Orta amerika gezisi


Şubat El Salvador – Honduras - Nikaragua



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə13/16
tarix27.10.2017
ölçüsü1,32 Mb.
#15475
növüYazı
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16
12. Şubat El Salvador – Honduras - Nikaragua

Sabahın köründe acı acı çalan telefonla uyandık. Kaç gecedir böyle sabahın erken saatlerinde uyanıyoruz. Yine erkenciyiz. Yatakta geçirilecek her dakikayı kar sayıp bir duş bile almadan odamızı terk ediyoruz. Zaten hiçbir çantayı açmadığımızdan kolayca çıkıyoruz. Bu koca papaya da pek ağır geliyor sabah sabah.Bir daha otobüsten indirmeyeceğime söz veriyorum kendi kendime.


Lokantada kahvaltı başlamış bile. Kahvaltıda biraz yağ ve reçel var. Kızarmış ekmek, biraz domates ve salatalık ta vardı. Sabahın erken saatlerinde ne bulsak Allaha şükür. Kaç gündür oda – kahvaltı paramızı veriyoruz ama daha normal saatte kahvaltıyı almadığımız için böyle verilenlerle yetinmek zorunda kalıyoruz. Hüsniye hanım gene söyleniyor. “Burada da peynir yok. Atila bey bir sorsanız biraz peynir veremezler mi?” Yurt dışında sabah kahvaltılarında peynir verme adeti yok hiçbir yerde. Ama ümit kesilmiyor. Belki bunlarda kahvaltıda peynir yiyorlardır umuduyla tekrar soruyoruz. Cevap yine şaşkın bakışlar arkasında aynı “Peynir mi? Kahvaltıda mı?”
Tam bu sırada Şermin Hanım telaşla lokantaya giriyor ve bağırıyor: “ Valizim çalındı?”
Bir bu eksikti sabah sabah. Erkenden kahvaltıya gelmiş. Kolay çekildiği için resepsiyona kendisi getirmiş çekerek. Resepsiyonda çalışan erkek görevliye “Bak valizi buraya bırakıyorum. Ben kahvaltı etmeye gidiyorum” demiş ve ondan aldığı onay ile rahat rahat kahvaltısını yapmış. Hepimizden önce dışarı çıktığında valizini göremeyince panik içine düşmüş.
Ben olaya el koyarken resepsiyon memurunun yok olduğunu tespit ediyoruz. Yerine iki genç kız geldi. Saat 5 te nöbet değiştirdiklerini söylüyorlar ama çok şüpheli bir durum. Sorumlu olması gereken kızlar acaba odadan gelmedi mi gibi sinir bozucu sorular soruyorlar. Şermin hanımın bütün bilet ve pasaportları orada imiş. Hatta emniyetli olsun diye paralarının bir kısmını da orada saklıyormuş.
Donald ve Ronald’ta piyasada yoklar. Başka otelde kaldıkları için henüz gelmemişler. İngilizce bilen birini bulmak zor buralarda. Çat pat anlaşmaya çalışırken dünya yardımseveri Sayhan yine Hızır gibi yetişiyor. İspanyolca’sı ile araştırmaya katılıyor. Koca siyah valizi kimse görmemiş. Etrafta dört dönerken Donald “Günaydın” diyerek geldi. Ama Almancası olan Guten Morgen “diyerek. Her zaman başka dilden konuşmaya da pek meraklı. Dalıp gittiği zaman durmadan almanca konuştuğu da oluyor. Ben o zaman rica ediyorum İngilizce konuşsun diye. Tam sorunlu bir tip.
O da soruşturmaya başlıyor. Resepsiyon memurlarına bağırıyor, çağırıyor ama ne fayda. Valiz yok. Gören de yok. Çin’de başımıza gelen olayı hatırlıyorum. Cheng-Du şehrindeyiz. Sabah serbest saatlerden sonra saat 13 te valizler oda kapısına bırakılacak ve biz öğleden sonra tura çıkacağız. Bizi Taş Ormanları diye bilinen Yangshou’ ya götürecek uçağımız saat 20 de kalkacak. Tam otobüse bineceğimiz sırada grubumuzun en yaşlı teyzesi (72) daha bir gün önce aldığı kırmızı sırt çantasının kayıp olduğunu söylemişti. Kapısının önüne koymuş diğer eşyalar ile birlikte ama bir tek o kırmızı sırt çantası aşağıya inmemişti. Gene aynı zorluk. Hiç İngilizce bilen yok. Rehberimiz aracılığı ile oteli ayağa kaldırıyoruz. Kat görevlileri orada her katın güvenlik kamerası ile denetlendiğini söylüyor. Biraz beklememizi istiyorlar. Tetkiklerini yapıp geleceklermiş. Tetkik sonrası kamera kayıtlarında böyle bir çanta olmadığını söylemişlerdi ve çok bağırdığımız için kaseti bize de seyrettirdiler ve biz de kapı önüne konan “İşte şu kırmızı çantayı arıyoruz” diye göstermiştik. Meseleye el koyan yakışıklı Çinli otel müdürü “o kolay hemen buluruz” diyor.”Siz turunuza devam edin biz size havaalanına getiririz.”Olacak şey mi? Otelden ayrılmak demek o an çantadan umudu kesmek demek. Yüklenen bütün valizleri indirip polis çağırttık. İki saatten fazla süren uğraşı sonunda oteli 400 dolar tazminat ödemeye mecbur ettik. Geç te olsa öğleden sonra turunda görmeyi planladığımız dünyanın yalnızca bu yöresinde yaşayan Dev Panda’lar ile Kırmızı Panda’ları görmek için meşhur Cheng-Du hayvanat bahçesine kapanmadan 10 dakika önce varabildik.
Kafamdan bu geçirdiğim tecrübe şimşek hızı ile geçiyor ve Donald’a “Lütfen derhal polis çağır. Biz buradan bir yere gitmiyoruz.” diyorum. Şu Ronald’ta yok ortada. “Benden önce kalkmıştı ama nerede kaldı bu çocuk “diye Donald’ta onu arıyor. Kahvaltısını bitiren dostların hepsi endişeli. Polis çağırma işine Donald pek sıcak bakmıyor. Bu yolla burada bir şey elde edilemeyeceğini biliyor. Burası onun yaşadığı ülke. Bir dahaki gelişinde kendisini öldürebileceklerini söylüyor. Ama dengeli bir tarzda olayı takip ediyor ve kendisi onlara silah işareti falan yapıyor.
Ne vardı dışarıya bırakacak şu valizi. Bütün neşemiz kaçtı. Zaten gerisinde olduğumuz programın pek bir gerisindeyiz. Bir de bu günü burada geçirdik mi Managua’ya varmak bile hayal olacak. Mete’nin kulaklarını çınlatıyorum!!
Saat altıya geliyor. Tam o sırada bizim El Salvadorlu rehber yamağı Ronald sallanarak geliyor ve şaşkın şaşkın ne olduğunu soruyor. Donald’ta gelip kendisine yardım etmesini çünkü Şermin hanımın valizinin kaybolduğunu söylüyor. Ronald “Şu siyah valiz mi?” diye sordu. “Evet “ dedik.” Ronald “Ben erken gelmiştim. O valizi resepsiyonda görünce bizim gruptan olduğunu bildiğim için otobüse götürdüm. Otobüste mi kaybolmuş?” diye saf saf sormaz mı? Şermin hanim ve Donald koşarak gittikleri otobüsten kulakları ağızlarına varan tebessüm ile döndüler. Bizlerde derinden bir Ohhhhhhhhhh çekiyoruz ama ne Ohhhh.
Donald ve Ronald diğer valizleri götürürlerken ben hesabı ödemeye çalışıyorum. Cebimde nakit çok az kaldığından kredi kartını kullanmak istiyorum. Ama ne mümkün. Hatlar çalışmıyor diyorlar. Müdür bey provizyon alıyor diyorlar. Kartlar gitti gelmez. Vakıfbank kartı bir acayip Bir takıldı mı en küçük bir bedeli ödeyemez hale geliyorum. Ben de bir de Citibank kartı var. Ona da bir türlü provizyon alamıyoruz falan diyorlar. Yarım saattir uğraşıyoruz sonuç yok. Resepsiyonda Betül ve Bengi de telefon etmek için bekliyorlar ama bizim hatlardan provizyon alınmadığı için onlara da telefon bağlanamıyor.
Grup arabadaki yerlerini çoktan almış bizleri bekliyor. Ben kredi kartından ümidi kesince nakit ödemeye çalışıyorum. Bir kartlarımı geri alsam hemen nakit ödeyeceğim . Neyse 10 dakika içinde hallediyorum ve otelden çıkıyorum.Grup yine Ana kızı bekliyor. Gene telefon başındalar. Seyahatin ilk günlerinde aldıkları ve hiçbir zaman hiçbir yerde bırakmayıp bebek taşır gibi taşıdıkları kırılacak eşya torbalarını sallıya sallaya geliyorlar. Bu sefer sanki biraz mahcup olmuşlar gibi. Kızına söyleniyor Betül “Bilmiyor mu senin o baban ne zor şey buralardan telefon etmek. Her gün telefon beklemese olmaz mı? Etmesen bir de sitem ediyor, surat asıyor söyleniyor. Çıksın kendisi hayatında bir kere yurt dışına da telefon etmeyi denesin, görsün gününü.” O söyleniyor ama grupta ona söyleniyor. Ortalık kızışacak gibi.
Otelimiz hemen San Miguel şehrinin girişinde idi. Gece karanlıkta girdiğimiz için konumumuzu pek görememiştik. Bu valiz , hesap ödeme ve telefon olayları olmasa gene karanlıkta çıkacaktık ve muhteşem Volkan San Miguel’i görmeyecektik.

Ülkenin 250.000 nüfusu ile 3. büyük kenti olan San Miguel 1530’da kurulmuş. Tamamen İspanyol etkisinde tipik bir İspanyol şehri görünümündeki San Miguel İndigo tarlalarının ortasında. 300 yıl süren İndigo ticaretinin merkezi olmuş. Şehre tepeden bakan Volkan San Miguel ( yerli dilindeki adı ile Chaparrastique) 2130m. Sonuncusu 1976 da olmak üzere geçen yüzyıl 10 kere lav püskürtmüş. Sonradan hastane ve Telecom binasına çevrilen Milli Tiyatro binasının yapım senesini merak ediyorum. Oda 1903 - 1909 senelerinde inşa edilmiş. Gene aynı dönem. Bir gün kısmet olursa incelemeye alacağım şu tiyatro yapım olaylarını.


Honduras’a tam 58 km. var. Aşağı yukarı iki saate yakın bir yol. Hudut şehri El Amatillo. Gene hiçbir yol levhası ve işaret yok ama 1 nolu interamericana yolundayız ve zaten başka bir yol yok. Bu yol iki başşehri San Salvador ile Tegucipalga’yı birbirine bağlayan ana yol.
El Amatillo’ya aslında iki yol var 7 nolu karayolu kuzeyden gidiyor. Biraz daha kısa gibi ama çok virajlı. Biz sanki yolu biraz daha uzatarak güneye yöneldik. La Union şehrine doğru. Bu yolun 1 nolu yol olmasının sebebi bu sahil şehri. Sabah daha tam kendimize gelemediğimiz için bir saat sonra vardığımız büyük okyanus sahillerinde tekrar denizi görmek şaşırtıcı. Sanki yanlış gidiyoruz gibi. Kuzeye doğru yöneldiğimizde denizin yani körfezin karşı sahilinde bir yanardağı gösteriyor Ronald. “Fonseca Körfezi. Karşıdaki Cosiguina Volkanı. Nikaragua orası.” Toparlayamıyorum birdenbire. Nereden çıktı Nikaragua. Biz Honduras’a gitmiyor muyuz? El Salvador ile Nikaragua’nın hududu yok ki? Hemen kitabımı açıyorum o bana bilgi verirken. Bu Fonseca Körfezi 3 ülke sınırları ile çevrili. İçerisindeki adalar da paylaşılmış. Her ada bir gün turist cenneti olacak eminim. Cosiguina Volkanı da 859 metre yükseklikte ve aktif değil. Tepesine trekking yapanlar muhteşem manzaralarla karşılaşıyorlar. Dik bir yokuş halinde kratere inen yamaçta muazzam bir krater gölü manzarası tam karşısında ise üç ülke, Fonseca körfezi ve adalar. Her ülkeye gelen gemiler.
Japonların da yardımı ile La Union’da büyük bir konteynır limanı kuruluyor. 2005 te tamamlanacakmış. Tamamlandığında ayda 15 gemi bekleniyor yük indirmek için Ekvador’dan ,Venezuella'dan, Japonya’dan.
Bu arada Bülent Güzeliş’in bağırması ile irkiliyorum. Yol göstermesi veya hangi yola sapmamız gerektiğini konuşmak için en arkadan öne gelen Donald yalpalayıp Selin Güzeliş’e çarpınca “Atila bey! Şu adama söyle oturduğu yerden kıpırdamasın. Yoksa ben ona ne yapacağımı bilirim. Sarhoş mudur? Alkolik midir? Esrarkeş midir nedir bu adam?” Bir bu eksikti. Hem adam rehberimiz olacak hem de en arkadan hiç kıpırdamayacak. Olacak şey mi Bülent Güzeliş’in isteği. Ama bu bey grubun problemlisi. Ne olsa mutlu olmuyor.
La Union’dan 45 dakika sonra hududu teşkil eden Guascoran nehrine varıyoruz
Nehrin bir yakası El Salvador. Köprüye varmadan duruyoruz pasaport işlemleri için. Bu gümrük kapısı biraz daha büyük. Otobüslerin park yeri dolu. Yine pasaportları toplayıp Ronald’a veriyoruz. Donald kıpırdamadan oturuyor. Yardımcım halleder diyor. Ben de inip yardım edeyim diyorum. İnince burnumuza keskin bir domuz kokusu vuruyor. Yanımızdaki kamyonun arkası domuz dolu. Arada bir hortumla su tutuyorlar üzerine. Koku bir kat daha artıyor.
Ronald bir ofise giriyor ve biraz sonra çıkıp beni çağırıyor. Ben de yardımcım Yarış’ı. Biz çıkış damgalarını almak için binaya girerken gruptakiler tuvalet koşturuyorlar.
Binanın içi tam filmlerde gördüğümüz Orta Amerika polis karakolu ofisi gibi. Pencerelerde iki memur rüşvet vermeyenleri bekletip duruyor. Biz ise komiserin masasının karşısında hava atıyoruz. Komiser bir memur daha çağırıyor ki işlemler çabuk bitsin diye. Biz de Yarış ile giriş damgasının bulunduğu sayfaları hazır ediyoruz. Önce tek tek her pasaportun her tarafına bakarken anladı ki böyle giderse bitmez bu iş bizim gösterdiğimiz sayfalara basıp geçiyor damgayı. Teşekkür edip ayrılıyoruz. Bir de grubu topladık mı hemen yola çıkarız diye otobüse doğru geliyoruz. Yine o pis domuz kokusu.
Grubun yarısı ortalıkta yok. Karşılaştıklarımız tuvaletleri mutlaka görmemiz gerektiğini söylüyorlar ama benim derdim bir an önce hareket etmek.
Nihal otobüste uyukluyor. Bayanların büyük çoğunluğu yok ortalıkta. Aramaya çıkıyorum. Saadet hanım herkesin köprünün hemen sol tarafındaki dükkanda alış veriş yaptığını söylüyor. Onları toplarlayım diye girdiğimde çok kocaman bir tekstil dükkanı ile karşılaşıyorum. Sevnur hanım “Şu önlüklerin güzelliğine bakın. Nihayet bulduk. Pazarlık ettik 3 dolardan alıyoruz. Siz de alın” diyerek karşılıyor beni. Dün El Salvador’a girerken bayıldığımız ama sonra başka bir yerde alma imkanımız olmayan önlükleri bulmak çok güzel. Milleti toplayacağıma otobüse gidip Nihal’i uyandırıp dükkana getiriyorum. Biz de 3 önlük alıyoruz.
Önlük alışverişi de tamamlandıktan sonra Honduras’a geçmek için otobüse bindik ve karşı tarafa geçip otobüsten iniyoruz. Honduras’taki gümrük işlemleri için gerekli usulü öğreneceğiz bakalım.
Honduras kapısı da pek hareketli. Bol miktarda satıcılar var. Gümrük binası iki katlı bir bina . Ortası iki tarafı açık pasaj gibi. Tam ortasında gene iki pencerede iki memur oturuyor. Hangisinin ne iş yaptığını anlamadık. Acaba kuyruğa girecek miydik veya bizim pasaportları gene üç beş kuruş rüşvetle içeride hallettirecek miydik? Buralarda ne var ne yok diye beni takip eden dostlarımızı hemen kuyruğa soktum. Her iki kuyrukta da yerimiz olsun sonra neler yapacağımıza bakarız. Ben o arada her iki pencerenin ne olduğunu anlamaya çalışırken bizlerin form doldurması gerektiği söylendi. Yeterlice form alıp dağıttım Herkes kuyrukta beklerken formlarını doldurmaya başladılar. Ben artık Saniye hanımın bütün bilgilerini ezbere biliyorum Doğum yeri Burhaniye. Doğum tarihi 26.3.1922. ..... Biliyorum biraz sonra o zarif edası ile yanıma gelecek ve formunu doldurmamı isteyecek. Bu sefer ona sürpriz yapıyorum. Yanıma geldiğinde doldurulmuş formunu veriyorum. O minnet dolu tatlı gülümsemesi bütün yüzüne yayılıyor. O sırada sağdaki pencerede sıra Nihal’e gelmişti. Evrakları uzattık. “Burada ülke vatandaşlarının çıkış işlemleri yapılır. Siz soldakinde bekleyeceksiniz” dedi oradaki görevli. Bu kuyrukta Nihal’in başına gelenler bize örnek oldu. Nihal’in arkadan iri yarı adamlar ite kaka ya öne geçmeye çalışıyorlar veya boyunun kısalığından yararlanarak tepesinden pasaportları uzatıyorlardı.
Neyse ki bende öbür sırada nerede ise kuyruğun başındayım ve ayni hataya düşmemeye kararlıyım. Onun için Safa ve Sayhan’dan yardım istedim.. Ben bir yanımda Safa bey, diğer yanımda Sayhan bey ile araya kaynak yapmayı önlüyor, formunu dolduran bana veriyor ve sıra ile işlemlerimizi yaptırıyoruz. Arkada genel koordinatör yine Yarış. 3-5 kişinin işlemi bitmişti ki Donald geldi. “Form doldurulacak” dedi. Hepimiz güldük. Ona da bir form verdik. Ronald ortalıkta yok. Tek tek işlemleri yaptırıyoruz. Safa beyin hanımı Beste hanım kocasının orada beklemesinden rahatsız olmuş ki bırakıp gelmesini emretti. Safa bey bildiğiniz gibi sakin çocuk. Direnecek gibi oldu. Sonra “Ne yapalım, mecburum” gibisinden bakarak ayrıldı. O bölüm zayıflayınca kaynaklar arttı. Ama penceredeki memur da baktı ki arkası kesilmiyor pasaportların hepsini birden toplayıp bizim kuyruktan çıkmamızı istedi. Herhalde içeride bizim gruba bir memur ayırdılar. İşleri o yapıyor.
Kapının önünde beklerken satıcı kadınlarla laflamaya başladık. Bizim halka dediğimiz simitler ve çeşitli hamur işleri satıyorlardı. Onların para birimi bizde olmadığı için dolarla alıyoruz ama biraz pahalıya geliyor bize.(!) Sayhan bey bütün heybeti ile adaleti sağlıyor. Sen şu kadından al, sen bu kadından al diye orkestra şefliği yapıyor. O sırada işi biten pasaportları üçer beşer kapıdan bana veriyorlar ve ben de dağıtıyorum. Gene söylenenler var “Ben daha önce vermiştim ama onunki çıktı benimki çıkmadı” diye. Artık buna takılmayım diye dişimi sıkıyorum.
Bir grup dostumuz meyvecileri bulmuş. Çok ucuza muz ve narenciye alıyorlar. Burası da muz cenneti olduğu için en bol ve ucuz meyve bu. Burada bir de olmamış küçük mangoları soyup sanki salatalık gibi yiyorlar. Biz mangoyu pek severiz. Mango da tropik bir meyve. Büyük boy armut boyunda. İçinde yassı ve çok büyük bir çekirdek var. Her ne kadar çekirdeğinin etrafındaki etli kısım lezzetli ise de bu etli kısmı çekirdeğe bağlayan lifler diş araları için problem oluyor. Onun için çok büyük boyunu alıp yalnızca etli kısımlarını bıçakla kesip yiyeceksin. Ama buradaki orta boy elma büyüklüğündeki yeşil mangolar ( ki olgunlaştığında sarı-yeşil-kırmızımtırak renk alır) pek rağbet görmedi. Ama Honduraslılar pek çok alıyorlar.
Gene saat 11 e geliyor yola çıktığımızda. İstikametimiz Choluteca. Buradan 100 km uzakta. 2 saat içinde varırız diye düşünüyoruz. Yeni bir ülkeye girmenin mutluluğu ile arabada neşe hakim. Biraz sonra yol ayırımı görünüyor. Sol taraf Tegucipalga’ya yani okunuşu zor olan başşehre gidiyor. Buradan en az 4 saat çeker diyorlar. Aradaki molaları düşünürsek eğer Tegucipalga’ya gitmeye kalksa idik bu gece ancak varacakmışız. Hem de böyle sabahın köründe uyanıp yollara düşe düşe.
Donald dün akşam Ronald’ı ikna etmiş. Bundan sonraki günlerde de bize yardımcı olacak. O da bütün gezi boyunca bizimle beraber olacak. İkisini toplasan bir adam etmez. Ama Donald kendine ve İspanyol’casına güvenemediği için parasını ona verdiğimiz 2000 dolarda karşılamak üzere onu da yanımıza aldı. Nancy 2000 dolardan ne kadarını bu adamcağıza verdi merak ediyorum. Ronald arkada Destegül ile güzel güzel oynuyor.
Donald’a biraz Honduras hakkında bilgi vermesini istiyorum. Onun verdiği bilgilerle benim yaptığım hazırlığı birleştirip dostlarımıza anlatıyorum. Donald’ta şaşırıyor. “Ben bir cümle söyledim Atila 5 dakikadır anlatıyor. Ne anlatıyor?” diye
Honduras Orta Amerika’nın yüzölçümü bakımından Nikaragua’dan sonra ikinci büyük ülkesi. Fonseca körfezi ile Büyük Okyanusa da sahili vardır. Atlas okyanusunda yani diğer taraftaki Karayip denizindeki adalar birbirinden güzeldir. Burada tespit edilen en eski medeniyet MÖ 1200 yılları ile MS 900 yılları arasında Copan bölgesinde yaşayan Maya Medeniyetidir.Mayaların en güneydeki şehir devleti olan Copan Guatemala hududuna pek yakın yerde ama şu anda Honduras sınırları içindedir. Maya medeniyetini inceleyen bilim adamlarının en güney noktası Copan piramitleridir.

İspanyollar bu bölgeye geldiklerinde Mayalar kuzeye gittiklerinden burada yaşayan Mayalara rastlanmamıştır. Ancak burada Lenca denilen bir yerli kabilesi yaşıyordu.


Kristof Kolomb Amerika’ya dört sefer yapmıştır. İlk üç seferinde hep Karayip adalarına ayak basmış yalnızca son seferinde 1502’de bugün Honduras’ın bir şehri olan Trojillo’ya Jamaika’dan gelmiştir. Kolomb buradaki sahildeki suların derinliğinden etkilenerek bu bölgeye İspanyolca’da “Derinlikler” anlamına gelen “Honduras” demiştir. Bugün hala bu bölge Colon bölgesi diye anılır. Bizim Kolomb dediğimiz kaşifin İspanyolca adı Colon’dur. Kolonileştirme ve koloni sözcüğü bu büyük kaşifin adından geldiğini daha önce belirtmiştim. Sahilde hiçbir kaynak bulamayan İspanyollar 1537de içerilere doğru girerek altın aramışlar Comoyagua şehrini kurarak başşehri Trojillo’dan buraya taşımışlardır.
Ancak burada yaşayan Lenca kabilesinin lideri Lempira 30.000 yerli ile İspanyolları kovmuş ama ertesi sene barış görüşmesi yapacağız diye çağırdıkları toplantıda kalleşçe öldürerek yerli direncini kırmışlardır. Ama bu yerli lider Lempira bugün bile Honduras’ın en önemli milli kahramanıdır. Honduras hükümeti kendi para birimine Lempira adını vermiştir. Bugün 15 Lempira 1 amerikan dolarına eşittir.


Altın ve gümüş arayan İspanyollar geniş tarım alanlarının olduğu iç kısımlara yerleştiğinden bugün 644km uzunluğundaki Karayip sahillerine önem vermemişlerdir. Bu sahiller ile Belize sahilleri sert ağaçların ve bu arada Maun ağaçlarının yetiştiği yerdi. Bu ağaçlarla ilgilenen İngilizler bu bölgeye yerleştiler. Bu durum iç kısımları etkilemediğinden İspanyolları da rahatsız etmedi. Bu sahillerin karşısında bulunan muhteşem mercan kayalıkları ve onun getirdiği doğal korunmalar sayesinde bu bölge korsanların yaşadığı ve cirit attığı yer olmuştur. Meşhur Karayip Korsanları işte buralarda yaşıyorlardı. Yeni İspanya diye adlandırılan Orta Amerika’dan sömürdüklerini Avrupa’ya taşırlarken korsanlarla burada karşılaşıyorlardı. Buradaki binlerce ada ve mağara korsan yatakları diye bilinir. Avustralya’daki Great Barrier Reef’ten sonraki en büyük Mercan Reef’i buradadır.


Bugün dünyanın bir cenneti diye kabul edilen Honduras’ın Roatan adasının da şöyle bir hikayesi vardır. 1979 da Karayip adalarından St. Vincent adasında isyan çıkar. İsyan edenler, Afrika’dan getirtilmiş şeker kamışı tarlalarında çalışan zencilerdi. İngilizler bu insanları gemiye doldurup o sırada hiç kimsenin yaşamadığı bu Roatan adasına boşaltıp ölüme terk ederler. Ama bunlardan önemli kısmı yaşamayı başarır. Yerleşik düzen kurarlar ve sonraları yaptıkları sallarla karaya gelip bugün Sivrisinek Bölgesi diye adlandırılan sahil kesiminde yaşarlar. Bu sahile İngilizler kereste ve tomruk işinde çalışmak üzere Jamaika’dan ve Batı Karayip adalarından yerli getirirler. İşte bugün burada yaşayan nüfusun ataları bu insanlardır ve onun için bu bölgede ana dil hala İngiliz’cedir.
Honduras’ta diğer ülkelerde olduğu gibi 1821 de bağımsızlığına kavuştu. Ancak İngilizlerin sahili ve adaları terk etmesi 1859 da mümkün olmuştur. Ancak İngiliz Honduras’ı adı verilen Belize’den İngilizlerin çıkışı ve Belize’nin bağımsız bir devlet oluşu 1981 senesinde mümkün olabilmiştir. Bugün 250.000 nüfuslu Belize’de resmi dil İngiliz’cedir.
Amma enteresan şeyler öğreniyorduk. Bizim için kapalı bir kutu olan Orta Amerika şekillenmeye başlıyordu. Yavaş yavaş Choluteca’ya yaklaşıyoruz. Hepimiz acıktık. Sonra herhangi bir yerde yemek bulmamız imkansız çünkü doğruca hududa gidiyoruz. Onun için Choluteca’da yemek molası vereceğiz.
Bu arada hep duyduğumuz fakat aslını pek bilmediğimiz bir deyimin aslını öğreniyoruz. Ne mi o? Dinleyelim ve öğrenelim.
ABD Monroe doktrini ile Avrupalıların Amerika kıtasında sömürgecilik faaliyetlerini yasakladı. Eğer Avrupalılar bu kıtaya gelip sömürgecilik yaparlarsa ABD’ye karşı savaş açmış olacaklardı ve ABD kuvvetleri onları kıtadan atacaktı. Latin ülkeleri bu destek karşısında kolaylıkla bağımsızlıklarını aldılar. Avrupalıların buraya gelmesini önleyen Amerikalılar artık bütün ülkeleri kendine bağlayabilirdi.
Meksika’nın yarısından fazlasının işgalinden sonra Amerika’nın Nikaragua ve Honduras’a gelmesi William Walker ile başlar. Kim mi o? O bir deli. Bir korsan. Bir maceraperest Yanında birkaç adamı ile,1855 te Nikaragua’ya gelip ben tekrar bütün Orta Amerika ülkelerini ele geçireceğim ve buralarda ABD hükümranlığını getireceğim diye yola çıkar. Ona ilk kucak açan Nikaragua ve Leon halkıdır. Orada askeri olarak başarılı olan Walker “Ya beş ülke ya hiç “ sloganı ile Honduras’a yürür .
Bu onun sonu olur. Sivrisinek sahillerinde hükümet güçlerine karşı giriştiği savaşı kaybeder. Yakalanır ve kurşuna dizilir. Böylece bu toprakları Amerikan toprakları haline getiremez. Fakat ABD özel sektörü bunu başardı. Nasıl mı? Bu boş sahilleri satın alan muz üreticileri topraklarını genişlettiler. Hele 1900 lü yılların başında soğutucu sistemlerini de kurduktan sonra 1913 lerde Honduras’ın gelirinin % 66 sı muzdan gelir hale geldi ve iki büyük ABD firması bu gelirin sahibi oldu. Bu büyük parasal güce dayanarak Honduras’ın iki büyük partisinden Liberal Parti, Cuyamel Fruit Company’nin, Ulusal Parti de United Fruit Company’nin yönetimine geçti. Halen daha bu iki büyük muz üreticisinin çekişmesidir buradaki siyasal çekişme. Seçimlerde hangisi kazanırsa kazansın sonuçta ABD kazandığı için bu ülkeye “MUZ CUMHURİYETİ” denmektedir. Bizde bile meşhur olan “Sen burasını muz cumhuriyeti mi sandın “ sözünde kastedilen ülke Honduras’mış ve nedeni bu imiş.
Bu bilgiyi almak bütün grubu pek neşelendirdi. Zaten bilmeden kullandığımız iki tabir vardı. Biri bu diğeri ise Patagonya. Patagonya lafı sanki bir hayali ülkeyi ifade eder. Lafı açılmışken ben de uzun süre hem Arjantin ve hem de Şili Patagonya'sını görmüş biri olarak ek bilgiler veriyorum. Güney Amerika kıtasının güney kısımlarına Patagonya denir. Bu bölge iki devlet sınırları içinde kaldığından hem Şili ve hem de Arjantin Patagonya'sı vardır. Şili Patagonya'sında insan nüfusu fazla değildir. Fiyortlar ve adalar vardır. Arjantin Patagonya'sı da kara, deniz ve güney Patagonya'sı olmak üzere üçe ayrılır. Esas olarak kurak arazilerden oluşan kara Patagonya'sında petrol bulunmuş ve içlerinde İtalyan Benetton firmasının da bulunduğu büyük kuruluşlar burada büyük arazi kapatmış, petrol aramaktalar. Deniz Patagonya'sı Altı tonluk deniz fillerinin dünyada karaya çıktıkları tek noktadır. Ayrıca penguenler, ayı balıkları ve Orca denilen katil balina türü ( ki bunlar aslında bir tür yunus balığıdır) burada yaşar. Dünyanın en güney noktasındaki şehir olan Ushuaia (55 derece enlem) yemyeşil ama çok soğuk olan bir bölgesindedir Patagonya’nın.
Konuyu bu kadarla kesince grubumuzdan yine “Ne olur devam et “ sesleri. Ama günlerdir yaptığımız ve de benim diğer seyahatlerde da yaptığım gibi detay bilgiyi ve hatıralarımı yolun uzun ve sıkıcı bölümüne saklıyorum ve yine ileride anlatacağıma söz verip konumuz Muz Cumhuriyetine geri dönüyorum.
Ekonomik olarak bu ülkeyi hakimiyeti altına alan ve hükümete her dediğini yaptırabilen ABD daha sonraları gerek Guatemala’daki CİA faaliyetlerini ve kontr darbeleri, gerek El Salvador’daki iç savaşı, gerekse Nikaragua’ya yolladığı kontra’ları hep bu ülkeden yönetecek idi. 1911 lerde muz firmalarının haklarını korumak amacıyla asker yollayan ABD’nin kontra hareketlerinin hızlandığı 1980 lerde Comoyagua üslerinde 10.000 den fazla askeri vardı. Honduras’ın tam bir askeri kontrolde olmasını hazmedemeyen halkın tepkisi ile 1990’da yeni hükümet tekrar üs anlaşması yapmadı. Kontra yardımı bitti ve Nikaragua’da, El Salvador’da iç savaşlar sırayla sona erdi ve bütün ülkeler huzura kavuşmaya başladı.
Kahve de dünya çapında öneme kavuşunca Honduras’ta kahve üretimi de arttı. Ancak bu bile Honduras’ın Muz Cumhuriyeti diye adlandırılmasını değiştiremedi.
Biz sanki rüyada gibi bu hikayeleri dinlerken otobüsümüz durduruluyor ve bu yoldan geçemiyeceği söyleniyor. Oysa ne kadar yaklaşmıştık Choluteca’ya. Köprü yıkılmış ve geçici yapılan bu köprü bizim büyük otobüsümüzü çekmezmiş.. Onun için başka bir yerdeki köprüden geçmemiz gerekiyormuş. Geri dönüp o geçiş yerini aramaya başladık. Bütün az gelişmiş ülkelerde bir tarif sorunu var. Kesinlikle anlaşılır bir tarif yapmayı beceremezler. Türkiye’de de birisinin tarifi ile bir yeri bulmak tam şans işidir. Burada da aynı şeyi gözlüyorum çünkü şoförümüz durup durup birilerine yol soruyor ve yolunu bulmaya çalışıyor. Ama her sorduğundan başka yönlere gidiyor.
Bu noktadan nehri geçemiyoruz çünkü daha yeni köprü yapılmamış. Eski köprüyü ise Mitch yıkmış. Orta Amerika’da Mitch ile ilk karşılaşmamızdı bu. Mitch bir kasırganın adı.. 27 Ekim 1998 de buradan geçmiş. Orta Amerika’nın gördüğü en büyük felaketlerden biri.
Buraları doğal felaketlerin hep eşiğinde. Gördüğümüz yerlerde hep anlatılıyor şu şehir başşehirmiş ancak depremde yok olunca...... veya bu volkan patlayınca lavlar şehri tamamen yok etmiş ve sonra .......... diye başlayan cümlelere artık alışmıştık ki karşımıza birde kasırga çıktı. Neydi bu kasırgalar?
Kasırgaları da bu konu ile çok ilgilenen Mürşit bey anlatıyor.:
“Afrika’nın batı sahillerinde alçak basınçta oluşan hava rüzgarın etkisi ile yüksek basınçlı yerlere doğru döne döne oluşmaya başlar. Sıcak hava akımları ile beslenen bu rüzgarlar 3000 km yol kat ederek Orta ve Kuzey Amerika’ya ulaşırlar. Kasırgaların oluşma etaplarından ilki “Tropik Karışıklık” İkinci etap “Tropik Çöküntü” Bu noktada dünyanın dönüş yönü ve rüzgarların etkisi ile bilinen spiral dönüşüne ve batıya doğru hareketine başlar. Hızı saatte 64 km ye ulaştığında üçüncü etaba gelinir ve “Tropik Fırtına” haline gelir. Genellikle artık ona yağmur bulutları da karışır. Bu fırtına bu haliyle kalırsa rüzgar ve şiddetli yağmur getirir.”
Hepimiz büyük ilgi ile dinliyoruz:. Mürşit bey o tatlı üslubu ile anlatıyor.

“Ancak bu fırtınanın hızı saatte 120 km. erişirse ortasında oluşan alçak basınç etrafında yoğunlaşır ki buna “Fırtınanın gözü “denir. Kasırgaların çapı 80 km ile 1600 km arasında değişir. Kasırganın enerjisi olağanüstüdür. Dünya üzerinde meydana gelen en büyük termonükleer enerjiden daha da güçlüdür. En çok etkilen alanın çapı 240km. yi geçebilir. Çevrede yaratılan rüzgarın sert etkisi bu çapında üstündedir.”


Biz Türkiye’de kasırganın ne olduğunu bilmeyiz. Biz depremi ve bir de sel felaketini biliriz. Kasırga bize uğramaz. Deprem felaketi ve bunun şiddeti yönünden bir benzerliğimiz var. Ayrıca bizler yanardağı facialarına da uzağız. Hava durumu haberlerinde spiker “Rüzgarın hızı zaman zaman 60 km. ye kadar çıkacağından balıkçıların dikkatli olmaları gerekir” gibisinden bilgiden başkası yabancıdır bize. Burada öğrendiklerimizi havsalamız almıyor kolay kolay. Eğer Türkiye’de anlatılsa idi masal gibi dinlerdik ancak şimdi o facianın geçtiği yerlerde gözümüzle görüyoruz bu kasırganın 4 sene sonra bile bıraktığı etkiyi.
Heyecanla öğrenmeye devam ediyoruz bu doğa afetini.
“Kasırgalar Afrika’da oluşup gelme süresi 2 hafta civarındadır. Bu süre zarfında Atlas Okyanusunda adım adım takip edilir. Sahile varmadan önceki tahmin aralığı 24 ila 36 saat arasındadır. Kasırganın geçeceği güzergah esas olarak tespit edilmesine rağmen çeşitli hava akımları ile yön değiştirebilir.”
Kasırgalar hızlarına göre 5 kategoriye ayrılır. En yumuşağı olan 1.Kategori 120 km. hıza sahiptir. Bir canavar olarak nitelendirilen 5. Kategori1974 te buraları kasıp kavuran Fifi Kasırgası 200 km ye ulaşan hızı ile büyük bir felaket yaşatmıştı. Mitch Kasırgasına kadar hızın 300 km. ye çıkacağı tahmin bile edilemiyordu. İşte 27 Ekim gününden başlayarak birkaç gün süren Mitch, Orta Amerika’ya felaket getirmiştir.
Meğer o sıralar Mitch Kasırgası Mürşit beyin çok ilgisini çekmiş ve uzun araştırmalar yapmış. İsterseniz daha sonra ek bilgiler de verebilirim deyip konuşmasını bitiriyor. Ve hepimizden büyük alkış alıyor.
Ben bu arada Donald’a Mürşit beyin söylediklerini tercüme ediyorum o da onaylar anlamında başını sallıyor. Aynı zamanda Mürşit beyin bilgisine hayret ediyor.
Mitch Orta Amerika’da üç ülkenin, Nikaragua, Honduras ve Guatemala’nın tarihinde ikinci bir dönüm noktasıdır. Mitch’ten önce ve Mitch’ten sonra diye anlatılır çok olaylar.. Son üç günümüzde bunu sıkça duyacağız çünkü artık Mitch’in etkilediği alan içine girdik.

Bundan 8 sene önce Orlando’da öğrencilerle yaz kampı yapıyorduk. Kardeşim Ferhan grubun başında idi. Ben de Washington DC deki kampı yönetiyordum. 1995 senesinde Florida sahillerini etkileyen büyük kasırga geliyordu ve kardeşim bundan kaçmak için bütün planlarını yapmış ve bir otobüsü New Orleans’a gitmek için hazır bekletiyordu. Ben de Washington’dan heyecan ile durumu takip ediyordum. Günlerce gözümüze uyku girmemişti.Her an hava durumunu inceliyorduk. O son 24 saatte Meksika körfezinden esen karşı, hızlı rüzgar kasırganın Florida içlerine girmesini engellemişti de biz de derin bir oh çekmiştik.


Mitch Kasırgası okyanustan sahile yaklaşırken hızı birden bire tahminlerin üstünde 300 km sürate ulaşınca ve sahile vurduğunda da hızı kesilmeyince taa içlere Tegucigalpa’ya kadar etkili olmuş ve arkasında Honduras’ta 6.500 ölü, 11.000 den fazla kayıp ve tamamen harap olmuş bir doğa bırakarak kuzeylerde kaybolup gitmiştir. Günlerce sel felaketine uğrayan başşehrin 1/3 binası yıkılmış, 25 yerleşim yeri tarihe karışmıştır. Maddi zararın 4 milyar dolardan daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Yok olan başta muz, kahve ve tahıl zararının 1 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Honduras’ın toparlanması ve eski haline gelmesi için 15-20 sene geçmesi gerekir deniyor. 1780 de karayiplerde 22.000 ölü bırakan “Büyük Kasırga” dan sonra dünyanın gördüğü en büyük ikinci kasırga faciası işte şu anda üzerinden geçtiğimiz topraklarda yaşanmış. Acı bir olayla da olsa tarihe tanıklık etmek değişik bir duygu yaratıyor insanda.
İşte şu anda Mitch fırtınasının en büyük etki alanlarının içinde geziyoruz. 4 sene kadar önce olan bu kasırga arkasında hiç büyük ağaç bırakmamış. Şu anda geçmeye çalıştığımız Choluteca Nehri - ki bu nehir başşehir Tegucipalga’dan da geçmektedir- o kadar kabartmış ki sel suları 10 metrenin üstüne çıkmış. Köprüler yıkılmış. Sahilde ise Kolomb’un ayak bastığı Trujillo kasabası tamamen yok olmuş. Eskiden tarihi kimliği dolayısıyla turistlerin ilgi odağı olan bu şirin sahil kasabasında bugün kalınacak yer yok. Bütün tesisler yıkılmış. Ülkenin tamamında çok büyük hasar olduğu için geçen 4 sene henüz hayatı normale döndürmeye yetmemiş ve biz de çalışan bir köprü bulsak ta Choluteca nehrini geçsek diye tarlalar içinde yol arayıp duruyoruz.
Nihayet bir köprü bulup karşıya geçiyoruz ve Choluteca’ya yöneliyoruz. Artık öğle yemeğini burada yiyeceğiz. Oysa sabah erken kalkıp çok yol alıp Nikaragua hududunu geçip te mi yeriz öğle yemeğini derken, bir saatte Mitch Kasırgası yüzünden zaman kaybedince saat 1 ye doğru şehre girebileceğiz. Yemek molasını Choluteca’da vermekten başka şansımız yok.
Donald tekrar ciddi tavrını takındı ve “Şimdi ben sana çok detay bir program yazıp Managua’ya kadar neler yapacağımızı yazacağım. Bundan sonra çok rahat olacak merak etme. Şimdi bana izin ver arkada tek tek yazayım” dedi. Aman ne güzel. Zaten o buraları çok iyi bildiğini söylüyordu ya. Tamam yazsın bakalım.
Bir köyden geçerken yol kenarında çift kulplu bizim çaydanlık stili ama büyük boy toprak kapları ilgimizi çekiyor. Su kabı imiş. Büyükleri ile iki kişi uzaktan su getirebilirmiş evlerine.
Choluteca 100.000 nüfuslu güneyin en büyük şehri. Şehrin önemi yalnızca iki hudut arasında ve 1 nolu İnteramericana anayolunun üzerinde oluşu. Mürşit bey “Buralarda McDonalds veya Burger King gibi bir yer olsa tamam işimizi görür” diyor. Sevnur hanım önce bir tuvalet bulsak diyor. Bazılarımız bir çarşı varsa hediyelik eşya alabilir miyiz diye merak ediyor. Manuel arabayı park edecek yer arıyor. Programın bundan sonrasını bütün detayı ile hazırlamış ve bana vermek ve de aferin almak için can atan Donald “Ben bu şehri iyi bilirim. Geçen sene de geldim. Burada Mercado Bianco var” deyip güzel İspanyolca’sı ile herkese sormaya çalışıyor ve sonunda pes edip bu görevi Ronald’a veriyor. Bu pazarın taşınmış olduğuna karar veriyorlar. Şehrin orta yerinde bir sokakta otobüsümüzün rahatça durabileceği bir yer buluyoruz. Gruba inmemelerini rica edip uygun bir yer aramak için ben ve rehberler aşağıya iniyoruz.
Buralara gelmemiş daha Amerikan Fast food’çuları. Mecburen ne varsa onu yiyeceğiz. Hemen bir alt caddede hem bir pizza lokantası hem de Hotel Pasifico var. Otelin bahçede lokantası ve tuvaleti varmış. Bir saat mola verdiğimizi söyleyerek Ben tek tek gruba yol gösterip sonra otele gittiğimde lokantayı bir türlü bulamadım. İçinden geçerek arka avluya dolanıp bir kapıdan mutfak içinden başka bir yere geçiliyor. Burası Honduras tipi Fast Food ve kahvaltı yeri. Adının Comedor Mi Esperanza olduğunu öğreniyorum. Birer göz bay bayan tuvaletinde bizimkiler kuyrukta . Tekrar arkadan otele dönerken gittikçe agresifleşen Bülent Güzeliş sert bir şekilde “Hani burada tuvalet vardı? Nerde? “ diye yarı bağırarak soruyor. Allah’tan tam otel lobisinin tuvaletinin önünde. “İşte bu kapı “ deyince biraz mahcup oluyor. Tuvaletine girdiğimiz fast food’un adının George olduğunu söyleyen sahibi 60 yaşlarında saçları hafif dökülmüş iri yarı birisi. Tuvalet ihtiyacını gideren dostlarımıza yaklaşıp burada yiyebileceklerini söylüyor. Kendisi Amerikalı imiş. Buraya yerleşmiş. Ama buradaki yemekleri kimse beğenmedi. Tuvalet ihtiyacını gideren ayrıldı. Adama biraz ayıp oldu diye düşünüyoruz.
Hemen oradaki bir süper marketten pet şişe sulardan alırken bir haber geliyor ki pizzacı iyi imiş ve orada toplanıyormuşuz. Bizde gittik ve Bülent Güzeliş ve Selin’in masasına oturduk. Burayı işleten genç bir delikanlı. Uzun boylu, yakışıklı 25 yaşlarında birisi. Yanında iki yardımcısı ile siparişleri alıyor. Ama 29 kişinin pizzasının pişirilmesi zaman alacak. Olsun. İçerisi serin. Dışarıda sıcaktan pişmiştik. Herkes siparişini vermeye çalışıyor. Duvara pizza boylarını gösteren şekiller çizmiş. En üstteki kırmızı yuvarlak tabak Grande Pizza boyutunu gösteriyor. Altında sarı biraz daha küçük Meso Pizza boyutu. Bir de çeyrek pizza boyutu var. İşaret edip edip sipariş veriyoruz. Etinin içinde domuz olabilir endişesi ile büyük çoğunluk Vejetaryen Pizza istiyor.
Siparişler tamam. Şimdi sıra sabırla pizzaların pişmesini beklemek. Bu sırada gene George’u düşünüyoruz. Şermin hanım “ Ama ne ayıp oldu adama. Bari bir kaçımız orada yeseydik” diye üzüntüsünü dile getiriyor. Safa “Güzel olsaydı yerdik “diyor. İşte bu minvalde laflarken mutfak kapısından içeriye George giriyor hepinize tekrar merhaba diye. Ve tanıtıyor “ Bu benim oğlum Abraham “ Hepimiz şaşkınız. Aval aval biraz da mahcup bakarken öğreniyoruz ki bu bölümlerin ve otelin tamamı onunmuş. Arkada dolandığımız mutfak ta ortak mutfakmış. Abraham adını duyan Donald hemen kulaklarını dikip yanaşıyor “Şalom” diye. Ondan sonra da derin bir sohbete dalıyorlar. Anlatıyorlar birbirine nereden geldiklerini.
Pizzaların gelişi gecikecek. Yahudi dostları ile sohbete dalmadan önce Donald otobüste hazırladığı notları veriyor. Ben şunu bir tetkik edeyim derken Nihal yan taraftaki küçük bir hediyelik eşya mağazasından dönen Sevnur’dan bilgileri alıp 15 dakikalığına izin isteyip masadan kalkıyor. Onu takip edenlerle birlikte alışverişe gidiyorlar.
Ben de artık Donald’ın bundan sonranın tamamen programlandığını iddia ettiği notlarını okuyorum. Notlar aynen şöyle:
“Choluteca yol üzerinde büyük şehir. Bana otobüste otururken dostlarımızın gelip sordukları şey nasıl telefon edecekleri idi. Ben bu şehri iyi bilirim. Burada telefon vardır. Telefon kartı satılır. Belki dolar değiştirmeden bile kart alıp telefon edilebilir. Choluteca’dan sonra El Espino hudut kapısına gideceğiz. Oradan Nikaragua’da Esteli şehrine gideceğiz. Esteli’den Managua’ya gideceğiz. Bu yol daha düzgündür. Tamamen dağlardan geçer. Akşam umut ediyorum ki Managua’da oluruz.”
Notlar burada bitiyor. Donald’a dönüyorum. O da “Nasıl ama? Beğendin mi? Her şey artık kontrol altında değil mi?” gibisinden bakıyor.
Bir La havle çekiyorum. Bu adam tam kaçık. Telefona taktırmış bir kere. Bengi İngilizce öğretmeni olduğu için ve de telefona meraklı olduğu için olsa olsa onunla konuşmuştur, diye düşünüyorum. Grubun diğer fertlerinin telefonla derdi yok. Ayrıca okuduğum kitaplara göre ve Manuel ile San Salvador’da yaptığımız bilgi alışverişine göre mutlaka Leon şehrine gideceğiz. Onun için El Espino‘ya da gitmeyeceğiz, Esteli’ye de. Biz Guasaule kapısından gireceğiz Nikaragua’ya. Bu adama artık bir şey sormamaya karar veriyorum ama bu saçma sapan notları da bir gün kitap yazarsam içine koyarım diye saklamak üzere Nihal’e veriyorum. Donald’a da sonra konuşuruz kabilinden bir işaret yapıyorum.
Yemek sırasında Güzeliş ailesi ile havadan sudan laflıyoruz. İyice kararlı dönünce Dolphin turu mahkemeye vermeye. “Dolandırıldık” diyor başka bir şey demiyor. Ama hep beni konunun uzağında tutmaya çalışıyor. “Size lafım yok benim Atila bey. Siz elinizden geleni yapıyorsunuz. Zaten bu Mete hep arkadaşlarını rehber olarak öne sürer ve bu işin içinden çıkmasını ister. Siz de kandırıldınız. Size de acıyorum. Allah’tan siz vardınız. Biz sizin sayenizde bazı yerleri gezip görebiliyoruz bütün organizasyonsuzluğa rağmen. Ama ya siz olmasaydınız? Ne olurdu bu grubun hali? Siz varsınız diye onun bu laubaliliğini af mı edelim? Olmaz böyle şey. Ben ne yapacağımı bilirim. Ama siz alınmayın” diye söyleniyor gözlerini döndüre döndüre. Neyse Nihal yan dükkandan aldığı kaz tüyü üzerine yapılmış resimleri ve üzerinde Honduras yazan küçük bir tabloyu göstererek havayı dağıtıyor. Tüyü gören Yarış yan masadan koşarak geliyor. Onun bir ressam arkadaşı var. Bir de müzisyen. İkisine ya bir müzik aleti alıyor ya da resim. Gerekli bilgiyi alıp hemen yan dükkana koşuyor. Dönerken ben de dükkana bir göz attım. Dükkan sahibi ve eşi bugün yaptıkları alışverişten öyle memnunlar ki. Ağızları kulaklarında. Belki 3-5 aylık satışlarını yapmışlar. Bana ilgi göstermediler bile.
Hesabı Bülent Güzeliş ödeyerek beni mahcup ediyor. Ama mahcup olmamam içinde hatırlatıyor.” Siz de Havana’da bizim içkilerimizi ödemiştiniz” diye. Kendince hesaplaştı. Sağlık olsun.
Ara pasajı kullanarak bir üst yolda bekleyen otobüsümüze varıyoruz. Karnımız doymuş. Yola hazırız.
Donald programı yapmış olmanın huzuru içinde tamam mı der gibi bakıyor. “Biz Leon’a gideceğiz” diyorum kararlı bir sesle. O yolun çok kötü olduğunu geceye kadar varamayacağımızı önümüzdeki iki günde de Costa Rica’ya gidip gelmenin imkansız olacağını onun için doğruca Esteli üzerinden gitmemiz gerektiğini söylüyor. Biz buraya yol yapmaya mı geldik yer görmeye mi? Nikaragua’nın en önemli iki şehrinden biri olduğunu söylüyor kitap Leon’un. Diğeri de Granada. Biz bu ikisini de atlayıp ha babam yol yapıp Costa Rica toprağına ayak basmaya çalışmamız bence çok saçma. Uçağımız Managua’dan kalkacağı için önümüzdeki iki günün tamamını yolda geçirmek anlamsız. Ama grup bir de Costa Rica ülkesini de görmeyeceğini öğrenirse ne der diye düşünüyorum. Zaten Tegucipalga , Tigal Milli parkı, Comoyagua, San Jose ve buna bağlı olarak bütün Costa Rica programlarının iptal olmasından rahatsız. Bari bir şehre girebilsek demiş ve bu teklifi ondan kabul etmiş. Ama bu yollarda bitmek bilmiyor ki. Güya dün gece burada olacaktık ve sabah 5 te yola çıkacaktık. Şimdi saat 3 e geliyor. Bir gün daha gerisine düştük daha dün sabah yaptığımız programın.
Leon’u göreceğiz. Bunun başka yolu yok. Donald o zaman üzgün üzgün bakıyor yani bütün yazdıklarımın hiçbir kıymeti yok mu diye. Ne yapayım. Sen yazdın diye ben uygulamak zorunda mıyım? Şu hale bak! Ben rehberimiz gelince ne rahat edeceğim. Artık programı o yapar ben de gezer görürüm ve herkes memnun kalır derken bırakın adamın program yapmasını bir de ona nereleri göreceğimizi ben ikna etmekle uğraşıyorum. Bendeki nakit epey azalmış. Kredi kartları dolmuş. Önümüzde 3 gece otel parası ödenecek. Yemekler ve vize, çeşitli giriş ücretleri ödenecek. Bu kızgın ve kırgın ve de bu tur için yüklüce bir para ödemiş kişilerden para isteyecek halim de yok. Onları nasıl Costa Rica’ya gitmeyelime ikna ederim de son iki günü Managua çevresinde geçiririz diye düşünürken bir de rehber diye gelen Donald’ı ikna etmeye çalışmak. Zaten dudağım uçuklamış stresten. Çok uzatmak istemiyorum lafı. O da anladı çok kızdığımı. Çok üzgün. Üzgün ama ben ne yapayım. Otobüste keyfi en yerinde olan yanında getirdiği Ronald. Hayatında ilk defa buralara geliyormuş. Ne güzel geziyorum diye mutlu.
Ronald futbola çok meraklı. Türkiye’nin Dünya üçüncüsü oluşunu çok iyi biliyor. Hele kendilerini eleyip giden Costa Rica‘nın Türkiye tarafından saf dışı edilmesinden pek memnun. Burada tam bir rekabet var. Nasıl bizde bazı fanatiklerin UEFA kupası maçlarında bile karşı ülkenin takımının kazanmasını istemesi gibi Costa Rica da bizimle aynı gruba düşünce Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde Costa Rica’nın yenilmesini isteyenler çoğunlukta olduğu için Türkiye taraftarı daha fazla imiş. Bizim finale kalmamıza da çok sevinmişler.
Burada da futbol çok önemli ve popüler. Futbol rekabetinin ilginç bir hikayesi var buralarda. 1970 Dünya Kupası eleme grubu maçlarından birisi de 1969 Haziranın ortalarında San Salvador’da yapılıyor. El Salvador ve Honduras karşı karşıya. Birçok Honduraslı fanatik Salvadorluların saldırısına uğruyor. O kadar büyük arbede çıkıyor ki bir çok insan ölüyor. Honduraslılar yaka paça hudut dışı ediliyorlar. Buna Honduras hükümeti çok sinirleniyor. Yıllardır gerek ölüm mangalarından gerekse açlıktan Honduras’a kaçan 300.000 e yakın El Salvadorlu vardı ya misilleme olarak bunları yurt dışına sürgün ediyor ve ülkelerine geri yollamaya başlıyor. Mecburi göç zor şartlar altında yapılıyor. Kendi halkının sınır dışı edilip geri yollanmasına tahammül edemeyen EL Salvador hükümeti kapılarını kapatıyor ve arkasından Honduras hava limanlarını bombalayıp bazı bölgeleri istila ediyor.
14 Temmuzda başlayıp yalnızca 100 saat süren ve tarihe “Futbol Savaşı” diye geçen bu savaş, etkisini yıllarca sürdürdü. Barış anlaşması 1980 de yapılabildi. Barış anlaşmasının hemen arkasından patlayan iç savaştan kaçan El Salvadorluların tekrar Honduras’a dalgalar halinde gelişi gergin ilişkileri daha da gerdi. Mülteci dalgalarının ne zor olduğunu hem Bulgaristan’dan hem de Iraktan gelenlerle yaşamış olan Türkiye çok iyi bildiği için Honduras’ın durumunu anlıyoruz. Bence Honduras’a yerleşmiş durumda olan Amerika kontra hareketlerini yönetmek için bu göçmenleri paralı asker haline getiriyor ve Nikaragua iç savaşında kullanıyor. Onun için göçe izin veriyordu.
“İşgal edilen yerler ne oldu?” diye merak ediyorum.
“Honduras ile El Salvador arasında dört bölge halen ihtilaf konusu. Kara sınırındaki üç yerde henüz çözüm yok. Ama Fonseca körfezinde çözüm var.”
“Fonseca Körfezi? Burası hani El Salvador, Nikaragua ve Honduras tarafından paylaşılan büyük okyanustaki körfez değil mi?”
“Evet” diyor. “ Okyanusta bütün her yerde 6 veya 12 deniz mili esası uygulanır karasularında. Ama bu körfezde üç ülkenin sahili var. En uzun sahil 124 km. ile Honduras’ın. Otuzdan fazla adada Nikaragua’nın hakkı yok. Ama üç adanın kimliği de tartışma konusu idi. 1992 de Uluslar arası Mahkeme iki adayı El Salvador’a, üçüncü ada, La Tigre adasını da Honduras’a bıraktı. Bu körfeze özel karasularının üç mil olacağına karar verdi. La Tigre bunların içinde en değerli ada. Çünkü meşhur İngiliz korsan Francis Drake bu adayı üs yaptı. İspanyolların Peru’dan getirdikleri altınları ele geçirdi. Buralarda gerek gemileri gerekse şehirleri yıllar boyu talan etti. Korsanlıktan elde ettiği hazinelerini burada sakladı. Bu güne kadar bulunamayan bu hazineler hazine avcıları tarafından hala aranmakta.”
Ne enteresan diye düşünüyorum. Bizim de Ege denizindeki Yunan adaları ve 3 mil sınırı ile başımız dertte. Dünyanın öbür ucunda da başka iki devlet 3 ml mi, 6 mil mi hatta 12 mil mi? Diye kavga edip duruyor.
Hudut buradan yakın. Yol bir de güzel. Aman keşke devamı da böyle olsa diyorum. Belki de böyledir huduttan Leon’a kadar olan yol. Manuel çok bozuk dedi ama onun geçtiği geçen seneden bu güne belki onarmışlardır. Bak ne güzel bu Choluteca – Guasaule yolu. Nikaragua’ya bağlayan köprü pırıl pırıl. Yol işaretlerinde ve levhalarında Japon bayrağı dikkatimizi çekiyor. Anlıyoruz ki tüm yolları harap olan Honduras’a Japonlar yardım etmiş ve yolun bu bölümü ile köprüyü inşa etmişler. Onun için güzel bir yoldan hızla gelebildik buraya. Hem de daha herkes Honduras’tan aldıklarını birbirine göstermeyi bitirememişti.
Şimdi Honduras’ı terk edeceğiz. Herhalde kimse otobüsten inmeden çıkış damgalarını alacağız. Bu sefer tecrübeliyiz. Yarış ile pasaport ve formları toplarken tek tek ikinci nüshadaki isimlerin iyi okunup okunmadıklarını kontrol ediyoruz ki beklemeyelim diye. Gerçekten de işe yarıyor ve işlemlerimizi bitirmemiz yarım saatimizi almıyor. Bu kapıda ilk defa karşılaştığım olay çıkış vergisi. Adam başı iki dolar para istiyorlar. Ne olduğunu anlamadık ama ödedik gitti. Otobüsün kapısına ulaşmak bu ayaklı döviz bürolarından dolayı zor. Yarış’la gümrük ofisine gittiğimizde doluşmuşlar otobüsün kapısına. Bu bir yerde grubu otobüste tutmaya yaradığı için biz gelince hemen hareket edebiliyoruz.
İşte karşımızda pırıl pırıl bir köprü. Gene iki levha var. Köprünün bu tarafında “İyi Yolculuklar. Honduras Cumhuriyeti” yazıyor. Levhanın sol tarafında Honduras , sağ tarafında ise Japon bayrağı var. Aynı firmanın yaptığı belli olan köprünün öbür tarafında “Hoş geldiniz. Nikaragua Cumhuriyeti.” Yazıyor . Yine aynı şekilde solda Nikaragua bayrağı. Sağda Japon bayrağı. Büyük beyaz levhanın sağ tarafında yeşil bandın içinde bu yolun 1 nolu İnteramericana Highway olduğunu gösteren bir büyük ok ve CA 1 amblemi var. Mitch’in berbat ettiği yollardan sonra böyle bir güzellikle karşılaşmak bizi sevindiriyor. Japonya’ya teşekkür ediyoruz içimizden. Keşke Türkiye olarak biz yapsaydık bu köprüyü de Türk bayrağı görseydik burada.
Yolun karşısında bambaşka bir manzara ile karşılaşıyoruz. Pırıl pırıl ve çok büyük bir gümrük alanı. Bahçe ve çiçekler içinde. İhtiyaç sahiplerinin görebileceği güzellikte Toilet levhası. Gene bir başka levhadaki ok “Duty Free Shops” diyor. Gümrük binası çok büyük. Ortada daire şeklinde camlı büyük bir oda ve 8 ayrı pencerede hizmet veren gümrük memurları. Bu ne modernlik böyle. İşlemlerimin çabuk biteceğini düşünmek gibi bir saflığa kaptırıyorum kendimi. Hem de o kadar ki. “Şimdi. Buradan da hemen çıkarsak. Yol da iyi ise Leon zaten 100 km. belki 1 – 1.5 saatte varırız. Hemen bir şehir turu. Akşam Managua’yı da pas geçersek göl kenarında Granada’da kalabiliriz. Sabah hemen turumuzu atar da yola çıkarsak yarın öğlende falan Costa Rica Hududuna varırız. Yarın geceyi Liberia’da geçirir döneriz. Hiç olmazsa şikayetlerin birazı azalır.” Diye bile düşünüyorum. Bir de üstelik mutluluk gülücüğü yayılıyor suratıma. Biraz sonra göreceğim anya ile konyayı. Bina güzelliği neymiş? Orta Amerika’da insanların çalışkanlığı neymiş? Ne kadar bina yaparsan yap insanları değiştirmenin zor olduğunu kafamıza kakacaklar..
Etrafımızı saran dövizciler yaygarasından öğrendiğimize göre burasının para biriminin Cordoba 1 dolara 14 Cordoba veriyorlar. Sonradan Managua’da bankada bile kurun 14.50 olduğunu öğrenince burada bizi kazıklamaya çalışmadıklarını değerlendireceğim.
Dostlarımız soruyorlar yine form dolduracak mıyız diye. Bilmiyorum. Zaten rehberlerimiz de bilmiyorlar. Ronald bu sefer bize yardımcı ve ortalıkta. Beraberce binaya girdik. Ronald, ben, Sayhan ve Yarış. Evet gene ayni soruları kapsayan form tutuşturuluyor elimize. Tuvalete ve dükkanlara gidenler olduğu için grubu toplamamız zor. Onun için biz başlıyoruz herkesin formunu doldurmaya. Ben standart bölümlerini yazıp yana geçiriyorum. Böylece bir işbölümü yapıyoruz. O sırada şoförümüz Manuel beni çağırdı. Yan tarafa gitmemiz gerekiyormuş. Tabi tercüme etsin diye Ronald’ı çağırdım. Ronald’ın form doldurmada hiç faydası olmuyor. Okuma yazması fazla yok galiba. Zaten mesela doğum yeri : Eskişehir’i okuyup onu forma yazması çok zor. Donald’ı arıyor. Bizim rehber yok gene ortalıkta. Bir şeyler araştırıyordur. Ben Manuel ile gideceğim sırada gözüm yerime işe devam edecek birini aradı. Hızır gibi Nurşan geldi. “Atila yapabileceğim bir şey var mı?” diye. Olmaz mı? İşi tarif edip Manuel ile yan odaya geçtik. Otobüsün ülkeye giriş işlemi yapılacakmış. Grup lideri olarak grubumdakilerin kimliklerini istiyorlarmış. Ne işe yaradı şu benim garip liste. Hemen gösteriyorum. Yakasında adının Luis olduğu yazılı memurun gümrükçü mü yoksa asker mi olduğunu anlamadım. Hem omzunda bir tüfek var, hem de duvara asılı bir tüfek. Biraz sonra yanına gelen meslektaşı da tam teçhizatlı. Listeye bakıyor dikkatlice. Kendisine 3 nüsha gerekli olduğunu söylüyor. Zaten bir yerde birden fazla kopya lazım diyorlarsa bakın etrafta mutlaka bir fotokopici faaliyettedir. Organizasyon her yerde mükemmeldir. Eskiden yalnızca komünist ülkelerde bu saçma istekleri karşılayacak düzen yoktu.
Manuel fotokopiciye giderken beni oturtuyorlar bir sandalyenin üstüne. En fazla 10 metrekarelik bu odanın her tarafı dosya dolu. Öğreniyorum ki geçen her araç için bir dosya açıyorlar ve onu saklıyorlar bu odada. Luis araçların geçişi ile ilgili görevli. Hem her görevlide silah var hem de her tarafta silahlı askerler var. Burada da kapı akşam olunca kapanıyor. Sabah tekrar saat 8 de açılıyor.
Burada işim bitince tekrar orta salona geçtim. Bizim ekip kimselere ihtiyaç olmadan doldurmuşlar formları. Yine beni arıyorlar çünkü giriş parası isteniyormuş. Bu neyin nesi. Bizim Nikaragua ile vize anlaşmamız var. Karşılıklı vize istemiyoruz. Memurda “Tamam. Vize istemiyoruz. Bu başka . Bu giriş parası. Kişi başı yedi dolar. Bunun iki dolara çıkış için. beş doları giriş için.” Hiç böyle bir şey duymamıştım. Bu ülkeler bize epey şey öğretecek. Meksika’ya girmek için otuzyedi dolar, Küba’ya girmek için elli dolar ve ayrıca Küba’dan çıkmak için havaalanı çıkış vergisi adı altında ayrıca bir yirmi beş dolar, Guatemala’ya girmek için yirmi beş dolar, El Salvador’a girmek için iki dolar ve çıkmak için iki dolar ödemiştik. Burası toplam yedi dolar daha istiyor. Ronald bu fişleri atmamamızı huduttan çıkarken göstermemiz halinde tekrar para ödemek zorunda kalabileceğimizi tercüme etti. Donald’ın derdi kendi ile. O da ortaya çıkmış Amerikalıların para ödeyip ödemeyeceğini soruyor. O çıkınca ortaya gümrük işlemlerimizi yapan memur “Bak İşte sizin durumunuz ile Amerikalıların durumu ayni. Onlar da 7 dolar ödeyecek. Eskiden Türkiye ile anlaşma yoktu. Anlaşma olmayan ülkeler gibi 28 dolar ödüyordunuz” Halimize şükretmekten ve bu parayı ödemekten başka çaremiz yok. Donald’ta para bitmiş. “Benimkini de öder misin” diyor. “ATM’den para çekince sana geri öderim” Zavallının hiçbir zaman parası yoktu ki.
Formları doldurduk, parayı ödedik artık işlemimiz biter sanıyoruz ama ne yapıyorlar bilmiyorum. Bütün pasaportları alıp gittiler. Bekleyin diyorlar. Ronald’a sen bekle ben de bir tuvalete gideyim diyorum. Zaten bize yardımı bitiren Sayhan, Yarış ve Nurşan çoktan uzaklaşıp gümrük alanını keşfe çıktılar.
Tuvalet teftişimden memnunum. Burasının modernliğine yakışan temiz tuvalet. Şişman bir yerli bayan hemen arkamızdan su dökerek temiz tutuyor her yeri..
Gümrük sahasının arka tarafında dört tane Duty Free Shop görüyorum. Acaba bizimkiler nerede. Birisine yöneldim. Kapıyı gene tüfekli bir muhafız açtı. Bizim Kapıkule’deki dükkanlara benzettim. Avrupa ülkelerinin Türklerden vize istemelerinden beri araba ile Kapıkule’den geçmedim. Schengen vizesi çıkınca tekrar niyetlendim ama bu seferde Yugoslavya’da çıkan karışıklıklardan dolayı çok uzun zamandır karayolları kapılarımızı görmedim. Onbeş sene önceki dükkanlarımıza benziyor.
Dükkan büyük. Epey mal var ama bizim grup yok. Yandakini deniyorum. Orada da yoklar. Üçüncüde buluyorum. Zaten kapıya yanaşırken gelen sesler hemen herkesin burada olduğunu gösteriyor. Bizim hanım da içeride.
Seyahatin ikinci yarısında nedense hep yedek çantalara ihtiyaç olur. Hep valizci ve çantacı aranır. Bu kadar sıkıntılı ve az alışverişli geçtiğini sandığım gezide bile çok dostumuzun yedek valiz ve el çantalarına ihtiyacı doğmuş ki kapı kapış gidiyor çantalar. “Bak hem de tekerlekli. İçi çok geniş. Vallahi Hüsniye hanım bu tam size göre. Hem de sekiz dolar. Ben çizgilisinden aldım.” Diye bir konuşma işitiyorum. Nihal de havaya kaptırmış kendini hangi rengini alalım bu çantaların diye soruyor bana. Sonra farkına varınca ve hatırlayınca evde boş çantaları koyacak dolabımız kalmadığını çok gülüyoruz. Ve geleneksel bir tarzda içkilerin olduğu yere yöneliyoruz. En beğendiğim J&B fiyatı da iyi. 11 dolar . O sırada yanıma Sevnur hanım geldi. Alçak bir sesle “Atila bey . Bence buradan bir şişe viski alın. Onu otobüste ikram edin. Böylece gergin olan havayı biraz yumuşatırız.” Diye gerçekten çok güzel bir öneride bulundu. Çok teşekkür edip bir litrelik J&B yi kucakladım. Sevnur Hanım ne de olsa eski yönetici. Kendisi Kız Lisesi mezunlar grubunun başı olarak bir çok gezi organize etmiş. Toplum psikolojisini iyi biliyor. Buraya birlikte geldiği diğer 3 hanımefendi ile, bütün tartışmaların içinde çok dengeli durmasını bildi. Şimdi de güzel bir öneride bulundu.
Dükkanın içi tam curcuna. Birisi küçük bayan el çantasını bulunca ortalık yangın yerine döndü ve bu çok ucuz çantalar bir anda bitti. Dükkanlarda bir de elektronik eşyalar var ama onlara bakan yok. Fiyatları bana ucuz gibi gelmedi. Ama herkes bir de su peşinde. Bir dolabın içinde buz gibi soğuk sular ve biralar var. Dışarıda hava sıcak. Burada büyük şişe su bir dolar. Hepimizin en az bir şişe alıyoruz. Ben dolarımı oradaki muhafıza verdim. Tamam deyip cebine attı ama çıkarken başka birisi durdurup paramı ödememi söyledi. Anlatıncaya kadar epey uğraştım. Bir de viskinin parasını ödemek için. Tam onbir dolar verip pasaportlara gitmek istedim ama kasiyer kızlar parayı almak istemeyip bir şeylerle uğraşıp durdular sonunda bana ondört dolar dediler. Anlaşmakta zorluk çektik ama öğrendim ki onbir dolar olan 75cl. olanı imiş.
Dükkanlar orta bölümün elli metre uzağında açık arazide. Onun için kapıları ve bütün camları demir parmaklılıklarla korunmaya alınmış. İçeride Yarış bekliyor. “Ne oluyor Yarışçığım ? Bitti mi?” “Nerde Atila abi. Şimdi şu adam bütün pasaportları aldı. Tek tek başka bir form dolduruyor.” Desene işimiz uzun. Ben tekrar en neşeli yere, dükkanlara döndüm. Yarım saat sonra da Yarış’tan işimiz bitti müjdesi geldi. Zaten alışveriş de bitmişti. Otobüse binip Manuel’e hadi gidelim dedim. Tam hareket etmiştik ki arkadan hop hop sesleri. Meğer son anda çantaları gören Selen hanım “Ay bunlar tam benim aradığım gibi. Hangi dükkandan aldınız? Ne olur beni bekleyin ben de alayım” demiş ve bastonuna tutuna tutuna gitmiş. Tabi oğlu Bahadır da annesinin peşinde. Tekrar bakıyorum. Tamam yalnızca iki eksiğimiz var. Kimsenin yerinden ayrılmamasını söyleyip “Hadi” demek için arkalarından dükkanlara dalıyorum.
Toplam üç buçuk saat zaman kaybettik bu iki gümrük kapısında. Hem ki Honduras’tan kolayca çıkmıştık. Orada işlerin çok yavaş işlediğini sorunca “Siz esas Nikaragua – Costa Rica kapısını görün. Orada her iki tarafta birbirine inat işleri ağırdan alıyorlar. Buradan üç saatte geçtiniz oradan beş saatte geçemezsiniz” diyorlar. Bunu birkaç kişiye teyit ettirince gene moralim bozuldu ve programı düşünmeye başladım. Tekrar hesap kitap. Biraz sonra hava kararacak. Bugün gitti. Önümüzde bir yarın ve bir de yarından sonra var. Ondan sonraki gün Managua’dan uçağımız kalkıyor. Güya biz bu gece bütün bu yolları yapmış Managua şehir turunu falan da bitirmiş olacak ve sabah erken Costa Rica’ya geçecektik. Şimdi önümüzde herkesin çok kötü dediği yol var. Oradan geçip te Leon’a varacağız. Leon’u mutlaka gezmek istiyoruz ama nasıl ve ne zaman? Hele bu huduttan geçme işi iyice kafamı karıştırdı. Demek biz sabah hududa varsak beş saatte karşı tarafa geçeriz. Bir çay içip dönmeye kalksak bir beş saat daha. Toplam on saat. Bizim on saatimiz yok ki. Ayrıca bu kapılar gece kapalı. Gündüz saatini hudut kapılarına da ayıramayız ki. Yok yok olmayacak. Bu Costa Rica’ya gitme işi imkansız.
Ben bunları düşünürken otobüsümüz bir türlü ilerleyemiyor.. Gümrük alanı da aslında çok büyük ve modern gibi. Her yer asfalt. Ama önümüzde çok tır var. Kuyruktayız. Onlar sanki park edecekler gibi . Yanından geçsek te biz gitsek diye düşünüyorum ama yandan da geçecek yer yok ki. Bir bu kuyruk eksikti. Leon’a kadar şu yüz km lik yolu acaba bir buçuk saatte alır mıyız diye düşünüyordum. yüz metreyi de bir yarım saatte ilerledik. Meğer önümüzde kontrol noktası varmış. Oradaki polis evrakları inceliyormuş. Bizi de durdurdular. Kapı açıldı. İçeriye iki polis girdi. Pasaport kontrolü. Tek tek herkesin yüzüne baka baka kontrol ediyorlar. Hiç aceleleri yok. Anladım otobüsümüzün kuyrukta neden o kadar yavaş ilerlediğini. Teşekkür edip Buenas Dias deyip indiler. Bir oh çekip yola koyulduk. Daha ilk metrelerden itibaren yani gümrük sahasını terk eder etmez dev çukurlar karşıladı bizi. Manuel çukurlara düşmemek için her türlü cambazlığı yapıyor. İlk km yi bile en az onbeş dakikada aldık. Burada da Mitch kasırgası her şeyi silip süpürmüş. Nikaragua da perişan olmuş. Yolların ve köprülerin yapımı , onarımı çok zaman alacak gibi. Esteli yolu dağ yolu olduğundan bu kadar hasar görmemiş ve o yol biraz daha iyi imiş.
Biz yolda hoplayıp zıplarken ileride iki otobüs durmuş ve başlarında da polisler var. Allah kaza olmuş diye düşündük. Ama yanlarından geçeriz. Zaten otobüsler devrilmiş te değiller. Ama polisin işareti ile biz de sağa çektik. İki polis otobüse geldi. Pasaport Kontrolü. Şaka yapıyorlar sandık. Daha bir km gitmedik ki. Kime laf anlatacaksın. Çıkarttık pasaportları. Gene tek tek yüzümüze baka baka pasaport kontrolü. Gene geçen bir yarım saat daha. Manuel’in evraklarının kontrolü. Nihayet gidebilirsiniz izni. Terörün hızlı olduğu zamanda doğu bölgemizde seyahat eden Bahadır bizde de durumun ayni olduğunu söylüyor. Arabaların sık sık jandarma tarafından nasıl durdurulduğunu anlatırken otobüsümüz de çukurlarda hoplamaya devam ediyor.
Yine aradan onbeş dakika ve iki km geçti geçmedi ileride polisleri gördük. Artık kendimizden emin espriler yaparken gerçekle karşılaştık. Pasaportları çıkarttık ve polis aynı ciddiyetle tek tek kontrol ediyor ama bizim sinirler hayli gergin. Bu sefer değişik. Polis hadi gidebilirsiniz demedi de biraz ileride durun dedi. Onbeş metre ileride tarlanın içine çektik evraklarını alarak Manuel otobüsten indi. Herhalde otobüsün evraklarına bakacaklar derken Huri’nin bağırışı ve öne doğru koşması ile irkildik.
“Kıracak yahu kıracak bu herif. Elleme” diye canhıraş bir feryat. Attı kendini otobüsten aşağıya. Ben de arkasından. Meğer şoföre bagajı açtırmışlar. Öndeki bir valizi indirtmişler ve açıp içini kontrol etmeye çalışıyorlarmış. Cam kenarından bakmakta olan Huri ne görsün. Kendi valizini hoyratça açmaya çalışıyorlar. Bağırarak atmış kendini aşağıya.
Huri çok tatlı bir kadın. Böyle durumlarda, ki birkaç kere resmi memurlarla veya otelin resepsiyonunda oldu, muhatabı ile Türkçe konuşuyor. Karşıdakinin anlayıp anlamaması onu hiç ilgilendirmiyor. Şimdi de polislere avaz avaz bağırıyor. “Niye elliyorsunuz benim valizimi?. Ne var içinde?” Adamlar saf saf bakıyor. Huri hiç istifini bozmuyor.” Görmüyor musun bozuk onun fermuarı. Ben bile zor açıyorum. Dur. Dur Elleme . Elleme dedim yahu!. Ne laf anlamaz adamlarsınız. Ben açarım. Siz ellemeyiz.” Ben ve Donald araya girerek olayı yumuşatmaya çalışıyoruz. Adam illa da o valizi açacağım diye tutturmuş. Huri söyleniyor “Ne var sanıyorsunuz içinde? Benim şahsi eşyalarım. Sizin ülkenize ne sokacağım ki ben? Alın işte bakın. Hiçbir şey yok.” Açık olan valize dalıyor polis memuru. Tam da kadıncağızın iç çamaşırlarının olduğu bölümmüş orası. “Yıkayacak zaman mı vardı” diye yarı açıklama yarı söylenme ile devam ediyor Huri. Karşıdakiler İspanyolca’dan başka bir şey bilmemeleri umurunda bile değil. “Her gece geç yatıp sabahın dördünde yola çıkıyoruz. Tabi kirli olacak. Ah işte bir de yerlere düşürdünüz temiz olanları. Kim yıkayacak bunları?”
Polis pek uzatmak istemiyor kapatmaya çalışıyor ama açılırken zorlanan fermuar kapanmakta da zorlanıyor. Uzun uğraşılardan sonra valizi tekrar yerine koyup otobüsümüzü hareket ettirdik. Başka bir valiz kontrol etmediler. Ama otobüste Huri kızgın kızgın bana sormaya başladı.” Atila bey Neden yalnızca benim valizim açıldı? Bu ne demek oluyor? Orada tek bir benim valizim mi vardı?” Biraz içini boşalttıktan sonra rahatladı ve o güzel gülücüğü yine yüzüne yayıldı. “Çok kızdım ama. Çağırsınlar aşağıya adam gibi açıp gösterelim. Böyle olmaz ki?. Ne şans! Tam da en önde benimki varmış.”
Tamam ortalık sakinleşti.Güneşin batmasına en fazla yarım saat var. Hava kararmaya başladı. Biz yollarda zıplayıp duruyoruz. Hepimizin içi dışına çıktı. Bu gümrükte ne çok oyalandık falan denilince ben onlara esas diğer hudutta yani Nikaragua – Costa Rica hududunda hem gidişte hem de dönüşte en az beşer saat vakit kaybedeceğimizi ve gümrüklerde perişan olacağımızı söyleyip aldığım bilgileri aktarınca her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Tam zamanıdır diye “Bugün biraz yol alalım. Yarın erken kalkarsak yollar böyle olsa bile belki akşama hududu geçeriz. Ertesi gün gene çok erken kalkarsak.....” diye onları tahrik eden, hınzırca açıklama yaparken grubumuzun en sessiz yolcularından Hamiyet hanım patladı. Ama gene en sakin sesiyle “Atila bey. Lütfen Mete beye haber verin . Uçağımızı karşılamaya 3-5 ambulans yollasın Biz bu yaşta son günleri de böyle geçirirsek iner inmez hastaneye kaldırılmamız gerekecek”
Biraz espri payı var ama Hamiyet hanım pek ciddi. “Olmaz artık dayanamıyoruz.” Tam o sırada yolda gene bir çukur, Manuel’den gene sağa sola ustaca ama sert manevralar.
Mürşit bey “Mahkeme. Mahkeme kardeşim. Onun da burnundan fitil fitil getirtmek gerek.” Diyor başka bir şey demiyor. Her gezide en olumlu en ılımlı, en yardımcı Mürşit beyin bile boğazına gelmiş. Bu bilinmeyen yerlere yapılan yolculuklar çok riskli. İnsan ne ile karşılaşacağını bilmiyor. Biz de tam bir maceranın içindeyiz. Nereye gittiğimiz, nereye gideceğimiz meçhul. Buralardan hiçbir tur geçmemiş. Zaten tur otobüsü diye bir kavram bile yeni yeni gelişiyor. Bizim grup öncü grup. Şu anda daha onbeş yıl önce Sandanist gerillalarının cirit attığı, insanların insanları acımasızca boğazladığı, dört yıl önce kasırganın yerle bir ettiği dağlardan Leon diye Türkiye’de hiç bilinmeyen bir yerlere gidiyoruz. Oysa gruba satılan ne güzel organize bir programdı. Ne cazip programdı o. Biz de katılsınlar diye eşe dosta nasıl baskı yapmıştık. Bunlarla uğraşacağımızı ne bilirdik diye yine aynı şeyleri düşünüp duruyorum.
Her kafadan bir ses çıkarken Bülent Güzeliş’in gür sesi herkesi bastırıyor.
“Bakın Atila bey! Biz bu yollarda perişan olmaktan bıktık. Orayı burayı göreceğiz diye sağlığımızı kaybedeceğiz. Bu yollar ve sabah uyandırmalar yeter artık.” Aman ne güzel konuşuyor. Herkes pür dikkat dinliyor ve her cümlesinde tasdik eder anlamda başını sallıyor. Tabi en çok canı gönülden onaylayan ben.
“Biz yorulduk” diye devam ediyor. Bülent Güzeliş “Perişan olduk. Bu şekilde dönersek bu gezi burnumuzdan gelir. Bizim yapacağımız şey bu otobüs yolculuğuna son verin. Madem Managua’dan uçacağız. Oralardan ayrılmayalım bu son iki günümüzde. Öbür gün de adam gibi uçağımıza gidelim.” Herkes bu güzel öneriye çok sıcak bakıyor. En içine sindiremeyen Costa Rica’yı mutlaka görmek isteyen Beste hanım. Ama o da hak vermiyor değil. Bir uçakta Costa Rica’da özellikle başşehri San Jose’de çok güzel kumarhanelerin olduğunu öğrenen ve bir an önce oralara varmak isteyen, bunun için uçak alternatifine bile sıcak bakan Mürşit ve Bilgi Kodaman çifti bile yoldan bezgin durumda başını sallıyor.
Bence ilk defa Bülent Güzeliş’in ağzından bal akıyor. Kulaklarıma inanamıyorum. “Yarın ve yarından sonra bize bu civarda tur verin. Bu son üç günde güzel ve rahat otellerde kalalım. Bize her gün bir de güzel yemek yedirin...” diye devam edecekken Mürşit Kodaman lafa giriyor.
” Yok kardeşim yok” Mete’yi kastederek “Ben o adamın yemeğini yemem. Rüşvet mi alacağım yani? Ben hayatımda rüşvet almadım! Yemeği kendisinin olsun. Ben o adamın parası yemek falan yemem kardeşim”
“Bu o adamın parası değil. Bu yemeklerin parasını biz verdik “ diye devam ediyor Güzeliş. “Afiyetle yerim. Atila beyciğim. Bizim dönüş yolumuz uzun. Hanımefendiler hepimizin yaşı ileri. 24 saat uçak yolculuğunu kaldıramayız eğer yorgun argın binersek uçağa. Costa Rica’sı da kusur kalsın. Sağlığımız daha önemli”
Söylediği her kelimenin altına imzamı atarım. Benim düşüncelerimle böyle %100 örtüşen başka düşünce görmedim ben. Grupta bu fikirleri hele Bülent Güzeliş bey söylerse benim için daha anlamlı. Çünkü ikna edilmesi en zor o gibi geliyordu bana.
“Ne diyorsunuz? Haksız mıyım? Böyle yapalım mı?” diye grubun onayını almaya çalışırken ben hemen söze giriyorum. Mutlu sona gidiyoruz gibi geldiği için çok heyecanlıyım. Ayaktayım. Bir de şu çukurlar konsantremi bozmasa.
“Bülent bey doğru diyorsunuz. Bence de güzeli bu. Otel konusunda bu geceyi bilemiyorum ama yarın akşam Managua’da güzel bir otelde kalacağımıza söz veririm ve de uçağımız oradan kalkacağı için iki gece kalalım. Eşyalarımızı güzelce yerleştirelim. Bu ülkenin de çok güzel olduğu söyleniyor. Haldur huldur yol yapacağımıza adam gibi Nikaragua hakkında bilgi edinelim. Size aynen katılıyorum. Ayrıca iki gün iki güzel yemek sözünü de veriyorum. Ne dersiniz?”
Önümde oturan Bülent Göker “ Yahu ne güzel geziyoruz. Her gün birbirinden güzel. Sen ne istersen yap. Ama böyle sabahın erken saatlerinde kalkıp hep otobüste oturmasak iyi olur.”
Grupta sanki herkes hem fikir. Hiç ayrı görüş yok. Hemen oylatıyorum. Tamam. Oldu bu iş. İnanılmaz rahatlıyorum.
Şimdi derhal Donald’ı yanıma çağırıyorum. Konuşmaları aktarıyorum. Costa Rica’ya gitmeyeceğimize çok seviniyor. İtiraf ediyor ki onun da bünyesi bu yolu kaldıramazmış ve bizi yolcu edip kendisi Managua’da kalmayı planlıyormuş.
“Şimdi Donald” diyorum “Yapmamız gereken şey en güzel otelleri bulmak ve yarın ve yarından sonra için Nikaragua’da çok güzel tur programı ayarlamak.”
“Benim burada çok iyi kontaklarım var. Leon’da değilse bile Managua’da var. Ben ona telefon ederim. Hay Allah. Telefonlarını bilmiyorum. Olsun internetten bulurum. Onlarla konuşurum. Yöreyi iyi bilen bir rehber buluruz.. ” diyor Donald.ve ekliyor “O rehberin parasını ben veririm merak etme. Sen rehber parasını verdin bu benim eksikliğim”
Ne güven verici konuşma bu. Gece internete girecekte bulacakmış. Bu adamın kendine hayrı yok. Sabah gene iş başa düşecek. Bir seyahat acentesi bulursam iş kolay. Zaten bu civarlarda gezeceğimiz için otelden, şuradan, buradan bir imkanlar yaratırım. Buna eminim. Grup nihayet en mantıklı çözümü kendileri istedi ya. Gerisi kolay. Artık onu dert etmeyi de bir kenara bırakayım. Yorgunluğun tadını çıkartayım. Nihal elinde makine ile yine gün batımının resmini çekiyor. Bir gün, gün batımı fotoğraf sergisi açarsa hiç şaşmam. Borneo’nun yağmur ormanlarından, Şili’nin Atacama çölünden, Nepal’in Annapurna eteklerindeki Phewa gölünden, Küba'nın Havana’sından, Hindistan’ın Jodpur’undan, Vietnam’ın Ha Long körfezinden daha nerelerden, nerelerden gün doğumu ve gün batımılarını çekti.
Hiç aklımdan çıkmayan viski şişem geldi aklıma. Bu gezide özellikle son zamanlarda ağız tadı ile içememiştik. Nurşan’a gezinin başlarında ne güzel takılıyordum. Yine ondan başladım. “Hadi Nurşan gelmedi mi vakt –i keraat?”
Aslında herkes rahatladı. Hep korktuğumuz ve korktuğumuzun başımıza geldiği bozuk yolda oluşumuz bile etkilemiyordu kimseyi. Bir bardak telaşıdır başladı ki sormayın. Ama bardak yok. Demokrasilerde çare tükenmez. İnsanoğlunun yaratıcılık gücünün sınırı yok. Herkes boşalmış küçük pet şişelerini çıkarttı. İçinde kalan son sularını içti , bitirdi ve ortalarından keserek bardak olarak kullanabilir hale getirdik. Ben de sıra ile dağıtıma başladım. Başta Nurşan ve Gülsen, Sevnur, Saniye, Huri, Hüsniye, Beste, Safa,Yarış, Bahadır, Sayhan ve Saadet’in katılımı ile büyük ayyaş grubu şerefe kadeh kaldırdı. Mürşit ve Bilgi Kodaman biz bunu buzsuz içmeyiz diyerek hem alemimize katıldıklarını belli ettiler hem de bir şişenin ancak yettiğini düşündükleri için kendilerini feda ederek içmediler.
İlk iki yudumdan sonra fasıl başladı. Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu ile başladık. Sevnur'un ne güzel sesi varmış. Nurşanın da. Nihal’in zaten sesi güzel. Küba’da sesinin güzel olduğunu ispat eden Bülent Güzeliş hem içki ikramımı ve hem de şarkıya katılma önerimi biraz da sertçe bir dille reddetti. Bu adamda bir şey var ya hadi hayırlısı.
Hüsniye hanımın da sesi çok güzel ama pek çıkmıyor. Bir an sessizlik olunca onun “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ye başladığını duyan ekip coşkulu bir şekilde katıldı. Boşalan bardaklara doldurup doldurup devam ediyoruz. Aman Allahım bu ne güzellik. İşte böyle güzel geçmeli her günümüz, gecemiz. Neydi o didişmeler.
“Gecenin rengini kattım içimin matemine” Olmaz böyle güzellik. Biz coştukça herkes coşuyor da neden giderek kararıyor bu Bülent Güzeliş anlamak mümkün değil. Artık o kızgın ifade ile hep dışarıya bakıyor. Gecenin karanlığı onu daha da kara hale getiriyor.
Şu Saniye hanım dünya tatlısı. “Ben biliyorsun esas biracıyım ama olsun” diye eşlik ediyor bize. 82 yaşına girdiğine kimse inanmaz. “Ben emekli olduktan sonra gezmeye başladım. Bu 25. gezim. Bana bir şey olursa bu çantamda benim ölümü bulanların sıra ile neler yapacağı, kimlere telefon edecekleri hep yazılı. Her şey kontrol altında. Artık benim yapacağım tek şey gezip eğlenmek “ demişti bana Moskova gezimizde. Soğuk Moskova ve St Petersburg günlerinde, gecelerinde soğuk sert Rus biralarını içişimizi hatırlamamak elde değil. “Sen şimdi viskiyle bize katıl ilk fırsatta sana bira alacağım” diye söz veriyorum.
Leon’a 35 km kala yol düzeldi. Bazı yerlerde çift yol haline bile geldi. Kenarları ağaçlıklı güzel bir yol. Bizim içkilerimizin de tam bittiği an. Otobüsümüz bir benzin istasyonunda durdu. Burada içeride çok temiz bir de fast food servisi var. Arayıp ta bulamayacağımız bir yer. Tuvalet ve akşam yemek molası veriyoruz.
Otobüsten inmeden önce Bülent Güzeliş’in yanına gidip muhabbet etmek istedim. Biz şarkı söylerken çok suratlı idi. Hiçbir şarkıya katılmamıştı. Oysa ne güzel sesi vardı. Küba’da ne güzel şarkılar söylemiştik. Ne bu surat böyle Biraz muhabbet edersem derdini çözebilir, onu da kazanabilirim diye düşünmüştüm. Sen misin böyle düşünen. Daha nasılsınız demeye kalmadan bir başladı bağırmaya. “Siz ne biçim insanlarsınız” diye. “ Burada biz dolandırıldık. İstemediğimiz bir programı kazıkladınız bir de içki içip eğleniyorsunuz.” O ve eşi otobüsün altıncı sırasında oturuyorlar. Ben de bir önündeki koltuğa ayakta dayanmış dinliyorum. Gözlerini döndüre döndüre öyle bağırıyor ki herkes duysun istiyor galiba. Şoföre duyuracak sesini galiba. Şoför Türkçe bilmiyor ki! Ben sakin sesle ” Bülent bey bakın ben tam buradayım ve sizi duyuyorum” diyorum ama gayet alçak bir sesle. “Bağırmayın. Duyuyorum.” Ama onun derdi başka “Siz burada böyle içerek göz mü boyuyorsunuz”.
“Bakın. Siz bir program söylediniz . Çok güzeldi. Ben de kabul ettim. Herkeste tamam dedi. Artık şu son iki gün mutlu gezelim olmaz mı? “ diye alttan almaya çalışıyorum.
Fakat o niyeti koymuş o bağıracak ve tatmin olacak. Onu dinleyen de yok. Her kes onu tanıdı. Umursamayıp otobüsten aşağıya inmeye başladılar bile. Bir kere daha yüksek sesle konuşunca ben de biraz sertçe ve de gözlerimi döndürerek benimle yavaş konuşmasını rica edince sesini kesti epey. Nihal benim bu halimi çok iyi bilir. Fırtına öncesi son sessizlik diye adlandırır ve etraftakileri ürküttüğünü söyler. Güzeliş, beni bu hale getirdi ama ben uzun bir süredir hep dua ediyorum lütfen bu beyle kapışmadan bu gezi bitsin diye. Şimdiye kadar ne yaptıysam para etmedi . Hep ters gidiyor. Var bunun bir hesabı ama ne?
Allah’tan hemen sakinleşti. “Benim sözüm size değil Atila bey “ diye başladı gene. Biraz sonra sıcak bir şekilde lokantaya girdik ve kendisine bir bira ısmarladım.
İçerisi çok güzel bir yer. Normal masalar olduğu gibi üç kişinin etrafında oturabileceği bar şeklinde masalarda var. Biz cam kenarındaki bir tezgaha takıldık Sevnur ile. Kasiyerin arkasında ve diğer duvar kenarlarında meşrubatların konulduğu buzdolapları var. İçlerinde de buz gibi biralar. Ne güzel yerde durmuşuz böyle. Yiyeceklerde herkesin içine sindi. Hamburgerler, patates kızartmalar, kızarmış tavuklar ve daha neler neler. Saniye hanıma verdiğim bira ısmarlama sözümü de tutuyorum. Gece konaklayacağımız şehir olan Leon’a da çok yakın olduğumuz için kimse acele etmiyor ve yediklerinin tadını çıkartmakla meşgul.
Gene malum bizim rehberlerde, şoförümüzde Leon şehrini bilmiyor. Benzincide araştırma yaptık ama sonuç yok. Şehre girerken San Kristobal oteli ve bir de Otel Grande diye iki otel reklam gördük. Böyle şehir dışında reklamı yapılan oteller iyidir Ama Grande’leri hiç sevmem. Genellikle küçük, ara sokaklarda, orta seviyede bir otel olur hep bu ismi taşıyan oteller. Burada kalan insanlar köylerine döndüklerinde “Ben Otel Grande’de kaldım” falan derler. Ben de genç iken İstanbul’da Büyük Sirkeci Otelinde kalmıştım. Hep onu hatırlarım bu isimleri görünce.
Yolda Manuel duruyor ve Ronald iyi bir otel soruyor. Bir yola sapıp yavaş yavaş gitmeye başladık. Otobüs durdu duracak. Önümüzde bir çocuk var bisikleti ile giden. Manuel takıldı bu bisikletlinin arkasına . Basıp geçse diyorum ama herhalde yol kenarında birilerini arıyor otel sormak için. Gece olmuş kimse de yok kaldırımda. Biraz sapa bir yol galiba dükkan falan da yok ortalıkta. Gece bir kaza yapıp şu bisikletliye çarpmasak derken çocuk sola saptı arkasından bizim otobüste. Şu laz fıkrasını hatırladım . Freni patlayınca çocuğu takip eden Temelin fıkrasını. Hani pazara dalar ya Temal. Bizde bisikletlinin arkasından daldık. Dalarken koca bir levha gördüm “Hotel San Cristobal “ Hah bulduk. Zaten Ronald bu çocuğa o oteli sormuş. O da beni takip edin demiş. Meğer o bizi bu otele getiriyormuş. Ronald gelip 2 dolar istedi çocuk için. Bizi rahatça otele getirdi diye. Ronald’a “Beklet çocuğu beğenmezsek başka otele götürsün bizi” diye parasını sonra vermeyi teklif ediyorum ve böylece rehberi garantiye alıyorum.
Gene San Miguel’de olduğu gibi otel seçme ekibini kontrol için davet ediyorum.Otel fena değil gibi. Tropik bölgelerde otelin lobisi açık hava. Bayılıyorum bu tip otellere. Ne kadar ferah. Bahçe içinde gibi. Burada da çok zarif bambu oturma grupları, arkasında çok güzel tablolar var. Resepsiyon köşede. İki genç memur bilgisayarların başından kalkıp hoş geldiniz diyorlar. Ve başlıyor anlatma ve anlama sıkıntısı. Bize ondört oda lazım. Bu otel iki katlı imiş. Bu giriş katının altında arazinin meylinden dolayı bir kat daha var. Orada dört odaları ve lokanta var. Bu katta iki tip oda var. Bazıları executive yani iyi kalite, bazıları normal oda. Yeterli oda olup olmadığı konusunda anlaşmak güç. Bir odaya bakalım diyoruz. İyi fena değil ama yeterlice oda var mı o belli değil. Resepsiyonda tam bir kargaşa var. Birbirleri ile anlaşamıyorlar acaba mesela 23 nolu oda boş mu değil mi? diye. Komi yollayıp kontrol ediyorlar. Üst katta kaç oda var belli değil. O sırada grup ha babam valizlerini taşıyor. Yeterli oda yoksa ne yapacağız belli değil. Ben pes ediyorum. Çünkü bir kapıştır gidiyor. Alt kata inmeyi kimse istemiyor. Üst katta yeterli oda var mı yok mu belli değil. Herkes beni sıkıştırıyor “Anahtarımı alıp odama gidebilir miyim yorgunum da” diyerek.
Artık ortama hakim olmam mümkün değil. İsteklerin de sonu gelmiyor. Bana sakin bir oda, bana şu dostumla yan yana oda, bana mutlaka üst katta bir oda, bana çift yataklı oda, bana ayrı ayrı yataklı oda. Bu kadar oda var mı yok mu belli değil. Sağ olsun bir tek Yarış “Ben alt katta yatarım abi üzme canını” diyor. Ben de alt katta yatsam. Yukarıda oniki oda bulsak ta bu geceyi geçirsek. Böyle herkes hücum etmese, valizle inmese mutlaka başka otel arayacağız ama o şansımız yok. Neyse herkes odasına razı, anahtarını alan gitti. Kim hangi odaya gitti bilmiyorum. Yalnız saat 8 de uyandırma veriyorum. Nihal’le bana özel oda vereceklerdi . Üst katta resepsiyonun hemen yanında yüzme havuzuna bakan bir oda. Ama onu da “Bir gece olsun bize düzgün oda ver Atila” diye rica eden Nurşan’a vereyim diyorum ama o oda da Gülsen’in içine sinmiyor çok gürültülü diye ama alternatif yok. Biz Nihal ile alt kata gidiyoruz.
Tam artık yarının programını yapma zamanı geldi, herkes odasına gitti, odalar yetti diye bambu koltuklara ohhhh çekerek oturduk ki Betül ve Bengi çıkageldiler. “Bize hangi odayı veriyorsunuz. Ama biz biliyorsunuz rahatsızız alt katta hayatta kalamayız. “ Hoppala. Bunlar nereden çıktı? Tam odalar ayarlandı derken. Valizlerini görmemiştim de onun için onlarda yerleşti sanmıştım. Meğer girişte bırakmışlar. Tekrar tekrar kontrol edip dipte bir oda hem de üst katta buluyorlar ben de derin bir nefes alıyorum. Sekiz, on parça valizi resepsiyondakilerin hepsi el vererek bir çırpıda taşıyınca o işte tamam diyorum..
Şimdi işimize bakma zamanı geldi. Herkes odasında. Biz ise yarının programını yapmak durumundayız. Donald’ı arıyorum. Resepsiyonda internetin başında. Bekliyorum. İşini bitirince gelip raporunu veriyor. Bu otelde yer olmadığı için başka otele gideceklermiş ama o arada ertesi günü programlıyormuş. “Burada benim arkadaşlarım var. Onların telefon numaralarını buldum aradım. Ama saat on olmuş. Ofisler kapanmış. Yarın sabah işe gelirler. “Allahın safı gayet tabi gecenin bu saatinde kimseyi bulamazsın. Onları aramaya çalışmak abesle iştigal. Masal dinler gibi dinliyorum anlattıklarını. “Ben onları sabah erken arar bulurum. Bize buraları bilen bir rehber lazım. Bu iki günde bizi güzelce gezdirecek birisi. Ben buraları bilirim ama bir başkasını bulurum. Benim arkadaşımın burada güzel kontakları var ..... “ bıraksam sabaha kadar bu minvalde anlatacak. Artık boş laflar dinlemeyeyim de şu internete bir gireyim diye bakıyorum. Resepsiyondaki delikanlı ofis internetini kullanabileceğimi söyleyince içeriye geçip maillerimize bakıyoruz.
Önemli bir haber yok. Mete’den bir mektup var. Her şeyi iyi ayarlamış olmanın verdiği rahatlıkla herhalde her şey iyi gidiyordur. Bilgi ile tüm gruba selamlar.. falan yazmış. İki satır yazdım. Çok kişinin dönünce dava etmeye hazırlandığını hiçbir programın uygulanmadığını, hazırlıklı olmasını, paramızın da bittiğini, vizesiz dört kişinin sorununun artık tam anlamıyla allaha kaldığını yazarak biraz içimi boşalttım. Diğer mailleri kontrol ederken saat onbir olmuş.
Odamıza iniyoruz. Aşağıda bir biz ve bir de yanımızda Yarış tek kalıyor. Yarışın odasının kapısı açık. Ne oldu diye kapıyı tıklatıyoruz ses yok. Aralayıp giriyorum Yarış uyuyor. Öyle bırakamam. Uyandırıp arkadan kapıyı kilitlemesini söylüyorum. Bizim gözümüzü öyle korkutmuşlar ki herkesi hırsız görüyoruz.
Sonunda biz de yatağımıza ulaştık. Nihal ile günün son dertleşmelerini yaptık. “Yarın buralardan bir rehber buluruz inşallah. Bir de otel ayarladık mı gerisi kolay.” Hadi hayırlısı deyip yatıyoruz. Dudağımdaki uçuğa biraz daha merhem sürüyoruz çünkü epey rahatsız ediyor. Yirmi sene var belki daha fazla uçuk nedir bilmedim. Bu da geçer YA HU deyip uykuya dalıyoruz.



Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin