diyorum. Ve konuşmayı kesiyorum.
Benim de pasaportum yan pencereye geçti. Kenarda bekliyorum. Yine grupta söylenmeler. “Bak ben önce gelmiştim o benden önce çıktı” Fark ediyordu sanki önce veya sonra çıkmak.
Gümrükten ayrılışımız saat nerdeyse 12 yi bulacak. Ne olursa olsun şimdiye kadar ancak haritalarda ismini gördüğümüz ve hatta başşehri ile ülke ismini birbirine karıştırdığımız El Salvador’dayız ve San Salvador’a doğru gidiyoruz.
Otobüste bir yer kavgası var ki sormayın. Bizim otobüsümüz 55 kişilik olduğu için bu arabada daha rahat oluruz diye düşündüm ama nedense Nihal ile benim oturduğum ön koltuk bile rağbette. Bu sefer ben Donald ile program yaparız diye öne oturdum. Nihal arkaya geçti. Yan koltuğa da sevimli rehber yamağı Ronald yerleşti. Ona kibarca yer verdiler ama rahatsız da oldular. Ben müdahale ederek “ Ronald sen arkaya geç orada otur” deyince mesele hal oldu. Oturma yerini yeni düzenlemiştik oysaki.


El Salvador’da program yalnızca başşehir Sna Salvador’u görmek. Acaba görülecek başka yerlerde var mı? diye merak ediyorum. Donald bana bir şeyler anlatacak ama benim derdim program. Mümkün olduğu kadar çok yer görmek istiyoruz. “Yolumuzun hemen üstünde El Salvador’un 2. büyük şehri Santa Ana var. “ diyor. Yanında getirdiği kitabın kapak resimdeki katedral de Santa Ana Katedrali imiş. Ayrıca Ceren harabeleri varmış. Joya de Ceren. Burada Maya kalıntıları pek yok. Bu Ceren şehrindeki kalıntılar ve mumyalar varmış. MS 600 yılında Laguna Caldera volkanından fışkıran lavların örttüğü şehirde 500 dereceyi bulan sıcaklık insan ve hayvanları taşlaştırmış. İtalya’daki Pompei’de olduğu gibi. “Yolumuzun üzeri ve enteresan. İster misiniz? Girelim mi girmeyelim mi?” diye soruyor Donald.


Ceren bizim kızımızın adı. Dünyanın öbür ucunda Ceren adını duymak heyecanlandırıyor bizi. Biz Ceren adını yavru ceylan anlamına geldiği için koymuştuk. Rahmetli büyük aile dostumuz Ruhi Su, Ceren türkülerini söylerken kızınız olunca adını Ceren koyun demişti. Ve isim babası olduğu için de ölünceye kadar çok sevmişti Ceren’i.

Bu isim benzerliğini duyunca Nihal ile birbirimize bakıştık. İkimiz de aynı anda hatırladık Kız kardeşimizin adı olan Ayla diye bir şehrin varlığını da Ürdün’de duymuştuk. Kızıl Deniz kıyısındaki meşhur mercan kayalarıyla ünlü Sharm El Sheih’ten Ürdün’deki Petra harabelerini gezmeye gitmiştik. Dönüşte Akabe’de bir otele uğradık ve broşür aldık. Resepsiyondaki memur otelini methederken “Otelimiz deniz kenarındadır. Burada çatıya çıktığınızda İsrail’in Eliat şehrini ve Mısır’ın Taba şehirlerini görebilirsiniz. Aynı zamanda otelimiz 3000 yıllık Ayla kentinin harabelerinin tam yanındadır.” Heyecanlanıyoruz ve dışarıya çıkıp Ayla harabelerinin resmini çekiyoruz. Türkiye’ye döndüğümüzde de kız kardeşim Ayla çok şaşırmıştı. Şimdi burada da Ceren. Hadi hayırlısı. Bakalım diğer isimleri hangi ülkelerde bulacağız.


Biz bunları düşünürken Donald “ Ayrıca San Andres’te de Maya kalıntıları var. Hangisini isterseniz görebiliriz. Ben sizin emrinizdeyim. Nereye gitmek istiyorsanız bana söyle yeter.” deyip yine bir kahkaha. Yahu ben nereye gideceğimizi bilsem senin ne işin var burada. Bizim için önemli olan programın tam uygulanması. Ayrıca vakit kalır da bir yerler görebilirsek ne mutlu. Ama görüp göremeyeceğimizi zamanımızın yeterli olup olmadığına da ben nasıl karar verebilirim.


Donald bana bu programları anlatır ve benim kararımı beklerken Santa Ana’ya geliyoruz. Ülkenin turizm kitabının kapağına konu olmuş muhteşem görünüşlü katedralin olduğu bu şehri gezmek enteresan olacak diye düşünüyorum. Bu yolları şoför de bilmiyor . Onun için epey ileri geri hareket ediyoruz. Donald’ın İspanyolca’sında iş yok. Ancak onun ne demek istediğini Ronald anlıyor. Zaten Ronald’ın İngilizce’si mi iyi yoksa Donald’ın İspanyolca’sı mı tartışılır. İşte bir şehre veya bir yol kavşağına yaklaşırken problem başlıyor. Donald yola bakıp nereye sapılması gerektiğini Ronald’a anlatıp o da şoförümüze tercüme edene kadar epey yol alıyoruz. Sonra ya geri geri gitmeye çalışıyoruz veya başka bir yoldan kendi yolumuzu bulmaya saptık.


Santa Ana şehri huduttan San Salvador’a giderken sağ tarafta kalıyor. Donald’a ben laf anlatırken sapağı geçtik. Geri geri gelerek şehre saptık.
Bu şehir ülkenin 253.000 nüfusu ile ikinci büyük şehri. Santa Ana bölgesinin de başşehri. Burası Nahua dilinde Cihuatehıacan yani Kutsal Kadının Yeri anlamında. Başşehir’e nazaran son derece sakin. Buradaki gotik tarzındaki kilise ve yanındaki tiyatro binası görülmeye değermiş. Göreceğiz. Çok renkli bir Pazar yerinden geçiyoruz. Meydana gelirken sağ tarafta Telecom binası. Santa Ana depremden çok zarar görmüş bir yer. Hasarlı bir çok bina olduğu gibi bırakılmış. Meşhur tiyatro binası tarihi özelliği dolayısıyla tamir ediliyor. Binanın orijinalinin yapımından çok daha uzun sürüyormuş. Her şeyi yeniden yapmak daha kolay. İlişkilerde bile öyle değil mi? Bir bozulmaya görsün. Tamiri çok zor.
Eski şehir Santa Ana’nın sokakları çok dar. Bizim otobüsümüzde zaten normalinden daha uzun. Bir de kaza yapmamaya, otobüsü çizdirmemeye çalışan bir şoförümüz var. Onun için bu Santa Ana’da çok zorlandık bir park yeri bulana kadar. Ha babam sokaklarda dönmeye çalışıyoruz. Dönünce de meydana yaklaşsak ne güzel ama ne mümkün taa şehrin öbür ucuna gidiyoruz.. Herkes otobüsün camında manzara görüntüleme çalışıyor. Allah’tan ilk geçerken kilise ve tiyatroyu gördükte geçtik yoksa onları da görmeyecekmişiz. Bir sokaktan geçerken Donald bilgi veriyor. “Bak “ diyor “ bu şehir kahve ticaretinde çok önemli. Kahve bu ülkenin çok önemli bir ihraç ürünü. Burada kahve borsası kurulur. İşte şu dükkanlar hem bu borsacılara ait.”
“Bu Donald ne güzel bilgiler veriyor ” derken devam ediyor Donald “Benim görevim size hizmet etmek. Bilgi vermek. Ama yıkanmadan bir şey yapamam. Dün gece ne oldu biliyor musun? Gümrüğe geldiğimizde gece saat 9 da gümrük kapandı. Buralar çok tehlikeli...” devam edecek ama susturuyorum çünkü şu anda işimiz Santa Ana’nın meydanını bulmak ve mümkünse bir iki resim çekmek. Ama ha babam dar sokaklarda dönmeye çalışıyoruz. Saat 12 yi geçmiş. Katiyen bir park yeri bulamıyoruz. Şehir meydanına yaklaşalım derken uzaklaşıyoruz. En son rahat döneceğimiz köşede San Salvador okunu görünce “ Hadi yeter artık döndüğümüz . Hazır yolu da bulmuşken San Salvador’a doğru devam edelim “ diyorum ve tercümeler yapıldıktan sonra şoförümüz öğrenince yüzüne bir gülümseme yayılıyor. O da bıkmış dolap beygiri gibi dönmekten. İyi ki ilk girişimizde meydanın içinden geçmişiz de görmüşüz bu tarihi yapıları yoksa boşu boşuna hem zaman kaybedecektik hem de hiçbir şey görmeyecektik.
Buradan bir saatlik daha yolumuz varmış. Donald yolda bir süper market’in önünde durup dostlarımız bir şeyler alsın diyor. Aynı zamanda orada telefon kulübesi de varmış. Telefon da edebilirler diyor. Bu adamın telefon ile bir taktırıklığı var ama neyse. Sonra “Şehre girmeden önce Artisanal Bazaar var. El Salvador’a ait bütün el sanatlarını bulabilirler” diyor. İlginç geliyor. Tamam diyorum.
“Şimdi ilk süper markete kadar en az 45 dakika yolumuz var ya rahat rahat program yaparız” diye düşünüyorum. Santa Ana’dan çıkınca yine başlıyoruz laflamaya.
Önce yarım kalan dün gece macerasını anlatacak. Bırakıyorum anlatsın. Hani biz bir gün önce saat altı civarında hududa gelecektik ya. Bunlar ona göre hazırlık yapmışlar. Ronald, saat altıdan itibaren Guatemala hudut bölgesinde, Donald ta El Salvador hudut bölgesinde bekliyorlarmış. Biz de o sırada Guatemala City’de Clarion Suites otelimizin lobisinde yeni otobüsümüzü beklerken, Mürşit beyin beklemekten tansiyonu çıkarken ve eğer otobüs gelir de saat 6-7 arası yola çıkarsak hudut kapanmadan yetişiriz diye hiç kimsenin uzaklaşmasına da izin vermezken, haberleşmeden yoksun Ronald Guatemala tarafında her gelen otobüse bakıyor acaba bizim Türk grup mu diye. Diğer tarafta El Salvador’da da Donald’la huzursuz bekliyorlar.
Gece saat dokuz olduğunda kapılar kapanıyor. Ronald Guatemala sınırında mahzur kalmış ne yapacağını bilmiyor. Ortada dolaşırlarken haydutlar yakalıyorlar. Şakağına silah dayayıp para istiyorlar. Çocukta para ne gezer. Tam onlara laf anlatmaya çalışırken polisi görünce biraz uzaklaşıyorlar ama yine tekrar gelmek üzere biraz uzaklaşıyorlar ama ortalıklarda, uzakta müsait zaman kolluyorlar. O sırada diyor Donald “ Bizim oğlana ne oldu” diye “El Salvador sınırından yürüyerek köprüden geçtim ve Ronald’ın yanına geldim. Korku içinde idi. Bizim için El Salvador sınırının daha güvenli olduğunu düşünüyordu. Nancy ile de konuşamamıştım. Sizin ne zaman geleceğinizi bilemiyordum. Ama gece gelemediklerine göre sabah erken geleceksiniz diye düşündüm. Sabah Ronald yine bu tarafa gelir sizi beklerdi. Ama hudut kapalı olduğu için dönüşte bana da izin vermezlerdi.”
Bu sıkışıklık içinde Donald Amerikalı olmanın da avantajını kullanarak polise kendilerini öbür hududa götürmeleri için rüşvet veriyor. Bir polisle birlikte üçü El Salvador’a gediyorlar. Ama burada ne yapacaklar. Otel gibi yatacak hiçbir yer yok. Eğer dışarıda beklerler ise burası da güvenli değil. “Ne yapacağımızı geceyi nerede geçireceğimizi şaşırmıştık “ diyor Donald.
O sırada aklına bir çözüm gelmiş. Gidip hudut polisine kendilerini sabaha kadar hapse atmaları istemiş. En güvenli yer hapishane. “Ama polis bunun için de rüşvet istedi. Ona da biraz para verince en emniyetli yer olan hapishaneye girdik. Yalnızca iki sandalye vardı. Üzerimizden de kilitlendik. Demir parmaklıklar arkasında idik. Ama emniyette idik.” Donald anlattıkça Orta Amerika gerçeğini daha iyi kavramaya başlıyorum. Senelerce gerilla savaşı yapmışlar, her ülke iç savaşın içerisinden yeni çıkmış. İç savaşlar ki tüm ülkeleri kamplara bölmüş ve kardeş kardeşi öldürmüş. Devlet yönetimi bunu önleyemediği için ülke fakirlik içine düşmüş. Böyle olunca gerek gerilla savaşları, haydutluk, soygunculuk yıllar yılı içlerine işlemiş. Normale dönüş öyle kolay olmuyor.
Donald anlatmaya devam ediyor. “Sabaha kadar sandalye üzerinde idik. Ama Ronald’ı öldürüyorlardı Guatemala sınırında. Şakağına tabanca dayadılar. Burada hapiste emniyette idik. Eğer hapiste yatmasaydık sizi karşılayamazdık”
Donald’a baktıkça “Acaba bu gelmese idi ben başkasını bulur ve daha mı rahat olurdum” diye de düşünmeden edemiyorum. Ama inatla program yapmaya çalışıyorum. “ Saat kaça kadar San Salvador turu yapacağız? Saat kaçta şehirden ayrılabiliriz? Diğer ülkeleri biliyor mu? Orada bizi gezdirebilecek mi? Bunlara cevap almam mümkün değil. O zaman daha spesifik gidiyorum.
“Donald saat şimdi 12.30. Buradan süper markete gideceğiz. Oradan saat 13.30 da ayrılsak ne kadar zamanda El Sanatları Pazarında oluruz? 14.30da. Peki orada bir saat oyalansak 15.30. Şehir turu ne kadar sürer? 1 saat mi? Demek saat 16.30 da San Salvador'dan ayrılırız. Tamam mı? “
Donald’ın birinci derdi evine gidip iğnelerini olmak ve banyo yapmak ve kalan beş günümüz için çantasını hazırlamak. “ Siz El Sanatları Pazarında iken ben bir saatte eve gidip gelirim” diyor.
“ Tamam, sen evine git te saat 16. 30 da ayrılırsak San Salvador’dan hududu geçip Honduras’a girip Honduras’ın başşehri Tegucigalpa’ya 19.30 da varabilir miyiz? “diye artık direk soru yöneltiyorum çünkü adamın bana bir program yapması mümkün değil.

“ Üç saatte sen Tegucigalpa’ya mı varalım diyorsun?”

“Evet?”

Şaşkın şaşkın suratıma bakıyor. Bize verilen bilgi böyle. Mete, İstanbul’dan gönderdiği faxta bunu yazmış. Ben sonra Nancy’ye sormuşum. Sonra ilk şoförümüze sonra bize yeni otobüsü veren firma yetkilisine de hepsine tek tek sormuşum. Hepsinden aldığım cevap böyleydi. Ben de şaşırdım neden Donald’ın şaşırdığına.


Donald “ Buradan Tegucipalga’ya sekiz saatte gidersiniz”
İnanamıyorum kulaklarıma. Bir yanlışlık olmalı diye düşünüp yolun diğer bölümlerini de sorayım diyorum bakalım oralar için de bu adam farklı bir zaman mı verecek diye..
“Ya Tegucipalga’dan Nikaragua’nın başşehri Managua’ya?” Bu yol için bana verilen zaman beş saat idi. Dur bakalım Donald ne diyecek?
“En az on saat” diyor. “ Zaten bu gece Honduras hududuna da varamayız Hudut dokuzda kapanıyor.”
“Ya Managua – San Jose ( Costa Rica’nın başşehri) arası? “
“ En az 10 saat. Ama Nikaragua ile Costa Rica hudutları arasındaki kapıyı 5 saatte zor geçersiniz. Belki daha fazla. “
Mümkün değil. Eğer böyle ise bizim program ne olacak? Biz yalnızca bu şehirlere uğrasak 5 gün sonra uçağı zor yakalarız. Ama olmaz. Bu adamın dedikleri doğru olamaz. Biz birçok kişiden bizim saatleri teyit ettirmiştik. Tekrar soruyorum ve tekrar ayni cevapları alıyorum.
“ Donald. Bak bu otobüsün acentesi de şoförde bize üç saat dediler Sen nasıl sekiz saat diyorsun?”
“ Sen bilmezsin Mr. Ege “ diyor Donald. “ Sen bilmezsin bu Orta Amerikalıları. Hepsi yalancıdır. Hiçbirisi doğru söylemez. Sana doğruyu yalnızca ben söylerim. Benim sana verdiğim bütün bilgiler doğru senin aldığın bütün bilgiler yanlış.”
Hayda! Olmaz böyle bir şey. Eğer doğru ise ne olacak bizim program? Ne zaman nereye gideceğiz? Nasıl yetişeceğiz uçağımıza zamanında?
“Ah “diyor “Siz bana 3 ay önce buraya geleceğinizi yazsaydınız size her şeyi çok detaylı hazırlardım. Bir daha ki sefere önceden bana yazın”
O arada arkadan bir yolcumuz soruyor “Atila bey Ne diyor bu adam? Neler konuşuyorsunuz?”

“ Vallahi” diyorum. “ Bu adam tam bir baykuş gibi konuşuyor. Ağzından hayır hiçbir şey çıkmıyor. Bir iyice öğreneyim durumu size de anlatırım.”

“ Peki Tegucipalga nasıl bir yer?”

“ Berbat. Buralarda görmeye değmez iki şehir var. Biri o biri de Managua.”


Biz bu iki başşehri de göreceğimize heyecanlıyız. Donald oraları da berbat bir yer diyor.
Programı anlatıyorum. “Biz bu gece Tegucipalga’ya varırsak yarın La Tigra Ulusal Parkını ve Comayagua antik şehrini görüp Managua’ya varabilir miyiz?”
Donald bu söylediklerime çok güldü. Sanki ona fıkra anlatmıştım gibi.”La Tigra en az bir gündür. Comayagua’da bir gündür. 3. gün de erken yola çıkarsanız gece Managua’ya belki varabilirsiniz.”
Israrlara dayanamıyorum ve yolcularımıza şimdiye kadar ki konuşmaları aynen aktarıyorum. Onlar da daha işin vahametini kavramış değiller. Gülüyorlar. Hala programa takılmışlar. “Tegucipalga’dan Costa Rica’ya uçakla gidiyorduk ne oldu? Uçağa binemez miyiz?.” diye düşünüyorlar.
Nancy ile yazışan Mete’ye bu uçak fiyatı 375 dolar olarak bildirilmiş. Mete'nin hesabı 150 dolardı. Zaten bir sürü yerde açık verdi ve bu program zarara gidiyor. Acaba otobüsle aynı yerler görülebilir mi diye sormuş. Onlardan aldığı onay ile bu turu komple otobüse çevirmiş. Şu anda diyelim uçak bileti bulduk ve uçtuk. Bizi orada kim karşılayacak? Otobüs nasıl bulunacak? Oradaki turları kim organize edecek? Rehberi nereden bulacağız?. Uçağa bindik mi bu otobüsü geri göndermek lazım. Buna biz 5625 dolar para vermişiz. Geri almak ta mümkün değil. Dediğim gibi Costa Rica’da da herhangi bir organizasyon mümkün değil. Onun için bizim taa Managua’dan Türkiye’ye dönüş uçağına bineceğimiz 15 şubata kadar hiçbir şekilde bu otobüsten ayrılmamız mümkün değil. Ama bunu müşterilere nasıl anlatacaksın? Nasıl kabul ettireceksin? İtirazları nasıl önleyeceksin? Beynimden şimşek gibi bu sorular geçiyor . Grupta bir çok iş adamı ve iş kadını var. Yüzlerce kere yurt dışına çıkmışlar. Onun için hepsi birer program yapmaya ve bana tavsiyede bulunmaya başladılar bile.
İmdadıma yol kenarındaki meyve satıcıları yetişti. Herkes inip bir şeyler almak istedi. Durduk . Portakal, sapiya (armuda benzer bir meyve) papaya , muz ve ananas satıyorlardı.
Buradaki papayalar dev papayalardı. Her biri en az 4 kilo gelirdi. Papaya bizde ağaç kavunu denilen bir meyve. Aynı kavun gibi ortasında çekirdekleri var. Ama bu çekirdekler simsiyah ve karabiber tanesi büyüklüğünde. Tadı muz ile kavun karışımı. Bazı ülkelerde bir yumruk büyüklüğünde olan bu subtropik meyve burada çok iri.
Nihal ve benim en sevdiğimiz meyvelerden biri papaya. Daha üç ay evvel Nepal Hindistan turunda bir hafta papaya kürü yapmış ve en az 4-5 kilo vermiştik. Bir Brezilya’da bir de Hindistan’da hayatımızın en tatlı papayasını yemiştik. Her papayayı gördüğümde rotaryenlerle yaptığımız Güney Afrika seyahatimiz gelir aklıma. Orada papayanın adı Popo. Hangi popo’nun daha lezzetli olduğu konusunda o turdaki grubumuzdaki esprileri hiç unutmam. Hemen bizde Nihal’le 5-6 kg ağırlığında bir dev papaya aldık. Bakalım nerede yiyeceğiz onu. Yemek ikinci planda. Böyle bir papayaya sahip olmak güzel bir duygu. Hemen resim bile çektiriyoruz dev papayamızla.
Hemen hepsinin fiyatı aynı ve 1 dolardı. Ama bizim papaya 2 dolar. Alışveriş bittikten sonra otobüste giderken bana düşünce payı kalsın diye Donald’tan biraz da bu ülke hakkında bilgi vermesini istiyorum. Bu arada meyvelerine kavuşan yolcularımız ha babam birbirilerine bir şeyler ikram ediyorlar. Tabi Nihal ‘in sabah aldığı kek pek makbule geçiyor.
Donald bilgi veriyor ve ben de anlatıyorum. Önce kendisinin neden buralarda olduğunu söylüyor. Annesi Polonya’da yaşayan bir Yahudi imiş. Hitler katliamından kaçmış ve El Salvador’a saklanmış. El Salvador ona çok iyi bakmış. Burada bir Amerikalı ile evlenip Teksas’a gitmiş. Donald orada doğmuş. Bir de Vietnam savaşından sonra Amerika’da kalmak istememiş. Amerika’nın kendisine ihanet ettiğini düşünüyor. Her Vietnam gazisi gibi döndükten sonra ne kendisi topluma alışabilmiş ne de toplum bu zor şartlarda psikolojik dengeleri bozulan zavallı insanlara.
Bir yerde onlara hak vermemek elde değil. İki sene evvel Nihal ile Vietnam’a gitmiştik. 2 haftalık bir tur alan Fransız grubuna katılmıştık. Dünyanın benim gördüğüm en güzel ülkelerinden biri olan Vietnam’da Amerikalılar ve onlarla vatanı için boğaz boğaza çarpışan Vietnamlıların meşhur Chu – Chi tünellerini, Mekong deltasındaki mangrove’larla örülmüş daracık su yollarını görmüştük. Yağmur ormanları içinde yer altındaki tünellerin bilinmeyen bir ağzından ani çıkıp boğazına sarılan bir savunmaya karşı oralarda ne yaptığını bilmeden tam teçhizatlı kıyafet ile değil aylarca, yıllarca birkaç gün bile psikolojik dengeyi bozmaya yeter.
Donald’ta sanki bu ülkeye minnet borcunu ödüyor gibi Annesine kucak açan bu ülkeye ,Orta Amerika’ya gelmiş.. Buralara yerleşmiş Yahudilerle çok yakın temaslara geçmiş. Bu ülkelerin tamamında Yahudiler büyük dayanışma içinde. Zaten Nancy’de bize Donald’ı onun için tavsiye etti. Burada büyük iş yapan tüccarlarla da çok sıkı ilişki içindeler. İç savaş zamanları da Amerika’nın çıkarları doğrultusunda ilişkiler kurdukları için sosyal statülerini sağlamlaştırmış.
“El Salvador’da 6 milyon insan yaşar. Aslında El Salvador 9 milyonluk bir ülkedir. Nüfusunun 3 milyonluk bölümü yurt dışındadır ve çoğunluğu Amerika’dadır. Onlar buraya para yollarlar. Aynen sizin Almanya’daki işçileriniz gibi. Burada tekstil çok gelişmiştir. Orta doğudan 1. dünya savaşı sırasında buraya çok Arap gelmiştir. Buraya gelirken Türk pasaportu taşıdıkları için onlara biz Turco deriz. Burada çok zengin olmuşlardır ve ticaret hayatının içindelerdir.”
“Aslında bu Arap tüccarlarını bir incelemeli diye düşünüyorum. Uzak Doğuda nereye gitsem karşıma çıkmışlardı. Hindistan’dan Borneo adasına, Anadolu’dan İspanya’ya, Amerika’ya kadar her yerde bu Arap tüccarların, Arap orduların izine rastlamak mümkün.. Demek buralara da gelmişler. Galiba bunların da çoğunluğu Filistin’den gelmiş.
“Yalnız “ diye devam ediyor Donald “ sizde işçiler çalışmaya gittiler. Para kazanmaya. Burada ise bu göçün sebebi iç savaşlar.1930 lara kadar gelen sömürgecilik düzenine başkaldırı başlayınca huzursuzlukta başladı burada. Eskiden İndigo yalnızca bizde çıkardı. Bütün çivit mavisine ihtiyaç hissedenler bilhassa kot üreten tekstilciler İndigo’yu buradan alırlardı. Ancak sentetiği çıkınca İndigo önemini kahveye bıraktı.
Kahve 1900 lerde El Salvador’un milli gelirinin %95 ini teşkil etti. Ama bu büyük tüccarların elinde idi ve gelir nüfusun ancak % 2 sine gidiyordu. BU büyük bir sosyal adaletsizlik doğurdu. 1932 de Marti köylüleri ve yerlileri ayaklandırınca 1992 ye kadar sürecek iç çatışmalar, kan ve ölüm başlamış oldu. Halkın ayaklanması çok acımasızca bastırıldı. Yerliler, yerliye benzeyenler ve bunlara destek verenler acımasızca öldürüldü. Bu katliamda 30000 can alındı. Bu arada Marti’de yakalanıp ateş mangası önünde kurşuna dizildi. Bir süre bastırılmış görünen durum 1970 lerde tekrar gerilla faaliyetleri olarak başladı. 1980 de 4 Amerikalı rahibenin kaçırılması ve öldürülmesinden sonra Amerikanın olaya müdahalesi ile iç savaşa dönüştü. 1981 de güya isyanı bastıracağım diye 900 erkek, kadın ve çocuğun kurşuna dizilmesi 300.000 kişinin yurt dışına kaçması ile sonuçlandı. Sağ ve sol diye kamplara ayrıldıktan sonra El Salvador huzur bulmadı.”
Donald’ı dinlerken ne acılar çekmiş bu orta Amerika diye düşünüyorum. Biz uzaktan gerilla savaşı yaptıklarını, bazen liderlerinin öldürüldüklerini gazetelerden takip ederken hatta Orta Amerika’da erken kalkan general ihtilal yaparmış, diğeri Tuh ben bu sabah geç uyandım diye hayıflanırmış esprilerine gülerken burada halk ne acılar çekiyormuş. Daha 50 yıl önce “sen yerlisin” diye insanları acımasızca öldürmeye inanmak bile çok zor. Ama gerçek burada. Ya çocuklar? Burada bir çocuk problemi vardı diye hatırlıyorum. Donald onu da anlatıyor.
“ Burada” diyor “ çocuklar çok büyük bir sorun. İç harp sırasında çocuklar ailelerinden zorla alındılar. Anne ve babalarını ölüme, dağa, esir kamplarına götürürlerken çocuklar kopartılarak alındılar. Annelerinin kucaklarından zorla alındılar. Bir kısmı tarlada annelerinin babalarının ölülerinin başlarından toplandılar. Çocuk edindirme programı çerçevesinde Avrupalı ve Amerikalı ailelere gönderildiler. İç savaş bittikten sonra bazı aileler çocuklarını aramaya koyuldular. Bazı çocuklar da annelerini. Bazı evlat edilen aileler evlat edindikleri çocuklarının isteği üzerine bu arama faaliyetine katıldılar. Ama çocukların yaşları çok küçük olduğundan tanıma yoluyla değil de DNA testleri yoluyla aileler bulunmaya çalışılıyor. Şimdiye kadar 42 çocuk ailesine teslim edildi 400 çocuk ise sırada.”
Kaptırmış dinliyorum bu acıklı olayı. Yolcularımız da pek dikkatli ve hüzünlü dinliyorlar bu olanları ama benim derdim şu anda programımız. Yine konuyu programa getiriyorum. Donald’a kalsa biz buralardan çıkamayız. Donald gene ne isterseniz yapalım diyor. Tablonun tamamına bakmaya hiç niyeti yok. Beş günlük bir programı düşünmesi mümkün değil. Bu işte üzerimize kaldı. Burada ne güzel program yapmayacaktık. Her şey Türkiye’den ayarlanacaktı. Hadi olmadı. Antigua'da Nancy denen soyguncuya o kadar para kaptırmıştık. Aylık işçi ücretinin 70-80 dolar olduğu bu yerlerde biz rehbere günde 400 dolar veriyoruz. Ondan sonra programı yapacağız yollara karar vereceğiz. Çıldırmamak işten değil. Bunların hepsini benim yapacağım söylense Türkiye’de dersimi çalışıp gelirdim. Benim de dayanma gücüm sınırlarını zorluyor. Bir de bu Donald hiçbir yere bize verilen saatlerde gidemeyeceğimizi ama ne istersek onu yapacağımızı söyleyip durunca dayanamayıp bağırmaya başladım.
“ Bay Donald! Ben nereye gideceğimi bilsem seni almazdık yanımıza . Bizim kaç günümüz olduğunu söylüyorum ama sen bu günlerde nereye ve ne zamanlarda gidilebilir diye hiçbir şey söyleyemiyorsun. Ben sana 2000 dolar para verdim ve şu duruma bak. Sen bilmiyorsun, ben bilmiyorum ne olacak böyle?” Bir de bir küfür sallıyorum bizi bu duruma düşürenlere.
Donald umduğumun aksine üzülüyor ve özür diliyor. Kendisinin pek anlamadığını ama San Salvador’da Christina diye bir Amerikalı arkadaşı olduğunu, bu bayanın turizm işinde de olduğunu bize yardım edebileceğini söylüyor. Cep telefonu artık çekmeye başladığından ona telefon edip buluşup buluşamayacağımızı sordu. Sonra bana iyi haberi verdi. “Biz şehre varınca doğruca El Sanatları pazarına gidelim. Oraya varınca Christina’ya telefon edeceğiz hemen taksiye atlayıp gelecek. Yolcular alışveriş yaparken biz de program yaparız” İyi. Hiç olmazsa bir şey .
Tam o sırada Ronald soruyor.” Süpermarketin önüne geldik. Duralım mı?” diye. Aman devam . Zaten zaman çok daralmış. Zaten yolda her kes meyvesini almış. Durmuyoruz.
Pazar yerine geldiğimizde bir saat alışveriş molası verdik. Burada sıra sıra dükkanlar var. Ortada büyük bir otoparkın yanında lokanta. Aç olan Bülent bey hemen içeriye dalıyor. Dalması ile çıkması bir. Burada yemek yenmez diyor. İlk dikkati çeken kaleşnikoflarla dolaşan askerler. Burası genellikle turistlerin geldiği yer olduğu için güvenlik önlemleri daha fazla. Oysa daha fazla silahlı asker turist için daha fazla tedirginlik.
Dostlarımız dağılınca dükkanlara hemen telefon ediyoruz Christina’ya gelsin diye. Ama bir toplantısı olduğundan gelemem diyor. “Bir saat sonra gelebilirim” demiş. Saatin hatta dakikaların ne önemli olduğunu bilmiyor benim için.”Yakınsa biz gidelim “ diyorum ve hemen yola çıkıp bir taksi arıyoruz. Burası da dolmuş usulü çalışıyor galiba . İki kişinin oturduğu bir taksinin arkasına geçtik ve hemen 1 km ileride köşede indik. Bu mesafe için 3 dolar bana çok pahalı geldi. Dönerken karşı taraftan geçen bir minibüse binmiştim. 25 sente götürmüştü beni.
Gittiğimiz bina iki katlı bahçe içinde bir ofis. İçeride üç masada üç bayan çalışıyorlar. Önlerinde bilgisayar. Ama müşteri falan yok. Telefon edip haber verdiler. Christina geldi. 30 yaşlarında çok çalışkan ve kendine güvenen bir tip olduğu her halinden belli olan bir bayan. Takdimden sonra Donald eşyalarını toplamak, iğnesini ve banyosunu yapmak için evine gitti. Biz baş başa kaldık. Christina beni toplantı odasına aldı. Üst kattaki görüşmesi biter bitmez geleceğini söyledi. Bana bir de kahve ısmarlayıp gitti. Burada içtiğim herhalde gerçek El Salvador kahvesi idi. Sabahtan beri devam eden stresime çok iyi geldi. Derken Christina geldi. Ben önce ona buralarda ne yaptığını sordum. Yönetim danışmanı imiş. Bu iş yeri çok zengin bir aileye aitmiş. Bir çok iş kolları varmış. Bu ofiste çalışanlar sigorta elemanları imiş. Esas işlerinin kahve olduklarını söylüyor. Büyük kahve çiftlikleri varmış. Christina burada bu çiftlikleri hem daha turistik hale getirmek hem de üretimi çeşitlendirmek için çalışıyormuş. Merak ettim. Anlattı.
“Patronların büyük çiftlikleri var buradan 1 saat mesafede. El Salvador kahve plantasyonları ile ünlü. Buraya gelen turistlere hem bahçeyi gezdirmek hem de fabrika turları düzenlemek istiyoruz. Bahçeye bir de otel kurmak istiyoruz. Fabrikaya ek tesisler yaparak kendi kahve likörümüzü üretmeyi planladık. Burada hem satış yapacağız hem de gelenlere ikram edeceğiz. Sonra bu likörü ihraç edeceğiz. İsterseniz daha tamamlanmadı ama sizi çiftliğe davet edebilirim. Şu sırada tam kahve toplama zamanı. “
Türkiye’de kahve ağacının olmadığına pek şaşırıyor. Zaten buna herkes şaşırıyor. Türk kahvesinin ünü dünyanın her yerine yayılmış durumda. Hiç kimse anlamıyor bu kadar ünlü Türk kahvesinin kahve yetiştirmeyen bir ülkeden geldiğini. Ona da açıklıyorum ki bu deyimin ortaya çıktığı zamanlar kahvenin üretildiği Yemen bizim sınırlarımız içinde idi. Ama Türk Kahvesi kahvenin cinsi olarak değil de pişirilme tarzı olarak meşhur. Colombia kahvesi, El Salvador kahvesi, Hawaii’nin meşhur Cona kahvesi yetiştirme yeri ve tanelerin cinsi olarak önemli. Bizim Türk Kahvesi veya İtalyanların Expresso’su bir kahve pişirilme şeklidir.
“ O zaman daha da güzel. Yolcularınız kendi elleri ile kahve toplarlar ve bizim kahve likörümüzü içerler.”
Sağ olsun ama bunlara bizim zamanımız yok. En az 3 saatimizi ayırmamız gerekir. Teşekkür edip benim kendi konuma getiriyorum sözü. “Ne yapmalıyız, nereleri görmeliyiz” diye soruyorum. Christina kendisinin bu konuda bilgili olmadığını ama erkek arkadaşının bu ülkeleri çok iyi bildiğini söylüyor. Aman kendisi ile nerede görüşebilirim diyorum. Üst katta olduğunu söylüyor ve telefon edip bize katılmasını rica ediyor.
Biraz sonra yakışıklı zıpkın bir delikanlı odaya girdi. Adı Alfonso imiş. Guatemalalı. İngilizcesi mükemmel. Her tarafı çok iyi biliyor. Programımızı gösteriyorum. Mete’nin Türkiye’de yolculara verdiği ve sonra faksla bize revize ettiği taslağı. Onun da tepkisi aynen Donald’ınki gibi. “Olmaz öyle şey “ diyor. “ Bu program ancak 11 günde bitirilebilir. Sizin bugün dahil 5 gününüz var ise ben size neler yapabilirsiniz onu anlatayım” diyor. Alfonso’ya hayranlıkla bakıyorum. Tam benim istediğim gibi bir rehber. Ben Donald’ı da böyle olacak sanmıştım da Guatemala City’den ayrılırken bundan sonra emin ellerdeyiz diye düşünmüştüm. Ah keşke bu adam bizim rehberimiz olsa.


“ Buradan Tegucipalga’ya gitmek en az 8 saatinizi alır “diyor aynen Donald’ın dediği gibi. Ülkeler arası otobüsler 7-8 saat süre veriyorlarmış. O da olayı biliyor. Turistler bir yerde tuvalet molası verdiler mi alışverişle birlikte yarım saat veya bir saatten önce toplanamazlar. Bizim 8 saatten önce varmamız imkansızmış. “ Tegucipalga ile Managua bu Orta Amerika’da görmeye değmez iki şehirdir. Boş yere gitmeyin” diyor. Peki Comayagua ? La Tigre Milli Parkı? “ Oraları çok güzel ama sizin zamanınız yok. Ben geçen hafta Managua’dan arabamla geldim. Hudut ile Leon yolu çok kötü. 80 km yolu iki saatte geçemezsiniz. Sonra hudutlarda çok zaman kaybedersiniz. Uçağınızı erteleme imkanınız var mı? Size ona göre program yapayım” diyor. Bunun imkansız olduğunu söyleyince tekrar günlerin ve yolların üzerine eğiliyor ve getirttiği haritada bana anlatıyor:


“Sizin yapacağınız iş buradan doğruca Honduras’a gitmektir. Eğer zamanında giderseniz Honduras’ta Choluteca şehrinde gecelersiniz. Yarın (ayın 12si) Leon’a geçersiniz. Gece Managua’da kalırsınız. Leon ve Granada çok güzel şehirler oralarını da mutlaka görün. Yarın Leon’u yarından sonra ( ayın 13 ü) Granada’yı gezip Costa Rica’ya gidersiniz. Sizin uçağınız ayın 15 inde olduğu için mutlaka ayın 14 ünde Managua’da olun. Yollara belli olmaz. Granada’yı gezdikten sonra ancak Costa Rica’ya girer ve en yakın bir şehirde kalır ertesi gün geri dönersiniz.”
Bu durumda ne Honduras’ı, Tegucipalga’yı ne de Costa Rica’yı, San Jose’yi görme imkanımız yok. Tam isyan çıkartacak bir değişiklik. Anlatmak mümkün değil. Eski programda uçak yolculuğumuz vardı Tegucipalga ile San Jose arasında. Hani bu uçak tekrar gündemde olsa ve de bir iki günümüz daha olsa ne güzel olacak ama biz şimdiki şartlarımızda en iyisini yapmakla sorumlu idik. Tegucipalga uçağı San Jose’ye gitmeden San Salvador’a uğruyor imiş. Direk uçuş yokmuş. Buradan da uçak 200 küsur dolarmış. Oysa bu uçuşun iptalini ve yalnızca otobüs kullanmamızı Nancy tavsiye etmişti. Bizi kazıklamak için de otobüs ile bu günler içinde bu programın rahatlıkla uygulanabileceğini söyleyerek aldatmıştı bizi. Hem Alfonso hem de Christina çok üzüldüler bu kandırılmaya. Otobüsü 5625 dolara tuttuğumuzu öğrenince dili tutulacaktı. “Bu fiyata otobüs satın alabilirsiniz” dedi. En fazla 2000 dolar edermiş bizim bu turun otobüs kiralama bedeli.
“Ya rehbere ne verdiniz ? “ diye merak etti. 2000 doları duyunca dili tutuluyordu. “Ben bu işi 200 dolara yapardım” dedi Alfonso. İş teklif ettim Alfonso’ya. Vaktin varsa gel beraber bitirelim bu seyahati dedim. Alfonso Guatemala’dan buraya bir iş takip etmeye gelmiş. Bir yatırım projesi. Amerikalılarla ortak yapılan bir çalışma. “Siz bilmezsiniz ama bu arabulma işlerinde Donald Orta Amerika’da çok etkili bir isimdir. Onun elinden iş alma veya ona rakip olmam mümkün değil. Sonra benim bütün iş bağlantılarım bozulur.” Korkuyordu Alfonso. Donald onun için çok rahattı. Kendi yerini biliyordu. O ayarlamıştı Christina ile bu görüşmeyi. Kendi için bir risk olacağını düşünse buluşturur muydu beni Christina ile.
Bir an “ Neredeyim ben * Ne yapıyorum?” diye düşündüm. Orta Amerika’da El Salvador ülkesinin San Salvador kentinde bir Amerikalı ve bir Guatemalalı ile gezi programı yapıyorum. İş teklif ediyorum. Akıl alıyorum. Ve Mete’nin aylar önce ilan edip müşterilerine verdiği programı adam edip bu geziyi bitirmeye çalışıyorum. Ne işin var senin buralarda Atila diye düşünüyorum. Orada grup belki alışverişini bitirdi beni bekliyor. Çok merak etmiştir Nihal. Ama evine giden Donald’tan hala haber yok. Buraya gelip beraberce otobüsün olduğu yere gidecektik. İnşallah çok geç kalmaz.
“Ne güzel olurdu hep beraber gitseydik. Ben de o yolu arabayla gitmedim. Alfonso iş dolayısıyla yalnız gidiyor. Ben ise buradan hiç ayrılamıyorum” diyor Christina. Sen bana sor ne güzel mi geziyoruz , çok ıstırapla mı geziyoruz.
Alfonso’dan ümit yok. Donald’ın geleceği de yok. Programı bir daha gözden geçiriyoruz. En güzeli buradan Honduras’a geçip Choluteca’ya kadar gitmek bu gece. Yarın Nikaragua’ya geçip Leon kentini gezmek ve Managua’da yatmak. Ertesi gün Granada. Bence bir günlüğüne 10-15 saat yolculuk yapıp Costa Rica’ya geçip geri dönmekte akıl işi değil. Mümkünse Nikaragua’da bir yerler görüp uçağımızın kalkacağı Managua’dan pek uzaklaşmadan dolaşmak. Bu kalan zamanda en akılcısı bu. Ama bunun gruba verilen program ile ilgisi yok. Zaten her sabah program değişiyor. San Salvador’u gezelim de yolda konuşuruz ne yapacağımızı. Grup bas bas bağıracak biliyorum.
Hala yok ortalıkta Donald. Ben üçüncü kahve teklifini reddedip gideyim diyorum. Her ikisine de çok çok teşekkür edip yolun karşısından minibüse atlayıp El Sanatları merkezine gittim. Bu Donald ne oldu diye endişeleniyorum. Nasıl bulacağım bu adamı. Acaba kriz falan mı geldi de ortalıklarda yok. En azından Ronald ona ulaşır Muavininin burası sinyor sözüyle dalgınlığımdan uyanıyorum. Minibüsler aynı bizde olduğu gibi. 10 yaşlarında bir de muavin var paraları toplayan. Tam kapıda beni indirdiler. Donald’ı soruyorum. Burada diyorlar. O da Atila nasılsa gelir ben grubu toplayayım demiş. Eksik olmasın. Grup Beste ve Huri dışında otobüste bekliyor. Sokak aralarında bu iki dostumuzu da bulup harekat ediyoruz.
Herkes soruyor ne oldu diye. Sonra anlatırım diye geçiştiriyorum. Hele şu şehir turunu bir tamamlayalım. Bir an önce yola çıkalım, şu şehir turunu yapalım da ancak hududu geçip gece Choluleta’ya varırız.
“Hadi, molamız bitti. Şimdi San Salvador şehir turuna başlıyoruz” diye şamata yapmaya çalıştım. Arkadan Mürşit bey “ Atila bey ne zaman öğle yemeği yiyeceğiz? Burada yiyecek yoktu ve biz açız. Acaba buralarda bir Mc Donald yok mu?”
Hoppala. Yine zaman kaybı. Nasıl bitireceğiz bu yolları böyle dura kalka?. Yapılacak bir şey yok. Milleti aç bilaç yollarda perişan edemeyiz ki. Biraz önce Christina’nın ofisinin karşısında bir Burger King vardı. Oraya gidelim dedik. İlk durak Burger King. Büyük otobüsümüz yine giremiyor hiçbir park yerine. Sen ileride bir yere park et ben işimiz bitince telefon ederiz gelirsin dedik. Grubun yarısı karnı tok olduğu için otobüste kaldı. Nihal’in, Donald’ın ve benim dahil olduğum 10 kişilik bir grup alelacele siparişlerimizi verdik.
Ama Donald huzursuz. Durmadan çantasını kurcalayıp duruyor. Aranıyor. Ne aradığını sordum. Cep telefonunu dedi. Hay Allah. Bir bu eksikti. “ benim üç gündür ikinci cep telefon kaybım.. Geçen gün öbürünü kaybedince bütün hafızadaki bilgiler silinmişti. Tam tekrar yazdım bak kayboldu. Otobüsten inerken yanımdan geçen çocuk çaldı mutlaka. Bunların hepsi hırsız.” Söyleniyor. Ama onun söylenmesi değil biz bulacağız bu arabayı. Nasıl haber vereceğiz yemeğimiz bitti diye. Yapacak bir şey yok. Hamburgerlerimizi yedik. Dışarıya çıkıp çaresiz beklemeye başladık. Donald ben onu bulurum. Nereye park ettiğini biliyorum diye ayrıldı. O ayrıldıktan beş dakika sonra karşı kaldırıma otobüs yaklaştı. Bu sefer de Donald yok. Bitmeyecek mi bu sıkıntı diyorum. Neyse biraz sonra bir köşeden de Donald çıktı ve yola koyulduk. Otobüstekiler yavaş yavaş Donald’a sinirlenmeye başlıyorlar. Nereden bulduk bu deliyi diye.
Şehir turumuza Özgürlük Abidesi’nin fotoğrafını otobüsten çekerek başladık. Sonra biz şehir merkezine gidip standart İspanyol şehir merkezini göreceğimizi beklerken Antropoloji müzesine geldik. Bu sırada saat 3 olmuştu. Museo Nacional de Antropologia David J. Guzman. San Salvador’a gelip ülke hakkında bilgi almak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken bir müze imiş. Ama içeride ne görüp ne görmeyeceğimiz tam olarak bilinmediği için millet isteksiz. Yalnız Huri çok heyecanlı ve sevinçli.” Müze görmek her hal ü karda güzel bir şey hele antropoloji müzeleri bambaşka “ diyor Huri ve teşekkür ediyor.
Bu müze daha birkaç yıllık. Burası müzesinin yabancı arkeologlar ve uluslar arası kuruluşlar tarafından finanse edilerek kurulmuş ve müzeye kurucusunun adı verilmiş. Müzeye girmek isteyen otobüsümüzü kapıda durduruyorlar. Eskiden buradan girilerek kapıya kadar gelinirmiş ama birkaç ay önce otobüsler için özel park yeri yapılmış 100 metre ileride. Otobüsümüzün manevra yapmasını beklemeden iniyoruz ve doğruca gişelere. Başta Selen ve Nevin hanımlar ile Bülent bey olmak üzere bir grup arabadan dahi inmediler. Ben de “hemen 15 dakika içinde geliriz” dedim. Demez olaydım. Müze gerçekten çok güzel. En az 2 saat ayırmamız gerekirmiş. Zar zor 45 dakikada dönünce Nurşan’ın sitemi ile karşılaştım. “Söyleseydin 45 dakika kalacağınızı biz de gelirdik” diye. “ Oğlum sen benim yanımda ayrılma. 15 dakikada olabilir 3 saatte. Hep benle olsaydın şimdi üzülmezdin” diye takılarak havayı yumuşatmaya çalışıyorum.
Bu müze de dış görünüşü ile çok güzel. Modern bir bina. Müzenin girişinde bekleme salonu ve bilet gişeleri var. Tuvalete gidenlerden ve resimlere bakmak için dağılanlardan bir türlü tam sayım yapamıyorum. Neticede 13 kişi giriyoruz müzeye. El Salvador’a gelmişiz. San Salvador’a ulaşmışız. Onların tarihini gösterecek antropoloji müzesini programa almışız. Müzenin içine girmişiz. Bir kısmı müzeyi ziyaret edeceği için diğerlerinin önlerinde iki seçim var Ya müzeyi gezecekler veya orada oturup bekleyecekler. İnanması zor ama müzeye girmemeyi tercih ediyorlar. Bu gezide Meksiko City’deki antropoloji müzesi ziyaretinden başka müze görme fırsatımız olmamıştı. O müzeye de hep beraber girip öğle yemeğini de yemiştik. Onun için kaç kişinin müze ile ilgilendiğini bilememiştim. Şimdi görüyorum.
Ben bu müze gezme işine oldum bittim takarım. Özellikle 15 sene önce Leningrad’da Hermitage müzesini ziyaret ederken etkilendiğim iki görüntüden sonra. Soğuk bir kış günüydü. Karlı bir hava. Herkes paltolarına iyice sarınmış buz tutmuş Neva nehrinden gelen rüzgara karşı korunmaya çalışıyor. Buzlu merdivenlerde saat 10 da müzenin açılmasını bekliyoruz. Kuyrukta önümüzde çok insan var. Etkilendiğim iki görüntüden birinde bir dede ve bir torun var. 9 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim torunu üşümesin diye uzun paltosunun eteklerine sarıyor onu ve müzenin açılmasını bekliyor. Ona dünyanın 4. büyük müzesi diye adlandırılan Hermitage’daki eserleri gösterecek. Kendi tarihlerini tanıtacak. Dünyadan toplanan eserleri gösterecek. Yapılırken kışlık saray olarak inşa edilmiş bu muhteşem yapıyı gösterecek torununa ve bununla gurur duyacak. Hemen arkasında üşümemek için birbirlerine sarılan iki çift. Oğlan 16-17, kız ise 14-15 yaşlarında. Isınmak için arada bir öpüşüyorlar ve gişenin açılmasını bekliyorlar. Sonra bu tiplerime içeride de rastlayacağım. Dedeyi torununa Ural dağlarından çıkan yeşil mermerden yapılmış dev vazoyu gösterirken, genç çifte ise bizim Deli Pedro ama dünyanın Büyük Pedro dediği Çarlarının kullandığı marangoz aletlerini izlerken rastladım.
O an çok etkilenmiştim. Ben şahsen dedelerimden ikisini de görmedim. Doğmadan çok önce ölmüşlerdi. Babam köyden çıkıp ilkokul öğretmeni olmuşu. Değil dedem, babamla bile hiç müzeye gitmemiştim. Oğlumu da İzmir’deki Arkeoloji Müzesine götürmemiştim. Etrafımda dedesi tarafından müzeye götürülen insan bulmak hemen hemen imkansız gibi. Rusların ulaştığı o kültür seviyesine hayran kalmıştım ve ondan sonraki çeşitli konferanslarımda hep “ Ne zaman ki bizler torunlarımızı alıp müzeleri dolaşacağız. İşte o zaman Türkiye’miz de kültürlü bir toplum olma yolunda ilerlemeye başlayacaktır. “ diye cümle kurmuştum.
Bir de hemen her toplantıda, her grubuma anlattığım anektodum var. Müsvetteleri okuyan eşim “Neden tam yeri gelmişken senin o meşhur anektodunu buraya eklemiyorsun?” deyince hemen ekliyorum. İrlanda’lı hırslı bir delikanlı Amerika’ya yerleşmiş. İrlandalılar hep ikinci sınıf işlerde ve toplandıkları yerler daha basit kafeler. Ama İngilizlerin devam ettikleri çok elit kulüpler var. Hele onlardan birisi en erişilmez gibisi. Bizim delikanlı o kulübe üye olmayı hedef çizmiş kendisine ve ilk etapta üyelerin sahip olmaları gereken mali seviyeye erişmeye çalışmış. Çok zengin olmuş. Meşhur bir iş adamı. Gidip müracaat etmiş kulübe. Üye olmak istiyorum diye. Yönetim onun lise mezunu olduğunu buraya girmek için üniversite mezunu olmak gerektiğini söylemiş. Hırslı İrlandalı dört sene sonra elinde diploması ile tekrar başvurmuş. Gene “Olmaz demişler ona. Neden? Bize bir diploma yetmez üç üniversite diploması gerek” Kafayı takmış bir kere bizim artık orta yaşlı İrlandalımız. Sekiz sene daha uğraşmış Diplomalarını üçlemiş ve üye olacağından emin bir tarzda başvurmuş. Kulüp yöneticisinin odasına girmiş ve işte sizin istediğiniz üç Üniversite diploması. Şimdi üye olmak istiyorum.” Kulüp yöneticisi hatırlamış bu sekiz sene önce geri çevirdiği hırslı delikanlıyı. Üzgün üzgün yüzüne bakıp “ Ben size buraya üye olmak için üç üniversite diploması getirmeniz gerek derken sizin üç diplomanızı kastetmemiştim. Bize gerekli olan sizin, babanızın ve dedenizin üniversite diplomaları”.
Dedemin 1. Dünya savaşı sırasında Türkiye için çarpışmak üzere şimdiki Makedonya’daki Üsküp şehrinin dağ köylerinden gelip Enver Paşa yönetimindeki Erzurum birliklerinde şehit oluşunu, babamın ise kardeşleri arasından çıkıp onlar ölene kadar köyde çiftçilik yaparken babamın Muallim Mektebini (liseyi) bitirip öğretmen çıktığını ve üçüncü nesil olarak üniversite diplomasını yalnızca bizim aldığımızı düşündükçe yolumuzun uzun olduğunu kabul edip ve her fırsatta “ Biz adam olmayız” deyip halkıma karşı serzenişte bulunanlara bu anektodu anlatırım.
Ayrıca Amerika’daki üç yaz kampımızdan bilhassa Washington DC deki 11-16 yaş çocuklarına yönelik yaz kamplarını düşündüm. Ünlü Smithsonian Müzelerini gezerken karşılaştığım manzaralar geldi gözümün önüne “ Atila bey, dün de müzeye gelmiştik. Bu gün niye geldik.” İçeriye girmemiz şart mı? Dışarıda bekleyebilir miyiz?”...... gibi serzenişleri yaşarken hep o iki görüntüyü düşünürdüm.
Şimdi onların anne ve babalarıyla birlikteyim. Onlar da müzeye girmemek için direniyorlar. Müzede her açıklama İspanyolca yazılı. Donald müze yetkilileri ile görüşüp bize İngilizce açıklama yapacak bir rehber sağlıyor ve cici, genç bir El Salvadorlu arkeolog bayan müzesini tanıtmak için toplanmamızı bekliyor. 13 kişiyi görünce diğerlerini de bekleyelim diyor çünkü Donald onlara 27 kişilik bir grup demiş. Ben tamam deyince başlıyor anlatmaya ve gezdirmeye.
Müze aslında üç kısım. Sağ tarafta arkeolojik kazılarda ortaya çıkan ve El Salvador tarihine ışık tutan bulguların sergilendiği bölüm. Sol tarafta ülkenin ekonomisini ayakta tutan doğal kaynaklar. Üst katta ise İspanyolların gelişinden bu güne kadar tarihinin gösterildiği bölüm.

Rehberimiz bayan bizi önce El Salvador tarihini gösteren bulgulara götürdü. Burada ilk yaşayanlar Olmekler.


“Olmekler Meksika’dan MÖ 2000 yıllarında gelmiş.. Batı El Salvador’da büyük bir kayadan Olmek heykeli bulundu. Daha sonraki kazılarda da Olmek izlerine rastlandı. Şu resimde gördüğünüz basamaklı piramit“ parmağı ile bir fotoğrafı gösteriyor ”Burada Maya hakimiyetinin 1000 yıl sürdüğünü gösteriyor.. 11. yüzyılda Mayalar buraları terk etti. Kuzeye gittiler. Onların yerine buraya yine kuzeyden gelen ve Nahua dili konuşan Pipil’ler geldi. İspanyollar buraya geldikleri sırada Pipiller burada 4 asırdır yaşıyorlardı. Mayalarda en önemli ürün mısırdı. Bulunan kalıntılarda hiyeroglif yazılara, astronomi bilgilerine ve matematikte ileri olduklarına dair bulgulara rastlanmıştır.”
İlk yerleşimlere ilişkin mağara duvar resimleri bulunmuş. Ayrıca bu müzede 609 yılında patlayan volkanın lavları altında kalan bir Maya yerleşimindeki bulgular da sergileniyor. Müzede sergilenen toprak kaplar, toprak heykeller ve diğer kullanım malzemeleri çok değişik form ve süslemelere sahip zarif tarihi eserler.
Müzenin her tarafının olduğu gibi bu bölümü de çok güzel düzenlenmiş. Bir uçtan başlayıp Olmek’lerin yaşamının içinden geçip kendinizi Maya yerleşim bölgesinde buluyorsunuz. Onların evlerinin içine giriyorsunuz. Avlularında yaptıkları eserleri, evlerindeki yaşam alanlarında gezindiğinizde kendinizi tarih öncesinde buluyorsunuz.
Benim çok özendiğim bir hususta bu müzeler. Her şehirde mutlaka bir müze var. Büyük şehirlerde bir de tarih müzesi var. Ticaret Odasında Yönetim Kurulu üyesi iken acaba İzmir’imizde nasıl bir müze oluşturulabilir diye epey mesai sarf etmiştik. İzmir’e gelen bir turistin gezip Büyük İskender’in gelişinden, ipek yolunun bir kolunun Kale İçi bölgesindeki rıhtımdan İtalya’ya gönderildiğinden tutun da bağımsızlık savaşımıza kadar tarihini yaşayabilecekleri bir müze ne büyük ihtiyaçtı. 10 senedir bu müzenin yapılmasını bekler dururuz.
San Salvador’daki bu müzenin Olmeklerden İspanyolların gelişine kadar olan ilk bölümünü hızla bitirdiğimizde çok şey öğrenmiştik.
Ama ikinci bölüm de çok etkileyici idi. İspanyolların burada elde ettikleri tarımı izliyoruz. Rehberimiz “ İspanyollar” diyor “ burada yetişen İndigo bitkisinden elde edilen çivit renkli boyayı ve Balsam ağacından elde edilen Balsam yağını, Kakao ağacından elde edilen Kakaoları ve pamukları kendi ülkelerine taşıyorlardı. “Burada yetişen diğer önemli bir bitki de Kakao idi. Kahve gelince bir de kahve eklendi ama o sırada sentetiği yapıldığı için indigo’nun önemi çok azaldı.” “ Bütün bu tarım alanları 14 ailenin elinde olduğu için El Salvador’a 14 Aile Ülkesi de denirdi.”
Bu bölümdeki ilk durağımız
Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin