13. Şubat Nikaragua Leon
Artık Costa Rica macerasını yaşamayacak olmanın verdiği huzurla derin uyuyorum ama sanki bana “biraz sonra” gibi gelen bir zaman diliminde odamızın yan tarafında ve önünde kavga eder gibi bağıra bağıra konuşmalar başladı. Belli ki işçiler güne başladı. Mutfakta da hazırlıklar başladı. Saate bakıyorum daha 5. Sabahın beşi. Güya biz bu sabah 8’e kadar uyuyacaktık. Dışarıda avaz avaz konuşanlardan biri var ki sanki camın önünde bize sesleniyor. Nihal üzerindeki kıyafete aldırmadan fırladı ve hışımla kapıyı açtı. Bağıracak sandım. Çok tatlı bir sesle “Buenos Dias “dedi ve girdi içeriye “Ne oldu?” dedim. “Şu yüksek sesle konuşana kızacaktım ama kapıyı açınca bahçeyi sulayan çok güzel ve güler yüzlü bir yerli elindeki hortumu bırakarak o kadar güzel bir gülümseme ile Buenos Dias dedi ki kızmam imkansızdı” O kadar yorgunuz ki bu bağrışmalara bile alıştık. Tekrar uyandığımızda saat yedi buçuk olmuştu. Valizlerimizi alıp çıktık ve yukarıya bıraktık.
Kahvaltı için aşağıdaki salona indik. Kahvaltı bizim yattığımız katta yan tarafta. Lokanta kapısını açıp içeriye girdik. Boş büyük bir salon. Seslere doğru gidince iç tarafta ayrı bir kapıdan ayrı bir bölmeye gidildiğini ve bahçeye bakan bu bölümde kahvaltı edildiğini öğreniyoruz. Bizim gruptan başka kahvaltı eden yok. Bülent Güzeliş’te surat bir karış yine sabah sabah. “Günaydın. Nasıl kahvaltı güzel mi?” soruma “Burada da peynir yok. İşte bir şeyler getiriyorlar” diye sitemli sitemli konuşuyor.
Aslında bir sürü şey getirdiler yiyecek. Ama en güzeli muz ve papayadan oluşan meyve salatası. Papaya çok güzel. Bizim 6 kg lık papaya da belki çok güzel ama evlatlık gibi hala taşıyoruz. Bakalım nerede keseceğiz. Yoksa kesemeden mi çöpe atacağız? Bilemiyorum. Nereden aklıma geldi papaya. Onu zaten otobüsün rafında bıraktığımız için unutmuştuk.
Son iki gün. Bir de şu rehber işi hal olsa. Soruyorlar bugün program ne diye. “Göreceksiniz muhteşem bir gün geçireceğiz” diyorum sırıtıyorum. Onlarda teşekkür ediyor.
Resepsiyonda Donald’ı telefon başında yakaladım. “Ne oldu?” diye sordum. Anlatmaya başladı. Sabah erken gelmiş. O arkadaşını telefonda bulmuş. O da çok iyi bir rehber göndereceğim saat sekizde orada olur demiş. Saat 8.30 ve dokuzda iki kere daha aramış. Şimdi gelecek demişler..... falan filan. Donald’ta laf çok. Yok, sabah aradıklarını bulmuş ta onlarda hemen bir rehber bulmuşlarda on dakika içinde orada demişler de aradan bir saat geçmiş ama gelmemiş te aslında bugün bütün seyahat acentelerinin toplantısı varmış ta senede bir Leon’da yapılan toplantı bugünmüş te, onun için yetkilileri bulmak zormuş ta anlatıp duruyor. Ronald ve Manuel valizleri otobüse yüklüyorlar. Bizim hemen birisini bulmamız lazım. Resepsiyondaki delikanlıya teklif ediyorum. Memnuniyetle kabul ediyor. Seviniyorum. Hemen bir kenara geçip programı konuşalım diyorum. Adı Alejandro imiş.
“Bak Alejandro. Bizim burada iki günümüz var. Bugün ve yarın. Nasıl bir program yapalım? Nereleri görelim?”
Yüzüme aptal aptal bakıyor. “Benim İngilizcem o kadar iyi değil!”
Hay Allah. Neyse Donald “Ben tercüme ederim” diyor. Tercüme ediyor. Ben tekrar soruyorum nasıl bir program yapalım diye.
“ Sinyor nasıl isterseniz nereye isterseniz ben sizi götürürüm” deyince cinler tepeme çıkıyor.
Konuşmayı şak diye kesiyorum. “Tamam. Teşekkür ederim “ deyip ayağa kalkıp sinirimden iki tur atıyorum. Gene nereye istersen diyorlar. Alerji kaptım bu laftan. Bu rehberlerden zaten iki tane var başımda. Bir üçüncüsüne tahammülüm yok. Nereye gideceğimi bilsem size sorar mıyım? Dostlarımız poz poz resim çekiyorlar salondaki tabloların önünde. Kendi odamı verdiğim Gülsen’lere soruyorum “Nasıldı odanız? Rahat uyudunuz mu?” diye. “Berbattı” cevabı moralimi daha da bozuyor. Onların önünde gürültü saat 6 da başlamış. Kenarda bir odada kalan Sayhan ve Saadet’ten başka mutlu olan da yok.
Benim derdim şimdi rehber bulmada. Donald “Ben yine o arkadaşıma telefon edip bize göndereceği rehberin nerede olduğunu sorayım “ deyince istemeden ona da kaba davranıyorum. “Hadi gidelim “ diyorum. “Leon’un şehir merkezini bulabilir misin?”
“ Tabi bulurum”
“Orada grup şehrin meydanını gezerken seninle bir turizm acentesine gider rehber ararız”
Başka çare yok. Yine grup hazır ve biz ortadayız. Son iki gün. Yarından sonra her şey bitmiş olacak. Yani buradaki günlerimiz bitecek. O zamanki derdimiz ABD vizesi olmayan 4 kişinin durumu. Onlarla uğraşacağız. Ama hiç olmazsa bugün ne yapacağız? Yarın ne yapacağız? Derdi bitecek. Son iki gün be, son iki gün. Bir kere de işler rast gitse ne olurdu Tanrım? Yetmedi mi bu ite kaka sinir içinde programı yürütmeye çalışmak.
Tam o sırada, ama tam o sırada resepsiyona sonradan 27 yaşında olduğunu öğrendiğim yakışıklı ince uzun zarif bir delikanlı girdi. Gülen yüzü ve pırıl pırıl İngilizcesi ile “Sizin beklediğiniz rehber benim” dedi. “Biraz geç kaldım ama kusura bakmayın iki gün sizinle beraber olacağım için işleri ayarlamam gerekti. Şimdi hazırım”
“Adın ne senin?”
“Javier” Türkçe’deki hayvar gibi okunduğu için herkesin ezberlemesi kolay.
“Bak Javier. Bizim iki günümüz var. Üçüncü gün yani yarından sonra Managua’dan saat 12.30 da Miami’ye uçarak buradan ayrılacağız. Bu iki günde nasıl bir program yaparsın? Nereleri görelim? “
“Ah ne yazık” diyor Javier. “Ne yazık. Bu muhteşem ülkede yalnızca iki gününüz var. O zaman hemen yola çıkalım. Göreceğiniz o kadar çok şey var ki. Bu iki gün hayatınızın en muhteşem iki günü olacak.”
Ne kulaklarıma ne de gözlerime inanıyorum. Hayal olmalı bu. Nihal’e lütfen bana bir çimdik at diyorum. Atıyor gerçekten. Canım acıdığına göre rüya değil bu. Olmaz öyle şey. Acaba bir de tokat atmasını mı istesem ne? Tam zamanında gelmiş pırıl pırıl bir rehber delikanlı,. Nereye isteseniz oraya gidelim değil de sizi nereye götüreceğimi ben bilirim ve siz hayatınızın en güzel iki gününüzü yaşayacaksınız diyor. Dediklerini kendi kendime tekrar ediyorum çünkü gerçekten inanamıyorum. Gülecek miydi bu kader son iki günde bana?. Donald ilk defa muazzam bir iş becermişti. Aferin Donald’a. Döndüm baktım. Donald mutlu bir şekilde gülümsüyordu. Karşılaştığım andan bu ana kadar Donald’ı sevimli bulacağım aklımın ucundan geçmemişti. Çok sevimli imiş kerata meğer.
Evet, işte nihayet büyük bir heyecan ve güven içinde “ Hadi otobüse hareket ediyoruz. “ komutunu veriyorum.
Javier bir yere telefon ederken Betül ve Bengi hayran hayran bakıyorlar . Bizim bekarları Yarış ve Bahadır’da hiç hayat yoktu. İlk rehberlerde fos çıktı. Ama bu yakışıklı ortamın havasını değiştirdi birdenbire.
Hesabı ödemek için visa kartımı veriyorum. Vakıfbank kartını . Gene çekmeyecek . Gene aynı sahneleri oynayacağız diye hazırlıyorum kendimi. O sırada yan tarafta yine Şalom Şalom muhabbetleri. Donald hemen bu otelin sahibi ile de muhabbeti kurmuş. Onlarda Almanya’dan kaçan Yahudilerdenmiş. Ben Nihal’i çağırayım da nakitleri hazırlasın çünkü şimdi lazım olacak diye düşünürken resepsiyondaki Alejandro slipi uzatıyor. “İmzalar mısınız lütfen?” Aman ne güzel. Visada bir sorun yok. Nakitleri bir başka olay için saklayabilirim. Amma güzel ve akkın gidiyor bu sabah böyle. Visa bile geçti.
Arkamdan “Dün gece yarım saat internete girmiştiniz onun hesabını ödemediniz” diye seslenen memuru patron susturuyor. Memur özür diliyor. Hep beraber otobüse biniyoruz.
Artık Javier’i buldum ya hemen kabaca programı yapalım istiyorum sonra yavaş yavaş bilgi almaya başlarız. Javier ile her şey çok kolay çünkü ne olduğunu ve ne yapacağını biliyor.
“Önce” diyor “Sizleri yanardağa götüreceğim. Burada kaynayan çamurları göreceksiniz. Sonra öğle zamanı gelecek. Bu zamanda Leon’un içi çok sıcak olur ve her yer kapalıdır. Onun için sizleri Büyük Okyanus sahiline götüreceğim.”
Hemen verdiğim yemek sözü geliyor aklıma “Orada balık lokantası var mı? Güzel bir öğle yemeği yiyebilir miyiz?”
“Tabii. Tam okyanus kıyısında çok güzel bir balıkçı lokantası var. Şimdi sezonu değil ama umarım hepinize yetecek balık vardır. Yemekten sonra Leon’u gezelim. Akşamına Managua’ya varırız.
“Ya yarın?”
“Yarın size çok güzel bir program yaparım. Yalnız erken kalkmamız lazım daha çok yeri görmemiz için. “
Tamam. İşte tam benim istediğim gibi. Ben Donald’la da ilk karşılaştığımda böyle diyecek sanmıştım. O kadar gün dokuz doğurduktan sonra son iki günüm çok güzel geçecek diye seviniyorum. Benim çilemin bitmediğini nereden bilebilirim.
İlk durağımız olan Momotombo Volkanının eteklerine doğru giderken Javier anlatıyor ben çeviriyorum herkes ilgi ile dinliyor.
“Önce biraz Nikaragua ile ilgili genel bilgi vereyim “ diye başlıyor anlatmaya Javier. “Nikaragua 130.000 km kare yüzölçümü ile Orta Amerika’nın en büyük ülkesi. Ama nüfusu yalnızca beş milyon. Her iki okyanusa da sahili var.” Zaten Orta Amerika’da Belize ve El Salvador dışındaki bütün devletlerinin iki okyanusa sahili var.
“Burada MÖ 6.000 yıllarına ait olduğu hesaplanan ilk insan izine şimdiki Managua çevresinde rastlanıyor. İspanyollar gelmeden burada Ramas, Sumos yerlileri Karayip denizi kıyılarında, Chorotega ve Nikarao’lar ise göl ile sahil arasında yaşarlardı. İspanyollar bu kabilenin aynı adlı reisinden esinlenerek bu ülkeye Nikaragua dediler. Direnişle karşılaşmadıkları ve hatta gönüllü Hıristiyan oldukları için burada Meksika’da olduğu gibi büyük katliamlar yaşanmadı. Bu günkü Managua çevresinde yaşayan yerliler direnç gösterdiler. İspanyollar burasını harap ettiler ve sonra 300 yıl kendi haline bıraktılar. İspanyol Fernandez de Cordoba eski yerleşim yerlerinin üzerine önce Granada’da ve hemen sonra Leon’da 1524 te iki şehir kurdu. İspanya’dan bağımsız devlet kurma isteği dolayısıyla idam edilen Cordoba’nın adı bugün Nikaragua para biriminin adıdır..”
“1857 ye kadar başşehir olan Leon’un ilk kurulma yeri Momotombo volkanının etekleri. Fakat 1610 depremi Leon’u yerle bir etti. Orası terk edilerek, yeni Leon eskisine 30 km uzaklıkta buraya kuruldu. Sonra bu terkedilmiş eski şehir, Momotombo faaliyete geçip lavlarla örtünce kayboldu. Yeri 1967’de başlayan arkeolojik kazılar ile şimdi tekrar gün ışığına çıkarılmaya çalışılan eski Leon’da bulunan en önemli bulgu isyan ettiği için başı kesilerek öldürülen Cordoba’nın iskeleti olmuştur.”
“İşte şu karşıda gördüğünüz muhteşem volkan Momotombo” Javier gösteriyor. Grubumuz saat 9 istikametinde diye tamamlıyorlar ve biraz da benimle dalga geçiyorlar. Bu saat söyleme üzerine benim Güney Afrika’daki safari maceramı onlara daha önce anlatmıştım.
Yıl 1986. Güney Afrika’daki Kynsna Rotary Kulubü bir Rotary Dostluk Turu organize etmiş. Türkiye’den 3 rotary ailesine kontenjan ayırmış. Kur’a çekiminde benim ismim çıktığı için katılma şansı elde etmişim. Daha o sıralar Güney Afrika Cumhuriyetinde siyahlar haklarına kavuşmamış. Irk ayırımcılığı son derece kuvvetli. Akşam oldu mu zenciler otobüslerle şehri terk etmek zorundalar. Ancak ailelerin yanında hizmetçilik yapanlar yönetimden izinli olarak şehirde geceleyebiliyorlar. Bir zencinin bir beyaz ile yan yana görülmesi yasak. Zenciler içinde dünya güzeli kadınlar var. Ama beyazların onlarla birlikte olması kanunen yasak. Burada da zor oyunu bozmuş. Her şey elinde olan beyazlar Johannesburg şehrine yakın bir yerde bir bölgeyi Baputatswana diye ayırıp burası G.Afrika toprağı değil zencilere ait bir yer, bizden bağımsız bir cumhuriyet demişler. Hatta parlamento kurdurup cumhurbaşkanı bile seçtirmişler. Çölün ortasındaki bu yere su getirip elektrik getirip Las Vegas benzeri muhteşem oteller ve kumarhaneler inşa ettirmişler. Adına da Sun City demişler. Oteller muazzam. Sanki bir rüya yeri. Hatta Paris’in meşhur Foli Berger Gece Kulübü ile anlaşmışlar. Bir extravaganza show dört ay Paris’te sonra dört ay Las Vegas’ta Ceasar Otelinde ve dört ay da Sun City’de sahne alıyor. Öyle muazzam bir yer. Burası ayrı topraklar olduğu için tabii burada fuhuş serbest. Tahmin edebileceğiniz gibi fuhuş yapan kadınların büyük çoğunluğu zenci. Günün 24 saati buraya gelen beyazlar tam bir cennet hayatı yaşıyorlardı. Bugün Sun City gene popüler bir yer ama şu anda Güney Afrika Cumhuriyeti sınırlarında ve bir tatil ve kumarhaneler beldesi olarak turizmde yerini koruyor. Bir tanesi Baputatswana olan dört zenci cumhuriyeti hiçbir zaman diğer ülkelerce tanınmadı ve en sonunda Mandela’nın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra hükümet bu toprakların da G. Afrika Cumhuriyeti sınırları içinde olduğunu kabul etti. Son gittiğimizde yalnızca bir köşede Durban’dan Port Elizabeth’e giderken eski dört zenci cumhuriyetinden biri olan “Transkei Cumhuriyetine Hoş geldiniz” levhasının resmini tam çürümeden çekme şansını yakaladık.
İşte bu sosyal yapıda iken safari yapmak, özellikle aslan görmek için Kruger Milli Parkına götürmüşlerdi bizi. Bu benim ilk safariye çıkışımdı. Çok heyecanlı idim. Boer kökenli olan şoförümüz ve aynı zamanda rehberimiz olan Reiner safari sırasında İngilizce bir şeyler söylüyor ve ben de onu anlamaya çalışıyordu. “Giraffes are at three o’clock” Yani saat 3 te zürafalar. Cümlesi herhalde buraya su içmeye gelecekler diye bitecek tahmininde bulunuyorum. Biraz sonra “İmpalas at 4 o’clock.” Hemen anlıyorum artık saat dörtte de ceylanlar görülebilir. Bu böyle devam ederken unutmayım diye not almaya çalışıyorum. Saat dört te ceylanlar, saat üç te zürafalar, saat dört buçukta akbabalar .... gibi. Ama bunda bir yanlışlık olduğunu hissediyorum çünkü benden başka bunu böyle anlayan yok. Sormaya da utanıyorum. Rainer bu sefer “saat dokuzda zürafalar “ deyince herkesin otobüsün sol tarafından bakmaya çalışıp “Üç tane” “yok dört tane” “Bir de yavru var” deyince not almayı bırakıp ben de sola baktığımda çok şirin bir zürafa sürüsü gördüm. Ve biraz sonra anladım ki bir nokta belirtmek için otobüsü saat gibi ele alıyorlar. Tam ön taraf saat 12 yi tam arka taraf saat altıyı gösterdiğini düşünürseniz saat dokuz deyince herkesin neden sol tarafa baktığı anlaşılıyordu. Kimse çakmamış ama ben çok kızarmış ve kendi kendime mahcup olmuştum.
Bu hikayemi bilen grubumuz “İşte saat dokuz gibi” diyerek yanardağı gösteriyorlar.Bir yandan da bana bakıp gülümsüyorlar. Ben de katılıyorum onlara. Momotombo diye gerçekten çok muntazam bir konik şekle sahip, 1280 metre yüksekliğinde güzel bir dağ. Bu volkanın kaydının tutulmaya başladığı 16.yüzyıldan bu güne kadar ondört kere lavların fışkırdığı tespit edilmiştir. 2000 yılında 95 senelik suskunluğunu yüzlerce titreme ile bozmuş ve yakında tekrar patlayacağının sinyallerini vermiştir.
Nikaragua bir volkanlar ülkesi. Aslında bütün Orta Amerika öyle ama bu bölgede volkanlar daha da fazla. Büyük çoğunluğu aktif. Şimdi gitmekte olduğumuz Momotombo Volkanının 98 senedir suskun oluşunun sebebi sağından ve solundan hava kaçırması. Bu kanallardan havasını boşaltan volkan, patlamadan bu güne gelmiştir. Güney yamaçlarındaki kanallarından çıkan muazzam buhardan elektrik enerjisi elde edilmektedir. Ülkenin tüm enerji ihtiyacının üçte biri bu santralden elde edilmektedir.
Biz kuzey tarafına doğru gidiyoruz. Bu arada büyük tarlaları göstererek anlatıyor Javier “ Yıllar yılı ülkenin en büyük tarımsal geliri pamuk üretimindendi. Burası pamuk deposu idi. Ama 10 sene kadar önce pamuğa bir hastalık, bir tür mantar bulaştı. Bunlarla mücadele etmek için zehirli kimyasal madde kullanıldı. Ama bu madde buradaki toprakları öyle etkiledi ki şimdi artık pamuk ta yetişmiyor. Üstelik pamuk zararlısı da ortadan kalkmadı. Toprak toparlanmadan bir de Mitch fırtınası eklendi buna.”
Hah, yine karşımıza çıktı işte bizim meşhur Mitch Kasırgası. Hemen hatırlıyoruz. Saatte 300 km nin üstünde esen Mitch kasırgası, ayni zamanda sellere de neden olmuştu. Nikaragua’daki Casita Volkanının krater gölü, Mitch’in getirdiği sularla ağzına kadar dolmuş ve şiddetli rüzgarın etkisi ile dağın bir duvarı çatlayarak , sular çamurlarla beraber ovaya yayılmıştı. Çamur seli buradaki yerleşim yerlerine ölüm getirmiş, çamurlar 16 km ye 8 km lik bir alanda metrelerce derinliğe ulaşmış. Yalnızca burada 5 köy yok olmuş ve 2000 kişi hayatını kaybetmiş. Toplam olarak Mitch arkasında 4000 ölü , 7000 kayıp, 800.000 evsiz insan ve 1 milyar dolarlık hasar bırakmıştı. 8 Kasımda yani Mitch geçtikten birkaç gün sonra Coco Nehrinin kıyısındaki 1000 kişilik bir köyün sel felaketine uğradığı ve insanların kurtarılmayı beklediği haberi gelmiş. Ertesi gün gelen yardım tamamen yok olan köy halkının 500 ünün cesetlerini kilometrelerce aşağıda, diğer 500 adedini ise okyanusta bulabildi. Kahve plantasyonlarının %30 u, muz, fasulye ve şeker kamışı tarlalarının çok büyük kısmı harap olmuştu.
5 -10 haneli bir köyün sokağında duruyoruz. Burası kaynayan çamurların olduğu yer. Otobüsten inmeden önce Javier uyarıda bulunuyor: “Lütfen beraber sıra ile yürüyelim. Yalnızca çocukları takip edelim. Yalnızca çocukların bastığı yere basalım. Çok dikkatli olalım.” İkazlarının tam anladığımız söylenemez. Ne demek yalnızca çocukların bastığı yere basın. İnince göreceğiz. Topluca iniyoruz. İndiğimiz yer bu 10 haneli köyün tek sokağı. Tam 12 istikametinde yanardağı net bir şekilde görüyoruz. Önümüzde hemen birçok çocuk belirdi. Lisan bilmedikleri için en öndeki 13 yaşlarında çocukların lideri olduğu belli olan çok sevimli bir yerli kız “Arkamdan gelin” kabilinden bir işaret yaptıktan sonra toprak yolda volkana doğru yürümeye başladı. Köyün evleri bitince şöyle 2000 metre karelik bir alanda yerden en az 15 yerden buharların çıktığını gördük. Her taraf toprak rengi ama bazı bölgeler kırmızımtırak, bazı bölgelerde ise sanki beyaz tüfler oluşmuş.
Bir anda etrafımızda 6-7 çocuk daha belirdi. Önde giden kızımız arada bir dönüp bizi gözetliyor. Bir ara büyük bir çığlık attı ve İspanyolca bir şeyler bağırdı. Telaşla Javier İngilizce arkasından ben Türkçe bağırdık “ Aman Huri Dikkat et. Sakın yoldan ayrılma.” Huri fotoğraf çekmek için uygun bir yer aramak amacıyla sağ tarafa doğru yürümüş. “Çok tehlikeli “ diye bağırıyor küçük kız. Neyse o da tekrar yürüdüğümüz yola girdi. Devam ediyoruz. Burada çocuklar yalınayak yürüdükleri için yer altından ısıyı hissediyorlar.Toplam 200 metre kadar yürüdük ve durduk. Muhteşem bir doğa olayı ile karşı karşıyayız. Her tarafta toprak kaynıyor. Volkanın yan taraflarında kendine yol bulan, kanal açan sıcak hava ve mağmadan gelen çeşitli mineraller 600 ile 1000 derece arasında bir ısıyla yeryüzüne çıkıyor. Çıktığı yerde topraklar fıkır fıkır kaynıyor. Çok dikkatli olmamız gerekiyor
Anlatıyorlar. Burada fotoğraf çektirmek isteyen bir Japon turist dengesini kaybederek kaynayan çamurlara düşmüş ve kurtaramamışlar.
Gerek yer üstündeki, gerekse yer altından gelen madenlere göre kaynayan çamurların hepsi ayrı özelliklere sahip. Çocuklar buradan çamurları toplayıp bir torba içinde satıyorlar. Her birinin neye iyi geldiğini biliyorlar. Bir çamur grubu yüzdeki sivilcelere, diğeri kırışıklıklara, bir diğeri ise bir başka cilt hastalığına iyi geliyormuş. Bizim genç kızlığa yeni adım atan yerli rehberimiz bu arada eline aldığı bir çamura şekil vermeye çalışıyor. Sonra ondan mumluk yapmış olacak ve 1 dolara bize satmaya çalışacak.
O sırada bir başka köşede kaynayan saf su görüyor Sevnur hanım. 1 metrelik bir çukur içinde 50cm kadar yüksekliğe fışkıran su çok etkileyici.
Bazı bölgelerde artık buhar çıkmıyor. Nedenini soruyoruz. Alttan gelen hava kanalları yer değiştiriyormuş. “Şu yandaki daha 2 ay önce belirdi. Şurada geçen sene kıpkırmızı kaynayan çamurlar vardı” diyor küçük kız. Sonra uzun uzun bir şey anlatıyor Javier’e. O gittikçe artan bir şaşkınlıkla dinliyor. Biz de merak ediyoruz. Sonra bize çeviriyor. 2 hafta önce şu yukarıdaki köy evlerinin birinin içinde yatak odasında önce ufak ufak buhar gelmiş ve sonra taban kaynamaya başlamış. Tabi ev cehennemi sıcak içinde imiş. Bahçeye başka oda yapmışlar. O odadan çıkan çamurlarla yaptıkları mumluk ..vs gibi hediyelik eşyaları satıyorlarmış. Yani gelecek sene buraya gelsek bu kaynakları bambaşka yerden fışkırıyor bulacağız demek. Evlerin de hiç güveni yok. Buhar hızla gelirse ne olacağını düşünmek bile ürkütüyor insanı.
Artık dönme zamanı. Bu şahane doğa olayını oluşumu ile baş başa bırakarak yavaş yavaş otobüsümüze dönüyoruz. Köyün dar sokağında bizi başka bir sürpriz bekliyor. Köyün kadınları ve çocukları çamurda yaptıkları toprak hatıra eşyalarını almamız için adeta yalvarıyorlar. Küçük toprak madalyonlar, topraktan yapılmış maya mask taklitleri vb. gibi. Hepsinden birer ikişer almaya dikkat ederek satın alıyoruz. Hem onlara yardın etmiş olmak hem de bu dünyanın çok ilginç köşesinden çok doğal çok sade birer hatıra götürmek istiyoruz. Bu köy çok fakir. Köylüler çok fakir. Doğa onlara hiç cömert değil. Kırk yılda bir gelecek turist otobüsünü bekliyorlar bir iki dolar kazanma umudu ile.
Küçük rehber kızımız o mahzun ifade ile uğurluyor bizi. Aldığı bahşişe çok seviniyor. Ya anne babasına verecek bir lokma ekmek için veya saklayacak ileride kendisine güvence olsun diye. Uzun süre el sallıyor arkamızdan.
Otobüsümüz tam hareket etmişken Javier Manuel’den durmasını rica ediyor. Bahçedeki bir ağacı tanıtmak istiyor. Boyu, dalları ve yaprakları sanki badem ağacı gibi. Ama üstündeki meyvesi yuvarlak. Bazıları şeftali boyunda bazıları büyük greyfurt boyunda. Bazıları daha da büyük.
“Bu ağacın adı Çiçaro” diyor Javier. “Bu çok değerli bir ağaçtır yerliler için. Bunun meyvesinin çapı 20-25 cm. ye kadar çıkabilir. Küçük bir futbol topu gibi. Bunun içindeki sıvı çok lezzetli ve ferahlatıcı bir içecektir. Tanrı bu içeceği insanoğluna kabuğu ile vermiştir. Kabuğu gördüğünüz gibi çok serttir.” Dışarıdaki bir ağaçtan çabucak kopardığı bir gülle büyüklüğündeki Çiçaro’ya vuruyor tak tak Elden ele geçirip bakıyoruz. Gerçekten çok sert.
“Bunun küçük boyu kesilerek su bardağı , bu boyu kesilerek çorba kasesi yapılır.Bir de böyle boyuna kesilerek. Kaşık elde edilir. Bu kaşıkla çorba içmenin yemek yemenin lezzeti çok başkadır.”
“Nereden satın alabiliriz bu kaşıkları, bardakları?”
“”Bardakları bulamazsınız ama kaşıkları yarın gideceğimiz Masaya Artisanal Markette bulabilirsiniz” diyor. Bir şey daha öğreniyoruz.
Javier biyolog. Tabiata çok meraklı zaten onun üzerine tahsil yapmış. Onun için bizi Nikaragua’nın başka hiçbir yerde bulunmayan doğal zenginlikleri ile tanıştırmak istiyor.
Bu gülle boyutundaki Çiçaro’yu Türkiye’ye götürmeye kararlıyım. Bulabilirsek kaşıklarını da alacağız.
Ertesi gün bana nelere mal olacağını bilmediğim bir hareketi yaptım ve elimdeki bu çiçaro’yo şoförün arkasındaki birinci sıra koltuğun üstündeki rafa yerleştirdim. Bu işte birçok olayların ilk adımı oldu. Nereden bilebilirim ki!. Sonraki olayları daha iyi kavramanız için konuyu biraz daha açayım ve size otobüsteki oturma düzeninden bahsedeyim.
Her gün herkes yanında eşi ile birlikte bir sıra öne geliyor. Şoförün arkasındaki sıra taa şoföre kadar, benim bulunduğum kapı tarafı ilk sıraya kadar her gün bir öne kaymak suretiyle oturuyorlar. Ben ve Nihal devamlı en ön sırada oturuyoruz.Çünkü mikrofonun kablosu çok kısa. Javier benim önümde, şoför ile kapı arasında ayakta yüzü yolculara dönük anlatıyor, ben de kısa kordonlu mikrofondan tercüme yapıyorum. Onun için benim yerim sabit. O gün tam benim hizama yani benim soluma ana-kız (Betül ile kızı Bengi) geldi. Onların hep tam arkasında Bahadır ile Yarış yani grubun iki bekarı var.
Benim başımın üstündeki rafta şoför ve rehberlerin eşyaları olduğu için ben elimdeki şahsi eşyalarımı yandaki rafa koyuyorum. Hatta hala kesemediğim büyük papayam orada kuzu gibi yatıyor. Her ihtimale karşı yaptığımız yemek çıkını ile odaya taşımadığım bir iki paketim de orada. Çiçaromu güzelce o rafa yani Betül hanımın başının üstündeki rafa paketlerimin arasına sıkıca yerleştiriyorum. Hiçbir şey düşünmeden saf saf. Keşke yerleştirmez olaydım. Otobüs hareket edip biraz yol aldıktan sonra ben tam Javier’in anlattıklarını çevirmeye çalışırken;
“Atila bey. Alın onu oradan alın çabuk. Kafama düşecek” diye çok tiz bir sesten bağırıyor Betül. Gözleri korku ile irileşmiş bir tarzda.
“Tamam. Hemen . O katiyen düşmez ama alayım“ diyorum.
Ek bir açıklama getiriyor Betül “Biliyorsun ben evhamlı insanım . O orada iken katiyen burada oturamam. İsterseniz ben onu sizin için kucağımda taşıyayım ama ne olur alın onu oradan”
Betül haklı. Rahatsız olabilir. Hemen alıyor ve aşağıya indirirken, o sırada tam arkalarında oturan ve konuştukları bir şeye gülen iki gence dönerek bağırıyor ”Ne gülüyorsunuz? Gülünecek bir şey mi var?” Arkadan cevap yok.
Ben tercümeye devam etmek için Javier’e nerede kalmıştık diyorum. Konunun nerelere geleceğini bilmeden. Javier’de anlatıyor
“Bağımsızlığını 1821 de aldı Nikaragua. Meksika ile bir bütün olarak. Sonra Meksika’dan ayrılarak Orta Amerika birliğini kurdular. 1838 de bu birliğin dağılması ile tam bağımsız oldu. Leon yine başkentti. Leon hep liberallerin, Granada’da muhafazakarların şehri olmuştur. Leon üniversite şehri. Granada ticaret erbabının şehri. Bu hala böyledir. En büyük iki partinin merkezidir iki şehir. 1838 den sonrada çekişme devam etti.” Diye anlatmaya devam ediyor Javier.
“İspanya devreden çıkınca İngiltere Karayip sahillerini işgal etti. Nikaragua gölünün deniz bağlantısı olan ve Costa Rica ile aralarında sınır olan San Juan del Norte şehrini işgal edip adını Greytown’a çevirdiler. Her iki ülke de iki okyanus arasına kanal yapmak istiyorlardı. Bu sırada Leon’lular Granada’ya üstünlük sağlamak için Amerikalı Wiliam Walker’i davet ettiler.”
Bizim Amerikalı deli maceraperest çıktı yine karşımıza. Doğru ya onu Leon'lular çağırmıştı. Honduras’ta yakalanıp öldürülmüştü hani. Galiba şimdi biraz daha bilgi alacağız bu adam hakkında.
“1853’te Meksika’nın bir bölümünü işgal edip orada bağımsız devlet kuran Walker Neon’luların ilgisini çeker ve kendisini Nikaragua’ya çağırırlar. 56 adamı ile gelir. Liberallerle birlikte Granada’ya hücum eder. Onları yener ve kendini Başkan seçtirir. ABD yeni başkan ve hükümeti derhal tanır. İlk icraatları İngilizce’yi resmi dil yapmak, köleliği tekrar getirmek, ABD den borç alarak karşılığında Nikaragua topraklarını rehin vermek ve en büyük ABD firması Vanderbilt’in mallarına el koymak oldu. Vanderbilt’in maddi desteği ile , bütün Orta Amerika ülkeleri benim olmalıdır diyen William Walker sürüldü ve sığındığı ABD deniz kuvvetleri onu ABD’ye geri götürdü. 1860 ta tekrar kaçıp geldi.Honduras’ta faaliyet gösterirken İngilizlerce yakalandı. Honduraslılara teslim edildi ve kurşuna dizildi. “
“William Walker’ı davet eden Leonlular bu başarısızlıktan sonra yönetimi 1857 de Granada’lılara kaptırdılar. Onların ilk işi Granada’yı başşehir yapmak oldu. Ama çıkan büyük anlaşmazlık sonunda iki şehrin tam ortasında ve aynı mesafede bir balıkçı kasabası olan Managua’da anlaştılar. O gün bu gün Managua Nikaragua’nın başşehridir. Bu macera Leon’luların Başşehirli olmak onurunu kaybetmelerine sebep oldu.”
İngilizler aynen Honduras’ta olduğu gibi Karayip sahillerini bir süre ellerinde tuttular. Buraların da tamamen kayıtsız şartsız Nikaragua oluşu için 1890 senelerini beklemek gerekti.”
Neler oluyor dünyanın öbür ucunda. Biz Osmanlılar devamlı toprak kaybedip bu kaybettiğimiz topraklarda yeni cumhuriyetler kurulurken İspanya’dan kopanlardan da 19. yüzyılda birçok yeni ülke dünya tarihine katıldı. Avrupalı istilacılardan Afrikalıların kurtulması için 20. asrın ikinci yarısını beklemek gerekecekti.
Ben bunları anlatırken anlıyorum ki, bu bizim çiçaro’nun olayı bitmemiş. Betül hala tam yatışmamış. Arkadan kendi yaygarasının gençlerin komiğine gittiğini ve alay ettiklerini düşünmekten kendini alamayıp arkasını dönüp söyleniyor. “ Ne terbiyesiz insanlarsınız siz? Ne vardı benimle alay edecek?”
Çocuklar şaşkın. Bahadır “Ben gülmedim. Zaten biz sizle ilgilenmiyorduk” diyor ama nafile. Yarış’a da çıkışıyor. Yarış’ta şaşkın. “Biz size gülmedik. Ne olduğunu anlamadık” dese de hükmü yok. “Bir de inkar edip yalan söylüyorlar” deyip önüne dönüyor ama sanki bu burada bitmeyecek gibi.
Öğle yemeği için Büyük Okyanus sahillerine yaklaşıyoruz. Onun için şu tarih dersine biraz ara veriyoruz. Leon’un yirmi km uzağında iki plaj şehri var. Poneloya ve Las Penitas. Beş kmlik plajların birer ucunda iki yerleşim yeri. İkisinde de lokantalar varmış. İkisine de bakalım dedik. Sağ tarafta en uçtaki Las Penitas’ı beğenmedik. Otobüsten inmeden öbürüne gidelim dedik. Yolda Javier, sol taraftaki karides üretme çiftliklerini gösterdi. Kocaman bir tesis. Burası karides çiftliği imiş ve tamamen ihracat amaçlı çalışıyormuş. Bizde çipura ve lüfer, Norveç’te salmon çiftliklerini görmüştüm ama karides çiftliğini ilk defa duyuyordum.
Poneloya plajlarındaki Suyapa Beach Oteli tam okyanus kıyısında. İki katlı şirin otelin içine girip yemyeşil bahçesinden denize doğru geldin mi, deniz kıyısındaki terası lokantası, bir de şirin barı karşılıyor gelenleri. Kumsalın genişliği 25 metre kadar. Dev pelikan kuşları dalgaları izleyerek yemlerini arıyorlar. Keskin gözleri ile avlarını gördüler mi bir dalış yapıp karınlarını doyuruyorlar. Sahil binlerce deniz kabuğu ile dolu. Herkes bu güzellik karşısında dağıttı kendini
Şişman bir yetkili muhtemelen bu bölümün işletmecisi ile balık pazarlığı yapıyorum. Girip içeriye balıklara bakmak istiyoruz. “Olmaz” diyor “ben getirtip size gösteririm.” Getirttiği balık çok güzel. Dev gibi. Peten gölünde yediklerimizden daha büyük. Bir balık iki kişiye bol bol. Yanına herkese pilav, patates kızartma, muz kızartma ve salata verecek. 15 balığı da varmış Bitti bu iş. Fiyatı da çok komik. Hemen siparişleri verip hayatlarından günlerdir ilk defa pek memnun olan dostlarımıza “ Size dün söz verdiğim gibi bugün balık ziyafetimiz Dolphin Turdan. Karidesler ve biralar ekstra” diyorum ve büyük bir alkış alıyorum.
Mürşit beye bakıyorum ne yapacak diye. Dün “Ben o adamın vereceği yemeği yemem” demişti. Yok şükürler olsun bir problem çıkartmıyor. Yanına bolca karideste söylüyor hatta yine kendi masalarında yememiz için ısrar ediyor sağ olsun.
Ben sıra beklerken karideslerin tamamı ısmarlanmış. Lokantacının stoku tükeniverdi. Bende iki bira alıp balıkları beklerken Nihal ile keyif yapayım diyorum. İki Corona alıp Nihal’i arıyorum. Taa uzakta üzerinde bir haç olan adacığın karşısına gitmiş kıyıda oturuyor. Ben de ayakkabılarımı çıkarıp kum üstünde yana zıplaya yanına koşuyorum. Önce yanmış tabanlarımı denizde bir serinletip sahildeki bir kayanın üzerinde “Şerefe” yapıyoruz. Bir üniversiteli genç burada ders çalışırken gelen ani dalga alıp götürmüş onu. Bu sahilde o kadar ters akıntılar varmış ki siz bu denizin böyle kaymak gibi olduğuna bakmayın bilmeyen anında kaybolur diyorlar.Üç ayrı akıntı çarpışırmış burada.
Yine pelikanları izliyoruz. Hayat birden ne güzelleşti. İşte şimdi herkes memnun. Uçağımıza yetişmek diye bir stresimiz yok. Javier bizi çok güzel yerlere götürüyor. Bir de bu son iki gecemizi geçireceğimiz otelimizi bulsak ve orada kredi kartım geçse, işte bu kadar. Hay Allah unutmuşum bir de 4 kişinin Amerika vizesi problemi var ama şimdi onu dert etmenin zamanı değil. “Haydi Şerefe. Bitiriyoruz bu işi Nihal’im” diyorum ve kırarcasına vuruyoruz şişeleri birbirine. Dalıp gidiyoruz güzelliklere ta ki Nurşan’ın “Gelin hadi balıklar geldi “diye çağırmasına kadar.
Herkes pek keyifli. Günlerden sonra ilk defa çabuk olalım demeden, geç kalıyoruz endişesi olmadan rahat rahat bir yemek yemiş ve biralarımızı içmişiz. Ufak ufak şarkı söyleyen masalar bile var. Artık herhalde bir sorunu yoktur dediğim Bülent Güzeliş’in hatırını soruyorum. “Olmaz kardeşim “ diye gene sinirli sinirli cevap veriyor. “Olmaz. Bu balık böyle pişirilmez. Tamam bir balık iki kişiye ama birine kafası birine kuyruğu düştü. Nasıl bölüşeceğiz? Hem de bu kadar çok pişmez ki bu balık.” Bir dahaki sefere balığı fileto çıkartacağıma söz verip hemen uzaklaşıyorum yanından. Keyfimi bozmaya niyetim yok.
Otobüse binme zamanımız gelince yine tuvaletlere toplu çıkartma yapıyoruz. Yine tek kabin. Yine kuyruk. Sayhan üst katta açık bir odada işini halletmiş. Ben de ikinci kattaki odaya gidiyorum. Oda tamamen okyanusa hakim. Dalgaların sesini dinlersin bütün gece. Gündüz de balık ve deniz keyfi. Kalmalıydık burada bir iki gün. Eğer bir daha buralara gelirsek burada birkaç gün geçirmeye söz veriyorum kendime. Ne çok sözüm var bu dünyada kendime. Söz verdiğim günleri toplasam bu ömür yetmeyecek bana.
Şimdi istikamet Leon şehri. Burada şehir turundan başka iki işimiz var. Javier gidip evinden eşyalarını alacak. Bir de bir turizm acentesi bulup otel arayacağız. Turizm acentelerinin normal olarak otellerle anlaşması olur. Otelin kapı fiyatının bazen yarısından da aşağıya fiyatları vardır. Onlardan birini bulursam hem güzel bir otelde kalırız hem de ucuza kalırız diye planlıyorum. Donald ve Javier Leon’da bir turizm acentesi buluruz diyorlar.
Her Leon’lu gibi bizim İspanyol Javier de liberal. Beş sene önce babasının işi dolayısıyla geldikleri Nikaragua’da üniversiteyi bitirmiş. Ailesi döndükten sonra da aşık olduğu bu ülkede kalmış. Onun için o kadar heyecanlı anlatıyor ki her şeyi. Heyecanını paylaşmamak mümkün değil.
Ben en çok bu Sandinistleri merak ederdim. Ülkemizde gençliğimiz hep Sandinist Gerillalarının haberlerini okumakla geçti. Leon’un Sandinist'lerin merkezi olduğunu öğrenmek çok heyecan verici. Kimdi bu Sandinist'ler? Ben Sandinist'im demek suç değil mi buralarda? Sanki Sandinist hareketler bizim PKK gibi algılanırdı bizde. Onun esasını öğrenmek istiyorum. Gruba soruyorum “Bu Sandinistler konusunu anlatsın mı bize?” Javier diye. Hepsi de benim gibi heyecanlanıyorlar. Ne de olsa gezgin hepsi.
“Bu işin temelini öğrenmek için daha gerilere gitmek gerek “ diyor Javier.” Ta İspanyolların buraları istila etmesine kadar. İki okyanus arasında kanal açma projesine kadar. Kanal projesini ilk defa 1524 yılında İspanyol kralı 5. Charles gündeme getirdiğinde bir hayaldi. Ancak Süveyş kanalının başarıya ulaşmasının ardından o sırada Kolombiya sınırları içinde kalan Panama’da bir kanal açılması için hükümet Fransızlarla anlaştı. Amerika, kendisinin arka bahçesi saydığı bu ülkelere kendi iç savaşı dolayısıyla pek ağırlık koyamadı. Ama 1862 de iç savaş bitip iç düzenini sağlayınca tüm gücünü bu ülkelere verdi. Amerika’nın Avrupa ve diğer kıtalarla ilgisi yoktu. Amerikalılara ve de tüm devletlere göre iki okyanus ancak iki noktadan birbirine bağlanabilirdi. Birincisi Panama. İkincisi Nikaragua. Nikaragua gölünü Karayip denizine bağlayan San Juan nehri ulaşıma elverişli bir nehir. Onun için karanın taa içerlerindeki göl kenarı Granada şehri sanki bir okyanus limanı gibiydi. O kadar ki Karayip korsanları gemileri ile nehir boyunca gelip gölü geçip Granada’ya baskın yaparlardı Gölden sonra yalnızca 40 km.lik bir kara kalıyordu göl ile büyük okyanus arasında.”
“Elini çabuk tutan Fransızlar Süveyş kanalını da yapmış olmanın verdiği avantaj ile yaptığı bu anlaşma ABD yi çok rahatsız etti. Ama yapacak bir şey yoktu. Fransızlar 1881 de inşaata başlamıştı bile. Ancak inşaat sırasında çıkan kara humma salgını ve sıtma çalışmakta olan 22000 işçinin ölümüne neden oldu. Fransızlar ‘da aslında kendi İç meselelerinden buraya yeterli ağırlığı verememişlerdi. 1889 da iflas eden Fransız firmasının kanal yapım ve işletim haklarını almaya çalışan ABD bir yandan da Nikaragua ile ilgisini sıcak tutuyordu. Ancak San Juan nehrinin denize birleştiği yerdeki San Juan del Norte veya İngilizlerin verdiği isimle Greytown’da hala İngiliz hakimiyeti vardı. İngilizler Karayip sahilinden yeni yeni çekiliyorlardı. Onların başı zaten Güney Afrika’da Boer’lerle dertte idi ve Çinliler gene İngilizlerin sattığı Afyonu içmemekte direniyorlardı. Biraz daha beklemek iyi olabilirdi Nikaragua cephesinde. Ama Colombia hükümeti de Fransızlara, haklarını Amerikalılara devir izni vermiyordu.”
Gruba bakıyorum uyuyan var mı diye. Grubun uyuyup uyumadığını kontrol hastalığı bende Hindistan’da başladı. Orada ne zaman tarihi bilgiler verilmeye başlansa grup derin uykuya dalıyordu. Hatta artık espri konusu bile olmuştu.”Şimdi size Cihangir hanı anlatırım ha “ diye korkutuyordum onları. Ama bu grup bir felaket. Hepsi gözlerini dört açmış dinliyor. Bu bilgiler bizim için çok yeni. Zaten Orta Amerika’ya da bunları öğrenmek için gelmedik mi?
Bu ilgi karşısında zevkle devam ediyor rehberimiz.
“Amerikalılar Colombia hükümetini ikna edemeyince Panama’lıları bağımsızlık için ayaklandırdı. Ayaklanmayı bastırmaya gelen Colombia güçleri karşısında Amerikan deniz piyadelerini buldu. İsyan bastırılamadığı için Panama bağımsızlığına kavuşmuş ve Panama Cumhuriyeti kurulmuştu. Hükümetin ilk icraatı Fransızların kanal haklarını Amerikalılara devretme anlaşmasını kabul etmek oldu ve inşaat tekrar 1904 senesinde başladı. “
“Tam bu sırada 1893 te başkan seçildikten sonra ülkesini bir diktatör olarak yöneten Liberal Zelaya Amerikalılara karşı olduğu için Alman ve Japonlarla ikinci bir kanal projesi için görüşmelere başladı. Panama kanalının selameti için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Önce Granada’daki muhafazakarlar kışkırtıldı. Kışkırtmaya teşvik suçundan iki Amerikalının öldürülmesini bahane ederek 1912 senesinde Nikaragua Amerikan askerleri tarafından işgal edildi. Başa getirilen kukla başkan derhal hiçbir zaman hayata geçirilemeyecek olan Nikaragua Kanalı ‘nın bütün imtiyazlarını Amerika’ya veren anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra 15 Ağustos 1914’te ilk gemi Panama Kanalından geçiyordu. Amerika artık rahattı. Panama kanalının her iki tarafının Amerikan toprağı olarak kabulü sağlanmış ve Nikaragua’da kanal yapma hakkına tek başına sahip olduğuna dair anlaşma imzalanmıştı.”
“Ama o günlerde Sırbistan’ da öldürülen Avusturya prensi yüzünden Avrupa zaten çok gergindi ve kısa bir süre sonra başlayan 1. Dünya Savaşı dolayısıyla hiçbir Avrupa devletinin Amerika’da olup bitenlere ilgi gösterecek hali yoktu. Amerika rahat rahat istediği gibi cirit atabilirdi buralarda. Zaten atıyordu da. O sırada Küba kendi hakimiyeti altında, Honduras’ta muz cumhuriyeti kurulu ve Comoyagua yakınında büyük bir Amerikan üssü var. Nikaragua’yı ve Panamayı işgal etmiş, Karayip denizindeki adaları sıra ile hakimiyeti altına almaya çalışıyor. Hawaii 50. eyalet olarak ABD’ye katılmış. O sırada Almanya da Paris’e doğru yürüyor. Avrupa kan gölü.”
“Leon’lu vatansever Sandino’yu bir açıdan Gerilla , diğer açıdan vatansever yapan işte bu işgale karşı çıkıp Amerikalıları kendi ülkesinden kovma hareketini başlatan kişi oluşu. 1925 lerde başlayan bu direniş Amerikalılara karşı ilk sol, liberal direnişti. Bütün Latin Amerikalılara ilham kaynağı olmuştu. 8 sene sonra General Somoza‘yı iyice eğitip kendi yerine savaşabilir hale getirince, Amerikalılar Deniz kuvvetlerini 1933 te geriye çekiyoruz dediler. Sandino ve kardeşini barış anlaşması yapmak üzere akşam yemeğine davet ettiler. Yemekten sonra uçağa binmek için Managua havaalanına giden Sandino’yu ve kardeşini arkadan vurarak öldürdüler. Ama sol hareketi bastıramadılar. Bundan sonra bu hareket Sandinist hareket olarak anıldı.”
Oh be. Nihayet Sandinist'lere geldik. O kadar kaptırmıştık ki kendimizi bu masalsı tarihe. Konunun başını bile kaçırmıştık. Ne sormuştuk onu bile unutmuştuk. Bal akıyor bu çocuğun ağzından. Ne güzel özetledi bütün bu olayları. Somoza. Evet bu isimde bize hiç yabancı değil. Diktatör Somoza. Bir suikasta kurban gitmemiş miydi o. Devam etmesini istiyoruz hep birlikte. Aslında Leon şehrine geldik ve şehir turuna başlamamız gerek ama bu tarihin tamamını dinlemeden olmaz diye düşünüp otobüste oturmaya devam ediyoruz. Grubumla iftihar ediyorum.
“Diktatör Somoza ve onu takiben iki oğlu toplam 44 yıl ülkeyi sömürdü. Baba Somoza 1956 yılında Leon’da bir balo sırasında Sandinist Perez tarafından öldürüldü. Perez hemen oracıkta yüzlerce mermi ile öldürüldü. Kendisinin, böyle anında öldürüleceğini biliyordu. “Bu Somoza’ya karşı yapılmış vatansever bir harekat değil paralı cinayettir” denmesini önlemek için arkada annesine yazdığı bir mektup bırakır ve “Umarım bu diktatörün sonu ülkemin kurtuluşunun başlangıcı olur” der. Ama olmaz. Çünkü aile güçlüdür. Arkada iki oğlan ve de ABD vardır. Somoza dünyadaki her diktatör gibi yalnızca kendi varlığını büyütmeye çalıştı. Devlet arazilerini üstüne geçirdi. Öldürüldüğünde ülke topraklarının üçte biri Somoza ailesinin elinde idi. Bu durum tabii ki Amerikalıların istediği bir durum değildi ama Somoza ABD yi koşulsuz desteklediği için tam kendi menfaatlerine uygun bir tipti. Hatta Franklin Roosvelt’in Somoza için “He may be son of a bitch but at least he is our son of a bitch.” Dediği söylenir. (Somoza o...... çocuğu olabilir ama en azından bizim o....... çocuğumuz)”
“ 1959’da Küba’da Fidel Castro’nun başarılı olup Amerikalıları ülkeden kovması bütün Latin Amerika’da sol hareketlerini hızlandırdı. Bir de Rusya ve Küba’nın mali ve askeri destekleri de eklenince Sandinistler bu dikta rejimine karşı ayaklandılar. Çok kanlı geçen yıllardan sonra 1979’da Sandinistler Managua’yı ele geçirerek Somoza devrine son verdiler. Küçük Somoza Paraguay’a kaçtı. Bir senelik takipten sonra Paraguay’ın başşehri Asuncion’da bir Sandinist ajan tarafından öldürüldü.”
“Sandinist'lerin lideri Daniel Ortega başa geçtiğinde gerideki yılların muhasebesi oldukça acı bir tablo gösteriyordu. 50.000 ölü, 150.000 evsiz ile çok ama çok fakir bir ülke. Castro’nun da yardımı ile derhal devrimci hamlelere geçildi. Bu arada ABD başkanı Jimmy Carter Sandinist hükümete 75 milyon dolar yardımda bulundu. Ama nafile. Çünkü Sandinistler Küba’dan ve Rusya’dan teknik yardım almaya başladılar. Bu ülkelerden birçok uzman Nikaragua’ya geldi. Hatta o sırada El Salvador’da başlamış olan iç harpte sol güçlere silah ve para yardımı yapılmaya başlandı. Bu Amerika’yı çok rahatsız etti. Ve o sırada başkanlığa seçilen Reagan Honduras’taki üslerini kullanarak CONTRA hareketini başlattı. Önce kongreden aldığı destek ile başlayan bu hareket ABD’ye çok pahalıya mal oldu. Amerika kongresi 1985’te Reagan’ın istediği parayı vermeyerek bu kanlı harekatın sona ermesini istedi. O sırada Irak İran ile savaşıyordu. Şah Pehlevi’yi deviren İslamcı güçlere karşı ABD, Irak Başkanı Saddam’ı destekliyordu. Ancak sonra 1987’de ortaya çıkan skandalda öğrenildi ki Başkan el altından İran’a silah satıyormuş ve bundan elde ettiği gelirleri Honduras’tan Nikaragua’nın kuzey doğusunda çarpışan Contra’lara akıtıp onların Sandinist'lerle iç harp benzeri gerilla çalışmalarına mali destek sağlıyormuş. “
“ Ülkede huzurun gelmesine iki olay yardımcı oldu. Birincisi Reagan’ın pisliklerinin ortaya çıkıp kontraların mali desteğinin bitmesi, ikincisi Rusya’nın çöküşü ile Sandinist’lerin mali desteğinin bitmesi. Mali destekten yoksun iki taraf barış anlaşması yaptı ve 1990 seçimleri ile başa geçen Bayan Başkan Chamorro silahları toplayıp gömdü ve ülkeyi huzurlu bir ortamda yeni seçimlere taşıdı. Seçimlerde yine muhafazakar Granada’lıların karşısında başkanlığını Daniel Ortega’nın yaptığı Leon kökenli liberal Sandinist parti vardı. Bugüne kadar yapılan hiçbir seçimi Ortega kazanamadı. Hep muhalefette kaldı. Çünkü kendi iktidarı sırasında Ortega çok zengin, malı mülkü olan bir insan olmuştu. Artık eski Sandinist Ortega değildi. Ülkeye gelen birçok yardım yok olmuştu. Depremler ve yanardağ patlamalarından sonra gelen yardımların hiçbiri halka ulaşmamış ama her felaketten sonra Ortega’nın biraz daha zenginleştiği görülmüştü. Yalnız o değil her başkan zengin oldu seçimlerden sonra” diye noktayı koydu Javier açıklamalarına.
Büyülenmiş gibi dinlemiştik. Çok şey öğrenmiştik. Devamlı notlar tutan Beste hanım bile kendini kaptırıp yazmayı bıraktığını sonradan hatırladı. Sonra elinde kağıt kalem Javier’in peşinde eksik kalan kısımları tamamlamaya çalıştı..
“Evet. Haydi iniyoruz. Önce katedrali göreceğiz. Herhangi bir şekilde kaybolanlar saat tam 5 te otobüsün önüne gelsinler” diyorum. Manuel, otobüsümüze çok güzel bir park yeri buldu. Tam meydanda ve katedralin solunda. Kimse kaybolmaz. Park konusunda bile rast gitmeye başladı işlerimiz bu sabahtan beri.
Leon Katedrali gerçekten çok muazzam. Yalnız katedral değil aynı zamanda Pantheon. Burada Nikaragua’lıların ünlü şairi Ruben Dario’nun yatıyor.
Şimdi bizim için Nazım Hikmet’imiz neyse onlar için de Ruben Dario öyle. Bu büyük adam ölünce onu en değerli yer olan ülkenin başşehrinin katedraline gömerek büyük bir kadirşinaslık örneği göstermişler. İçeride çok muazzam bir altarın altında yatıyor Dario. Ayaklarında üzgün bir aslan ( Leon aslan anlamında. Üzgün Leon halkını simgelemişler). Altar’ın üzerinde yaşamında söylediği iki söz yazılı . Birinde “Nikaragua kuvvetten ve zaferden yaratılmıştır.” İkincisinde “ Nikaragua özgürlük için yaratılmıştır.” sözleri yazılı. Burada gömülü olan iki edebiyatçı Alfonso Cortes ve Salomon de la Selva. Orta Amerika bağımsızlık hareketinin öncüsü Miguel Larreynaga ‘da burada yatanlar arasında.
Bu ünlü şair’in bu Panhteon’da yattığını öğrenince aklıma diğer bir Fransız şair Victor Hugo geldi. Victor Hugo Yunanca “Değerbilir Bir Ulustan Seçkin İnsanlarına Adanmış Tapınak” anlamına gelen Panteon’ların en ünlüsü olan Paris’teki Pantheon’da yatmakta. Victor Hugo Fransa’nın 19.yüzyılda yetiştirdiği en büyük edebiyat adamıydı. Bir simge idi Fransızlar için. Siyasete atılıp 3. Napolyon’un darbesini önlemeye çalışınca tutuklanıp gönderildiği sürgünde 18 yıl kaldı. Paris’e döndükten 15 yıl sonra öldüğünde yarım milyon Parisli gözyaşları içinde onu, gençliğinde pandispanya’ya benzetip nefret ettiği Pantheon’a, sokaktaki adamla dayanışmasının sembolü olarak yoksul bir cenaze arabasında getirdi. Pantheon’a her gittiğimde onu, röntgen ışınlarını bulan ünlü fizikçi Madam Curie’yi, Voltaire;i ve rahmetli babamın en gözde filozofu Jean Jacques Rousseau’yu ziyaret etmeden geçmediğimi hatırladım. Şimdi bir başka ünlü şairi ziyaret ediyordum.
Eski Leon’un 1610 depreminde yıkılması ile birlikte oradaki kilise de yıkıldığı için Leon’un yeni yerindeki bu katedralin yapımına 1747 senesinde başlandı ve inşaat 100 sene sürdü. İspanyol koloni ressamlarının en ünlüsü olan Antonio Sarria’nın başyapıtı “Station of the Cross” bu kilisededir. İsa’nın yakalanışından çarmıhta ölüşüne kadar olayların anlatıldığı resimler 14 adettir. İsa yakalanınca çarmıha bağlandı. Çarmıhın dikileceği yer bir tepe idi. Bu tepeye doğru yürütüldü. Bu süre zarfında 14 yerde dayanamayıp dizleri üzerine çöktü ama kaldırılıp yürütüldü. Son yerde ayakları da çivilenip çarmıh dik duruma getirtildi. Sonradan İsa’nın her durağına – ki istasyon diyorlar- bir kilise yapıldı. Bütün bu küçük kiliselerin üstüne gömüldüğü mağarayı da kapsayacak tarzda bir kilise inşa edildi. Şimdi Kudüs’teki bu kilise Hıristiyanların en kutsal mabedidir. Sarria’nın yaptığı ve İsa’nın hayatını anlatan beheri 7 metre eninde 4 metre boyundaki 14 muhteşem tablosu katedralin üç duvarını süslüyor. Özellikle İsa ayaklarından çivilenirken tablosunu dehşet ve hayranlıkla seyrediyoruz.
Katedral, Leon Merkez Parkının tam karşısında. Parkın tam ortasında şehrin kurucusu Cordoba’nın heykeli var. Heykelin platformunun dört köşesinde Leon’un simgesi dört aslan. Meydanın sağ tarafında alışıldığı gibi hükümet binası ve hemen binanın arkasında ziyaret edeceğimiz “Museo Insurreccional” Ayaklanma Müzesi.
Katedrale girmeden önce Javier “Benim eve gitmem gerek. Siz burasını gezin. Sonra şu karşı sokak içinde Ayaklanma müzesine gidin. Ben sizi orada bulurum” diyerek hızla bizden ayrılmıştı. Ben de grubu biraz ağırdan alarak yavaş yavaş gezdirip müzeye geldiğimizde Javier’i bizi beklerken buldum. Evine ve iş yerine haber vermiş, iki gece için gerekli eşyalarını alıp gelmişti. Artık o da huzurlu.
Ayaklanma Müzesinin diğer adı “Kahramanlar ve Şehitler Müzesi. Müzenin kurucusu Louis Manuel Toruno da eski bir mücahit. Bir çok gerilla savaşına bizzat katılmış. Bir çok arkadaşı yanı başında şehit düşmüş. O bütün savaş anılarını ve 300 savaşçının resmini bu müzede sergiliyor. Kapıdan içeriye girince bizzat kendisi “Hoş geldiniz” diyor. İri yarı, güler yüzlü ince bıyıklı bir yerli. Başına kırmızı bant takmış. Üzerinde bir kot bahçıvan pantolonu ve beyaz T- Shirt var. İç içe iki odadan oluşan müzenin duvarlarında karmakarışık fotoğraflar, panolar var. Eski mücadele bayrağının yanı sıra Che Guevera gibi uluslar arası mücadeleciler de yer almış müzede. Müze esas itibariyle okulun öğrenci panolarını andırıyor. Ama iç savaşı, savaşın bütün acı gerçeklerini göz önüne seriyor. Müzenin geliri bu fotoğraf ve belgelerin fotokopilerinin satışından elde edilen gelirler ile ziyaretçilerin yaptığı bağışlar.
Aklım hep bu gece kalacağımız otelde. Onu bir ayırtsak. Hep aklımda o. Nasıl organize edeceğimi bulamadım. Çünkü geçtiğimiz yerlerde turizm acentesine benzeyen bir yer yok.
Leon’a her gelenin mutlaka ziyaret ettiği yer Ruben Dario’nun şimdi müze olan evi. Bu müze olan eve giriş ücretsiz. Dario’nun doğup büyüdüğü ev belki de Nikaragua’nın en çok ziyaret edilen müzesi. Javier “Hemen soldan üçüncü sokakta. Meydana çok yakın” diyor. Yürüyerek 5 dakika Dario’nun evi buraya. Ben de heyecan ile gruba söylüyorum. Gruptakiler hiçbir şey anlamamış gibi. Tekrar ne olduğunu söylüyorum. Tıs yok. En çok Javier anlamıyor ne olduğunu? “Leon’a gelip te Dario’nun evini görmemek? Demek böyle insanlarda varmış” diye düşünüyor herhalde ama üstünde durmuyor.
O zaman son durak Nikaragua tarihini gösteren duvar resmi. Onu da tanıtırsak şehir turu tamamlanacak. Resim katedralin karşısındaki köşede. Bu köşeye bir park yapmışlar ve parkı çeviren iki duvarına da resim. Soldan başlayarak yerlilerin burada yaşayışları, sonra İspanyolların gelişi, bağımsızlık hareketleri,... diktatörün öldürülüşü... hepsi sıra ile anlatılıyor. Tablonun son kısmında pırıl pırıl güneşli bir havada, yeşil çimlerin üzerinde, el ele koşan iki çocuk Nikaragua’nın istikbaldeki hayalini gösteriyormuş.
Herkesin derdi başka. Betül takmış bir kere o iki gence. Onların bir boş anını yakalayacak. Ve büyük bir ihtimalle laf sokacak. Pek çekiniyorum son gün bir tatsızlık çıkmasın diye. Bengi hergün süslenip, giyinip dolaşıyor. Modayı çok yakından izlediği için çok modern ve şık giyiniyor. Bu iki bekar delikanlı da hiç ilgi göstermiyorlar ki. Nerdeyse günaydın bile demeyecekler.
Tur tamamlandı. Yakında alışveriş yeri de var. Ben çok geç kalmadan Managua’ya gidip otelimize yerleşmek için 30 dakika sonra otobüste buluşalım diyorum ve Nihal’i de bırakıp seyahat acentesi arıyoruz Javier’le. Hemen duvar resminin karşısında acente var diyorlar. Dükkana giriyorum. Gerçekten kapıda Leon Travel yazıyor ama içeride kartpostal ve telefon kartı satıyorlar. Tezgahın arkasındaki kıza gene de bir şeyler soruyorum. Sanki uzaydan gelmişim de uzayca bir şeyler soruyormuşum gibi bakıyor. O sırada orada bir broşür var. Leon Şehir Rehberi. Seyahat acenteleri bölümünde gerçekten yalnızca tek adres var. World Travel. Javier adresi biliyorum diyor. Donald “Bende telefon kartı var isterseniz telefon edelim” diyor. Teşekkür ediyorum. Javier’i buldum ya Donald’ın artık hükmü yok. Ronald nerede belli değil. O artık şoför Manuel’e takılıyor.
Javier’e “Hadi bu acenteye gidelim. Yüz yüze konuşalım” diyorum. Beraber koşar adım arka sokaklara doğru giderken ben bir yandan elimdeki broşüre bakıyorum. Orada Managua otelleri bölümü de var. Hem de oteller hakkında çok bilgi var. Beş yıldızlı en az 5 tane otel görünce rahatlıyorum. Broşürde otellerin fiyatları da yazılı. 60 dolar ile 160 dolar arasında değişen fiyatlar. Dur bakalım acente bize kaça fiyat alabilecek.
Güya Javier yolları biliyor ama sokaklarda biraz kaybolmuş gibiyiz. Aslında Nikaragua’da en güzel sokak düzeni Leon’da imiş. Managua’da yol isimleri yokmuş. Bir Kuzey caddesi ki güneye doğru gidiyor, bir de güney caddesi ki kuzeye doğru gidiyor, bütün sokak isimleri o kadar. Adres hep bir noktadan tarife göre bulunuyor. Mektupta bile zarfın üzerine öyle yazılıyormuş. Güney caddesinde benzinciden yüz metre ileride sarı evin solundan gir sağdan beşinci ev. İnsanın inanası gelmiyor. Burası başkent ve adres böyle. Herhalde abartıyor diye düşünüyorum.
Birkaç kişiye sorduktan sonra acenteyi buluyoruz. İçeride İngilizce bilen bir memur var. İlgi ile karşıladı bizi. Derdimi anlattım.” Biz Managua’da kalacağız iki geceliğine 5 yıldızlı otel arıyoruz. Sizin acentenizin anlaşmalı oteli var mı? Yardımcı olabilir misiniz?”
Çok oturaklı ve ciddi bir tavırla “Yardımcı olurum” dedi. Çok mutlu oldum.
Oldum da o bana bakıyor ben ona. “Evet?” diyorum. Çok içten tebessüm ediyor. Galiba anlamadı. Tekrar aynen anlatıyorum. Gene yardımcı olacağını söylüyor. Gruba yarım saat sonra buluşalım, demiştim. Şimdiden 40 dakika oldu ben adama laf anlatmaya çalışıyorum. Adamın derdi meğer ben otelin adını söylersem telefon edebilecekmiş. Önce Granada’daki Alhambra otelini denemesini istiyorum. Otel dolu imiş. Sonra altmış dolarlık Managua’da başka bir otel denemesini istiyorum. O da dolu imiş. Moralim epey bozuluyor. Managua havaalanı yanında bir Best Western oteli var. Liste fiyatı seksen dolar. Ona telefon ediyor. Otel müsait. Çok mutlu oluyorum. Bir eliyle ahizeyi tutarak “ Yer ayırtayım mı ? “ diyor. Fiyatını sormasını rica ediyorum. Soruyor. “Seksen dolarmış. Yer ayırtayım mı?” Zaten broşürdeki fiyatta o fiyat. O zaman biz buraya neden geldik.
“Size özel fiyat yok mu? “diyorum. “Seksen dolar” diyor. Anlaşamayacağız. En iyisi bir an önce otobüse gitmek. “Karar verirsek döner gelir sizden rica ederiz rezervasyon yapmanızı” deyip acele terk ediyoruz dükkanı.
Yanılmışım. Bizdeki gibi işlemiyor burada sistemler. Boşu boşuna vakit kaybetmişim. Koşar adım dönerken Javier “ Doğruca otele gidelim. Resepsiyonda pazarlık ederiz ve güzel fiyat alırız” diyor. En azından orada bir beş yıldızlı otel var. Onda yer var. Artık daha rahatım. Ama grubu çok beklettik.
Otobüse kısa yoldan daha hızlı varıyoruz.Yarım saat dedim diye bu sefer herkes otobüste. Nurşan yine kızgın. Yalnız Nurşan olsa gülüp geçeceğim ama o bizim Bülent bey de “Nerede kaldınız Atila bey. Bakın burada bekleyip duruyoruz. Yarım saat dediniz bakın nerede ise bir saat oluyor.” Aslında hepsi haklı ama ben zaten sinir olmuş bir tarzda koşuşmuşum. Bir de bu beceriksiz acenteler dolayısıyla sonuç alamamışım. Ona da canım sıkkın. Sırtımdan ter damlıyor. Bir de böyle sözlere muhatap olmak sanki hakkım değil gibi geliyor bana ve dayanamayıp ters cevap veriyorum. Normal şartlarda “Haklısınız ama işim biraz uzadı hemen gidelim” derdim ama bu sefer “Keyfim için dolaşmadım herhalde. Sizlere iyi bir otel bulayım diye çırpınıyorum. Bu Allahsız şehirde bu rehberlerle sokak ta bulmak kolay değil acente de. Nereden bilirim kaç saat süreceğini. Yarım saatte gelirim sandım. Ne bileyim ben….” Falan gibisinden karşı serzenişte bulunuyorum.
Ben zaten Guatemala’ya vardığımda söylemiştim. Gezinin son günleri sinirler daha da gergin olur lütfen birbirimize hitapta çok dikkatli olalım. Kırıcı olmayalım. Yoksa sonradan telefi edilemez yanlışlıklar yapabiliriz, diye. Aslında kendimin de dinlemesi lazım bu nasihatimi. Allah’tan Safa ve Beste film mi, pil mi ne aramaya girmişler hala yoklar. Arama ekiplerinin çabası da boşuna. Çaresiz bekliyoruz.
Ben koşuşurken Nihal çok güzel vakit geçirmiş. Nurşan ve Gülsen ile beraber tam köşedeki kafe’ye gitmişler. Sonra onlara grubun hemen hemen kalan bütün üyeleri de katılmış çok keyifli zaman geçirmişler. Biz orada iken aslında ortalıkta çok kalabalık yoktu. Üniversite şehri olmasına rağmen ortalıklarda pek öğrenci falan da görülmüyordu. Yalnızca lise öğrencilerini şirin mini etekli, pantolonlu üniformaları içinde okullarından çıkarken görebiliyorduk ortalıkta. Sokakların böyle boş olmasının nedeni kahve . Bu mevsim tam kahve toplama, kahve hasat mevsimi. Onun için üniversitelerin sömestr tatillerini bu zamana denk getiriyorlar ki gençler kahve plantasyonlarında çalışsın veya ailelerine yardım etsin diye. Onun için bizim grup hepsi o küçük kahvede oturabilmişler ve Katedrale karşı karışık tropik meyve suyu kokteyllerini içip güzel zaman geçirmişler.
Burası kahve merkezlerinden biri olduğu için mutlaka bir kahve ağacı görmek istiyoruz. El Salvador’da program üzerine tartışarak zaman kaybettiğimiz için bir kahve bahçesine gidememiştik. Orada Beste “Atila bey Olmaz böyle. Ta buraya kadar gelelim de bir kahve ağacını görmeden dönelim. Mümkün değil. Lütfen bize kahve ağacı gösterin” diye istekte ve sitemde bulunmuştu. O zamandan beri bir kahve ağacı arıyordum. Guzman müzesinde gördüğümüz fotoğraf bizi tatmin etmemişti. Honduras’ta geçtiğimiz bölgede ise kahve ağacı yoktu. Javier’in “Buralarda her yerde kahve plantasyonları vardır. Yarın birine uğrarız” haberi beni çok sevindirmişti. Nede olsa Beste ve Safa’larla İzmir’de oturuyoruz ve sık sık görüşeceğiz. Yıllar boyu “Yahu Atila bey taa oralara gittik te bir kahve ağacı göremedik” serzenişlerine de muhatap olmayacaktım.
Nerede kaldı bu çift. Otobüsümüz bekliyor. Nurşan “ Daha şimdi burada idiler” deyip bir daha aramaya çıkıyor. Böylece benim geç kalmam önemini kaybetmiş görünüyor. Neyse biraz sonra nefes nefese otobüse binerken “Atila bey geldi mi?” diye sormazlar mı.
Havanın kararmasına pek az zaman var. Katedralin hemen arkasındaki Pazar yeri sanki bizim Kemeraltı, Mahmutpaşa gibi. Durmanın gereği yok. Leon’un içinden geçerken daha birçok otantik İspanyol tarzı kilise görüyoruz. Çıkışında ise bir mahallede yalnızca Subtiava yerlileri yaşıyorlar. Burada onlardan başkası ikamet edemiyor. Mahalle girişinde bir Subtiava savaşçısının heykeli var. Orta boylu, esmer , bir elinde mızrak olan bir heykel. Bu mahallede hemen her evin üzerinde Sandinist’lerin bayrağı asılı. Sandinist'lere büyük destek vermişler. Tahtadan yapılmış kiliseleri ise çok otantik. Kendi adetlerini de korudukları için güneş tanrısının sembolü ve İsa bir arada.
Güzel bir gün geçirmiştik. Managua buradan elli km. kadar. Granada da Managua’dan 50 km. kadar uzaklıkta. Ben bir ara “Acaba doğruca Granada’ya gitsek te geceyi orada geçirsek, hatta ertesi gün yani son günümüzde de tam gün turumuzu alıp Granada’daki otelimize dönsek. Uçağımız saat 12.30 da olduğu için sabah erken kalkar ve Managua şehir turunu da yapar uçağa yetişiriz. Managua zaten çok çirkin bir şehirmiş. Onu gezmek için az zaman ayırsakta olur” diye bile düşünmüştüm. Ama Granada’nın tek beş yıldızlı oteli Alhambra’da yer olmadığını öğrenince artık Managua’da kalmak farz oldu. Aslında tarihi Alhambra Otelinde bu gece için yer vardı ama ertesi akşam doluydu. Biz son günde otel değiştirmek istemiyoruz. Yetti artık bu göçebelik. Valizlerimizi yerleştirememişiz. Yok başka çaremiz yok önce doğruca Best Western’e gidiyoruz.
Leon’dan Managua’ya giden yol da kalite olarak güzel. Tam Leon’dan ayrılıyoruz ki gün batıyor. Bu tropik ülkelerde bir başka oluyor grup vakti. Nihal gene birkaç poz daha çekiyor. Bu digital makineyi aldık alalı pil dayandıramıyoruz Nihal’e. Çünkü her gün 100-200 resim çekiyor. Bir de dönünce onların CDlere yerleştirilmesi var.
Managua’ya girdiğimizde ortalık iyice kararmıştı. Zavallı Javier şehir hakkında ve geçtiğimiz yerler hakkında bilgi veriyor ama dışarısını göremediğimizden pek bir şey anlamıyoruz. Kesin olarak öğrendiğimiz tek şey başkent olduktan sonra doğal afetlerden çok zarar gördüğü. 1931 depreminde eski merkez tamamen harap olmuş. Onarmaya çalışırken 1936 da bütün şehri saran yangın çok büyük hasar vermiş. Arkasından da meşhur Aralık 1972 depremi. Sonradan öğreniyorlar ki Managua tam aktif bir fay hattının üzerinde. Bundan sonra da deprem bekleniyor. Onun için binalar genellikle tek katlı. Her eve mutlaka iki kapı zorunluluğu getirilmiş. Çelik konstriksiyon ile çok katlı bina teknolojisi uygulanmakta. Harap olmuş eski merkez terkedilmiş ve şehir Kuzey ve Güney caddeleri aksında şekilsiz bir tarzda büyümüş. Başkent olduğu için burada büyükelçiliklerin ve hükümet merkezinin oluşu dolayısıyla yerleşim fazla. Nikaragua’da yaşayan beş milyon insanın bir milyonu bu şehirde yaşıyor.
Gece otobüsümüzle geçerken “İşte sağda ve solda deprem evlerini görüyorsunuz.” dediğinde hiçbir şey görmemiz mümkün değildi. O kadar az ışık var ki dışarısı zor seçiliyor. Sokak lambası diye bir kavram yok. Uygulamada yok. Ama yeni gelişmekte olan bir bölümde “Firavunlar Kumarhanesi”nin önünden geçerken bina ve park alanı ışıl ışıl. Hepimiz Mürşit Kodaman’a bakıyoruz. O da tatlı tatlı gülümsüyor. Tam onun yanındaki striptiz yapılan gece kulübünü görünce gözlerimiz delikanlılara çevriliyor ve çeşitli espriler yapılıyor. Gülüşüyoruz. Bu seferde kararma sırası Betül ve kızı Bengi’de. Hiç katılmıyorlar esprilere. Hala içlerinde büyük bir kızgınlık var belli. Meğer o sırada bekarlara bir laflar etmişler ama içlerini boşaltamamışlar.
O sırada yol kenarında karanlıklar içinde bekleyen kadınlar görüyoruz. “Bunlar fahişeler” diyor Javier.” Managua büyüdükçe, buraya gelenler arttıkça fahişelikte aldı yürüdü. Bunlar gecede birkaç dolar kazanmak için vücutlarını satıyorlar.” Bekledikleri yeri görüyoruz. Katiyen güvenli değil. Zaten Orta Amerika’nın hiçbir şehri gece güvenli değil. Bunları gece kim alır, nereye götürür belli değil. Öldürseler kimsenin ruhu duymaz. Aman allahım. Halimize binlerce şükür.
Managua’da çeşitli zamanlarda meydana gelen doğal felaketlere bütün dünya yardım elini uzatmış. Buraların da afete uğramadığı zaman yok ya. Dünyadaki çeşitli kuruluş ve ülkeler gerek para gerek malzeme olarak anında yardım ellerini uzatmışlar. Ancak bu yardımların hiç biri felaketzedelere ulaşamamış. O devirde kim başkan ise o yemiş paraları. Mesela 1972 depreminde Somoza ailesi bir kat daha arttırmış servetini. Diğer felaketlerde de diğer başkanlar zengin olup çıkmışlar. Hatta Mitch kasırgasından sonra başkan ülkedeki 22 helikopterden 19 unun kaybolduğunu beyan etmiş. Aslında bu helikopterlerin bulunduğu yerin kasırganın geçtiği yer olmadığını herkes biliyormuş. Ama gitti giden. Onun için son defa ki doğal felaketten sonra Amerika’lılar yardımı göndermeden önce hükümet ile anlaşma yapılmış. Eğer, biz Amerikalılar dağıtımı yapacak isek yardım konvoyu gelecek, aksi halde gelmeyecek diye. Garanti vermelerine rağmen konvoyu birkaç yerde durduran askerler eğer konvoy güvenliğini sağlayan silahlı Amerikalı askerler olmasa imiş talana başlayacaklar imiş. Bu aşağılayıcı durum iki ülke arasında sert diyaloglara sebep olmuş.
Yollarda öyle çok işaret yok ama nihayet “Havaalanı 5 km” yazısını gördük. Kalmayı planladığımız otel havaalanının içinde. Onun için yönümüz doğru. Zaten bu yolları Javier çok iyi biliyor. Donald ve Ronald ile daha önce yaşadığımız üç ileri bir geri kepazeliklerini yaşamıyoruz. Grup da rahat, Manuel’de. Bu otelde kalabilirsek çok iyi olacak çünkü İki gün sonra biz bu havaalanından dönüşe geçeceğiz.
Yer bulmaya çalıştığımız “Best Western” oteller zinciri de bir Amerikan firması. Amerika’da dünyaca meşhur birçok oteller zinciri var. Hilton, Holiday Inn, Day’s Inn, Sheraton, Conrad, Carlton, Ritz … gibi. Aslında bu zincirlerde çok azının mülkiyeti kendilerinin. Otelin binası, sahibinden ya kiralanıyor veya işletme hakkı alınıyor veya isim hakkı veriliyor. Amerika’ya gittiğimde kardeşimin yaşadığı Leesburg’te bir Ramada İnn vardı. Ertesi sene baktım Holiday İnn olmuş. Bu konuda standart çok önemli. Her zincirin kendine has bir standardı var. Mesela İzmir’de Büyük Efes Otelini alan Swiss Otel bu beş yıldızlı oteli kendi standardına getirmek için tüm eşyalarını sattı ve şimdi oteli dört duvar bırakıyor. Otelin Swiss Otel adı altında açılması iki seneyi alacak ama açıldığı zaman otelin hangi standartta olacağı şimdiden belli.
Best Western otel zincirinin ise diğer otel zincirlerinden bir farkı var. Diğerlerinde otelin ismi yok olurken bu zincirde otelin kendisinin orijinal ismi korunuyor. İsminin yanına Best Western yazısı ve amblemi koyma hakkı veriliyor. Sanki bir TSE damgası gibi. Otobüsümüz otele geldiğinde adının Las Mercedes olduğunu okuyorum. Bu otelin çok iyi olması gerek ama ya yer yoksa, ya beğenmez isek. Biliyorsunuz bir gün önce herkes valizlerini alıp daha ben kararımı vermeden lobiye gelmişlerdi de beni çok zor durumda bırakmışlar ve mecburen de o otelde kalmıştık. Aldığımız bu acı ders ile dostlarımızdan ben haber verene kadar bu sefer otobüste kalmalarını rica ediyorum. Aman son iki günde kalacağımız otel hakikaten çok iyi olsun. Bizim otel değerlendirme ekibi ile resepsiyona gidiyoruz. Girişinden belli, otel çok güzel. Geniş bir lobisi var. Güzelce soğutulmuş lobide bambu oturma grupları var. Yine de sütten ağzı yananların hassasiyeti ile bir oda görmek istiyoruz. Oda da çok iyi. Çok geniş odalar değil ama çok rahat , temiz ve konforlu. Yeterlice odası olduğunu da öğrenince daha fiyat pazarlığı yapmadan valizlerin indirilmesini söylüyorum.
İş yerini işyeri yapan çalışanlarıdır. Bir gün Shell firmasını tanıtan bir tanıtım kitabı okumuştum. “Shell, istasyondaki pompacıdır” diye başlıyor bu dünya devi petrol firmasını tanıtmaya. Burada da otel Best Western ama çalışanlar Nikaragualı. Zorluk gene aynı zorluk. Başlıyoruz boğuşmaya. Onlar anlamakta ben anlatmakta zorlanıyorum. ondört oda alacağımız ve ben de bir turizm acentesinin temsilcisi olarak “kapı fiyatı” değil “acente fiyatı” istiyorum. O anlamıyor. Ön büro şefi olduğunu sandığım adamı çağırıyor. Ona anlatıyorum derdimi. İş uzayacak neyse ki benim de uzatmaya niyetim yok. Kaçına beşine bakacak halim yok. Mete beni affetsin. Yorgunum ben. Bir %10 indirim ile bir oda free alabiliyorum o kadar. Boş ver hazır tam havaalanının dibinde üstelik çok güzel bir otel bulmuşuz. Fiyat ta bulabileceğimizin en ucuzu. Broşüre göre Managua’da bu fiyata başka beş yıldızlı otel yok. Allah’tan belamızı mı istiyoruz. Anahtarları almaya başlayabiliriz. Bu arada Javier ve Donald resepsiyonist ile İspanyolca bir şeyler konuşuyorlar ve sonunda sırıtarak, çok sevinçli bir ifade ile kendilerinin de bu otelde kalacağını söylüyorlar. Şimdiye kadar ucuz olsun diye hep başka otellerde kalan, 40 doların bile çok pahalı geldiği bizim garibanlar belli ki ikinci free odayı almışlar. Bu habere onlar adına ben de çok seviniyorum.
Javier, yarın görülecek çok yerimiz olduğunu, ne kadar erken kalkarsak o kadar iyi olacağını söylediği için saat 7 uyandırma, 7.30 kahvaltı ve 8 hareket veriyorum.
Yan yana iki odanın anahtarlarını alan Mürşit bey “Hemen yerleşip gelin yemeği beraber yiyeceğiz . Nihal bak senin şarabını soğutuyorum” diye davet ediyor. Küba’daki Floridita bardaki ısmarlamamızın karşılığını mutlaka vermek istiyor. O geceden beri her gece davet ediyor ama bir türlü bu problemlerden kurtulup doyasıya beraber olamadık. İlla bu gece beraber olalım istiyorlar. Ee, Firavun Kumarhanesine gitmeyecek misiniz?” diye takılıyorum. “Yok canım” diyor. Yarış’a göz atıyorum. “Gece kulübüne gitmeyecek misin” diye. O da olur mu öyle şey kabilinden gülümsüyor. “Bir yerleşelim de gelirim “diyorum.
Bu sırada Nihal otobüsten eşyaları indirmiş lobide tam karşımda hem beni seyrediyor hem de sabırla işlerimin bitmesini bekliyor. Ben ne şanslı olduğumu düşünüyorum. Bana her konuda acayip destek olan bir eşim var. İşte yavrum almış eşyaları bekliyor. Herkesin anahtarını aldığını görünce de “Hadi biz de odamıza gidelim” diyor. Ah canım benim diye geçiriyorum içimde. Daha işimiz bitmedi ki. Biz öyle kolay gidebilir miyiz odamıza. Dur bak neler olacak şimdi. “Mutlaka bir iki dostumuz gelip oda değişikliği ister” demeye kalmadan Safa geliyor. Nurşan'larla yan yana kalmak için aldığı oda taa dipteymiş te acaba daha yakında bir yer yok muymuş. İşte Huri de geliyor. Odası tam havuza karşı imiş te çok gürültü olurmuş. Hamiyet hanımlara çift kişilik yatak olan oda verilmiş . Şermin hanımla koyun koyuna nasıl yatsınlarmış.... falan. Bizim öyle hemen odamıza gitmemiz mümkün mü?
Sorunu olan kalmayınca , Nihal ile biz de odamıza gidiyoruz. Çekçeklerimizi bellboy’a verip evlatlık gibi Honduras’tan beri taşıyıp durduğumuz papayayı yüklenip odamıza giderken kararlıyım. Şu papayayı halledeceğiz. Bunun başka yolu yok. Zaten biraz yumuşamaya da başlamış. Onu yersek biz hem doyarız hem de biraz rejim yapmış oluruz. O dev okyanus balığını hala hazmedemedik galiba. Mürşit beyin akşam yemek daveti hiç te sevimli gözükmüyor şu anda bize.
Otel tek katlı. Bahçe içinde ikiz banglowlar. Ara yollarının üstü yağmura karşı korunaklı. Genellikle hafif malzemeler ve ahşap kullanılmış. Deprem tehlikesi her an var olduğu için otel ona göre inşa edilmiş. Burada 8 şiddetinde deprem olsa bu otele bir şey olmaz. Rahat rahat uyuyabiliriz. Bizim yan oda komşumuz Bahadır ve annesi Selen. Kapıdan soruyor Selen hanım “Sıcak çorba ister misiniz. Biz kendimize yapıyoruz da” Bundan daha güzel bir teklif olamaz. Ne de çok özlemişiz sıcak Türk çorbasını. “Ben bütün seyahatlerimde çorbamı ve siyah zeytinimi yanımda taşırım. Biz her gece çorba içiyorduk. Keşke daha önce söyleseydiniz” diyor Selen hanım. Biz de aşağıda kalır mıyız? Hemen ona bitirilmesi imkansız papayamızdan kesip bolca veriyoruz. Kalan iki günde ikimizin bitirmesi imkansız bu papayayı. Onun için bulsak başkalarına da dağıtacağız ama diğer odalar kapalı. Kimsecikler görünmüyor ortalıklarda.
Biraz sonra Bahadır elinde tepsi ile çorbaları ve zeytini getiriyor. Onların ısıtıcısı olduğu için kahve de yapabiliyorlarmış. Biz seyahate çıkarken emniyetli olsun diye iki ısıtıcı taşıdık ama ikisi de bozuldu. Zaten bu 110 volt ve amerikan tipi fişler hep sorun olmuştu. Orta Amerika’da her ülke aynı ABD gibi. Allah razı olsun Bahadır “Abi size sıcak su da getirebilirim isterseniz “ diyor. Bizim Meksika Cancun’da aldığımız neskafe’miz var. Teklif te reddedilecek gibi değil. Bu Bahadır çok iyi çocuk yahu. Eşinden ayrılmış. Bir oğlu varmış Ama eşi ile hiç geçinememiş. Selen hanımın dediğine göre çok şirretmiş gelini. Bahadır hep kendisine neden kavga etmeyi öğretmediğinden şikayet edermiş. Çünkü ağzını açamazmış eşi şirretlik ederken. Zaten sonunda eşi evde, bankada ne var ne yok toplayıp götürmüş. O sırada büyük bir firmanın yöneticiliğini yaptığı için mahkemede yüklü bir tazminat ödemeye mahkum kalmış her ay. Şimdi işsiz olduğu için annesi ödüyormuş nafakayı. Gerçektende bütün seyahat boyunca gıkı çıkmadı Bahadır’ın. Bir kere olsun hiçbir memnuniyetsizlik göstermedi. Onun derdi annesi. Ayağı rahatsız olan annesini rahat ettirmek için çırpınıyor. Üzerine titriyor annesinin. Bir de Yarış ile iyi anlaşınca günlerini iyi geçirdiğini söylüyor hep. Eh, Yarış’ımız zaten bir pırlanta. Bizim kız evlenmese idi de Yarışa verseydik diye hep konuştuk Nihal’le.. Alan kız yaşadı
Nihal ile odamızda baş başayız. Keyfimize diyecek yok. İşte şimdi bitti bu iş diyoruz gene. Otelimizi de bulduk. Artık otel arama derdimiz de yok. Hava alanının tam dibindeyiz. Hatta içindeyiz. Terminale 1 km uzaktayız. Yarın tam gün tur için Javier de heyecanlı. Göstermek istediğim çok yer, anlatmak istediğim çok şey var diyor. Görünüşe göre dolu dolu geçecek yarın da. Alışverişe de bol zaman ayırabileceğimiz için gece de güzel güzel valizlerimi yerleştireceğiz. Aman ne güzel. Her şey yolunda sanki. Ama kaç kere böyle düşünüp düşünüp ertesi gün ne hallere düştük. İnşallah onlar bitti. Yarın bir şey olmaz diye dua ediyoruz. Ediyoruz ama bu bizim kaçıncı duamız. Bu seyahatte dualarımız hiç tutmuyor. Gene biraz endişemiz var.
Keyfin bu yerinde Mürşit beyin davetini hatırlıyorum. Nihal ben yorgunum yatacağım deyip uzanıyor. Ben de lokantaya gidip onlarla yemek yiyemeyeceğimizi haber vermem gerek. Lokantayı soruyorum. Yüzme havuzunun terasında imiş. Havuz çok büyük ve çok güzel. Etrafında tropik ağaçlar. Kenarındaki bir fıskiyeden gelen su havuza dökülürken çıkardığı ses, size bir çağlayanın başında oturuyormuş hissini veriyor. Ne de olsa beş yıldızlı otel standardı. Şu manzaranın güzelliğine bak. Keşke Nihal yorgun olmasa da burada beraberce bir yemek yesek. Kendi kendime “Yarın mutlaka” diye söz veriyorum. Lokantada bizim gruptan 5 masa görüyorum. Hepsi dağınık bir şekilde birbirine çok uzakta oturmuşlar. Buldular dev gibi salonu ayrı ayrı oturdular. Mürşit beyler üç kişi, biraz ileride Betül ve Bengi, Sayhan ve Saadet, Bülent ve Selin, birde dört güzeller Sevnur ,. Hüsniye, Hamiyet ve Şermin.
“Nerede kaldınız? Nerede Nihal?” diye nazik bir centilmen olarak ayakta karşılıyor Mürşit bey beni. Nihal’in biraz başının ağrıdığını, hemen yatmak istediğini, onlara teşekkürlerini ve iyi geceler dileklerini ilettiğini söylüyorum. “Keşke gelseydi. Hadi Yarış koş git al gel Nihal ablanı” diyor. Zor durduruyorum Yarış’ı. “Nihal uyumuştur Yarış’çığım” diyorum. “Otur ne olursun gitme.”
Mürşit beyin talimatı ile Yarış hemen bardağıma nefis bir beyaz şarap koyuyor. Gene bulmuş Mürşit bey en güzel şarabı. Her zamanki gibi. Ta Allahın Hindistan’ının Kajuhara harabelerinde de bulmuştu Fransız şarabını. Karides falan da ikram ediyor. Üç çeşit karides varmış hepsinden yaptırmış. Hepsinden denememi istiyor. “Yemek te söyleyeyim” diyor “Balık çok güzel. Yarış bonfile yedi o da çok yumuşak pamuk gibi.” Teşekkür ediyorum. Onlar da zaten kalkmak üzereler. Önce yemeğe gelmişler şimdi odalarına gidiyorlarmış. Bilgi hanımın her zamanki zarifliği üzerinde, Mürşit beyin de babacanlığı. Bir kadeh daha şarap ısmarlıyor o sırada laflıyoruz. Onlar da gezinin sonuna böyle sağ salim gelinmesinden mutlu. Ama gene de çok kızgın Mete’ye.”Sen olmasaydın bitmezdi bu tur. Ama bu ne biçim acente. Ya sen olmasaydın? Ben bunun peşini bırakmam” diyor. Ben konuyu çevirip bu gün üzerinde dedikodu yapalım diyorum ve Javier’den bahsedelim diyorum. Onlar da hayran kalmışlar Javier’e “Donald buldu değil mi bu adamı? Nihayet güzel bir iş yaptı bu adam sonunda. Aslında iyi insan ama üşütmüş bir kere.” Diye söze karışıyor Bilgi hanım. “ Mürşit bey de tasdik ediyor. Yarış’ın derdi bugünkü çiçaro olayında. Kısık sesle biraz dedikodu yapıyor yan masadan duymasınlar diye.” Abi ben hayatımda böyle fırça yemedim. Aslında çok fırça yedim de fırça atanların hepsi haklıydı. Ama bu kadından yediğim fırça bambaşka.”
Meraklanıyorum.” Ne oldu Yarış? Betül mü?”
“Evet abi” diye devam ediyor.”Sen duymadın. Otobüste arkaya gitmiştin. Döndü bize Bir fırça. Bir fırça. Ne kötü laflar söyledi bilemezsin”
“Yapma yahu?”
“Abi, bana sen hiç aile terbiyesi görmemiş terbiyesizin birisin dedi. Ayıp değil mi sizin yaptığınız? İnsan güler mi öyle? Ayıp ayıp sizin gibi gençlere yazıklar olsun. Sonra Bahadır’a da döndü. Zaten seni karının bırakmasından belli ne mal olduğun. Terbiyesizler sizi. Zaten sizin yüzünüze kimse bakmaz. Siz evlenemezsiniz. Diye söylendi, hakaret etti. Ben hayatımda böyle fırça yemedim. İkimizin de ağzı açıkta kaldı ama cevap vermedik. Son gün abi bir tatsızlık çıkmasın.”
“İyi yaptın oğlum” diye yol gösteriyor Mürşit bey. Eşi de tasdik ediyor “Onlar kendi aralarında o kadar kötü konuşuyorlar ki inanamazsın. Biliyorsun tuvalete hep ikisi bir giriyorlar. Sesleri dışarıya geliyor ne kavga ne kavga. Çok pis te ağızları var.” Bilgi hanım onları Nepal - Hindistan gezisinden de tanıyor. Orada hep beraberdik 16 gün. Sevnur ise benim olmadığım İskoçya seyahatini onlarla yapmış ve grubun onlardan illallah dediğini söylüyordu. Ben hiç bu yönlerini bilmiyordum. Yalnızca çılgınca alışveriş yaptıklarını ve çok ağır yüklerle yolculuk yaptıklarını, durmadan telefon ettiklerini biliyordum. Zaten bir onlar, bir de Mürşit bey ile eşi çok eşya taşırlar. Zavallı Yarış o valizleri çekeceğim diye genç yaşta bel fıtığı olacak. Nihal ile ben fazla eşya taşımayız. Onun için uçakta fazla bagajı olanlarla beraber tartılarak onların para ödememesini sağlarız. Daha gezinin başında Meksiko City’den Cancun’a uçarken ben Mürşit beylerle beraber valizlerimi tarttırarak onların fazla bagaj parası ödememelerini sağladım diye kıskanmış “Atila bey hep onlara yardım ediyorsunuz. Bakın bizim de çok valizimiz var. Bir dahaki sefere biz, sizinle geçelim” dediğini hatırlıyorum.”Ne diye bu kadar çok eşya taşıyorsunuz” dediğimde de “Aman efendim bunlardan az eşya ile seyahate çıkılır mı? Her gün ayni kıyafeti mi giyelim?” dediğinde benim sadece iki pantolon getirdiğimi düşünmüştüm.
Yarış devam etti. “Bahadır ağabeyle de konuştuk. Bunlara bulaşmamak lazım diye. Ama ne fırçaydı o.”
“Oğlum” diyorum. “Sen hak etmedim diyorsun ama sen bu fırçayı hak ettin. Günlerdir kıza bir kere günaydın demedin. Yanına oturup laflamadın. Göğüslerini ortaya koyan transparan kıyafetler giydi ne baktın ne bir laf ettin. Bahadır da öyle. Onun için sen o lafların tamamını hak ettin”
Hep beraber gülüşüyoruz. Ben Nihal bekliyor diye izin istiyorum. Onlar da zaten hesabı istiyorlar. Kalkacaklar. Diğer masalara da iyi geceler dileyip odamın yolunu tutuyorum. Yatağa uzandığımda sondan bir önceki geceye gelmiştik. Yarın son diye kendi kendime tekrar edip gözlerimi kapıyorum.
Dostları ilə paylaş: |