Hz. Ali’nin İsminin Konulması İçin Levhanın Nüzulü
Davetçi: Birçok kitaplarınızda mevcuttur. Şu anda aklımda kaldığı kadarıyla Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Mevedde’sinde (Abbas bin Abdulmuttalib’ten naklen), Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 56. Babında, Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut Talib’de az bir farklılıkla şöyle rivayet etmişlerdir: “Ali doğunca annesi, babasının adı olan “Esed” adını ona verdi. Ebu Talib bu isme razı olmadığından dolayı şöyle dedi: “Ey Fatıma, bugün Ebu Kubays dağına ( bazılarına göre ise Mescid’ul- Haram’a) gidelim. Allah’dan bu çocuk için bir isim dileyelim.” Birlikte akşam olunca Ebu Kubays dağına (veya Mescid’ul- Haram’a) gidip dua ettiler. Ebu Talib (r.a), duasını bir şiir şeklinde şöyle beyan etti:
Ya Rabbi, ey karanlık gecenin sahibi!
Ve aydınlatan ayın Rabbi!
Gizli emrini bize beyan et.
Bu bebeğin ismini ne koyalım?
O anda gökten bir ses geldi, Ebu Talib başını kaldırdığında üzerinde dört satır yazılı yeşil bir levhayı gördü, hemen onu aldı, göğsüne dayadı. Üzerinde şu şiir yazılıydı:
Sizlere temiz bir çocuk verdik;
O pâk, seçilmiş ve hoşnut olduğun biridir.
İsmi Allah-u Teala tarafından Ali’dir;
Ki Aliyy’ul A’la’dan türemiştir.
Genci Şafii ise Kifayet’ut Talib’de bir sesin geldiğini ve Ebu Talib’e cevap olarak şöyle denildiğini yazmaktadır:
Ey Peygamber’in Ehl-i Beyti!
Sizlere temiz bir evlat verdim.
Onun adı, Ali’dir;
Aliyy’ul- A’la’dan türemiştir.
Bunun üzerine Ebu Talib çok sevindi ve Allah-u Teala için secdeye kapandı. Hemen on deve kurban kesti ve o levhayı Mescid’ul- Haram’a astı, Haşim oğulları Kureyş’e karşı o levhalarla övünüyordu. O levhalar Haccac’ın Abdullah bin Zübeyr’le yaptığı savaşa kadar orada duruyordu, sonra kayboldu.”
Bu rivayet de Ebu Talib (r.a)’in muvahhid olduğunun bir delilidir. Zira Allah’tan bir isim istiyor, Allah-u Teala’dan bir lütuf görünce de hemen secdeye kapanıyor. Acaba bir nimete erişince şükür secdesine kapanan birisi müşrik olabilir mi? Cahilce bağnazlık ve inattan Allah’a sığınırım.
Ali (a.s)’ın Adı Ezan ve İkamenin Bir Parçası Değildir
Sizin; “Alimlerinizin bu fetvası yüzünden ezanda da Peygamber’in adının hemen ardından Ali’nin adı zikredilmektedir.” sözünüze gelince; kesinlikle kasıtlı olarak yanlışlık yapıyorsunuz. Hz. Ali (a.s)’ın adının ezan ve ikamenin bir parçası olduğuna dair, örnek için müçtehitlerimizin bir fetvasını gösterseydiniz çok iyi olurdu. Halbuki bütün Şia alimleri kendi istidlal ve ilmihal kitaplarında Hz. Ali (a.s)’ın velayet şahadetinin ezanın bir cüz’ü olmadığını beyan etmişlerdir. Ezan ve ikamede, Hz. Ali’nin adının onların bir cüz’ü olarak söylemek haramdır. Eğer niyet esnasında tümünü Hz. Ali (a.s)’ın adıyla birlikte kastederse hem haram işlemiş, hem de ameli batıldır. Ama teberrük maksadıyla ve Peygamber (s.a.a)’in adından sonra bir cüz’ü olmadığı bilinciyle söylerse sakıncası yoktur, güzeldir de. Zira Allah-u Teala da önceden zikrettiğim gibi Peygamber (s.a.a)’in adını andığı her yerde Ali (a.s)’ın adını da anmaktadır. Dolayısıyla siz beyler, boş yere ortalığı velveleye veriyorsunuz.
Artık asıl konumuza dönelim. Siz beyler dikkatle bakacak olursanız açıkça görürsünüz ki sahabeden hiçbirisi soy ve ırk açısından Hz. Ali (a.s) ile aynı makamda değildir.
Hz. Ali’nin Züht ve Takvası
Ayrıca takva ve züht açısından da hiç kimse Hz. Ali’ye erişemez. Zira ümmetin de icma etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a)’den sonra, O’ndan daha takvalı ve zahit bir kimse görülmemiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Muhammed bin Talha da Metalib’us- Süul’de zamanın en büyük zahitlerinden olan Ömer bin Abdulaziz’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu ümmetten Peygamber (s.a.a)’den sonra, Ali’den daha zahit ve takvalı bir kimseyi tanımıyoruz.”
Molla Ali Kuşçu bütün bağnazlığına rağmen birçok yerde şöyle demektedir: “Akıllı insanların aklı, Ali (a.s) hakkında şaşkınlığa düşmektedir. Zira O, gelmiş ve geçmişlerin üzerine kalem çekmiştir.” Şerh-i Tecrit’te ise şöyle diyor: “Ali’nin hallerini ve yaşam tarzını duymak, insanı şaşkınlığa düşürmektedir.”
Abdullah Rafi’nin Rivayeti
Abdullah Rafi şöyle rivayet ediyor: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın evine gittim, O’na kapalı bir kese getirdiler. Açınca kepekli un dolu olduğunu gördüm. Ondan bir miktar yedi, ardından su içti, Allah-u Teala’ya şükretti. Ben şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan, neden o kesenin ağzını mühürlemişsin?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:
“Zira Hasan ve Hüseyin bana şefkatlidirler, içine yağ veya tatlı bir şey dökmemeleri için ve Ali’nin nefsi lezzet almasın diye ağzını kapatıyorum.”
Şüphesiz insanın nefsi, dünyevi helal lezzetler içinde git gide isyana düşmekte ve insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaktadır. Hz. Ali (a.s) işte bu yüzden nefse mağlup olmamak için lezzetli yiyecekler yemekten sakınıyordu.
Suveyd Bin Gafele’nin Rivayeti
Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 51. Babında (Ahmed bin Kays’tan naklen), Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Harezmi Menakıb’da ve Taberi Tarih’inde Suveyd bin Gafele’den şöyle rivayet etmektedirler: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın yanına vardım. Ekşimiş, kokusu her tarafı dolduran bir tabak sütü getirip Hz. Ali (a.s)’ın önüne koydular. Hz. Ali (a.s)’ın elinde kepekli ve kurumuş arpa ekmeği vardı. Ekmek, o kadar sertti ki elle kırılamayınca, Hz. Ali (a.s) diziyle kırdı. O kurumuş ekmeği ekşimiş sütle ıslatıyor yiyordu. Bana da ikram edince oruç olduğumu söyledim, bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Her kim oruç tutar, canı istediği halde Allah’ın rızası için yemezse, Allah-u Teala ona cennet yemeklerini yedirir.”
Suveyd şöyle devam ediyor: Hz. Ali (a.s)’ın haline çok acıdım, yanımda duran hizmetçisine; “Allah’tan korkmuyor musun, arpanın kepeğini almadan ekmek mi pişiriyorsun?” diye itirazda bulundum. Bunun üzerine hizmetçi; “Allah’a and olsun ki, O’nun kendisi kepeği almamamı emretmiştir.” dedi.
Hz. Ali (a.s); “Fizze’ye ne diyordun?” diye sordu. Ben de, söylediğim şeyi kendisine aktardım. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Anam babam Resulullah’a feda olsun, o da ekmeğin kepeğini almazdı ve ölünceye kadar da üç gün olsun buğday ekmeği yemeden vefat etti.”
Dostları ilə paylaş: |