Orta amerika gezisi



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə12/16
tarix27.10.2017
ölçüsü1,32 Mb.
#15475
növüYazı
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16
Balsam bitki/ağacı’nın gösterildiği bölüm.

Burada fotoğraflarda balsam ormanı, Balsam’dan reçine çıkartılışını gösteren sıkma makinesi, elde edilen reçinenin sevk edilişini izliyorsunuz.


“Balsam ağacı sıcak bölgelerde yetişen sedefotu kökünden gelen ağaç veya ağaççık. Bu ağaçtan özellikle eczacılıkta kullanılan bir reçine çıkarılır. Bu reçine eridikten veya çözündükten sonra saydamlığını koruduğundan optikte mercek yapıştırmasında kullanılır. Balsamlar hoş kokuları, alkoldeki kısmi çözünürlükleri ve benzoik veya sinamik asit oranlarıyla beliren bitkisel menşeli tabii ürünlerdir. Deriye sürülmek veya friksiyon için hazırlanan opeldeldok balsamı, nerval balsam mevcuttur”.
“Ayrıca balsam ağacı hoş kokulu olduğu için mumyalama işinde de kullanılırdı. Balsa ve balsam ağaçlarının dünyada 50 ye yakın çeşidi vardır. Türkiye ve kuzey Afrika'daki beyaz günlük ağacı bu familyadandır. Venezuella’da yetişen cinsinden kandil ve meşale olarak yararlanılır. Bolivya ve Ekvador’da yetişen cinsi mantardan bile hafif olduğu için kerestesinden elde edilen kontraplaklar uçak sanayinde kullanılır. Bunların lifleri hem ayni yöne doğru ve hem de uzun olduğu için ezilmeye karşı dayanıklıdır. Ve ısıya , sese ve titreşime karşı çok iyi bir yalıtkandır. Peru’da yaşayan İnka’lar bu ağaçtan çok dayanıklı sallar yaparlardı. Hatta bu sallarla Büyük Okyanustaki diğer adalara gittikleri bilinmektedir. ” Thor Heyerdahl’ın bu ağaçtan yaptığı Kon Tiki adlı Salı hatırlıyoruz.
Rehberimiz El Salvador tarihinde olduğu kadar bu bitkilerde de uzman.
Fotoğraflarda çalışan zenciler dikkatimizi çekiyor. “ Ya bu zenciler nereden gelmiş? Sor bakalım “ diyor Mürşit Kodaman. Ben de soruyorum.
“Köleleştirilmiş yerli nüfuz tarıma açılan arazilere yetmedi. 16. yüzyılda Afrika’dan iki bine yakın zenci getirildi. Ama 1625’te zenci ayaklanması meydana gelince aileler burada daha fazla zencinin kendilerinin başına bela olacağını düşünerek zencilerin ülkeye girişlerine izin vermediler. Şimdi bile ülkemizdeki zenciler o zamanlarda getirtilen insanlardır.”
Şimdi İndigo panosunun önündeyiz. İndigo çalı cinsinden bir bitki . “Bu bitkinin küçücük tohumlarından elde edilen İndigo rengi boya bir zamanlar dünyada tekti. Ama daha sonra sentetik boyaların elde edilişi ile ihraç malı olarak İndigo'nun El Salvador’daki önemi azaldı.”
“Nahau dilinde Mavi Rengin Otu anlamına gelen Xigmilite yani İndigo, çok eski asırlardan atalarımıza kadar kullanıla gelen bir bitkidir. Kimya sektöründe Mavi rengi elde etmek için kullanılan İndigo’ya sihirli bir bitki olarak bakılıyordu. Seramiği renklendirmede kullanıldığı için bu renge Maya Mavisi de denilmiştir. İspanyol istilacılar kıymetli maden bulmadan önce İspanya’ya İndigo gönderirlerdi. Gönderilen bu maddenin Mavi renk elde edilmesindeki rakipsizliği 300 yıl sürmüştür. Başta tekstil sektörü olmak üzere çok alanda kullanım sahası bulan İndigo boyası El Salvador’un en önemli ihraç malzemesi olarak ana gelir kaynağı idi. El Salvador’un tarihinde ve kültüründe İndigo’nun müstesna bir yeri vardır.Ancak daha sonra sentetik olarak mavi renk elde edilince artık İndigo bitkileri arazinin hudutlarını belirleyen çalı olarak kullanılıyor. Hala bazı sanatçılar eserlerinde doğal İndigo kullanmaktadırlar. Onlar geleneksel yapım tekniklerini ve dolayısıyla kültürlerini İndigo kullanarak yaşatmaktadırlar.”
Şimdi diğer çok önemli bir ürün olan Kakao panosunun önündeyiz. Yine ayni şekilde bir kakao ağacını fotoğrafı, kakao kapsülü ve çekirdekleri, kakao ve çikolata elde etme makinesinin fotoğraflarını izlerken bizim yabancısı olduğumuz bu bitkiyi tanımaya başlıyoruz. Çocuklarımıza yaptığımız kakaolu sütü, severek yediğimiz nefis çikolataların elde edildiği ağacı tanımak bile heyecan verici.
“ İndigo, sentetikleri üretildikten sonra önemini kaybetti ama Kakao önemini daha uzun yıllar korudu. Suni kakao elde edilişinden değil ancak diğer sömürge ülkelerinde elde edilen kakaolarla fiyatların çok aşağıya çekilmesi sonucu kakao da eski cazibesini kaybetti.”
Kakao’ya çekirdeğinin lezzetinden dolayı Tanrıların Yiyeceği anlamına gelen Therobroma denmiştir.Meksikalılar ezilmiş çekirdeğe çikolata diyorlardı. Kakao ağacı çok güzel görünümlü, gövdesi 1.5, tamamı 4-5 metre boyunda, ağacı açık ve beyaz renkli, kabuğu kahverengi, yaprakları bütün,sivri ve parlak yeşil, çiçekleri küçük ve kızılımsı, kokusuz, meyvesi sarımtırak kırmızı, kaygan, kabuklu ve kabuğu kızıl kahve, çekirdeği beyazdır. Taneler olgunlaştığında sallandığı zaman kapsülün içinde oynar. Her kapsül 25 çekirdek ihtiva eder. Kapsül açılıp içinden çekirdekleri çıkartırsanız çok dayanmaz. Ama kapsül içinde uzun zaman bozulmadan kalabilir. Kakao ağacında bütün bir yıl boyunca portakal ağacı gibi hem yeşil yaprakları, hem çiçeği ve hem de meyvesi bulunur. Fakat genellikle meyveler Hazirandan Aralık ayına kadar toplanır.
Aztekler zamanında bu küçük tohumlar para olarak kullanılırdı. 12 tohum bir penny karşılığı idi. Sonra para kullanılmaya başlandığında çok küçük bozukluk için yine tohumlar kullanıldı ama bu sefer 12 tohum 6 penny değerinde idi. Bu metot Meksika’nın bazı kısımlarında hala kullanılmaktadır.
Kakao ağacı genel olarak büyük topraklarda ve genellikle büyük muz ağaçlarının gölgesinde yetişir. Olgunlaştığı zaman kapsüller toplanır. Kırılır ve çekirdeğin dışındaki acımsı etli kısmı çekirdekten kolayca ayrılsın diye genellikle güneşte veya buharlı kurutma hangarlarında fermente edilir. Çekirdekte %2 theobromine, % 40-60 katı yağ vardır. Kabukta ise %1 theobromine ve müshil ..vs vardır.
Bu çekirdekten esas olarak kakao, çikolata ve Theobroma yağı elde edilir. Kakao elde etmek için taneler sıcak merdanelerden geçirilirken şeker ve nişasta ile karıştırılır. İçinden yağı alınır. Çikolata elde ederken sistem aynıdır ama yağı içinde bırakılır. Kakao yağı veya Theobroma yağı tıpta çok kullanılır. Sarımtırak beyaz renkli ve kakao kokusundadır. Fazla tatlı olmayan hoş bir tadı vardır. Kozmetik sanayisinde ve ilaç sanayisinde hapları kaplama ve suppository'leri hazırlamada kullanılır. Harika emollient özelliğinden dolayı el ve dudak çatlamalarını önlemede kullanılır.
Theobromine etkisi kafeini andıran alkaloit ihtiva ettiği için merkezi sinir sisteminde etkilidir. Kaslarda, böbrekte ve kalp üzerinde çok etkilidir. Özellikle damar açma fonksiyonu çok önemlidir.Yüksek tansiyonu önleyicidir. Toz ve hap olarak satılır.
Güzel bilgiler ama bize çok teknik geldi. Ama eczacı dostlarımız ilgi ile dinlediler.
Pamuk hep önemini korudu. Şu anda bile tekstil bizim önemli bir sanayi sektörümüz. Buraya bir çok Amerikalı firma geldi ve işçilik ucuz olduğu için üretimlerini burada yapıyorlar. Bizim en çok istihdam sağlayan sektörümüz.”
Şimdi kahve panolarının önündeyiz. Dostlarımız kahve ağacının ve kahve tanelerinin resimlerini çekiyorlar. Benim daha önce Donald’tan aldığım bilgileri rehberimiz anlatıyor. “En önemli ihraç ürünümüz kahve. “ diyor. “Ancak ihracatın %95 ini elinde tutan kahveden ele geçen para nüfusun ancak % 2 si tarafından paylaşılıyor.” Vergilenmeyen bu gelirlerin ve adaletsiz dağılımın, işçilere verilen çok küçük rakamların ileride işçi sendikalaştırması getireceğini ve kanlı bir şekilde bastırılan sendikalaşma hareketinin iç savaşa giden yolun başlangıcı olduğunu anlatmadı rehberimiz. Kahve plantasyonları ile ilgili bilgi verecekti ki arkamı döndüğümde devamlı not tutan Beste Hanım ve Nihal’den başka kimse kalmamıştı. Çok merak edilen İleride bir yerlerde öğreniriz şimdi grubu toparlayayım deyip rehberimize teşekkür ediyorum. (Gerçekten de iki gün sonra Nikaragua’da bir kahve plantasyonu ve fabrikasını gezmek kısmet olacaktı.)
Lafı ağzının tam ortasında kalmaktan şaşkın kızcağız “Bu kadar mı? “ diye şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Kim bilir neler hayal etmişti. Ne çok bilgiler verecekti. “ Bu grup orta yaşın üzerinde. Kim bilir bana ne ilginç soruları olacaktır” diye düşünüyordu zavallıcık.
Zaten müzenin üst katına çıkmadık. Yarım saati geçmişti. Biz hayran hayran bilgiler alırken vaktin ne çabuk geçtiğini fark etmedik. Grubun yarısından çoğu dışarıda ve otobüste bekliyordu. Yolumuz da çok uzun. Hele biraz daha oyalanırsak kapanmadan önce hudut kapısına bile yetişemeyeceğiz. Onun için hemen dışarıya çıkıp otobüsümüzü arıyoruz. Otobüsümüzün otoparka çekilmiş. İnşallah herkes tamamdır da hemen hareket ederiz diyorum. Otobüse yaklaşırken kapıda Donald’ı görünce rahatlıyorum. Bu çocuk dert olacak bana. Onu toplamak grubu toplamaktan daha kolay olacak. Yüzünde bir gülücük var. Hemen müjdesini veriyor. “Cep telefonumu buldum. Otobüste düşürmüşüm. Şoför bulmuş” Çocuklar gibi sevinçli.
Otobüsümüz hareket ederken eğer müzenin üst kısmına da çıksaydık, orada:


  • 1524'te başlayan İspanyol sömürgeciliğinin ilk zamanlarında Pipil halkının kendilerine nasıl yardımcı olduğunu, bu yüzden diğer yerlerdeki gibi yerli katliamının yaşanmadığını,

  • 15 Eylül 1821 de bir zengin yönetiminde bağımsızlığına kavuştuğunu,

  • Fakat fakir halkın ıstırabının dinmediğini ve 1833'te halkı refaha kavuşturmak için başkaldıran Aquino’nun Ulusal Kahramanları olduğunu,

  • 1839 de Orta Amerika Federasyonundan koparak 1841’dekendi anayasasını kabul ettiğini,

  • 100 yıl boyunca buraya hakim olan ailelerin yerli halkın topraklarını elinden aldığını ve onları daha fakir hale getirdiğini,

  • 1920'lerde ücret düşüklüğünü gidermek için başlatılan sendikalaşma hareketinin kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra 1930'lardaki Büyük Krizden etkilenen kahve üreticilerinin hem çok insanı işten çıkarmaları ve hem de ücretleri daha da düşürmeleri sonucu 1932'lerde Farabundo Marti liderliğinde yerli ve köylü halk hareketinin başladığını,

  • Ama bu hareketin daha da kanlı bir şekilde bastırıldığını (La Matanza’da 30.000 kişi katledildi) ve sonra yakalanan Marti’nin de kurşuna dizildiğini ama ondan sonra bağımsızlık hareketinin hep Marti’nin adını taşıdığını (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi ( FMLN)

  • Bir daha böyle bir hareket olmasın diye yerlilerin, yerliye benzeyenlerin ve de onlara destek sağlayanların acımasızca nasıl öldürüldüklerini,

  • 1960'larda Küba’nın başarılı olmasından güç alan devrimcilere karşı hükümetin Ölüm Mangaları kurduğunu ve silahsız olan ve toprak reformu isteyenlerin sorgusuz sualsiz öldürülmeye başlandığını,

  • Kırsal alanda görev yapan Rahip Grande’nin cenaze törenine katılan yüz binlerce insana askeri kuvvetlerce ateş açılıp binlerce kişinin öldürülmesinden sonra tepkilerin daha da arttığını,

  • ABD başkanı Carter’in hükümete askeri yardım yaparak uçurumun daha da açıldığını gören Başpiskopos Romero’nun sağcılar tarafından katledilmesi ile tekrar başlayan kargaşanın o sene 12.000 cana mal olduğunu,

  • Nikaragua’da başarıya ulaşan sol hareketin etkisi ve Küba’nın desteği ile gerillaların organize olduğunu,

  • Bu arada yardım amaçlı 4 Amerikalı rahibenin ırzlarına geçilip öldürülmelerini fırsat bilip , Nikaragua gibi burada da sol bir iktidarın olmasını istemeyen Amerikanın , hele Reagan’ın başkan seçilmesi ile hükümete açıkça para ve askeri yardımda bulunması ile iç savaşın fiilen başladığını,

  • Senelerce ülkenin yarıya yakın kısmının gerillaların kontrolünde kaldığını, ancak Fransa ve Meksika’nın gerilla denilen FMLN’yi resmen tanıması ile başlayan kutuplaşmanın iç savaşı daha da acımasız hale getirdiğini,

  • İlk uzlaşma çağrısının 1989 da yapılmasına rağmen zengin başkan Alfonso Christiani’nin başkente yürüyüş yapıyorlar diye 4000 solcuyu öldürtmesi üzerine yarım kaldığını,

  • İç savaşın Birleşmiş Milletler ara buluculuğu sayesinde 1992 de imzalanan anlaşma ile sona erdiğini,

  • 12 yıl süren iç savaşın 75.000 can aldığını milyonlarca insanın evsiz kalması ve yüz binlerce Salvadorlunun komşu ülkelere iltica etmesi ile sonuçlandığını,

  • Ve daha önce anlattığımız kimsesiz ve evlat edinilmiş çocuklar sorununun yarasının hala daha kapanmadığını,

  • Ancak çeşitli reformlarla o gün bugün yaraların nasıl sarılmaya çalışıldığını,

panolar, fotoğraflar ve belgelerle görmek , böylece Orta Amerika’nın bu en küçük ülkesinin tarihini daha yakından izlemek imkanına sahip olacaktık.


Olsun, programımız o kadar yoğun ki, gördüğümüz ve göreceğimiz 6 ülkenin tüm tarihlerine bu kadar kısa sürede hakim olmamız zaten o kadar zor ki.
Neyse, ben cep telefonunu bulmaktan dolayı çok mutlu olan Donald’ın sevincini paylaşıp şehir turuna devam etmemizi söylüyorum. Araba hareket ederken Nurşan kardeşimiz haklı olarak sitem ediyor. “15 dakika dediniz onun için biz gelmedik. 15 dakikada gezilecek müzeye girmesek te olur diye. Tam 45 dakika oldu. Bu kadar kalacağınızı söyleseydiniz biz de gelirdik.”
Haklı. Ama burasının ne kadar zamanda gezileceğini ben bilmem ki. Yanımızda bir El Salvadorlu Ronald ve de bir de burada yaşayan Donald var. Onlarda gerekli süreyi söylemeyince işte böyle ufak tefek haksızlıklar oluyor.
Müze şehrin merkezinde değil. Güneybatısında. Şehrin merkezini görmek için yola çıktığımızda saat dört olmuştu bile. Gene zaman darlığı. Gene otobüsümüz yolu bulmak için dar sokakların virajlarını almak için zaman kaybediyor.
Artık bizim Ronald’ın memleketinde ve onun şehrindeyiz. Donald rehberliği tamamen ona bıraktı . O da keyifle İngilizce’sinin yettiği kadar anlatmaya çalışıyor. Donald “Artık bu işleri gençlere bırakmalı. “ diyor. “ Ben Ronald’ta büyük kabiliyet gördüm. Onun için kendisini iyice yetiştiriyorum. Zaten siz gidene kadar da hep bizimle olacak. Onun parasını ben vereceğim. Merak etmeyin.
Yazık oluyor bu gence diye düşünüyorum. Bu Vietnam gazisinin yetiştireceği rehberden ne olur.
“Bu Ronald aslında....” diye devam edecek ama onu pek dinlemeyen Ronald heyecanla geçtiğimiz yerler hakkında bilgi vermeye çalışıyor. Donald’ta ara veriyor anlatmasına. Zaten bence bu çocuğu yetiştirmek için değil kendisine güveni olmadığı için yanında taşıyor kanaatindeyim.
700 m. rakımlı bu şehrin nüfusu 500.000'dir. Şu anda üzerinde olduğumuz caddenin adı Boulevard de Los Hereos ( Kahramanlar Bulvarı). 1811 senesinde Rahip Jose Matias Delgado Orta Amerika’nın bağımsızlık hareketini burada başlatmış. 1810 da da bir başka rahip Hidalgo’nun Meksiko City’de bağımsızlık meşalesini ateşlediğini hatırlıyorum. Rahipler çok önemli bir yer tutuyor buralarda. Daha sonra diğer ülkelerde de rahiplerin çeşitli ayaklanmalara öncülük ettiğini ve onların öldürülmelerinin ne büyük iç karışıklıklara neden olduğunu öğrenecektik.
Amerikalıların etkisi ile bu cadde çok geniş yapılmış. Üç kanal gidiş, üç kanal geliş. Şehrin merkezi ile Üniversiteyi birbirine bağlıyor.
İspanyolların Yeni İspanya diye adlandırdıkları Orta Amerika’da ulaşımı sağlamak için Panama’nın Yaviza kentinden ( Panama City’nin güneyinde. Colombia'ya yakın bir şehir.) başlayıp Meksiko City’ye uzanan 1 numaralı İnteramericana Highway’i San Salvador’dan geçiyor. Bu ana yol vasıtasıyla gittiğiniz yönün doğru olup olmadığını hemen anlamak mümkün. 1 olan yol numarası bütün ülkelerde aynı. Bunu öğrenince “Oh bu otoyol ile çok hızlı gideriz” gibi saf bir düşünceye kapılmıştım. Ama bunun yalnızca adı Highway. Bazı bölümleri çok bozuk . Bazı bölümlerinde iki araba yan yana zor geçiyor.
Ülkenin diğer bütün yollarının kesim merkezi de San Salvador. Onun için çok hareketli bir şehir. Buraya indiğinizde kendini bir insan girdabının ortasında bulursunuz. Her taraftan yükselen rahatsız edici müzik sesleri, her yönden acayip hızla gelen otobüs ve otomobiller, çıkardıkları pis eksoz dumanları ile San Salvador Orta Amerika’nın en az görülmeye değer şehirlerinden biri. Bulvarda çeşitli heykeller var. Milli kahramanlarının heykelleri gibi. Biraz ileride bir göbekte dünya ve üzerinde Meryem Ana figürü. Bunların büyük çoğunluğu Katolik.
Şehrin merkezi gene aynı merkez. Bir cephede Katedral Metropolitana (1956 yangınından sonra onarımı 1999 da tamamlanmış) , sağında 20. yüzyılda İtalyan mermerleri ile yapılmış Placio Nacional duruyor. Burası 1986 depreminde harap olduğu için şu anda hükümet merkezi olarak kullanılamıyor. Karşısında yine süslü Milli Kütüphane. Katedralin arka tarafında ise yapımı 1917'lerde tamamlanan şehrin incisi Milli tiyatro. Bu tiyatronun da yapım tarihi gene aynı zamanlar.

1895’lilerden başlayan yıllar sömürgelerde tiyatro ve opera binası yapımı furyası var. Bundan önce Mexico City’deki Güzel Sanatlar binasını gördüğümüzde anlatmıştım. Bu bina da aynı zamanlarda yapılmış.


Yeni İspanya iken bu bölge 1525’te kurulan San Salvador Cuscatlan eyaletinin başşehri imiş. 1834’te Orta Amerika Birleşik Devletlerinin, 1839’dan itibaren de El Salvador’un başşehri olmasına rağmen çok tarihi binaya rastlamak mümkün değil. Bunun sebebi doğal felaketler. 1854 ve 1873 teki depremler, 1917 de San Salvador Volkanının patlaması, 1934’teki büyük sel baskını, 1986 ve son olarak ta 2001 depreminden dolayı bu şehirde büyük muhteşem eserlere rastlamak mümkün değil. Tekrar önemle onardıkları tek yapı Palacio Nacional.
Donald tam şehrin merkezinde bir yan sokağı göstererek “İşte buralara gece gün batımından sonra çıkmak çok tehlikelidir. Şimdi yalnızca biraz önce geçtiğimiz Boulevard de Los Heroes’ta publar ve kahveler açılmakta. Ama yalnızca o bölgelerde yürüyebilirsiniz. Eskiden yani birkaç sene evvel oraları da çok tehlikeli idi. İç savaş sırasında bu sokaklarda binlerce insan öldürüldü.” Diye bilgi veriyor. Bu ülkede halen kanunsuz olarak 1 milyonun üzerinde silah olduğu tahmin ediliyor. Yalnızca başşehirde 18.000 silahlı koruma görevlisinin dolaştığını öğrenince ilk durağımız olan alışveriş yerindeki silahlı muhafızlara daha bir anlam verdik. Buralarda silah edinmek çok kolay. 17 yaşından büyük olduğunuzu ispat etmeniz bile dükkana girip bir Baretta almanıza yeter. Şu anda iç harbin bitmesine rağmen bütün otobüs ve taksilerde ve hatta bütün arabalarda silah bulundurmak normal bir aksesuar olarak kabul edilmektedir. Orhan Kural’ın verdiği bir konferansta Yemen’de herkesin her zaman silah taşıdığını anlattığını hatırladım. Hatta pikniğe giderken yanlarına eğlence olsun diye aldıkları tüfeklerle çekilen slayt gözümün önüne geldi.
Artık San Salvador’u terk ediyoruz. Gerek zamanın darlığı ve gerekse park yeri bulamamız dolayısıyla şehrin içinde hiç mola vermedik. Otobüsten inmedik. Zaten akşam saat 5 olmuştu. Şu anda hududa bile kapanmadan yetişeceğimiz şüpheli. Şehir çıkışında doğuya doğru yönelip 1 nolu yola kavuştuk. Ama bu yolda büyük bir genişletme çalışması vardı. 15 km.lik yolu 1 saatte alabildik. Bu arada şehrin çıkışına kurulmuş çeşitli fabrikaları gösterdi rehberimiz. Hele bu yolda otobüs bir o tarafa bir bu tarafa yalpalamaya başlayınca yolcularımız neden uçakla gitmiyoruz diye homurdanmaya sonra yüksek sesle konuşmaya başladılar. Tam o sırada İlopango krater gölünün kenarına gelmiştik. Otobüsü durdurdum. Önce bilgi alıp fotoğraf çektik.
2. asrın başlarında San Salvador’un 15 km doğusundaki bu volkan patladı. Bu büyük patlamanın yarattığı krater çukurunda büyük bir göl oluştu. Bu gölün uzunluğu 15, genişliği 8 km ve derinliği 248 metredir. 1880 senesinde tam bu kraterin yani gölün ortasında bir volkan patlaması daha olmuş ve bu patlama sonunda bir adacık meydana gelmiş. Yanardağ adası adı verilen bu adadaki Apollo köyü turistlerin uğrak yeri. Gölden elde edilen taze balık ve kerevitlerin pişirildiği göl kıyısı lokantalara gitmek için kıyıdan çalışan motorlara binmek gerek. Günlük turlarda gerek kendi halkı gerekse turistler motorlarla bu yemyeşil gölde 45 dakikalık bir göl seyahati ile Apolla’ya geliyorlar ve birbirinden otantik balıkçı lokantalarından birine giriyorlar. O sabah tutulmuş bu göle özel balıklardan kendinize siparişinizi veriyor ve her tarafı ormanla kaplı bu krater gölünde su kenarındaki masanızda çok uzun sürecek bir yemek yiyebiliyorsunuz. Hele gün batımı muhteşem olsa gerek. Biz yalnızca bu anı görüntülüyoruz ve dostlarımız otobüse geri dönüyorlar.
Fakat dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da göl kenarına kurulmuş olan fabrikalardan atık zehirli sular göldeki yaşamı ciddi bir tarzda tehdit etmekte. Fabrika bacalarından çıkan zehirli gazlardan dolayı tehdit altına giren Hindistan’daki Taç Mahal’in mermerlerini düşünüyorum. Agra Belediyesi şehrin etrafındaki ve Yamuna nehri kıyısına kurulan tüm sanayi tesislerini söktürmüş. Şehre sanayi tesisinin kurulması yasaklanmış ve Taç Mahal’e 2 km. çevrede seyahatin ancak elektrikle çalışan otobüslerle yapılması sağlanmış. Böylece mermerler korunmuş.
Keşke böyle bir tedbirde burada alınsa diyorum. Bizdeki kerevit yetişen göllerimizde de artık hiç kerevit yetişmiyor. Eskiden iyi bir ihraç ürünümüzdü o sevimli hayvanlar.
Hayallerden sıyrılma zamanı şimdi. Otobüste program kavgamızı yapacağız. Gelen günleri nerelerde nasıl zaman geçireceğimizi kararlaştıracağız. Otobüsü hareket ettirmeden programı bir daha tartışmamız gerek.Kalan üç günümüzü artık durup durup konuşamayız. Gece nerede yatabileceğimiz hala belli değil.
Dostlarımızın bir kısmı “Tegucipalga’ya gidip oradan uçakla San Jose’ye geçebilir miyiz” diye sordular. Christina’dan öğrendiğime göre Tegucipalga’dan kalkan uçak mutlaka San Salvador’a uğruyor imiş. Eğer uçak denenecek ise buradan sekiz saatlik yola gitmemizin bir anlamı yok. Eğer uçakla gidilecekse mantıklı olanı hemen dönüp San Salvador’da uçak aramamız gerek. Bu gece uçak yoksa yarına kalacağız. Ondan sonra San Jose’den nasıl turlarımızı alıp Managua’ya döneceğiz? Uçağa binersek otobüsümüzden burada ayrılacağız. San Jose’ye (Costa Rica) vardığımızda transfer olacağımız otobüsü nereden bulacağız? Bu otobüse verdiğimiz para yanacak ve diğerine ayrıca ödeme yapacağız. Ödemesi bir yana uçaktan inince otobüs nereden bulunacak? Rehber nereden bulunacak? Oteller nasıl ayarlanacak? Valizler nasıl taşınacak? Bunlar mümkün şeyler değil ama benim grubu başka yollardan ikna etmem gerek.
“Bugünü saymazsak önümüzde üç günümüz var.” Diye açıklama yapıyorum. “Biz yarını da Tegucipalga’ya uğramadan Honduras’ı geçerek Nikaragua’ya varırsak yalnızca önümüzde iki gün kalacak. Bu iki günde eğer yollar düzgünse Managua ve Granada’yı gezip gece Costa Rica hududunu da geçip Liberia şehrinde “Bulutlu Orman Milli Parkı”nda kalırız. Ertesi gün de zaten ayın 14 ü olacak geri Managua’ya döneriz ve uçağımıza yakın yerde yatarız. Böylece emniyetli bir tarzda gezimizi tamamlarız.”
“ Ne? Bu programda yazan Tegucipalga’ya gitmeyecek miyiz? Tigre Milli parkını görmeyecek miyiz? Comoyagua’ya gitmeyecek miyiz? “ diye soruyor Beste hanım.
“Program yanlış yapılmış. Biz oraları görecek olursak iki günümüz gider Managua’ya bile zor yetişiriz.”
“O zaman uçakla dönsek?”
“İşte onu anlatmaya çalıştım. Uçak tekrar buraya gelecek. Tegucipalga’ya gidip uçağa koşmanın manası yok. Buradan Tegucigalpa sekiz saatlik bir yol. Saat dört olduğuna göre gece yarısı zor varırız oraya. Sabah erken uçağa nasıl yetişeceğiz? Uçak zaten buraya gelecek.” Diye bir daha anlatıyorum ama programa şartlandı mı insan bir kere ne desen boş.
Her kafadan bir ses çıkıyor. Hepsini izlemem zorlaşıyor. “ Mahkeme” diyor birisi. “Dönünce mahkemeye verip burunlarından fitil fitil getirtmekten başka çare yok”
Yaşlı Bülent Göker bey lafa karışıyor. “Hadi gidelim artık. Atila bey nereyi gösterirse orayı görürüz. Burada bekleyip tartışmanın manası yok.”
Haklı olarak büyük tepki alıyor. “Bülent bey burada bütün program bozuluyor. Siz ne diyorsunuz Allah aşkına?”
Bülent beyin umurunda değil. Hadi be dercesine elini sallıyor ve susuyor.
Bülent Güzeliş‘te soruyor. “Yani Costa Rica’nın baş şehri San Jose’yi de mi görmeyeceğiz? “ Tekrar özetliyorum.
Bu arada tartışmaya Nurşan’da katılıyor. “Ben hiç karışmadım ama Atila ilk defa bir başşehre giriyoruz ve ben bir kare resim çekemedim. Bir yarım saat mola vermedik. Bu gezinin anılarını topladığımda San Salvador’dan bir fotoğrafım olmayacak. Bu saçmalık değil mi? Ben mimarım. Oradaki mimari yapıların resmini çekmeye ve kültürümü arttırmaya geldim buraya. Burada durmadık ama bundan sonra nasıl program yaparsanız yapın ama gittiğimiz yerde resim çekelim ve bir de dönüş uçağımızı kaçırmayalım. “ Nurşan gene haklı. Sonradan albümümü yaparken San Salvador ile ilgili hiçbir resim bulamayınca bir kat daha hak veriyorum kendisine.
Katıldığı her grupta hoş görüsü, yumuşaklığı ve problem çözücülüğü ile ünlü Mürşit Kodaman bey önce uçak ile ara yolların yapılması fikrinde iken bunun artık mümkün olmadığını anlıyor ve “ Atila beyin dediği gibi yapalım. Başka çaremiz de yok zaten. Bunun hesabını Türkiye’ye dönünce soralım. Şu anda yapacak hiçbir şeyimiz yok.” diyor.
Tekrar parmaklarımı göstererek özetliyorum. Üç parmağım açık. Birincisini tutarak “Bu yarın. Bu gece kaldığımız yerden Managua’ya yol yapıyoruz.” O parmağımı kapatıyorum. İki parmağım açıkta. “Ertesi gün Managua’da şehir turu yapıp Costa Rica’ya gidiyoruz ” Bir parmağımı daha kapatıyorum. Kaldı tek parmak. “Bu son günümüz. Costa Rica’dan Managua’ ya dönüyoruz ve bir otelde kalıp ertesi günkü uçağımıza biniyoruz. Anlaştık mı? “
Benim gibi kısa süre de olsa bir başka ülke toprağına basmaya çalışan dostlarımızdan biri “ Ama Costa Rica’ya ayak basacağız değil mi?” diye bir teyit almak istiyor. “Her şey yolunda gider, yollar bizim düşündüğümüz gibi hızlı geçilebilirse tabii “ diye o direnci de kırıp yola devam kararı alıyoruz. İnşallah Alfonso’nun çok berbat, huduttan Leon’a kadar olan 100km’yi birkaç saatte geçemezsiniz dediği bölüm onarılmıştır da rahat ederiz diye dua ediyorum. Daha başıma neler geleceğini ve yol durumunu hala bilmediğimden son üç güne bile böyle umutlarla giriyoruz.
Hava hafif hafif kararmaya başlıyor. Artık karar verildi ve gece kalacağımız şehre doğru yola devam ediyoruz. Genişleme çalışmaları yapılan yolun durumu çok berbat. Çok yavaş ilerliyoruz. Yoldan değil de tarladan gidiyoruz sanki. İç savaş sırasında ülkeye hiçbir yatırım yapılamamış. Yeni yeni bir şeyler yapılmaya çalışılıyor.
Bundan sonraki en yakın şehir El Salvador’un üçüncü büyük kenti San Miguel. Buradan 120 km kadar uzaklıkta. Hudut ise yaklaşık 200 km. Daha hududu geçeceğiz de 100 km ilerideki Choluteca’ya varacağız. Hadi hayırlısı. Burada da herhangi bir yol levhası yok. Onun için ne kadar yolumuz var tayin etmemiz mümkün değil.
Ne yapılacağına kısmen de olsun karar vermenin rahatlığı içinde herkes uyuklamaya başladı. Bir ara Beste hanım “ Hani burada kahve bahçelerine gidip te kahve toplayacaktık? Kahve likörü içecektik?“ diye sorduysa da bu programı uygulayabilmek için devamlı yol almamız gerektiğini söylüyorum. Eğer bir de mola verirsek San Salvador’dan bile ayrılamayız. Değil ki taaa nerelere girmek.
Sabahın 4 ünde uyandırılmıştık. Saat 5.30 da yola çıkmıştık. O zamandan beri devamlı hareket halinde idik. İşin stresi de cabası. Her şey planlı olsa bu kadar yorgunluk olmazdı. Ama şimdi herkes turşu gibi. Buralarda hava erken karardığı için dışarıda seyredilecek bir manzara da yok. Sıesta zamanı. Bir saat geçmemişti ki otobüste uyuklamayan kimse kalmamıştı. Dün geceyi hapiste geçiren Donald ve Ronald hemen derin bir uykuya daldılar. Allah’tan şoförümüz çok dayanıklı.
Bende Nihal’ın omzuna dayanmış ufak ufak dalarken düşünüyorum. Bu gece bizim hududu geçmemiz çok zor. Saat dokuzda kapanacak hududa daha 200 km var. En az 4 saat. Biraz geciksek yandık. Oralarda otelde bulamayız. Ayni dün geceki heyecan, macera , saçmalık. Kitaptan San Miguel’e bakıyorum. Büyük şehir olduğu için orada güzel oteller olabilir. Sonra hududa doğru bir yer var mı kalınacak diye araştırıyorum. Bir de ne göreyim. Hudut kapısı saat 17 de kapanıyormuş. Oysa Guatemala kapısı saat 21 e kadar açıktı. Burası değişik galiba. ve hem de EL Salvador’daki iç savaştan ve mültecilerden uzun yıllar hem Honduras çok çektiği için kapıları erkenden, gün batarken kapatıyorlar. Neyi nasıl yaparız konularını düşünmekten bitkin bir halde ben de uyukluyorum. Nihal çoktan derinlere gitmiş bile.
Sanki bir iki dakika geçmiş gibi. 2 saat sonra otobüsün durması ile uyanıyoruz. Mazot alacağız. Bir petrol istasyonuna yanaştık. Burada da petrol fiyatı galon ile ölçülüyor ve galonu 2 dolar civarı. Bizde ne kadar pahalı diye düşünüyorum. Onların da petrolü yok, bizim de. Ama vergilerden dolayı biz iki misli pahalıya alıyoruz akaryakıtı.
Bu istasyon büyük ve görkemli. Hemen dibinde büyük bir şehrin ışıkları var. Soruyorum. Gerçekten San Miguel’e çok yaklaşmışız. Birkaç km dışındayız şehrin. Saat te sekizi geçmiş. Hepimiz tuvaletlere yöneldik. İki göz tuvaletin biri bay, biri bayan. Biz yine Nurşan'la El Tabiat takılıyoruz. Bu El Tabiat sözü bize bilgili sınıf arkadaşım Kahire Sefiresi Yurdanur’dan kalma. Yurdanur bir gün Kahire’den Kızıl Deniz’e hafta sonu geçirmeye gidiyormuş. Eşi Kahire sefiri de gene Mülkiyeden sınıf arkadaşım rahmetli Aykut ertesi gün katılacak. Yurdanur’un Palmeria’ya ilk gidişi. Onun için yolu ve yoldaki imkanları pek bilmiyor. Onun için yarım saat geçince sıkışmış. Müsait bir yerde mola vermesini istemiş şoförde. O da ilerideki bir dönemeci dönünce durmuş. “Buyurun sefira hanım” demiş. Buyuracakta nereye buyuracak. Hani bazı yerlerde çalılık, ağaçlık yerler olur da ağaç arkası falan imkanları değerlendirilir ama burası Allahın çölü. Ot bile yok. Nasıl yani diye sorunca “El Tabiat Sefira hanım, El tabiat” demiş. Çok sinirlendiğini söylerdi Yurdanur. “ Adam orada duracak ben de çölde tuvaletimi yapacağım. Saçmalığa bak” diye anlatmıştı bize. O gün bugün dilimizde pelesenk olmuştu El Tabiat tabiri. Hani bazılarının çiçek toplamak veya şarkı söylemek demeleri gibi.
Nurşan ile ben El Tabiat imkanlarını değerlendirince bayanlar zaten tek gözlü olan erkek tuvaletini de kullanarak mola zamanını kısalttık.

Bu arada Donald yanaştı yanıma. Şoförümüzün çok bitkin olduğunu ve bu gece daha fazla yol yapmak istemediğini söyledi. Saat sabahın üçünde kalkmış ve otobüsü otelimizin önüne çekmişti saat 4dörtte. 4.30 dan itibaren de valizler gelmeye başlamıştı. O saatten beri perişandı. Grupta zaten perişan. Otobüsteki uyuklama insanı daha da yoruyordu ve bir an evvel yatağa girmek isteğini kamçılıyordu. Sohbete katılanlarla hemen otel aramaya başlamanın iyi olacağını düşündük.


Selin Güzeliş’in sigarasını söndürmesini takiben hareket ettik. Gruptakiler bu gece iyi bir otelde kalalım diye rica ettiler. Bu ricayı özellikle Bülent Güzeliş tekrar edip durdu. “ Bu gece vantilatörlü yerde kalmayalım olur mu?” diye. Guatemala’da Flores’teki göl kenarındaki sevimli otelimizde vantilatör vardı. Onun dışında hep çok kaliteli otellerde kalmıştık. İki gecedir Clarion Suites otelinde suit dairelerde kalıyorduk. O hala inadına Flores’teki otelimize taş atıyordu. Ama daha önce de anlattığım Cancun olayından sonra la havle çekip “ Merak etmeyin. Benimle gelin. Otele beraber bakalım. Beğenmezseniz başka otele gideriz” dedim. Pek hoşlandı.
Bu şehir çok hareketli. Girişinde birçok ünlü diskolar ışıl ışıl. En iyi otelini soruyoruz. El Colonia diyorlar. Donald’ta zaten orada kalmamızı istiyordu. Doğruca otele gittik. Otel bahçe içinde. İki taraftan resepsiyona ulaşılıyor. Otobüsümüz ilk giriş kapısından yanaşamadı. İleriye gidip manevra yapıp gelmeye çalıştı ama bu seferde park eden araçlardan yanaşamadı. O arada ben Mürşit Kodaman, Sayhan Can ve Bülent Güzeliş ile resepsiyona gidip 14 odalarının olup olmadığını sorduk. Var cevabı alınca bir odayı görmek istedik. Otel 3-4 yıldız standardında güzel bir otel.
Yan tarafta kumarhanesi var. Bu ülkede bazı otellere eskiden bizde olduğu gibi kumarhane açma izni verilmiş. Sonra Nihal ile kumarhaneyi dolaştığımızda çok üzülüyoruz. Bu fakir insanların elindeki üç kuruşu da bu kollu canavarlarla soymaya çalışmak çok kötü. Bizde ne ailelerin canı yandı bu yüzden. Hele Nurşan’ın ortağının kumar yüzünden firmayı batırmasının yakın şahidiyim. Nurşan’a bakıyorum. Sanki eski günleri hatırlıyor “CASİNO” neonlarını görünce.
Mürşit bey benden ikinci katta ve oğlu ile yan yana birer oda istedi. Bir de Sayhan bey üst katta kalmak istedi. Resepsiyondaki kızlar üst katta yalnızca üç odanın olduğunu söylediler. Tamam. Biri Sayhan beye diğer ikisi Kodamanlara.
Otel zaten iki katlı. Selen hanım ise otelin birinci katının düz ayak olmasından dolayı pek memnun. Burada işler o kadar ağır işliyor ki otel odalarının anahtarlarını almak yarım saat sürdü. İlk gördüğümüz odaya onay verdiği için Bülent Güzeliş'e hemen o odanın anahtarını verdim. Böylece en azından bir muhtemel şikayeti önledim. Ama bu sefer odam gürültülü diye Huri geldi. Neyse hemen ona bir oda değişikliği yaptık.
Ben Mürşit Kodamanlar için üst katta yan yana iki odanın anahtarlarını elimde ayrıca tutuyorum ama Kodaman ailesi ortalıkta görülmüyor. Neredeler acaba? Otobüsün başına gittiğimde bizim garip Donald ile Ronald’ın kan ter içinde valizleri taşımaya çalıştıklarını görüyorum. İçim sızlıyor. Onlar resepsiyona getiriyorlar eşyaları grupta alıp götürüyor. Köşede Betül hanım mutat veçhiyle söyleniyor.” Gene benim valizlerim en sonra gelecek” Yarın sabah gene çok erken yola çıkmamız gerektiği için gerekli olmayan valizlerinizi otobüste bırakabilirsiniz dememe rağmen herhangi bir parçasını otobüste bırakmaya razı olan çıkmadı.
Donald bu otel pahalı olduğu için çevrede kendilerine ucuz bir otel arayacaklarını söylüyor. Bütün valizler odalara alındığı ve otobüste hiçbir valiz kalmadığı için şoförümüz Manuel de otele gidecekmiş.
Ben de artık odama yerleşmek istiyorum ama şu Kodaman ailesinin anahtarları bende. Onları bir bulsam rahatlayacağım. Casino’ya girip bakayım belki bulurum diyorum. Yüzlerce neonun yanıp söndüğü casinonun iri yarı nöbetçisi müşteri geldi diye yerlere kadar eğilerek kapıyı açıyor. İçerisi benim umduğum kadar büyük değil. Yalnızca jackpot makineleri ve 21 masaları var. Acaba içeride bir başka bölüm var mı diye araştırıyorum. Özel odalara gittiğini tahmin ettiğim kapı tuvalete gidiyormuş.
Çaresiz dönüp resepsiyondaki genç kıza iyice tembihleyip anahtarları bırakıyorum. Kendime bir oda istiyorum. Sabah yine erken yola çıkmamız lazım. Saat dörtte uyandırma verdim. 4.30 kahvaltı. Saat 5 hareket. Kahvaltı salonu ve lokanta hemen resepsiyonun karşısında. Otel odaları dikdörtgen şeklinde dizilmiş. Ortada açık hava lokantası ve yüzme havuzu var. Dışarıda yemek yiyen pek az. Burada da otel içinde sırtlarında tüfeklerle muhafızlar dolaşıyor. Bu görüntülere alışıyoruz.
Bana da ikinci katta bir oda verdiler. Nihal ile eşyalarımızı yüklenip odamıza bıraktık. Sabah aldığımız papaya bize dert olacak gibi. Onu da alınca parça adedimiz arttı. Acaba yemeğe gitmesek te bu papayayı mı yesek diyoruz ama çorba içme isteği ağır basıyor. Lokantaya girmeden bir daha kontrol ediyorum Kodaman ailesi için bıraktığım anahtarlar duruyor.
Lokantaya girdiğimizde 4-5 masa yalnızca bizim grup tarafından doldurulmuş yemeklerini bekliyor. Bir masada Kodaman ailesini görüp ne oldu diye soruyorum. Saf saf yüzüme bakıyorlar.”Ne oldu? Biz odamızdaydık.”

“Ama anahtarlarınız?”


“Biz almıştık. Teşekkürler Atila bey. Hem üst katta. Hem de yan yana.”

Hoppala. Hani üç odadan başka yoktu. Hemen resepsiyona gidip o anahtarları serbest bırakıp lokantaya dönüyorum.


Lokantada Nihal diğer masalardan fikir almakla meşgul. Sevnur hanımların ısmarladıkları et yemekleri henüz gelmemiş. Huri salatanın çok güzel olduğunu söyledi. Sayhan ve Saadet çorbayı methettiler. Bizde bir domates bir de soğan çorbası ile salata ısmarladık. Dev kaselerde gelen çorbalar pek lezzetli idi. Masadan kalktığımızda diğer masalar daha yemeklerini bitirmemişlerdi. Ertesi gün öğrendiğimize göre herkes yemek kalitesinden pek memnun kalmış.
Yatağa uzanmanın bu derece keyifli olduğu ender gecelerden birindeyim. İnanılmaz ama bu gün de bitti. Sabah erken saatlerde Guatemala’dan başlayan serüven sonu El Salvador’da yatarak bitti. Güya bu geceyi Tegucipalga’da geçirecektik. O olmadı Choluteca’da geçirecektik. O da olmadı San Miguel’de kaldık.


Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin