14. Şubat Nikaragua Masaya - Granada
Saat 7.30 da herkes kahvaltı salonunda. Kahvaltı salonu otelin ismine layık. Çok zengin bir açık büfesi var. Bir de yumurta pişiren aşçısı. Zaten o aşçıyı gördüm mü keyfim bir kat daha artıyor. Elimde değil. Yumurtayı çok seviyorum. Bir gün rafadan yumurta yersem ertesi gün sıra omlette. Hiç bıkmıyorum bu yumurtadan. Hiç kollestrol korkum da yok.. Kaç kere kontrol ettirdim. Hep normal çıktı. Aşçı diziyor yumurtaları yanına ve sıranız geldi mi nasıl istediğinizi sorarak yapıyor yumurtanızı.
Bu yumurtaları görünce ilk Uzak Doğu seyahatinde iki gün kaldığımız Yeni Delhi gelir aklıma. O sırada Delhi’den Agra’ya 6 saatte gidilirdi. Altı saatte dönüş. Yeni Delhi’den günü birlik Taç Mahali görmek için Agra'ya gitmek çok zordu. Onun için çok erken yola çıkmak gerekirdi. Yine Dolphin tur ile gidiyoruz ama ben o sırada gruptan bir yolcuyum. Bülent diye bir tur liderimiz var. Gene normal kahvaltı saatinden çok önce yola çıkacağımız için kahvaltı salonunda poğaça, börek.. gibi şeyler hazırlamışlar. Bütün gün yolda olacağımız için o gruptaki dostlarımız “Aaa ne güzel yumurta kaynatmışlar bizim için. Yolda ekmek ile piknik yaparız” diyerek çantalarına üçer beşer doldurmuşlardı o çiğ yumurtaları. Sonra otobüsteki manzarayı siz tahmin edersiniz. O gün bugün ne zaman bu yumurta yığınını görsem o Hindistan anımı hatırlar ve içimden gülerim.
Saat 8 de tam kadro otobüste idik. Bu ne canlılık böyle. Son güne gelmiş olmanın mutluluğu mu ne böyle. Sanki geziye yeni başlamışız gibi. Günaydın derken tüm grubu kutluyorum böyle dakik olduklarından dolayı. Hepimizin neşesi de yerinde. Biraz Betül ve kızı ile Bülent Güzeliş'ler suratlı. Onlara da alıştık artık. Uzun zamandır ilk defa sabah valizlerimizi kapı önüne koymamışız. Sabah sabah valiz yapmamışız. Donald’ta rehberlik işini Javier’in yapmasından son derece mutlu. Ben dahil kimse ona kızmıyor veya cevap vermekte zorlanacağı sorular sormuyor. İşte bu havada başlıyor günümüz.
Bugünkü program kaba hatları ile Masaya, Mombacho Volkanı, Granada ve Nikaragua gölü.
Dün gece geçtiğimiz yerlerden şimdi sabah bir daha geçiyoruz. Managua şehri ile ilgili bu sefer göre göre bilgi alıyoruz. Gerçekten de bu yörede görülecek çok bir şey yok. Yaygın, kalabalık bir şehir. Başşehir olmanın avantajı ile ticaret merkezi, üniversite merkezi ve hükümet merkezi. Managua gölünün kıyısında. Nikaragua’nın ortasında iki göl var. Managua ve Nikaragua gölleri. Biraz sonra muhteşem bir tepeden bu göllerin fotoğrafını çekeceğiz. Eskiden her ikisi de tek bir göl iken yanardağı patlamaları bu gölü ikiye ayırmış. Büyük gölün adı Nikaragua gölü ki San Juan nehri ile karayiplere bağlanıyor. İki gölden küçüğü olan Managua gölünün kenarında çok eskiden Xolotan kabilesi yaşarmış. İspanyollara direndikleri için şehir, şehir de demek doğru değil köy aslında, yıkılmış, tahrip edilip bırakılmış. İspanyollar burada bir şehir kurmak yerine Leon ve Granada şehirlerini kurmayı tercih etmişler. Granada’lılar, Leon başkent olacağına Managua olsun daha iyi demişler. Aynı şekilde, Leon’lular da Granada başşehir olacağına Managua olsun demişler ve böylece Nikaragua’nın en büyük bu iki şehrinin anlaşması sonucu, aslında anlaşamaması sonucu uzaklığı iki şehre de ayni mesafede olan ve o sıralar küçük bir yerli köyü olan Managua 1857de başkent olmuş ve ondan sonra bu şehir büyük bir gelişme göstermiş. 5 Nikagaragua’lıdan biri burada yaşar hale gelmiş.
Şu anda Masaya’ya doğru giden çift şeritli yeni yolun üzerindeyiz. Yolun her iki tarafı planlı bir şekilde şehirleşmekte. Önce büyükelçilik ve uluslar arası kuruluşlara ayrılmış bir bölgeyi gördük. Sonra büyük bir otel inşaatı var ve arkasına golf sahası yapılıyor. Yeni yapılan büyük ve modern bir alışveriş merkezi ve küçük dükkanlar. Şehrin dışında zenginlerin yerleşim yerleri var.
Masaya’ya yaklaşırken bizim meşhur 1 nolu yolumuzu kesiyoruz. ! nolu yol Rivas üzerinden Costa Rica’ya doğru gidiyor. Honduras’ta ayrılmıştık interamericana otoyolundan. Kısa bir süre için bile olsa bu yoldan tekrar geçmek kısmetmiş.
Masaya şehrine dönüşte girecekmişiz. Onun için 941 metre yükseklikteki meşhur Masaya volkanını ve Masaya gölünü sağımızda bırakarak doğruca Catarina kasabasına doğru devam ediyoruz.
Yolun sol tarafında bütün ovaya hakim bir tepeyi gösteriyor Javier. “Burası Coyotepe. Bunun üzerinde görülen bina Coyotepe Kalesi 100 yıllık bir kale. 1912 de Amerikan istilasına karşı direnen Zeledon’nun son direnç noktası idi bu kale. Burası düşünce Amerikan istilası tamamlanmış oldu.” Diyor. Ben de düşünüyorum ne işi var ABD’nin buralarda. Bu toprakların insanlarını niye gelip buralarda öldürüyorlar. Panama Kanalına rakip bir kanal yapılıp ta Amerika’nın menfaatleri bozulacak diye acımasızca istila etmişler buraları.
Ben bunları düşünürken anlatmaya devam ediyor Javier. “1979’da da bu kalede diktatör Somoza son direncini gösterdi ve buradan o sırada Sandinist’lerin eline geçen Masaya’yı havan toplarıyla dövdü.ı. Zaten ondan sonra da Paraguay’a kaçtı. Sonra bu kale hapishane olarak kullanıldı. Bugün halkın ve turistlerin gezmesine açık bir yer. Keşke biraz daha kalabilseydiniz de hem Masaya kraterine çıksaydık hem de Coyotepe Kalesini gezseydik.”
Javier’e de ben Coyotepe’deki Tepe kelimesinin Türkçe’de de aynı olduğunu öğretiyorum. Çok şaşırıyor.
“Şimdi gittiğimiz yerde göreceğiniz manzara belki de hayatınızda göreceğiniz en muhteşem manzaradır” diyor Javier. Hepimiz hem heyecanlanıyoruz hem de sanki abartıyor mu ne diye düşünüyoruz. Göreceğiz bakalım. Catarina’ya gelirken yol levhaları “Mirador”’a yani “Seyir Noktası”na nasıl gideceğimizi gösteriyor. Çok güzel çizilmiş planlar var levhaların üstünde. Mirador tam Catarina şehrinin içinde. Catarina çok ama gerçekten çok şirin bir kasaba. Bütün evler beyaz boyalı. Mavi pencereli. Evlerin bahçesi meyve ağaçları ile dolu. Nihayet Papaya ağacını net bir şekilde göstermek imkanı buluyorum. Dostlar da resim çekiyorlar. Yemyeşil şirin bir yer. Burasının diğer bir ünü Sandino’nun doğum yeri oluşu ve çocukluğunun burada geçişinden dolayı. Sandino’nun doğduğu ev bugün kütüphane olmuş. Tam şu karşı köşedeki evmiş.
Catarina’nın Nikaragua tarihindeki diğer bir önemi biraz evvel Javier’in söylediği, Amerikalılara karşı son direncini gösteren Benjamin Zeledon’un mezarının burada oluşu. Milliyetçilerin yaptığı mütevazı ama çok anlamlı cenaze törenini izleyen küçük Sandino, ABD’nin işgaline karşı direnme kararını belki de o cenaze sırasında almıştır. Zeledon’un mezarı da biz Nikaragua’lıların çok ziyaret ettiği bir yerdir” diyor Javier. Kendini nasıl da buralı sayıyor bu İspanyol delikanlısı. Hayret.
Nihayet Mirador’a geldik. Burası çok rağbet edilen bir yer olduğu için büyük bir otopark yapmışlar ve giriş yabancılara ücretli. Küçük kafeler ve hediyelik eşya dükkancıklarını gören bayan dostlarımız hemen önce dükkanlara gitmek istiyorsa da “Lütfen önce manzarayı görelim. Beraber resim çektirelim. Sonra size yarım saat alışveriş molası vereceğim.” diye söyleyince beraberce Seyir Noktasına doğru yürüyoruz.
Seyir Noktası’ndan manzara gerçekten büyüleyici. Hemen önümüzde Apoyo gölü. Biraz arkada Nikaragua gölü.. Nikaragua gölünün kenarındaki Granada köyü ve göldeki adalar rahatça görülüyor. Bir tarafta Mombacho Volkanı, diğer tarafta Masaya Volkanı. Mombacho Volkanının tepesi bulutlarla kaplı. Umarım biz oraya gidene kadar hava değişir de gezebiliriz. Yoksa şu anda orada, tepede çok yağmur var gibi. Resim çekmelere doyamıyoruz. Burası kademe kademe çimenli bir park olarak düzenlenmiş ve parka oturma bankları konmuş Saatlerce otursanız doyamazsınız bu manzaraya. Zaten Sandino’da buradan Leon’a gidip oradan da isyan hareketini başlatana kadar hep Mirador’a gelir meditasyon yaparmış. Bu manzarayı seyredip meditasyon yaparken kimsenin kendisini rahatsız etmemesini istermiş.
Aşağıda görünen Apoyo gölü çok muntazam bir krater gölü. 7 km lik bir muntazam daire gibi. Buradan baktığımızda 100 metre aşağımızda. Tamamı yalnızca buralarda bulunan ağaçlardan oluşan bir yeşillik. 60 ayrı çeşit yarasa, inleyen maymun ve yüzlerce çeşit kuşların bulunduğu bu göl kenarında zengin ailelerin ve yüksek dereceli hükümet memurlarının yazlıkları varmış. Onlar buradan bakınca gözükmüyor. Bu gölde yüzülebiliyor ve balık yakalanabiliyormuş. Ama 2000 yılında arka arkaya gelen depremler bu evlerden çoğunu yerle bir etmiş. Yukarılardan çığ şeklinde yuvarlanan kayalar ve toprak kayması fakir halkın tek göz odalarda yaşadığı bu ülkede çeşitli yollarla zengin olmuş devlet memurlarının saray yavrusu yazlıklarını yerle bir etmiş.
Dükkanlara daldı mı millet onları toplamak dünyanın en zor işlerinde biri. İşte bir kısım dostlarımız büyülenmiş bir şekilde manzaranın güzelliğinden kopamazken bir diğer grup alışılageldiği gibi alışverişte. Bazı dostlarımızı dükkandan çıkartıp yola koyulmak hayli zor. Huri sitemde bulunuyor “Ben zamanında buraya geldim diye cezalandırılıyorum Atila bey. En beğendiğim şeyi zamanımız yok diye alamadım ama bakın herkesi nasıl bekliyoruz.”diye. Ben de onu beğendiğini almaya yolluyorum. Bir insan bir yerde beğendiğini almaz ise sonra içine öyle oturur ki. Başka yerde az kalarak zaman belki telafi edilir ama beğenileni alamamak genellikle telafi edilmez. Bu yerlere bir daha gelmek o kadar zor ki. Herkes istediğini alsın içlerinde bir şey kalmasın diye elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bazıları beni çok yumuşak bulabilir ama ne yapayım benim huyum böyle. Çok işitmişimdir “Atila bey siz çok yüz veriyorsunuz. Bir kişiyi bir yerde bırakın bakın bir daha kimse geç kalır mı?” Ben de çoğu zaman “Onlar gezip görmeye, beğenip almaya geldiler. Askerlik talimi yapmaya değil” diye cevap veririm. O kadar günü geçirdikten sonra artık bu son günde keyfi bozmaya hiç niyetim yok.
İşte toplandık bile. Mombacho Volkan Parkına doğru yola çıkıyoruz. Tekrar Catarina şehrinin içinden geçiyoruz. Burası tam bir çiçek cenneti. Zaten burası çiçek seraları ile dolu. Sokak lambaları bile çiçeklerle bezenmiş. Caddenin bir ucundan öbür ucuna yay şeklinde yapılmış demir konstrüksiyona asılmış saksılardan envai çeşit renk renk çiçekler sarkıyor ve otobüsümüz onun altından geçiyor. Çiçeklerini sattıkları satış yerleri ne kadar fakir olduklarını gösteriyor. Tahta barakalar ve yağmurdan korunmak için teneke çatı.
O sırada elektrik -veya telefon da olabilir- tellerinde tespih taneleri gibi dizilmiş irili ufaklı garip bir oluşum dikkatimizi çekiyor. Manuel'e söylüyoruz. Otobüsü durduruyor ve Javier çok doğal bir şeymiş gibi ne olduğunu söylüyor. Bunların bir cins kuş tarafından yiyecek üretmek için kullanılan minyatür seralar olduğunu hayretle öğreniyoruz. Kuşlar çamur topaklarını elektrik tellerinin üzerine yapıştırıyorlar ve bunların üzerine tohumlar ekiyorlarmış. Nem oranı yüksek olduğu için kolaylıkla çimlenen bu tohumlar kuşlara taze yiyecek deposu oluyormuş. Böylece kuşlar teller üzerinde tünerlerken besinlerini alıyorlar. Şu doğa’ya akıl sır erdirmek mümkün değil. Doya doya resim çekiyoruz. Yerinden kalkmakta güçlük çeken Selen hanım makinesini uzatarak yine Nihal’den fotoğraf çekmesini rica ediyor.
Yolda narenciye ve kahve bahçelerinin içinden geçiyoruz. Aman allahım işte her yer kahve ağaçlarıyla dolu. Bir tanesini görmedik diye Beste hanım nasıl da sitem etmişti. Javier “Acele etmeyin ileride bir kahve fabrikasında duracağız. Orada resim çekersiniz” diyor. Ama yine de otobüsten bir iki poz resim alıyoruz.
Şimdi geçmekte olduğumuz köy ve dağa doğru 5 köy daha şaman büyücülerinin yaşadığı yerlermiş. Falcı Köyleri. “ Burada herkes çeşitli şekilde fal bakar. Geçimleri falcılıktan. Büyük şehirlerdeki halk buraya gelip fal baktırıyorlar. Her kişinin veya alenin inandığı falcılar var. Muntazam olarak gelip burada istikballeri öğrenmek için fal baktırırlar. Aynı zamanda her köyde bir de Şaman büyücüsü var.” diye bilgi alıyoruz.
“Şaman mı? “
“Evet. Şaman. Siz Şamanları biliyor musunuz? “ diye hayretle soruyor. Asıl ben merak ediyorum onun Şamanlık ve Şamanizm ile ilgili ne bildiğini.
“.Şaman büyücülerinin, insanların ruhunu temizlediğine, içine giren kötülükleri dışarıya çıkartıp huzur dolu bir insan haline getirdiğine inanılır. Şamanlar uyuşturucu içen garip tavırlı ve garip giysili kimselerdir.” diyor Javier.
Ben bunları tercüme ederken Hüsniye hocam o her zamanki zarif haliyle söz istiyor ve “Bundan önce Maya tapınaklarını da gezerken Şaman’lardan bahsettiniz. Ama Şamanizm hakkında derin malumat vermediniz. Müsaade ederseniz size Şamanizm’i anlatmak isterim “ diyor. Kendini tanıtırken daha ilk gün “Size A ve B yi öğretenim.” diyen hocamızı zevkle dinliyoruz. Arada bir Javier’e de tercüme ediyorum. Yani Türkçe konuşulurken bile benim işim bitmiyor.
“Tarihin en eski dinidir Şamanizm. Orta Asya’da Türklerin, Altay Türklerinin dini. Bu inançta gökte iyi ruhlar, yeryüzünde insanlar, yer altında kötü ruhlar yaşar. İnsan bu iyi veya kötü ruhların etkisindedir. İçine kötü ruhlar giren insan kötü işler yapar. Kötülük düşünür. Huzursuz olur veya hastalanır. İnsanların hasta oluş sebebi, bu yeraltından gelen kötü ruhların etkisidir. Yer üstündeki iyi ruhların başı “Ülgen”, yer altındakilerin ki “ Erlik” diye adlandırılır. Buna Tanrı ve Şeytan diye bakarsanız bu bir dindir.”
“ Türkler Göğe uzanan ulu ağaçlara çok saygı gösterirlerdi. Ölünün başına onun ruhunu yukarıya çıkaracak ağaç dikerlerdi. Selvi ağacı gibi. Göğe uzanan. Bu ağaçlar göğe uzandıkları için Türkler kendi dileklerini Ülgen’e ulaştırması için dilek dileyip çaput bağlarlardı. Hala süregelen çaput bağlama geleneğinin İslam ile bir ilgisi yoktur. Zaten İslam’da mezar’da yoktur. Mezarın başına dikilen taş da, ağaç da tamamen bizim eski dinimizin bir geleneğidir.”
“Şamanizm, Türk , Moğol ve Tunguz halklarından başka tüm kuzey Asya'yı kapsamıştır. Buradan Kuzey, Orta ve Güney Amerika’ya hatta Grönland’a yayılmıştır. Bu dinde şaman olan kişi, ki diğer dinlerin papazına, imamına, hahamına benzer, ruhlarla teması olan kişidir. İyi ruhların çalışmalarına zemin hazırlamak, kötü ruhların faaliyetine engel olmak şamanın görevidir. “
Bu konuları değil Javier, grubumuzda çok kişi ilk defa duyuyordu. Masal gibi dinliyorduk Hüsniye hanımı.
Javier “Buralarda şaman dini yok. Ancak Şamanlar var. Meksika’dan, Şili’ye kadar her ülkede şaman büyücüleri var. Bunlarda aynen sizin anlattığınız gibi insanların içine giren kötü ruhları kovmak için bütün gece süren seans yaparlar. Büyücüler, yalnızca kendi bildikleri otlardan elde ettikleri uyuşturucuyu kendileri içerler ve hastaya da içirirler. Transa geçip halusilasyon görmeleri sağlanır. Ondan sonra kendisine has tören ile kötü ruhlar kovulur.”diye burada yaşayan şamanlar hakkında bilgi veriyor.
Hüsniye hanım “ Doğru. Orta Asya’da Türklerde de içimize giren kötü ruhları kovmak için bu şamanlar çeşitli uygulamalar, seanslar yaparlardı. Uyuşturucu olarak kullanılan otlar hastayı gerçek dünyadan uzaklaştırır. Böylece transa geçerek derin dinlenme sağlanır. Hastalıkları iyi etme geleneklerimizden olan başa kurşun dökme inancımız bu kültürün bugünlere kadar taşıdığımız izlerinden biridir.. Aynı amaçla yapılır. Sizi sıkmaz isem bir hususu daha eklemek isterim. Şamanizm’den sonra doğan Hint, Çin ve İran kültürlerinde de bir şaman tabanı vardır. Budizm, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta Şamanizm’den kalma etkiler hala görülür.”diye ek bir bilgi daha veriyor ve bütün grup alkışlarla teşekkürlerini bildiriyorlar.
Biz hayranlıkla dinlerken Destegül annesine yüksek sesle soruyor “ Anne insanın başına nasıl dökerlen kurşunu? Ölmez mi insan?” Hepimiz gülüyoruz.
Zamanımız olsa bir gece buraya gelip bir şaman ile tanışmak isterim ama onun içinde randevu almak gerekiyormuş. Öyle hemen olmazmış. Kısmetse ben de bir gün ya Peru’da ya da Bolivya’da giderim. Nasıl olsa bu ülkelerin hepsinde zor da olsa bir şaman bulmak mümkün.
Mombacho yanardağı koruma altına alınmış. Eteklerinden itibaren 800 metreye kadar özel mülkler var. Genellikle kahve bahçeleri. Kendi arazilerine gidenler kimlik göstererek şimdi bizim durduğumuz kontrol istasyonundan geçiyorlar. Ama belli bir yerden sonra bahçeler bitiyor ve tamamen koruma altındaki doğa sınırlarına giriliyor. Turistler araçlarını Park girişindeki otoparka çekiyorlar ve biletlerini alıp yukarıya çıkılan özel araçlara biniyorlar. 220 metreden 1200 metreye kadar çok dik bir yokuş ile çıkılıyor. Buraya normal araçlar kolay çıkamaz. “Volcan Mombacho Reserva Natural” nın iki adet savaş kamyonundan bozma aracı var. Bir Rus biri Alman yapımı savaş aracı . Biri iniyor, öbürü çıkıyor. Bu araçların arka kasasına oturma yerleri yapmışlar. Arka taraftan biniliyor. Ortada bir koridor sağda ve solda ikişer kişilik oturma yerleri.
Gruptakiler, Javier ile ben bilet alma işini hal etmeye çalışırken tuvalet ihtiyacını gideriyorlar. Ben gerçekten çok yüksek olan bilet fiyatlarında sanki derdimi anlatacakmış gibi grup fiyatı istiyorum. Biz 27+3 tam 30 kişiyiz. 4 kişi rehber diyorum. Gişedeki kızın bir grupta 4 rehberi anlaması mümkün değil. Saf saf bakıyor yüzüme. Nasıl anlatırım bizim garip durumumuzu. Kızcağız tam bir Latin. Gene aynı zorluklar içindeyim. Bu da patronuna telefon ediyor. Telsizden arıyor. Hatlar kesiliyor. Tekrar deniyor.
Tam o sırada kenardaki yolda elinde bir köpeği ensesinde yakalamış bir asker, sallaya sallaya götürüyor. Hayvancık garip sesler çıkartıyor. “İçimden inşallah Betül ve kızı Bengi görmezler diye geçiriyorum.
Birlikte yaptığımız Hindistan yolculuğundan biliyorum onların köpeklere düşkünlüğünü. Kahvaltı salonuna bir torba ile gelirler. Açık büfede sunulan yiyecekleri garsonların ve aşçıların şaşkın bakışları altında torbalara doldururlar ve sonra her durduğumuz yerde sokak köpeklerine verirlerdi. Köpek nazlanırsa veya uzakta ise otobüste onları beklerdik. Onlar bir köpeği daha beslemiş olmanın verdiği huzur ile bekleyenlerin homurdanmalarına hiç aldırmadan zafer kazanmış komutan edası ile otobüse dönerlerdi. Hindistan gezimizde Jaipur’da sabah erken kalkıp Yeni Delhi’ye gidecektik. Sabah erken olduğu için kahvaltıyı tam olarak hazırlayamamışlardı. Mutfakta hazır olanı hemen getiriyorlardı. Onun için kuyruk vardı. Ben de ekmek bekleyenlerin arasında iken gelen bir tepsi ekmeğin tamamını torbaya doldurunca “Arkada bekleyenler var. Bütün ekmekleri şimdi almasanız da ekmek bekleyenler yese, siz biraz sonra getirdiklerinden alırsınız. Hem de dostlarımız beklememiş olur. Ne dersiniz?” demek gafletinde bulunmuştum Sonra ağzımın payını almıştım. “Atila bey biz bunları kendimize almıyoruz herhalde. Bunlar köpeklerin. Burada zaten herkes çok şişman yemeyiversinler. Köpekler daha önemli” diye vermişlerdi ağzımın payımı.
Zaten dün sabahtan beri patlamaya hazır bomba gibiler. İnşallah görmezler diye düşündüm. Gerçekten görmemişlerdi ama o sırada birisi haber vermiş olacak ki asker gözden kaybolduktan sonra ikisi “Bırak köpeği hayvan herif. Katil ne olacak” .... falan diye bağıra bağıra arkalarından gittiler. Tam bela arıyorlardı.
Resepsiyoncu kız sorup duruyormuş. “Tamam mı? Kabul mü?” Dalıp gitmişim. Ne tamam mı? Ne kabul mü? Javier açıklıyor. Biraz evvel söylediğinin aynı. Şimdi rehberlere de free yokmuş diyor. Değil bir adım öne gitmek, patronu ile konuştuktan sonra şartlar daha da ağırlaştı.
Ödediğimiz ücretin büyük bir kısmının yani 8 dolarlık kısmının yalnızca sigorta olduğunu söylüyor. Bu son derece dik yokuş bilhassa inişte o kadar tehlikeli imiş ki bir keresinde kamyon yağmurlu havada kayıp devrilince yaralananlara sigorta şirketi yüklü tazminat ödemiş. Şimdi sigorta pirimi daha da artmış. Tabi bu olayı aşağıya geri dönünceye kadar kimseye söylemeye niyetim yok.
Kıyamet kopuyor........
Tam ödeme işini bitirmiş ve kamyona doğru yürüyordum ki kamyonun arkasında ciddi bir kavganın başladığını gördüm. İnsanlar dövüşüyorlardı.
Ben bilet alma işi ile uğraşırken bizim ana kız geri dönmüşler. Askerin köpeği öldürmesini önlemişler ama adamın köpeği öldürecek oluşu sinirlerini tir tir titretiyormuş Onlar gelene kadar kamyonda yerler dolduğu için tam en arkada ve sağ tarafta kalan iki kişilik yere oturmuşlar. Betül iç tarafta, Bengi kamyonun kasa tarafında. Sol tarafta en arka sırada ise Bahadır ve annesi Selen hanım oturuyorlar. Anneler iç tarafta, Bahadır dış tarafta. Allah’tan Yarış iki sıra önde. Sayhan üç sıra önde. Nihal en ön sol sırada. Bana da yanında yer ayırmış volkana çıkarken yine tercüme yaparım, bilgi veririm diye.
Bana sonradan anlatıldığına göre Betül ve Bengi gelince bağıra bağıra ve de kötü sözcükler kullanarak askerin davranışını eleştiriyorlarmış. Bahadır da ortalık yatışsın diye ve biraz da bunların abartmalarından rahatsız olarak “Canım fazla büyütmeyin. Burada yıllarca süren iç savaş sırasında insanlar insafsızca birbirlerini boğazlamışlar. 30.000 den fazla ölü vermişler. Birbirlerini hunharca kesen insanlar için bir köpek canının ne önemi var” demiş.
Sen misin diyen. Almış cevabını Betül’den.. “Ayı, sen de ne olacak. Terbiyesiz”
“Lafına dikkat et . Hakaret etme”
Zaten dünden beri, hani o çiçaro olayından beri çok rahatsız olup hır çıkartmak için bahane arayan ana kız tam fırsatını yakalamışlar. Şimdiye kadar ne kadar hakaret ettilerse de cevap alamamışlardı Bahadır ile Yarış’tan. Onun için koro halinde bağırmışlar. “Terbiyesiz adam. Zaten sende aile terbiyesi de yok. Hayvan ne olacak.”
Bu sırada en sağda Bahadır ayakta. “Bakın bana öyle laflar söylemeyin sokarım o lafları bir yerinize.” Demiş.
Bu büyük hakareti duyunca artık iş tamamen çığırından çıkıyor. Bengi heyecan ile ayağa fırlayıp bağırarak Bahadır’ın üstüne yürüyor.
Benim tam bağırışları duyup arabaya doğru yöneldiğimde -ki kamyonun Bengi tarafından geliyorum- Bengi’yi elindeki çantayı sallayarak ve 1.72 boyu ile annesinin üzerinden aşarak “Sen nasıl böyle konuşursun ahlaksız herif “ diye bağırırken gördüm. Gözlerime inanamıyordum. 24 yaşında bir genç kız. Ne yapıyor böyle. Bu sırada Bengi, annesini geçerek orta koridora ulaştı ve elindeki çantayı Bahadır’ın kafasına salladı. O sırada kamyona üç adım yakında idim. Koşarak gelmiştim. Kamyona dayalı merdivenden yukarı çıkmaya çalışıyordum. Herkes şaşırmış kafasını çevirmiş ne olduğuna merakla bakıyordu.
Birinci saldırıdan Bahadır kolunu saklayarak kurtuldu ancak Bahadır’dan sekip aşağıya doğru inen çanta bütün şiddeti ile Selen hanımın kafasına indi. Selen “ Allah, yandım” diye çığlık attı. O sırada Betül, Selen Hanıma “ Ne terbiyesiz oğlan yetiştirmişsiniz. Ayıp Ayıp” diye bağrınıyordu.
İlkinde tam isabet kaydedemeyen ve kendini kaybetmiş bir şekilde çığlıklar atarak bağıran Bengi bir kere daha çantayı salladı. Hem Bahadır’a hem de anneye çarpan çanta aşağıya indiğinde Bengi bir de uzanmış tokat atmaya çalışıyordu. İşte ben tam o sırada merdivenin üst basmaklarında idim ve kamyona atlamak üzereyim. Ama biri bana çarpsa paldır küldür aşağıya düşeceğim. Herkes şok olmuş. En önde bizim grubun dışındaki iki turist fotoğraf çekmeye çalışıyor. Kaçırılmaz ve de inanılmaz bir manzara.
Bahadır daha önce de söylediğim gibi annesine çok düşkün. Üstüne titriyor. Bu gezide ona eşlik ederken tek düşüncesi biraz daha rahat ettirebilmek. Çok kıymetli annesinin dayak yediğini ve acılar içinde bağırdığını görmek onu deliye döndürdü. Benginin tokadı Bahadır’a ulaşırken annesinin çığlığı ile kendinden geçmiş Bahadır kolunu uzattı ve Bengi’ye bir tokat patlattı. Yediği tokattan feleğini şaşıran Bengi daha hırsla saldırırken ikinci tokadı yiyecekti ki ben yetiştim ve Bengi’yi kucaklayarak öne kaçırdım. O sırada Nihal önden yardıma gelmişti. “Nihal al bu kızı en öne oturt “ dedim. Nihal Bengi'yi kucaklayarak götürmeye çalışırken o dönüp dönüp Bahadır’ı dövmeye çalışıyor. Bahadır iri yarı 35 yaşlarında bir adam. Sen kim onu dövmek kim. Hem yakışır mı?
Bu sefer kızının tokat yemesine dayanamayan Betül Bahadırı dövmeye kalktı. Bahadır ortaya gelmiş, annesini kenara itmiş rahat dövüş pozisyonu almıştı. Bengi’yi Nihal’e bıraktıktan sonra dönüp Bahadır’ı kucaklayıp orta sıralarda bir yere oturtmaya çalışıyorum. Sayhan hemen kalkıp yer verdi hem de Bengi ile arada duvar oluşturdu. Bahadır yükselen adrilini ile kuvvetinin son mertebesinde. Allah’tan ben de ufak tefek biri değilim de kucakladığım gibi götürüyorum Bahadır’ı. Ama Betül durur mu? Benim arkamdan hem bana hem Bahadır’a vuruyor, vurmaya çalışıyor. Bahadır’ı saran bir kolumu gevşetip arkaya dönüp Betül'ü uzaklaştırmaya çalıştım ve “Biriniz de şu kadını tutsun” diye bağırırken kolumun gevşemesini fırsat bilen Betül yine küfür ederek kolunu uzattı ve Bahadır’a tokat atmaya çalıştı. Ama kolumun gevşemesi ayni zamanda Bahadır’a da yaramıştı. Bahadır cendereden kurtulunca bir tokatta Betül’ün suratında patlattı. Tekrar Bahadır’a sarılıp onu Sayhan’a emanet ettim. Arkada Betül’ü de dibe oturttum ve kavga sonlandı ama bağırıp hakaretler devam ediyordu ki en gür sesimle “Susun” diye gürledim. Benim sesimin bu perdesini ilk defa duyan dostlarım korku dolu bakışlarla bana baktılar ve ortalık birden bire sessizleşti.
Bu anıları değil yazmak hatırlamak bile çok zor. O anda ne durumda olduğumu düşünebiliyor musunuz? Hadi her zaman bu seyahatlerde ağız dalaşı olur, hatta kırıcı sözler de söylenir. Bunu bildiğim için Guatemala’ya geldiğimizde otelden ayrılırken “Aman baylar, bayanlar. Lütfen gezi bitimine kadar birbirimize kırıcı olmayalım. Son günlerde sinirler çok gergin oluyor. Üstelik şu anda zorlu günler bizi bekliyor. “ diye sanki bilmişim gibi ikaz da etmiştim.
Bir an sakin olan ortalıkta duruma hemen hakim olmak gerekiyordu. Bir tarafta bütün gezi boyunca herkesin tepkisini almış bir ana–kız vardı. Hiç kimse ile dostluk kurmamışlardı. Bir kişiye günaydın bile dememişlerdi. Üstelik hakaret eden ve de ilk saldırıyı yapan onlardı. Ama ilk saldırıyı Bengi’nin yaptığını benden başka net kimse gördü mü bilmiyorum.Ancak diğer taraftan, davranışlar ne olursa olsun iri yarı bir genç adamın gezide yalnız olan iki bayana tokat atması katiyen af edilir bir davranış değil. Annesinin feryadı onu çılgına çevirmiş olabilir. Grup her an ikiye bölünebilir çünkü her iki taraf ta mahcup olduğu için kendine taraftar arıyor. “ Gördün mü ? “ “ Duydunuz değil mi? “ den başlayıp açılacak muhabbetler belki de grupta başka kimselerin birbirine kırıcı söz söylemesine neden olacak. Zaten herkes içinden birilerine dolu. Hani Teksas'ta barda iki kişi kavgaya başlar da hiç ilgisiz köşede oturan kişiler birbiri ile kavga etmeye başlarlar ve sonunda bütün bar birbirine girer ya. İşte tam o noktanın eşiğindeyiz.
Şoför, güvenlik görevlisi ve rehberler ne yapacağını şaşırmış ya biraz sonra tekrarlarsa ne olacak diye düşünüyorlar. Bunların hepsi saniyeler içinde beynimden bir film şeridi gibi geçti. Çok ciddi bir tarzda meseleye müdahale etmek gerekirdi.
“Şu anda hiç kimse hiçbir şey söylemek için ağzını açmayacak” diye gürledim elimi kamyonun kasasına sertçe vurduktan sonra.
Hemen polise dönüp “ Derhal bir zabıt tutun. Taraflar kesin olarak ağzını açmayacak.. Uçak kalkana kadar birbirleriyle konuşmayacaklar. Gruptan hiçbir kimse konu ile ilgili hiçbir şekilde hiç kimse ile konuşmayacak.” Javier tercüme ediyor ve orada bulunan bir kağıda tutanak İspanyolca yazılıyor oradaki güvenlik görevlisi tarafından. Devam ediyorum. “Bu dört kişi tutanağı imzalayacak. İmzalamam diyen şu anda kamyondan inip karakola gidecek. Kağıdı ben de garantör olarak imzalayacağım. Herhangi bir şekilde bu tutanağın dışına çıkıldığı an bu dört kişi için yasal işlem başlatılacak. Karakola gidilecek ve ben de onlarla beraber karakola gideceğim. “
Son darbeyi indiriyorum. Gruba dönerek “Sizler sakın ola ki ağzınızı açıp bu konuda bir şey söylemeyin. Söyler de olay büyür ise ben burada kalacağım için sizin Türkiye’ye nasıl döneceğiniz benim sorunum olmaktan çıkar. Nasıl dönerseniz öyle dönerseniz Ben karışmam. Ben burada bunlarla kalırım. Siz başınızın çaresine bakarsınız.”
Gözlerim dönmüş bir tarzda sesimin en gür haliyle yaptığım bu konuşma herkesi etkiledi. İnsanın sesinin gür oluşu bazen işe yarıyormuş. Tutanak tutuldu. İmzalar açıldı ve ana–kız ile Bahadır ve annesi ağızlarından bir kelime bile çıkmadan imzaladılar. Ben de imzalayıp güvenlik görevlisine verdim ve şoföre hareket etmesini söyledim.
İnşallah bu konu Türkiye’ye gidene kadar kapanır da başka tatsızlık olmaz diye düşünürken iç savaştan kalma kamyon inleye inleye tırmanmaya başladı. Tam artık saatler kaldı derken gördünüz mü başımıza gelenleri.
Javier kahve ağaçlarının arasından geçerken bilgi veriyor. “Kahve ağacı da aynı kakao ağacı gibi gölgeyi ve nemi sever. Büyük ağaçların gölgesinde yaşar. Güneş ışığını hiçbir zaman dik almamalıdır. Ayrıca tropik yağmurlardan sonra suyun topraktan buharlaşması da kahve için gereklidir.”
“Kahvenin toplanma mevsimi her ülkeye ve kahve cinsine göre değişir. Buralarda Aralık ve Ocak aylarında hasat yapılıyor. Toplayıcıların belindeki sepete elle toplanan kahve çeşitli vasıtalarla sergi alanına getirilir. Burada kurutulmaya bırakılır. 1-2 hafta yağmur yağmaması için dua edilir. Sonra atölyede üst kabukları ayrılır. Kırma tesisinde dış kabuk kırılıp içinden kahve çekirdeği çıkartılır. Eğer decafeinli kahve yapılacak ise bu noktada işleme tabi tutulur. En etkili yöntem ısı ile kafeinin alınmasıdır. Sonra ayıklanma ve boylanma işlemi yapılır. Kabuk ayrılırken çok zehirli bir su çıkar. Bu suyun doğaya salınması son derece sakıncalıdır. Artık bütün tesislerin bu suyu doğaya salmadan önce zararsız hale getirmek üzere arıtma tesisi kurmaları kanun gereğidir.”
Biraz sonra dolaşacağımız tesiste suların doğaya bırakıldığını ve hiçbir önlem alınmadığını görecektik. O sırada sağ tarafta kahve kurutma terasları ve üzerine yayılmış kahveleri görüp bol bol resimler çekiyoruz. Beste hanım çok mutlu.
Burada da hasat zamanı gelen işçileri yatırmak için barakalar yapılmış. Büyük işletmelerde bu barakalarda devamlı elemanları yatarmış. Eskiden sömürge devrinde Afrika’dan getirilen köleler kahve plantasyonlarında da çalıştırılırmış.
Kahve denince Etopya’yı yani eski adı ile Habeşistan’ı hatırlamamak mümkün değil. Çünkü kahvenin ana vatanı Etopya’nın Harar eyaletinde Kafa bölgesidir. Kahve ilk burada bulunmuştur. Adını da Kafa’dan alır ama Etopya'da kahveye “Bırna” denir. Etopya’da kahve içmek bir kültürdür. Seremoni ile içilir. Adı da Kahve seremonisidir. Yemekten sonra aile salonda daire şeklinde oturur. Eğer Etopya ‘ya giderseniz herhangi bir lokantada yemekten sonra kahve seremonisi isteyebilirsiniz. Kahve pişirecek bayan önce ortamı hazırlar. Karasinekten korunmak üzere bizim karabiber ağacı dediğimiz ağacın dallarından ortaya serer. Böylece oraya karasinekler gelmez. Kahvenin kavrulmasından, çekilmesinden içilmesine kadar bütün işlemler orada yapılır. Kavurma işlemi bitince kahveci kalkar ve herkese tek tek dumanını koklatır. Kavurmanın kararınca yapılmış olduğunun onayını alır. Kahve çekilip pişirilince özel bir ibriğe konulur. Kahveci herkese dağıtılmış bulunan fincanlara üç defa servis yapar.. Bu seremoni ortalama kırkbeş dakika sürer. Büyükelçi arkadaşımız Murat Bilhan’ı ziyarete gittiğimizde edindiğimiz bu tecrübeden çok etkilenmiştik. Sonra Mavi Nil’in doğduğu Tana Gölündeki adacıklarda da elimizle kahve toplamıştık. Neden Türkiye ile kahve ticareti yapılmadığını sorduğumda da Etopya’nın kahvelerinin dünya standardında çok yüksek kalitede ve bunun içinde pahalı olduğunu öğrenmiştim. Türkiye olarak biz ucuz kahve ithal edermişiz.
Ama en çok kahve ithal ettiğimiz Brezilya’da, kahve kültürü olmadığını ve kahve isterseniz küçük kapta, şekerli berbat bir şey getirildiğini görmek beni çok şaşırtmıştı.
Amerika’da Washington DC de yaşayan kardeşim Ferhan, Kolombiya’ya gittiğinde en iyi kalitede bir kahve satın almak istemiş. Ona “En iyi kahve bizde satılmaz. Tamamı ABD ye ihraç edilir. Orada bulabilirsiniz.” dediklerini anlatır.
Dünyanın subtropikal iklime sahip bütün ülkelerinde kahve yetişir. Ama her bir ülkenin her bir yöresinde kahvelerin kalitesi farklıdır.
Kahve kültürümüz iyice gelişirken 800 metrede Mombacho Canopy Tour levhası görüyoruz. Demek burada da Canopy yapılıyormuş. Guatemala’da Tikal Milli Parkında gördüğümüzü hatırlıyoruz. Daha dün gibi ama nerdeyse bir hafta geçti bile.
Burada yeşil fışkırmış gibi. Her yer çok yeşil. Bizim süs bitkisi gibi zor yetiştirdiğimiz bir tür kaktüs burada sınır çiti olarak kullanılıyor. İlginç bir şey burada 800 metreye kadar olan tabiat örtüsü ile bunun yukarısı tamamen farklı. Buraya kadar kahvenin yetiştiği bir tabiat var. Ama 800 metrenin üstüne çıktığınız an gerek flora gerekse fauna tamamen farklı. Şili’nin Atakama çöllerinde gayser vadisine giderken rehberimiz 3000 metrenin üzerine çıktığınızda doğa tamamen farklılaşır demişti. Karadeniz’de Bektaş yaylasına çıkarken dostum Fatih Güngör 2000 metrenin üstüne çıktığında tabiat tamamen değişir demişti. Burada ise sınır 800 metre. Bu noktada tamamen bulut ormanlarına giriyoruz. Aşağıdan da gördüğümüz bulut genellikle bu tepeden ayrılmıyormuş. Böylece bitkiler bu nemli ve bulutlu ortamda yetişiyor. Onun için eğrelti otları çok yoğun. Biyolog rehberimiz dünyada görülen en büyük eğrelti otunu burada olduğunu ve bunun boyunun 20 metreye ulaştığını söylüyor. Biraz sonra onu gösterecekmiş. Dinozorlar devrinde böyle dev eğrelti otları varmış. Şimdi yok. Bu dev eğrelti otu biyologlarca inceleniyormuş.
Bugün aslında yağmur bekleniyor. Rüzgarlı bir hava var. Gökte bulutlar büyük bir hızla geçiyor. Bunlar bizim için güzel alametler. Belki bugün bulutlar dağılır.
Kamyonumuz inleye inleye 1220 metre yükseklikteki tepeye ulaştığında ilk gördüğümüz çanak antenler. . Burası bütün ovaya hakim olduğu için haberleşme çanakları buraya kurulmuş. Doğal hayatın koruma merkezi de burası. Biyolojik Araştırma İstasyonu. İstasyonun içinde büyük bir kafeterya var. İndiğimizde rüzgar, çok hafif yağmurla karışık ama sert esiyordu. Onun için hemen koşar adım binanın içine girdik. İçerisi sıcak, geniş, güzel bir yer. Çay kahvenin yanında buradaki doğal hayattan alınmış örneklerin sergilendiği panolar var.
Sağdaki ilk panoda kelebekler var. 50 nin üzerinde kelebek çeşidi sergilenmiş ve bilgi verilmiş. İkinci panoda burada yaşayan yılan tipleri. Üçüncü panoda kuşlar. Pırıl pırıl renkleri ile papağanlar serçe gibi küçük kuşların fotoğrafları. Sonra sürüngenler sergilenmiş.
Salonun ortasındaki makette Mombacho dağının muhteşemliğini ve aşağıda iki göle bakışındaki heybetini bütün canlılığı ile görebiliyoruz. Düz bir ovanın üstünde huni biçiminde dev bir volkan pek haşmetli görünüyor. Biraz sonra aşağıdaki Nikaragua gölünde sandal sefası yapacağız eğer bir aksilik olmazsa.
Bir köşedeki küçük alışveriş yerinde kitap, harita ve hediyelik eşyalar satılıyor. Dışarıda 3 km lik krater turuna çıkacak ve bu arada üşüyen dostlarımız başta Nihal olmak üzere bütün T-Shirtleri kapıştı. Tanesi 4 dolar pek te ucuz gelmişti. Soğuktan titrerken tanesi 10 dolar dese gene de kapışırdık.
Bu gün son gün. Zamanımız kısıtlı. Hemen tura çıkmamız lazım. Başta Mürşit ve Bilgi Kodaman olmak üzere Hüsniye, Hamiyet ve Mermin hanımlarda gelmeyeceklerini söylediler. Kalan grup başta en yaşlımız Saniye hanım olmak üzere ormana daldık. Bu yol ile kraterin çevresinde tam bir tur yapacağız ve bir noktadan kraterin içine bakacağız. Javier hayatından çok memnun. Tam kendi konusu. Devamlı bilgi veriyor. Bizim bu bilgilerin önemli bir kısmını anlamadığımız kesin. Zaten serin ve nemli havada otların içinden gerek aşağıya doğru, gerekse yukarıya doğru yürürken ilk dikkat ettiğimiz şey bastığımız yer. Düşmemek için gerekli bütün ihtimamı gösteriyoruz.
Bir ağacı göstererek anlatıyor Javier. “Bakın bu üzeri tamamen bitki kaplı ağaca. Dallarında bile asalaklar var. Bu bitkiler güneş ışığı alsın diye ağacı kendilerine toprak yapıp üstüne yerleşmişler. Burada tam 200 ayrı çeşit bitki bu ağacı mekan tutmuş. İşte bu kaplan ağzı. Bu ayrı bir mantar cinsi. Bu ise başka bir mantar. Üstte sağdaki dalda orkide var. 20 den fazla orkide yetişir bu dağda. Dalda boşluk olan yerlerde değişik yosunlar sarılmış. Bazı bitkiler mesela bromelyalar da bu yosunlar üzerinde yetişir ve ağacı sarar.... “ Kendi konusu ya keyifle en ince ayrıntısına kadar anlatıyor.
Javier biraz ileride bir yerde duruyor “Mombacho kraterinden başka hiçbir yerde doğada bu farklılıkları yan yana göremeyiz. Bakın şimdi durduğumuz yer tam bir sınır. Burada tabiat değişiyor.” Gerçekten de bir doğal sınırdayız. Bir metre arkada muhteşem yağmur ormanları. Bir metre ilerisi küçük ağaççıkların ve çok seyrek makiliklerin olduğu yer. Sanki yan tarlaya orman ekilmiş gibi. “Nedenini birazdan anlayacağız” diyor Javier ve yamaçtan aşağıya doğru iniyoruz. Burası dağın göllere bakan yamacı. Aşağıda Managua gölü, Nikaragua gölü ve Granada şehri net bir şekilde görülüyor. Taa ilerde ise sisler altında Managua şehri hayal meyal seçiliyor. Sanki burada ağaçları kesmişlerde tekrar yetişmemiş gibi bir hal var. Yalnızca sarı sarı otlar. Yamaçları sarmış yosunlar. Javier ileride diz çökmüş bizi bekliyor. Bir çukurun başında durmuş çukurdan gelen dumanları gösteriyor. Çıkan hava insanın elini yakıyor. Toprağı elliyoruz sıcak.
“İşte sebebi bu “ diyor “Burada mağma toprağa yakın. Birçok yerinden bu sıcak havaları dışarıya atıyor Mombacho volkanı. Bu sıcaklıkta yetişen bitkilerle biraz önce geçtiğimiz yerde daha soğuk toprakta yetişen bitkiler farklı. Bu bölgede her yerde toprak çok sıcak.” Kanarya adalarından Teneriffe’de El Teide dağına çıkarken gördüğüm manzarayı hatırlıyorum. Orada piknik yapmaya gelenler bu çıkan buharın üzerine tencerelerini oturtup yemek pişirirlerdi.
Burada yerden bir karınca alıp gösteriyor Javier. ”Bu çok özel bir karıncadır. Bu karıncalar özel bir mantar yetiştirir ve onu yerler. Çok ilginç bir teknikleri vardır. Yuvalarına eğrelti otu yaprağı taşırlar. Bu yaprak çürürken havayı belli bir nem ve ısıda tutar. Isı ve nem fazla ise fazla yaprakları dışarıya çıkartır eksik ise daha yaprak getirirler. Yer altında yetiştirdiği mantarlar bu karıncaların besin kaynağıdır.” Duyduklarımıza , gördüklerimize inanmak çok zor.
Hep beraber 50 metre aşağıdaki manzara yerine gidiyoruz. Bu bölümde toprağın üstü renk renk çiçeklerle kaplı. Özellikle de orkideler harikulade. Yerler orkide çiçekleri ile dolu. Bunlar ağaçta yetişen değil, yerde yetişen orkideler. Her kes resim çektiriyor tabi Tam aşağıdaki bir tepenin üzerine oturma yeri yapmışlar. Hava da birden bire ısındığı için yarım saatlik yürüyüşün ardından bu mola iyi geldi. Güneşte kendini gösterdi. Aşağıda göl ve gölün arkasında uzanan uçsuz bucaksız tarlalar görünüyor.
“Size Nikaragua gölü ile Karayip denizi arasında kalan bölgeyi anlatmak isterim “ diyor Javier. “Bu bölge ülkenin yarı büyüklüğünde olmasına rağmen pek az insanın yaşadığı yerdir. 541 km uzunluğundaki sahile karayoluyla ulaşmak imkanı yoktur. Honduras sınırına yakın olan yerlerde hala contra tehlikesi vardır. Oralara gitmek tehlikelidir. Geçen sene dört turisti kaçırdıkları yerler o bölgedir. Sahil boyunca, ancak bir iki yere o da kurak mevsimde ve çok kötü yol şartlarında 4 çekerlerle gidilebilirsiniz. Buraları tamamen bataklık gölcükler ve nehir deltaları ile kaplıdır. Nikaragua’nın 685 km ile en uzun nehri olan Rio Coco çok büyük bir delta yapar. Karayip denizine toplam 23 nehir akar. Burası Pasifik sahilleri kadar sıcak değildir. Yağmur ormanları ile kaplıdır. Sahildeki Bluefields şehri benim en sevdiğim şehirdir. 40.000 nüfuslu bu şehre kara ulaşımı yoktur. Ya uçakla gidersiniz veya Rama’ya kadar otobüsle. Managua’dan günde iki defa otobüs kalkar Rama’ya .8-10 saat sürer. Yorucu bir yolculuktur. Ama manzaralar muhteşemdir. Sonra Rama’dan teknelerle nehir yolu ile 5 saatte ulaşırsınız Bluefields’e. Dönüşte nehrin tersine gideceğiniz için yol 8 saat sürer. Bu tekne yolculuğu hayatınızda bir kere yapabileceğiniz güzelliktedir. Bluefields’te sizi taze ıstakozlar ve karidesler bekler. Dünyanın en ucuz ve en taze ıstakozu buradadır. Dev ıstakozların tanesini 5-6 dolara yersiniz. Deniz burada cam göbeği yeşildir.”
“Hele Bluefields’ten Corn adasına giderseniz sanki cennete gitmiş gibi olursunuz. Orada her şey daha da ucuz.Tam bir mercan adasıdır Corn adası. Cam göbeği berrak denizi, üzerine Hindistan cevizi ağaçları eğilmiş beyaz kumsalı ile büyüleyicidir. Mercan kayalıkları şnorkel yapanlar için çok elverişlidir. Balığı çok bol olduğu için gelenler hemen her köşede büyük okyanus balığı avlayabilirler. Burası uzun süre İngilizlerin ve İngiliz korsanlarının hakimiyetinde olduğundan adada genellikle İngilizce konuşulur. Bluefields’te de öyle. Managua’dan 93 dolara gidiş dönüş bilet alabilirsiniz bu adaya. Gittikçe turistikleşiyor ama bize göre. Yoksa hala sanki 400 yıl öncesini yaşarsınız orada. Eskiden burası korsanların adası imiş. Konumu itibariyle bu adayı ele geçiren korsan bu bölgeye hakim olurmuş.”
“ Şimdi de ada halkının esas geliri nereden biliyor musunuz?” diye bir soru soruyor.
Hepimiz çeşitli cevaplar veriyoruz. “Balıkçılık?” değil.
“Hindistan Cevizi?” değil.
“Istakoz? “ diyor Yarış. Değil.
Anlaşıldı , bilemeyeceğiz. Javier söylüyor. “Esrar ve kokain”
Hoppala. Nereden çıktı bu. Bu adanın neresinde yetişir esrar veya kokain?. Gizli de yapılamaz küçücük ada. Bütün yapıları belli. Devam ediyor Javier.” Colombiya’lılar biliyorsunuz esrar üreticisi. En büyük alıcı ABD. Çeşitli teknelere yüklenen mallar karayip denizinden deniz yoluyla Florida sahillerine götürülür. Sahil güvenliğe yakalanmaz ise mesele yok. Ama yakalanacak gibi olursa mallar derhal denize atılır ve kaçılır. Oradan deniz akıntıları o malları tam Corn adasının açıklarına getirir. Denizciler gider o malları denizden toplar ve tekrar aracılara satarak para kazanırlar.” Amma güzel iş. Her gün sandalınla denize açılıp esrar bekliyorsun. Ufukta görünüyor veya Hay Allah bugün de kısmetimiz yokmuş diyorsunuz falan. Ne enteresan düzen.
Aklıma Paraguay – Brezilya sınırını geldi. Meşhur İgasu şelalelerinin olduğu Brezilya’nın İgasu şehri ile Paraguay’ın kaçakçı şehri Ciduad de la Este arasında Parana nehri akar. Ciduad de le Este tam bir kaçakçı cennetidir. Buradaki kaçakçılık Müslüman kökenlilerce yönetiliyor. Buradaki kaçakçılık organizasyonunu Usame bin Ladin’in yürüttüğü şüphesi ile 11 Eylülden sonra Amerikan soruşturma birimlerince didik didik arandı. Hudut bir süre kapalı kaldı. Müslüman olup Paraguay pasaportu taşıyanlar sorguya çekildi. Bazıları tutuklandı. Bazıları kaçtı. Şu anda sessizlik hakim ama eskiden çok hareketli idi. Köprünün Brezilya ayağında çok sıkı güvenlik kontrolü var . Bunun için kaçak mallar Brezilya ile Paraguay’ı birbirine bağlayan Parana köprüsüne getirilip tam ortasından aşağıdaki nehre atılırdı. O noktada nehir aşağıya doğru aktığından ilk olarak Brezilya kısmında sahile çarpardı veya Parana ile İgasu nehrinin birleştiği yerden sonra Arjantin sınırlarına çarpardı. Aşağıda bekleyen toplayıcılar karanlıkta malları alıp ya Brezilya’ya veya Arjantin’e sokarlardı. Brezilya hükümeti köprünün her iki tarafına iki metre boyunda kafesli tel kaplattı. Hududu yaya geçmek mümkün. Zaten genellikle halk yaya gidip geliyor. Kendi adamlarının ellerine birer tel makası verdiler ve köprüden geçerken her geçişte telin bir yerini çaktırmadan kese kese pencere açtılar. Ben bir gün araba ile buradan geçerken önümdeki arabanın aniden durduğunu ve içinden çıkan iki kişinin acele bagajdan bir tahta kutu çıkarıp o teldeki pencereyi açarak aşağıya fırlattıklarını ve taksiye atlayarak uzaklaştıklarını hayretle izlemiştim. Tam arkasında olduğum için ister misin polis görsün de bizi de durdursun diye de heyecanlanmıştım.
Javier bunları anlatırken büyülenmiş bir tarzda dinliyorduk. İyi ki burada iki gün kalmışız da bunları görüp öğreniyoruz. Keşke daha çok zamanımız olsa da şu adaya da gitsek. Nurşan “Mete’ye söyle de bundan sonraki grupları o adaya da götürsün” diyor.
“Bu volkan Nikaragua’daki en vahşi ikinci volkandır. Volkanın vahşiliği aktif hale geldiği zaman lav mı çıkartıyor? Kaya mı çıkartıyor? Çıkarttığı kayaları en uzak nereye fışkırtıyor? Ona bağlıdır. Bakın şu aşağıda Nikaragua gölünün içinde gördüğünüz kaya-adacıklar Mombacho volkanından düşen kayalardır. Tam 365 adettir. Yetişebilirsek o adacıklar arasında da gezineceğiz. “ Javier bizi gerçekten heyecanlandırıyor. İnşallah grupta da bir terslik olmaz da karakollar yerine göl sefası yaparız. Gezerken ve tercüme yaparken gözüm hep o kavga çıkartanlarda. Acaba yine bir şey olacak mı diye? Krateri gezenler içinde kavga çıkaran o dörtlüden bir Selen hanım yok. Ama Bahadır’a da şimdilik dalaşan yok.
Yeterlice dinlendikten ve bu bilgileri aldıktan sonra indiğimiz bayırı çıkıp kratere doğru ilerliyoruz. Kratere giderken 3 metre yüksekliği ve 1 metre genişliği olan bir yardan geçiyoruz. Yemyeşil bir tünel gibi. Tünelin ucundaki seyir yerinden kratere doğru baktığımızda ilk olarak o dev eğrelti otunu görüyoruz. Muhteşem bir şey.20 metreden daha yüksek. Yanında bir tane daha var. Onunda boyu 15 metre civarında. Başka da yok zaten. Yine bir dünyanın “En”ine tanıklık ediyoruz. Çapı 1.5 km olan krater tamamen yağmur ormanı bitki örtüsü ile kaplı. İşte o kayalar bu ağızdan fışkırmış Son 1570 te patlayan volkan hala daha zaman zaman dumanlar çıkararak ölmediğini yalnızca uyuduğunu hatırlatıyor. Bu kraterin içinde büyük göl varmış. Aktif hale gelince göl suları ve lavlar aşağıdaki 400 haneli bir köyü yerle bir etmiş.
Biraz daha yürüdüğümüzde hava birden bire değişti. Tamamen rüzgarlı bir bölgeye girdik. “İşte burası da rüzgarlı 3. bölge. Burada devamlı esen rüzgarlar, bu rüzgara dayanıklı bir doğa örtüsü yaratmıştır. Buradaki ağaçlar, çalılar ve mantarlar, 500 metre arkamızdakilerden çok farklı. En sert ağaç burada yetişir. Yaprakları çok sert ve dikenlidir.” Gerçekten de gözle görülebilir bir iklim değişikliği ve hepsi 3 km içinde.
Bu park çok güzel organize edilmiş. En az 20 yerde, o civardaki flora ve fauna’yı tanıtan ağaç üzerine oyularak yazılmış ve renkli resmedilmiş panolar var. Ama maalesef hepsi İspanyolca. Javier’e muhtacız anlamak için.
Daireyi tamamlayıp tekrar istasyona varıyoruz. Tura gelmeyenlerde iyice dinlenmiş “hadi gidelim” diyorlar. Bir süre tuvalet bulamayız diye son ihtiyaçları da giderip inişe geçiyoruz. İniş çıkıştan daha zor ve daha tehlikeli. İnerken Javier o kazanın yapıldığı yeri gösteriyor. “Çocukların öğretmeni böyle yan tarafa bakarken bir adam görmüş yerde. Aaa bu bizim şoför değil mi demeye kalmadan hızlanan kamyon ileride devrilmiş. Frenlerin tutmadığını hissedince şoför can havliyle atmış kendini aşağıya. Düşünebiliyor musun şurada şoförü gördüğünü. Kulağımı çekip “Allah korusun” diyorum.
Tekrar park yerine geldiğimizde hemen otobüsümüze binip Masaya’ya doğru yola çıkıyoruz. Masaya buradan çok yakın. Nasıl Leon şehri eğitim merkezi, Granada şehri ticaret merkezi, Masaya şehri de sanatkar ve zanaatkarların merkezi. Her bir grup için ayrı Mercado’ları var. 2000 depremi burasını da yerle bir etmiş. 30 kişi ölmüş ama binlerce kişi evsiz kalmış. Hala inşaat işi devam ediyor. Yıkık evler deprem sanki dün olmuş gibi aynen duruyor. Masaya şehri Masaya kraterinin krater gölünün kenarında kurulmuş. Bu bölge tamamen lavlardan oluşan toprakla kaplı olduğu için çok verimli.Tarım çok gelişmiş.
Şehrin içinden geçip doğruca Mercado Viejo yani Eski Pazar’a gidiyoruz. İhtilal sırasında tamamen yıkılan bu Pazar tekrar onarılmış. Dışarıdan tamamen kale surları içine giriyormuş gibisiniz. Aşağı yukarı 100 metreye 100 metrelik bir alan bu surlarla çevrilmiş. Köşeler kale burçları gibi. Ama her taraftan çarşıya girmek mümkün. İçeride birbirini kesen sokaklarda yüzlerce işyeri. Her birinde başka bir el sanatı satılıyor. Çok otantik.bir çarşı. Bir saat alışveriş molası veriyoruz. Saat 4.15 te hareket diyoruz. Ve hemen Nihal ile ben de çarşıya dalıyoruz. Ama önce şu çiçaro kaşıklarından bulmamız lazım. Nevin ve Bülent Göker’de onlardan almak istiyorlar mutlaka. Beraberce dolaşıyoruz. Sonunda bir dükkanda ama yalnızca 12 tane buluyoruz. 6-6 bölüşüyoruz. Türkiye’ye dönünce deneyelim bakalım gerçekten bu kaşıklarla içildiğinde çorbanın lezzeti farklı mı?
Bu çarşıda ne ararsan var. Benim yıllardır aradığım el işi renkli desenli hamaklar burada envai çeşit. Çabucak bir tanesine karar veriyoruz. Bizim bahçeli bir evimiz yok ama bakalım kullanacak bir yer buluruz elbet. Sırt çantası ile dolaştığımızda almamız mümkün olmamıştı Paraguay’dan. Ama buradakilerde çok güzel. Sonra bir ressamın yerine Honduras’tan aldığımız kaz tüyü üzerine tabloları gördük. Buradakiler daha büyük sanat eseri ama orada 10 dolara aldıklarımız burada 30-40 dolar arasında değişiyor. Onun için almaktan vazgeçiyoruz. Bizim Rom’umuz Küba Rom’undan daha iyidir demişti Javier. Bir tane de “Flor de Cana” alıyoruz. Oğullarımız İzzet ve Volkan ile içeriz diye. Daha 1,5 dakikamız var. Başka ne alalım? Yarın uçağa gideceğiz. Burası son alışveriş yeri. O sırada El Salvadorlu kadınlarda gördüğümüz ve kapıştığımız dantelli önlüklerden görüyoruz. Bunlar daha da güzel. Birkaç tane de onlardan alıyoruz. Bunları görünce kızlarımız Ceren ve Duygu çok sevinecekler.. Sonra Şermin hanım güzel bluzlar bulmuş. Kızlara da onlardan alıyoruz. Artık zaman doldu. Hemen herkes otobüste. Bu seferde geç kalma sırası Yeliz hanımda .Ben onu son gördüğüm yerde elimle koymuş gibi bulup yola çıkıyoruz.
Geç oldu. Eğer Granada şehir turunu önce yaparsak göl turunu ve gölde gün batımını kaçırabiliriz. Onun için şehrin içinden geçip doğruca göl kenarında motorların kalktığı iskeleye gideceğiz. Yol şehrin tam ortasından geçiyor. Burası tek katlı ve iki katlı İspanyol stili evlerle dolu. Cordoba bu şehri kurduğunda İspanya’da Emevilerin kurduğu ve Büyük Sultan anlamına gelen Granada koymuş adını. Göl kenarındaki konumu itibariyle tüccarların şehri olan Granada muhafazakarların merkezi. Korsan William Walker, Leon’luların davetiyle gelip Granada’lıları yenince bir daha rakip olmasın diye şehrin tamamını ateşe vermiş ve sonra bir levha çakmış harabelerin üzerine “Burada Granada vardı.” diye yazmış. Granada’lıların çok burnu havada insanlar olduğu söylenip üzerine hep espriler yapılırmış. “Granada’lılar kliması çalışıyor havası vermek için en sıcak günde bile camları kapalı araba kullanırlar... “gibi. Sokaklar satıcılarla dolu. O sırada köşeden bir başka yerleşim yerine giden burunlu bir otobüs çıktı. Bizim minibüsçüler gibi muavin tek kolu ile tutunup dışarıya sarkmış müşteri toplamaya çalışıyor. Amerikan servis aracından bozma otobüste her renk boya kullanılmış. Rica ediyoruz. Bizim için otobüsü durduruyorlar ve poz poz resim çekiyoruz. Bu renkli otobüsler Latinlerin özelliği. Guatemala’da Antigua’da da böyle bir otobüs görmemiş miydik? Ama bunda daha canlı renkler kullanılmış.
Göl kenarında sahil lokantaları var. Dönüşte burada akşam yemeğini yemek çok keyifli olur diye düşünüyorum. Bu gece de gruba bir sürpriz yapmayı planlıyorum.
Birkaç km ileride de göl kıyısında halk plajları varmış. Burası tamamen mango ağaçları ile kaplı. Bu ağaçlıklı dar asfalt yoldan geçerek iskeleye vardığımızda saat 16.55 olmuştu. Hiçbir motor görünmüyor ortalıkta. Aslında motorlar iskeleye bağlı da sahipleri, kaptanları yok ortada. 10 dakika sonra geleceklerini öğrenip mola veriyoruz. Sıkışanlar tuvalet arıyor ama birkaç deneme başarısız. Daha motorlar da gelmedi için tekrar bir tuvalet bulma umuduyla bir yerler aranıyor. Döndüklerinde işlerini hallettiklerini ancak yarı açık yarı kapalı tahta berbat bir köşe bulduklarını söylüyor hanımlarımız. Erkek olmak ne rahat diye düşünüyorum.
Burada beklemek bile o kadar zevkli ki. Her bir kayadan yeşil fışkırıyor. Su masmavi. Güneş henüz batmamış. Suyun üzerinde nilüferler var. Şair olsam her halde en güzel şiirlerimi burada yazarım diye düşünüyorum.
Motorcular nihayet görüldü. Pat pat gürültülerle birkaç yolcusunu getirdi. İki kaptan da iş olmadığı için beraberce gitmişler. Karşılarında 30 kişilik bir turist grubu görünce ağızları kulaklarına vardı. Fazla para koparmak için pişkin pişkin “Saat 17 yi geçti. Mesai doldu biz tura çıkamayız” dediler. Belli fazla para kopartmak istiyorlar. Normal 15 dolara gidiyorlar. Pazarlık etsen 10 dolara da razılar ama şimdi nazlanıyorlar. Bizim de başka şansımız yok bu gezi için. Fazla lafı uzatmadan 35 dolara el sıkışıp iki motora 15 – 15 bindik.
Hayatımızın en güzel gezilerinden birini yapıyoruz. Mombacho Volkanının püskürttüğü 365 kaya arasından süzüle süzüle gidiyoruz. Bazı kayalar artık birer ada. Üzerinde ağaçlar büyümüş. Bir tanesinde şahane bir villa var. Nurşan hemen ilgileniyor. Avrupalı bir mimarınmış “Belli” diyor Nurşan.” Çok farklı bir stili var”
Toplam 400 ün üzerinde ada var burada. Omotepe adası uzakta ve çok büyük. Motorcumuz göl hakkında bilgi veriyor. “177 km uzunluğunda ve 58 km genişliğinde 8624 km kare büyüklüğünde. Latin Amerika’nın 3. büyük gölü. Yerli dilinde adı Cocibolca yani tatlı deniz. San Juan nehri ile karayip denizine bağlanıyor. Hatta Granada’dan göl, nehir ve deniz yolu ile Bluefields’e ulaşmak bile mümkün. San Juan nehrinin başladığı yere kadar tamamen Nikaragua’ya ait. Ondan sonra nehir Costa Rica ile hudut teşkil ediyor. Gölün Pasifik okyanusuna en yakın yeri Rivas. Buradan okyanus yalnızca 20 km. İşte kanal yapılacak yer burası. Bu adalar MÖ 10.000 yıllarında oluştuğu için her yerde eski insanların yaşadığına dair kanıtlar bulunmuş. Olmeklerin zulmünden kaçarak Meksika’dan gelip burada yerleşen Nahuati ve Chorotega’lara ait çok bulgu var. Kaya mezarları, kaya resimleri gibi.”
“Bu gölde çok çeşitli balıklar yaşıyor. Dünyada yalnızca burada tatlı suda yaşayan köpekbalığı vardır. Testere balığı da yalnızca burada yaşar.”
Aklıma Amazon nehrinde yaşayan mavi yunuslar geldi. Yunus balığı da deniz hayvanı. Ancak yunuslar tatlı suda benim bildiğim yalnızca Amazon’da ve Çin’deki Yangste nehrinde yaşarlar. Manaus’a gittiğimde Amazon’u oluşturan Rio Negro ile Solimos nehirlerinin birleştiği yerde oynaşan yunuslarının resimlerini çekmiştim. Bir de burada şimdi köpek balıklarını görsem. Bir de inşallah Yangste nehrindeki yunusların resmini çekmek kısmet olur. Dilerim dünyanın en büyük barajı olacak “3 Geçit Barajı” tamamlanmadan orada da yunusları seyrederiz diye düşünceye dalıverdim birden. Burada köpek balıklarının yaşadığını duymak etkiledi beni.
O küçücük adalarda birçok yerli yaşıyor. Gölde çamaşırını yıkıyor anne. Sularını da bu gölden alıp kaynatarak içtiklerini söylüyor kaptanımız. Tenekeden, tahtadan yapılmış evler. Buraları hep sıcak olduğu için çok kapalı mekanlar yapmaya gerek yok. Her koyu gördüğümüzde, her adayı döndüğümüzde ayrı bir güzellik çıkıyor karşımıza. Biraz önce gezdiğimiz volkanın o kadar güzel görüntülerini yakaladık ki. Nihal sonradan burada 100 ün üstünde resim çektiğini söyleyecekti.
O sırada tek başına kürek çeken bir çocuk gördük. 7-8 yaşlarında. Okuldan geliyormuş. Adanın birinde bir okul var. Çocuklar her gün kürek çekerek okula kendileri gidiyor. Gölün dalgalı olduğu günler okul tatil oluyormuş. Biraz sonra okulunda önünden geçiyoruz. Şirin bir okul. Çocuklar sandallarını rahat yanaştırsın diye iskele yapmışlar. Tek sandalı olan ailelerde anne veya baba getiriyor çocukları okula. Mecburi eğitim sekiz yıl. Türkiye’mde daha birkaç sene öncesine kadar beş yıl olmasından gene utanç duyuyorum.
Eğitimin beş sene olduğu yıllardan birinde belki çoğunuzun ismini bile duymadığı Leshoto ülkesine gitmiştik Can arkadaşım Reha ve oğlum İzzet ile. Dört bir tarafı Güney Afrika Cumhuriyeti ile çevrili dağlık bir devlet. Çok ama çok fakir. Afrika’nın 196 metreden akan en yüksek şelalesi Maretsunyane’yi görmeye gidiyoruz. Can ve mal güvenliği olmayan, başına bir şey gelse aylarca kimsenin haberi olmayacağı yerler. Orada sabaha karşı iki saat yürüyerek okuluna giden ve akşam ayni yoldan dönen çocukları görmüştük. Leshoto’da mecburi eğitimin sekiz yıl olduğunu duymak çok yaralamıştı beni. Sonradan sekiz yıllık eğitime karşı çıkanların nasıl bir cehalet içinde olduğunu, hiç mi hiç dünya görgüleri olmadığını, dünyanın hiçbir yerinde bizim yaşadığımız utancı yaşamadıklarını aklım havsalam almamıştı.
Burada doğa her şeyi ile ilginç. Bir ağacın üzerindeki kuş yuvaları gösteriyor kaptanımız. Otuz santim kadar uzunluğunda içine küçük Kırkağaç kavunu girebilecek büyüklükte. Yavruların ve anne babanın odaları ayrıymış. Yumurtaların olduğu yere geçişi zorlaştırarak onları yırtıcı kuşların yemesi önlenmiş. Bir ağaçta en az elli yuva var. Görünüş öyle enteresan ki. Bu kuşlar da ancak tek cins ağaca yuva yapıyorlarmış Öyle her ağaca değil.
Güneş yavaş yavaş batmakta. Grup gene şaheser. Bir tarafta ay gökte kendini göstermiş. Ayın da tam ondördü. Şubatın da ondördü. Gökte asılı bir fener gibi duruyor aydede. Bulutlar Mombacho’yu terk ediyor. Olanca muazzamlığı ile karşımızda bizim volkan. Ta oradan buraya püskürttüğü kayalarının arasında gezişimizi seyrediyor gibi bakıyor bize.
Bir saatlik süremiz dolmak üzere .İki kaptan konuşup dönme hazırlığı yapıyorlar. O sırada önümüze çıkan adada sanki bir lokanta var. Tabi müşteri olmadığı için kimse görülmüyor. Tam gün batarken burada yemek ne güzel olurdu diye düşünüp adaya yanaşmasını söylüyorum. Ada herhalde yüz metrekare falan büyüklüğünde. Bahçesinde dev tropik ağaçlar altında, tahta masalar. Mutfak olduğunu öğrendiğim barakadan iki kişi çıkıp karşılıyorlar bizi. Javier’e “Sor bakalım açıklar mı? Balıkları var mı?” diyorum. Açık olduklarını, balıklarının olduğunu, gece jeneratörlerinin olduğunu söylüyor. İçeriye girip balıklara bakalım diyoruz.
Bunlar dünkü gibi balıklarını saklamıyorlar. Balıklar gerçekten çok güzel görünüyor. Javier bunların Nikaragua gölüne has balık olduğunu ve çok lezzetli olduğunu söylüyor. Balıkların tanesi en az iki kilo. Yanına gene pilav, salata ve muz kızartması verecekler. En irilerini sayıyorum. Tamam onbeş adet çıkıyor.Bazıları iki buçuk kiloya yakın. Fiyatlar dünkünden de ucuz. Onun için pazarlık etmiyoruz bile hemen balıkları atmasını söylüyorum ve de Bülent beyin dünkü uyarısını dikkate alarak aşçıya balıkları fileto ayırmasını tembihliyorum. Balıklar daha iyi pişecek hem de dağıtım adil olacak.
Biz heyecanla balık siparişlerini verirken bizim motorcular su koyuyor. Gece sizi götüremeyiz geri diyorlar. Bir otuzbeş dolar daha istiyorlar. Pazarlık etmeye başlayınca kızıyorum ve “Elli dolar son. İsterseniz kalın. İsterseniz geri döneriz otuzbeş dolarınızı alırsınız.” Diye rest çekince vazgeçmeyeyim diye. “Tamam tamam” deyip seviniyorlar. Akşam saatinde devlet kuşu kondu başlarına. Hem yemek yiyecekler hem de onbeş dolar daha kopardılar. Ama El Peten gölünde verdiğimiz elli doları hatırlayınca burası bana daha ucuz geliyor.
Bu, tek ailenin yaşadığı ve restoran çalıştırdığı, bir evden ibaret yerleşimi olan adamızda ağaçlara kurulmuş hamaklar, bir sahra tuvaleti, hatta yüzme havuzu bile var. Beş on dakikada keşfediyoruz adamızı. Akşamın bu harika saatinde gün boyu gördüğümüz ilginç görüntülerden mutlu , biraz yorgun biraz acıkmış küçük adamızın keyfini çıkartmaya başlıyoruz.
Dostlarımıza bu gün de yemeklerin Dolphin Tur’dan olduğunu söylüyorum. Mürşit bey yarım balık istemediğini, kendisine, eşine ve oğluna üç balık istediğini ekstranın parasını kendisinin vereceğini söylüyor. Ben de siparişi ona göre düzeltiyorum.
Herkes o kadar mutlu ki. Destegül hamaklardan birine kurulmuş bile. Bazıları ada etrafında geziyor. Öğlenki kavga unutulmuş gibi. Hiç kimse o konuyu açmıyor. Biz balıkları beklerken Yarış beni arka tarafa bir yere çağırıyor. Biralarımızla oturup laflıyoruz. Babasının yanında sigara içmiyor Hem sigara içmek hem de dedikodu yapmak için çağırmış beni yanına. Çok keyifli olur Yarış ile dedikodu yapmak.
“Abi, Allah’tan ben Bahadır ile yan yana değildim. Kabak benim de başıma patlayacaktı. Bunlar tam hasta yahu. Sabah yanıma geldiler. O otobüsteki çiçaro olayından dolayı Bahadır şöyle, böyle diye atıp tuttular. Bak sen ne güzel gelip bizden özür diledin o hiçbir şey demedi. Onda aile terbiyesi yok dediler. Zaten onların böyle bir kavga çıkartacağı belli idi. Sabahleyin ben onları ne gördüm ne de özür diledim. Bunlar hasta insanlar abi.”
“Aman Yarışçığım. Şurada sayılı saatler kaldı. Onları uçağa bir bindirsem ondan sonra ne yaparlarsa yapsınlar. Yarın sabah bitiyor bu sıkıntı.. Sen dönünce neler yapacaksın?” Konuyu değiştirmeye çalışıyorum.
“Abi bizim arsa üzerinde inşaata başlayacağım. Bütün plan ve projeler onaylandı. Temel atmadan önce bir daha seyahat edeyim dedim. Çünkü 2 sene hiçbir yere çıkamam.”
“Allah kolaylık versin Yarışçığım. Ankara’ya gelip inşaatını görmeyi çok isterim.”
“Beklerim abi.”
Sigarası da bittiği için kalkıyoruz. Bütün masa düzenleri kurulmuş. Biz nereye oturacağız? Hemen Nurşan'lar masalarında yer açmaya çalışıyorlar. Sevnur hanım böyle buyurun diyor ama bizim gözümüz özel olarak bir küçük masayı tam göl kenarına çeken Sayhan ile Saadet'in masasında. “Var mı öyle yalnız oturmak” deyip sandalyeleri çekerken davet edenlerden özür dileyerek , teşekkür ediyoruz. Sayhan ile Saadet her fırsatta hayatın ve beraber olmanın mutluluğunu çıkartan bir çift. Bir onlar bir de biz el ele dolaşıyoruz çift olarak.
Bu son gecemizde de Sayhan'larla beraber olmak güzel olacaktı. Çok güzel de oldu. Sayhan İspanyolca konuşarak öğrenmiş ki bunların balık çorbası çok güzel olurmuş. Hemen biz de iki çorba söyledik. Yüksek sesle anons yapınca çorbacılar meydana çıktı. Tam çorbaları bitirirken balıklar geldi. Aman Allah'ım dev balıklar. Tam istediğimiz gibi fileto çıkarmışlar ve de böylece büyük olmasına rağmen balık daha iyi pişmiş. Çorbayı ve balığı bitirene kadar epey bira içtik. Buranın bira şişeleri de küçük. Nerede o Brezilyanın dev şişedeki Brahma birası.. Onun için durmadan garson bira getiriyor, biz tüketiyoruz. Hesabı yanlış yaptıkları için mi ne 1 balık daha fazla pişirmemişler mi?. Onu da ikram etmeye çalıştım ama kimsenin yiyecek hali kalmamıştı. Sayhan ile bir gayret o iki kiloluk balığı da bitirdik ama biz de bittik. Ne biraya doyabildik ne de balığa bu gece. Yemek sırasında ortalığı aydınlatan ay ışığı herkesi romantik yapmıştı. Çok güzel şarkılar söylendi muhabbetler yapıldı. Bıraksalar sabaha kadar oturacağız. Ama kaptanlar huzursuzlaştı.
İşte o an Nurşan’ın fotoğraf makinesinin çalındığını fark ettik. Adada iki kaptan ve 3 te bize hizmet eden aile efradından başka kimse yoktu. San Salvador’da da fotoğraf çekemediği için üzüntülerini biraz da yüksek sesle bildiren kardeşimizin şimdi de içindeki filmi ile birlikte makinesi gitmişti. Burası da öyle kör yer ki ne polis çağırabilirsin ne de sabaha kadar oturabilirsin. Hepimizin hırsız olduğuna emin olduğumuz kaptanlardan biri ısrarla “Sizin makineniz beni ilgilendirmez. Ben dönüyorum. Gelecekseniz gelin gelmezseniz ben gidiyorum” deyip bizi sıkıştırıyor. Orayı, burayı araştırdık. Kendi çapımızda isim tespiti, tutanak falan yaptık ama giden gitti. Donald ağır ağır “Ben size söyledim. Bunların hepsi hırsız. Bunlara hiç güvenilmez. Hırsız bunlar “diye söyleniyor. Nurşan büyük bir olgunlukla bu güzel gecenin keyfini kaçırmak istemedi ve “Sağlık olsun. Allah başka keder vermesin. Ne yapalım. Hadi gidelim “ dedi. Ben, Nihal’in bu gezi ile ilgili yüzlerce fotoğraf çektiğini , ona verebileceğimizi söyleyerek teselli etmeye çalıştım.
Balıkların hesabını ben ödemiştim. Bira , şarap ve balık çorbalarının hesabını ekstra olarak herkes kendi ödeyecekti. Adam dört dönüyor Oniki bira eksik ödendi. İki çorba eksik ödendi diye dönüp duruyor. Bir miktar daha para topladıktan sonra sekiz bira kaldı, bir çorba kaldı diyor. Ama belli ki kendisi bir yanlışlıklar yaptı yoksa hepimiz oradayız ne içtiğimizi biliyoruz. Ama Mürşit beyden Guatemala Flores’te aldığım dersi hatırlıyorum. Toplayamadığı hesabı kapatıyorum. Gecenin keyfi birkaç bira hesabı yüzünden bozulmamalı.
Fotoğraf makinesinin çalınması dışında muhteşem geçen akşam yemeğimizle bu göldeki sefamız noktalanmıştı. Kaptanlar bu sefer bizi ay ışığında ve kısa yoldan iskeleye getirdiler.
Gece herhalde sekizi geçmişti. Buralara son gelişimiz. Gece de olsa Granada şehrine mutlaka gireceğiz. Şehrin merkezinde gene Leon’daki gibi katedralin yanında otobüsümüzü park ettik.
Şehirde bir kalabalık ve hareket var. Bu normal değil. Meydanı arkanıza alırsanız karşınızdaki katedralin sol tarafında içeriye doğru sokak olduğu gibi masa ve sandalyelerle dolu. Portatif büfeler yemek ve içecek satıyor. Guatemala City’deki gibi topluca bir dolaşıp çıkacağımızı sandığım için saat vermemiştim. Keşke buluşma saati verseydim diye düşünüyorum. Saat verseydim de ne diyecektim ki.
Hep beraber yürüdüğümüzde kurulan bir podyumda çocukların dans gösterisi olduğunu fark ettik. Hep beraber podyuma yaklaşıp çocukların yerel kıyafetlerle sergiledikleri gösterileri izlemeye başladık. Ayakta durarak önlerini kapattığımız için arkadaki masalardan homurdanmalar ve ikazlar başlayınca geri geri gidip duvar dibine yaslanıp gösterileri seyrettik. Burada çocuk şenlikleri vardı. Granada tıklım tıklımdı. Otel Alhambra’nın bu gece için dolu olmasının nedenini şimdi anladık. Gösterileri biraz daha seyredip Colon Meydanına geldik. Bu meydanın ortasında mango ağaçları altında bir gazebo var. Bu gazeboda orkestra kurulup konserler veriliyormuş. Eski zamanlarda yöneticilerin oturdukları yer olsa gerek. Burada da ayrıca şehrin kurucusu Cordoba adına dikilmiş bir dikilitaş var. Üzerinde doğum ve ölüm tarihleri ile şehrin kuruluş tarihi yazıyor.
William Walker şehri tamamen yaktığı için buradaki her şey 1856’ dan sonra yapılmış. Yalnız katedralin sağ tarafında meydanda bir giriş kapısının üzerindeki taş aslan heykeli taş olduğu için yangından kurtulmuş. Sonradan temizleyip aynı yerde bırakarak arkasına devlet konuk evi yapılmış. Buradaki katedral de 20. yüzyılın başlarında tekrar yapılmış. Meydanda katedralin tam karşısında ışıl ışıl bir bina var. Yaklaştığımızda onun bir gün önce kalmak üzere yer aradığımız Alhambra oteli olduğunu görüyoruz. Demek o otel bu imiş. Tam meydanda. Odalarının bir kısmı meydana bir kısmı iç avluya bakıyor. Çok güzel otantik bir otel. Kolonial tarzda yapılmış. Bir kısım dostumuz “İyi ki burada kalmadık. Burada sabaha kadar uyuyamazdık. Bizim otelimiz çok güzel” dediler. Bir kısmı ise “Ne güzel olurdu iki gece de burada kalabilse idik..Çok otantik bir yermiş” dediler.
Aslında otel çok otantik. Granada adını nasıl Emevi'lerin kurduğu şehirden almış ise bu otel de adını Emevi'lerin Granada’da yaptırdığı dünya harikası Elhamra (Alhambra) sarayından almış. Elhamra sarayı duvarları, su kanalları, bahçeleri ve havuzları ile ünlü. Otelin bahçesini Elhamra’nın bahçesine ve ortadaki havuzu da Elhamra sarayındaki meşhur 12 aslanlı havuzuna benzetmişler. Aslında İspanyollar Emevi’lerin ülkelerinde Tarık bin Ziyad’ın İspanya’yı işgali ile başlayıp 700 yıl süren hakimiyetleri sırasında yaptırdıkları cami, saray, bina ve eserleri tamamıyla yıkıp hiçbir iz bile bırakmamaya çalışmalarına rağmen Elhamra Sarayını hiç ellememişlerdi. Bu gün bile astronomi bilginlerince hayretle karşılanan çeşitli tespit ve figürler aynen günümüze kadar gelmiştir. Yılın 12 ayını temsil eden 12 aslanlı çeşme de o yönden çok önemli bir yapıttır.
İşte o Granada’yı ve Elhamra'yı burada, Orta Amerika’nın Nikaragua ülkesinde görmek beni çok duygulandırdı.
Artık dönme zamanı gelmişti. Grubun 13-15 kişisi benimle beraberdi ama diğerlerini kolay toplayabilecek miydik acaba? Bu düşüncelerle otobüse binip sayım yaptığımda herkesin tam kadro mevcut olduğunu gördüm ve şoförümüze “Hadi Manuel gidiyoruz” dedim. Nasıl dedim diye merak edeceksiniz. İspanyolca söyledim. Artık son günler olduğu için ufak ufak İspanyolca’mı kullanmaya başlıyorum. Biraz geç kaldım gibi ama olsun ancak hatırladım.
Otele yaklaşırken Javier ile ertesi günü programlayalım diyorum. Javier de “Siz yarın uçağa binmeyecek misiniz? Ne programı ?” diyor. Bizim uçağımız saat 12.30 da. Saat 10.30 da havaalanında olsak yeter. Saat 10 da valizlerimiz yüklenmeye başlasa geç kalmayız çünkü otelimiz havaalanının içinde. Acaba saat 10’a kadar şu eski şehri gezemez miydik? Hani depremde yıkılınca altındaki fay hatlarından dolayı terk edilen eski merkezi. Saat 8 de hareket etsek? . Yarım saatte merkeze varsak?. Bir saat kalıp dönsek? Biraz daha bilgi edinip fotoğraf çeksek? Tembel tembel uyuyup açık büfe kahvaltıda keyif yapmaktan daha iyi değil mi? Nasılsa 24 saate yakın uçak yolculuğumuzda bol bol uyuyamaz mıyız?
Javier hayretle bana bakıyor. Gruba bakıyor. Herkes istekli ve dinamik. 16. günün sonunda bu efor, bu canlılık. Nazar değmesin. “Neden olmasın? İyi fikir” diyor. Otelimize geldiğimizde anons ediyorum. “Yarın sabah saat tam 8 de otobüsümüz içindeki yolcularla hareket edecek ve Managua şehir turu yapacağız. Bu tura gelecekler kahvaltılarını etmiş olarak valizleri ile birlikte sekize çeyrek kala burada olsunlar. Valizleri otobüse yükleyip hareket edeceğiz. Veya valizlerinizi odada hazırlayıp bırakın gelince 15 dakikamız olacak. Hemen alıp gelirsiniz. Sekizde otobüste olmayan dostlarımız saat 10 da valizleri ile birlikte lobide olsunlar. İsteyenlere ben istedikleri saatte uyandırma yazdırayım” diye son gece anonsunu da yapıp iyi geceler diliyorum. Nihal ile birlikte doğruca odamıza gidiyoruz.
Şöylece bir yatağa uzanıp günün muhasebesini yapıyorum. Ne gündü be. Yoğun, dolu dolu. Neler gördük. Neler yaşadık. Bir de şu tatsız kavga olmasa idi. Ama şükür kavgadan sonra gün boyu o konu hiç açılmadı da kalan zamanlarımızı çok güzel geçirdik. Hemen unutmadan o işi bitireyim diye yataktan kalkıp onaltı günde yaptıklarımızı kısa başlıklarla beş sayfada özetliyorum. Her gezi sonunda bunu yapmayı adet haline getirdim. Gezinin sonunda başı unutuluyor. Hele gezimizin ilk altı günü yolcularımız için şiir gibi geçmişti ya. Onu tekrar hatırlatayım istedim. Son günlerde de bir çok dertle uğraştık ama her gün güzel yerler gördük dolu dolu geçirdik günlerimizi. Not yazma işini tamamlayınca derin uykuya dalmışım.
Dostları ilə paylaş: |