I- Peygamberlik ve Peygamberlere İman
Peygamber, lügat manâsıyla haberci demektir. Farsça bir kelimedir. Arpaça'daki Nebi ve Rasûl kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bize de her iki kelimenin mânâsım ifade etmek üzere geçmiştir. İstılah manâsıyla: Allah Teâlâ'nın kullarına muradını bildirmek ve onlara hakkı beyan etmek üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insandır.
Peygamberlik vazifesinin Arapça'daki ismi Nübüvvet ve Risâlet'tir. Nübüvvet vazifesi alana Nebî, risâlet vazifesi alana da RasûI denir. Enbiya, nebi kelimesinin, rusül ve mürselîn ise, rasul kelimesinin çoğulu olarak kullanılır. 209
Peygamberlere inanmak, imanın dördüncü esasını teşkil eder. Peygamberlere veya peygamber olduğu kesin olarak bilinen bir tek peygambere inanmamak ve inkâr etmek dinden çıkmayı gerektirir.
Peygamberlere inanmak, onlar hakkında vacib, mümteni ve caiz sıfatları bilmek ve tasdik etmekle olur. Vacib olan sıfatların mutlaka var olduğu kabul edilir, mümteni sıfatların onlarda bulunmadığına inanılır. Caiz olanlar ise her normal insanda tabiî olarak bulunan ve insanlığa noksanlık getirmeyen hallerdir. Ancak:
Bir insanın bu sıfatları bilmeden, onların Allah tarafından gönderildiğini ve verdiği haberlerin doğru olduğnu bilip kabul etmesi kâfidir.
II- Peygamberler Hakkında Vâcib Olan Sıfatlar
I- Sıdk
Doğruluk demektir. Hem sözlerinde, hem işlerinde doğru olmaları manasınadır. Onlar, Allah Teâlâ'dan getirip haber verdikleri her hususta, geçmişe ve geleceğe dair verdikleri haberlerde mutlaka bir doğruluk sahibidirler.
Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ, peygamberlerini doğrulukla medheder. Meselâ: "Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o çok doğru bir nebi idi" 210 buyurur.
Allah Teâlâ peygamberlerinin doğruluklarını isbat etmeleri için onlara, zamanlarındaki insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları mucizeler vermiştir .Peygamber olan hiç bir insana, peygamberliğini tebliğ ettiği zaman, (seni daha evvel yalancı olarak tanıyorduk) diyen bulunmamıştır. Peygamberimizin Kureyş'e ilk yaptığı davette:
"Ey Kureyş, size bu dağın ardından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylersem bana inanır mısınız?" sualini sorduğu zaman hazır olanlar,
"Hepimiz inanırız. Çünkü sen ömründe yalan söylemedin" cevabını vermişlerdi. Bizans İmparatoru Herakliyus da, Ebu Süfyan'la Peygamberimiz hakkında konuşur ve izahat alırken:
"Evvelce hiç yalan söylediğini duydunuz mu?" diye sormuş, "asla duymadık" cevabını almıştı.
Peygamberlerin bütün hayatları, gerek peygamberlikten evvel ve gerekse sonraki yaşayış itibariyle hiç bir surette yalan, iftira, hileli söz ve iş... gibi fenalıkla ilgili hallerle lekelenmemiştir. Zaten yalancı bir insanın Allah Teâlâ'dan kullarına elçi ve haberci olma durumunu akıl kabul etmez.
Tarihte, peygamberliğin şerefli mevkiine göz diken ve peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan nice kimseler görülmüştür. Fakat Allah Teâlâ, hiçbir yalancının peygamberim diyerek ortaya atılmasına, bu üstün mevkide sevgili peygamberlerine ortak hale geçmesine müsaade etmemiş, onları rezil ve perişan etmiştir. Davalarında samimiyetsiz ve yalancı oldukları, sırf şöhret düşkünü olmaları sebebiyle bu çirkin iftiraya cür'et ettikleri mutlaka anlaşılmıştır. Çünkü onların Allah namına söz söylediklerinin ellerinde senedi ve vesikası durumunda olan mucizeleri ve peygamberde bulunması gereken üstün ahlâkları ve bilhassa doğrulukları yoktur.
Peygamberlik davasıyla ortaya çıkan yalancılara "Mütenebbî" denir. Müseylimetü'l-Kezzâb bunlardan biridir. Hazreti Ebu Bekir zamanında Yemame muharebesinde öldürülmüştür.
2- Emânet
Her bakımdan emniyet edilen bir insan olmak. Aslında emânete riayet etmek doğruluğun bir neticesidir. Bununla beraber, bu sıfatın ehemmiyetli oluşu sebebiyle ayrıca zikredilmesi lâzımdır. Hiç bir peygamberin, peygamberlikten evvelki ve sonraki yaşayışlarında emanete hiyanet ettikleri görülmüş değildir. Peygamberimize gençliğinde "Muhammedü'l-Emîn" denildiğini biliyoruz. Hatta, Mekke müşrikleri tarafından on üç senelik bir düşmanlıktan sonra öldürülmek üzere hazırlıkların başladığı sırada hicret ederken bile evinde müşriklerden emanet aldığı eşya mevcuttu. Şuara' sûresinin peygamberlerden bahseden kısmında onlardan herbirinin kavimlerine: "Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir peygamberim" dediği anlatılır211.
3- Tebliğ-i Şeriat
Peygamberlerin Allah tarafından gelen dinî hükümleri asla saklamaksızın ümmetlerine tebliğ etmeleridir.Hiçbir peygamber, hiçbir dinî hükmü ümmetinden gizlememiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Peygamberimize şu emir verilir:
"Ey Peygamber, Rabbından sana indirileni tebliği et. Eğer yapmazsan Allah'ın risâletini tebliğ etmiş olmazsın."212
Rasûîü Ekrem Efendimiz de diğer peygamberler gibi bu emre harfi harfine uymuş, veda haccmda da İslâm dinini tebliğ ettiğine dair ümmet ve ashabını şahid tutmuştur.
Tebliğ sıfatının zıddı ketm yani gizlemek, tebliğ etmemektir. Hiçbir peygamber Allah'tan geleni ketmetmemiştir.
Peygamberler kıyamet günü, sadece Allah'ın dinini tebliğ edip etmediklerinden sual edileceklerdir. "Kendilerine peygamber gönderilenlere de mutlaka soracağız, gönderilen peygamberlere de elbette sual açacağız. "213 âyeti bunun delilidir. Ancak Peygamberlere sorulan bu sorunun, tekdir etmek, sıkıntıya düşürmek manâsında bir soru olmadığını unutmamak icabeder. Onlar bu sual karşısında ter dökecek değillerdir. Çünkü kendilerine gönderilen ahkâm hakkıyla tebliğ edilmiş, asla gizli taraf kalmamıştır.
Peygamberlerdeki sıdk sıfatı, emânet sıfatını; Emânet ise tebliğ-i şeriat sıfatını içine alır. Bunlar iç içe üç daire gibidir. En ortada tebliğ-i şeriat vardır. Onu emanet sıfatı çevreler, her ikisi de sıdk sıfatının dairesi içindedirler. Tebliğ-i şeriat, emanete riayetin neticesidir. Emanete riayet ise doğruluğun bir şubesi sayılır.
Dostları ilə paylaş: |