"Sadece okumakla kalmadılar," dedi Marian. "Mekânları, karakterle-ri, temaları, hatta içlerinde bahsedilen ünlü markaları hem ayrı ayrı analiz ettiler, hem de birbirleriyle karşılaştırdılar."
"Görevlerinin bir bölümü, Anahtar Dünya'da yaşayan veya yaşamış olan insanlarla ilgili bilgiler aramaktı," dedi Nancy. "Bir başka deyişle gerçek insanlar. Ve elbette Kara Kule'ye göndermeler arıyorlardı." Büyük zarfı Roland'a uzattı. Zarfı alan Roland içindekinin köşelerini hissedince bir kitap olabileceğini düşündü. "King bir anahtar kitap yazdıysa, Roland -Kara Kule kitapları haricinde tabi- o kitabın bu olması gerektiğini düşünüyoruz."
Zarfın ağzı bir kancayla tutturulmuştu. Roland, Marian ve Nancy'ye sorarcasına baktı. İkisi de başını salladı. Silahşor zarfı açıp içinden kırmızı beyaz kapaklı, çok kalın bir kitap çıkardı. Üzerinde resim yoktu. Sadece Stephen King'in ismi ve tek bir kelime vardı.
Kırmızı, Kral; Beyaz ise Arthur Eld için, diye düşündü Roland. Beyaz Kırmızı'nın üzerinde, Gan böyle buyurdu.
Belki de sadece tesadüftü.
"Bu kelime nedir?" diye sordu Roland kitabın adını göstererek.
"Uykusuzluk," dedi Nancy. "Anlamı..."
"Kitabı neden bana veriyorsunuz?"
"Çünkü hikâye Kara Kule'yle bağlantılı," dedi Nancy. "Ve içinde Ed Deepneau adında bir karakter var. Kitaptaki kötü adam."
Kötü adam, diye düşündü Roland. Yüzünün kızarmasına şaşmamak
"Ailende bu isimde biri var mı?"
"Vardı," dedi Nancy. "Bangor'da yaşıyordu, King'in Derry hakkında
jjgj hikâyelerde mekân olarak kullandığı kasaba. Bu kitapta da oldu-- eibi. Gerçek Ed Deepneau, King'in doğduğu yıl olan 1947'de öldü. ... ve kurabiyeler kadar zararsız, kitapçılık yapan bir adamdı. Uykusuz-ı Haki ise Kızıl Kral'm etkisi altına girmiş bir kaçık. Bir uçağı bomba ha-l'ne getirip bir binaya çarptırmaya ve binlerce insanı öldürmeye teşebbüs ediyor."
"Dua edelim de hiçbir zaman gerçekleşmesin," dedi yaşlı adam New York'un gökdelenlerine hüzünle bakarak. "Can kaybı korkunç olur."
"Hikâyede plan başarısız oluyor," dedi Nancy. "Bazı insanlar ölüyor, ama kitabın ana karakteri, Ralph Roberts adındaki adam en kötü ihtimalin gerçekleşmesine engel oluyor."
Roland, Aaron Deepneau'nun yeğenine dikkatle bakıyordu. "Kızıl Kral' dan bahsediliyor mu? İsmi geçiyor mu?"
"Evet," dedi kadın. "Bangor'daki Ed Deepneau -gerçek Ed Deepneau-babamın dört veya beşinci göbekten kuzeniydi. İstersen Calvinler sana so-yağacını gösterebilir ama Aaron Amca'nın bölümüyle fazla bir bağlantı yok. King'in ismi kitapta kullanmaktaki amacının dikkatinizi -veya bizimkini-çekmek olduğunu ama bunu bilinçsizce yaptığını düşünüyoruz."
"Bilincinin gerisinden bir mesaj," dedi Silahşor düşünceli bir ifadeyle.
Nancy'nin yüzü aydınlandı. "Evet, bilinçaltından! Düşündüğümüz tam olarak o!"
Roland'ın düşündüğü tam olarak bu değildi. Silahşor, 1977 yılında King'i hipnotize edişini, ona Ves'-Ka Gan'ı, Kaplumbağa'nın Şarkısı'nı dinlemesini söyleyişini düşünüyordu. King'in bilincinin gerisi, hipnotik komuta itaat etmeye çalışmayı asla bırakmayacak olan bilinçaltı, Kaplumbağa'nın Şarkısı'nın bir kısmını bu kitaba mı koymuştu? "Kara Kule terisi"nin bir parçası olmadığı için Kral'ın hizmetkârlarının gözden kaçırış olabileceği bir kitaba? Roland bunun mümkün olduğunu düşündü, aynca Deepneau ismi bir sigul olabilirdi. Ama...
"Bunu okuyamam," dedi. "Belki bir iki kelimeyi çözebilirim ama d ha fazlası imkânsız."
"Sen okuyamazsın ama kızım okuyabilir," dedi Moses Carver. "Si2; Susannah dediğiniz, kızım Odetta."
Roland başını yavaşça salladı. İçinde şimdiden şüpheler filizlenme olmasına rağmen zihninde ikisinin ateşin başında -büyük bir ateşti çünkü gece çok soğuktu- aralarında Oy ile oturuyor haldeki görüntüsü canlandı Yukarıdaki kayalıklarda kış rüzgârı acı acı uluyor ama onlar umursanu. yordu, çünkü karınları tok, öldürdükleri hayvanların derilerinden yaptık-lan giysiler içindeki bedenleri sıcaktı ve onları eğlendirecek bir hikâyeleri vardı.
Stephen King'in uykusuzluk hakkındaki kitabı.
"Sana kitabı yolculuğunuz sırasında okuyabilir," dedi Moses. "Son yolculuğunuz, Tanrı yücedir!"
Evet, diye düşündü Roland. Dinleyecek son bir hikâye, çıkılacak son bir yolculuk. Can'-Ka No Rey'e ve Kara Kale'ye doğru. Öyle olacağını düşünmek güzel.
"Kızıl Kral hikâyede Ed Deepneau'yu Patrick Danville adında bir çocuğu öldürmek için kullanıyor," dedi Nancy. "Saldırıdan hemen önce Patrick Danville, annesiyle birlikte bir kadının konuşma yapmasını beklerken bir resim çiziyor. Resimde sen varsın, Roland. Ve Kara Kule'nin en üst katında hapsolmuş görünen Kızıl Kral."
Roland irkildi. "En üst mü? En üst katta hapsolmuş, öyle mi?"
"Sakin ol," dedi Marian. "Sakin ol, Roland. Calvinler, King'in yazdıklarım yıllardır kelimesi kelimesine inceliyor. Ürettiklerinin tümü daha sonra New Mexico'daki iyi-akıl ahalisine iletiliyor. Bu iki grup birbirini hiç görmedi ama birlikte çalıştıklarını söylemek yanlış olmaz."
"Her konuda görüş birliğine vardıkları da söylenemez," dedi Nancy.
"Orası muhakkak!" Marian iki grup arasında pek çok kez hakemlik g°" revi üstlenmiş birinin bezginliğiyle konuşmuştu. "Ama aynı fikirde olduklaulardan biri Stephen King'in Kara Kule'ye göndermelerinin neredeyse üstü kapalı olduğu ve bazen de hiçbir anlam ifade etmediği." Roland başını salladı. "Ondan bahsediyor, çünkü bilincinin gerisi dama onunla meşgul. Ama bazen anlamsızlaşabiliyor." "Evet," dedi Nancy.
"Ama bu kitapta yanlış yönlendirmeler olduğunu düşünmüyorsunuz, öyle olsa bana vermezdiniz."
"Vermezdik, evet," dedi Nancy. "Ama bu, Kızıl Kral'ın Kule'nin en üst katında hapsolduğu anlamına gelmez. Ama korkarım aksi de kesin bir dille söylenemez."
Roland Kızıl Kral'ın Kule'nin dışında, bir tür balkonda hapsolduğu-na dair inancını düşündü. Bu gerçek bir sezgi mi yoksa sadece inanmayı dilediği şey miydi?
"Her neyse, şu Patrick Danville'e dikkat etmen gerektiğini düşünüyoruz," dedi Marian. "Gerçek bir insan olduğuna dair görüş birliği var ama onu burda bulamadık. Belki siz Gök Gürültüsü'nde bulabilirsiniz."
"Ya da ötesinde," dedi Moses.
Marian başını sallıyordu. "King'in Uykusuzlukla anlattığı hikâyeye göre -kendin de göreceksin- Patrick Danville genç yaşta ölüyor. Ama bu doğru olmayabilir. Anlıyor musun?"
"Pek sayılmaz."
"Patrick Danville'i bulduğunda ya da o seni bulduğunda hâlâ kitapta tarif edildiği gibi bir çocuk olabilir," dedi Nancy. "Ama Mose Amca kadar yaşlı da olabilir."
"Eğer öyleyse onun için pek yazık!" dedi yaşlı adam ve güldü.
Roland kitabı kaldırdı, kırmızı beyaz kapağına baktı, okuyamadığı Kümeyi oluşturan kabarık harfler üzerinde parmağını gezdirdi. "Ama bu sadece bir hikâye, değil mi?"
"1970 yılının baharında Siyahlı Adam çölde kaçıyordu, silahşor da pe-Pıdeydi satırını yazmasından sonra Stephen King'in ürettiği pek az eser için 'sadece hikâye' denebilir," dedi Marian. "O buna inanmıyor olab' ama biz inanıyoruz."
Ama Kızıl Kral ile uzun yıllar uğraşmak gölgelerin üzerine atlanıaı yol açıyor olabilir, sizi hoşnut etsin, diye düşündü Roland. "Hikâye de* lerse ne bunlar?" diye sordu sonra.
Sorusunu cevaplayan Moses Carver oldu. "Şişeler içindeki mesajı olabileceklerini düşünüyoruz." Aksanında bir şey Roland'a Susannah'yı' tırlattı ve yüreğini sızlattı. İçinde onu görmek ve iyi olduğunu bilmek i ani bir istek belirdi. O kadar güçlü bir istekti ki dilinde acımsı bir tat bir
"...o engin denize."
"Bağışla," dedi Silahşor. "Dalmışım."
"Stephen King'in bu şişeleri o engin denize attığını söylüyord Prim dediğimiz denize. Sana ulaşmaları umuduyla atıyor. İçlerindeki sajlar hedefinize ulaşmanız için Odetta'ma ve sana yardım edecek."
"Bu da bizi son hediyelerimize getiriyor," dedi Marian. "Asıl he lerimize. Önce..." Roland'a kutuyu uzattı.
Kutunun kapağı bir menteşeyle gövdeye bağlıydı. Roland sol eli geriye doğru kaldırıp açma amacıyla kapağın üzerine koydu ama so~ duraksadı ve odadakilerin yüzlerine teker teker baktı. Ona, onu huzur eden umut ve şüpheyle karışık ilgi dolu ifadelerle bakıyorlardı. Aklı çılgınca (ama şaşırtıcı derecede ikna edici) bir fikir geldi: bunlar Kral'ın asıl hizmetkârlarıydı ve kutuyu açınca kurulmuş ve patlam bir saniye kalmış bir sneetch görecekti. Havaya uçmadan önce duyulan son ses ise muzaffer kahkahaları ve Kızıl Kral'a selam olsun! Nidaları çaktı. Bu imkânsız değildi ama güvenmek zorunda olduğu noktaya misti. Ya güvenecek ya da çılgınlığa teslim olacaktı.
Ka öyle diyorsa bırak öyle olsun, diye düşündü ve kutuyu açtı.
12
Koyu mavi (belki biliyorlardı, belki bilmiyorlardı ama bu, bu Kraliyet Sarayı'nın rengiydi) kadifenin üzerinde, zincir ucunda bir vardı. Altın kapağının üzerine üç nesne oyulmuştu: bir anahtar, bir gül ve -aralarında ve hafifçe üstlerinde- üzerinde spiral şeklinde yükselen minik pencereleriyle bir kule.
Gözlerinin yine yaşlarla dolması Roland'ı şaşırttı. Tekrar diğerlerine döndü -iki genç kadına ve bir yaşlı adama, Tet Şirketi'nin beynini ve kalbini oluşturan insanlara- ama önce üç yerine altı kişi gördü. Gözlerini kırpıştırınca hayalet çiftler yok oldu.
"Kapağı aç ve içine bak," dedi Moses Carver. "Ve bizim yanımızda gözyaşlarını gizlemeye çalışmana gerek yok, Steven'ın oğlu, çünkü biz istediklerini yapabilselerdi yerimize koyacakları makinelerden değiliz."
Roland, adamın doğru söylediğini gördü, onun da buruşuk yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Nancy Deepneau da ağlıyordu. Duygusallık gibi zayıflıklardan uzak olmakla şüphesiz gurur duyan Marian Car-ver'ın gözlerinde de gözyaşları olabilecek bir ışıltı vardı.
Roland saatin tepesindeki hafif çıkıntıya bastırınca kapak açıldı. İçindeki ince işçilik ürünü kollar saati ve dakikayı şaşmaz bir doğrulukla gösteriyordu, Roland'ın bundan hiç şüphesi yoktu. Aşağıda, daha küçük bir kol kendi küçük dairesinde dönerek saniyeleri işaret ediyordu. Kapağın içine şu yazı işlenmişti:
MOSES ISAAC CARVER
MARIAN ODETTA CARVER
NANCY REBECCA DEEPNEAU'dan
ROLAND DESCHAIN'in Eline
Minnetimizin Göstergesi Olarak
Beyaz Kırmızının Üzerinde, Gan Böyle Buyurdu
"Teşekkürler derim, sai," dedi Roland titrek, boğuk bir sesle. "Teşekkür ederim. Burda olsalardı dostlarım da teşekkür ederdi."
"Kalplerimizin içinde konuşuyorlar, Roland," dedi Marian. "Ve yüzünde onları çok iyi görüyoruz."
Moses Carver gülümsüyordu. "Bizim dünyamızda bir adama altın bir saat vermek özel bir anlam ifade eder, Roland."
"Nedir?" diye sordu Roland. Saati -kesinlikle ömründe gördüğü en kusursuz zaman göstericiydi- kulağına götürdü ve mekanizmanın mükemmel tıkırtısını dinledi.
"Artık görevinin sona erdiği ve torunlarıyla oynama zamanının geldiği anlamına gelir," dedi Nancy Deepneau. "Ama sana veriş sebebimiz farklı. Umarız hedefine varana kadar olan saatleri sayar ve yaklaştığında sana haber verir."
"Bunu nasıl yapacak?"
"New Mexico'da olağanüstü bir yeteneğe sahip bir iyi-akıl çalışanımız var," dedi Marian. "İsmi Fred Towne. Çok fazla şey görür ve nadiren yanılır. Bu saat bir Patek Philippe, Roland. Değeri on dokuz bin dolar ve üreticisi geri kalır veya ileri giderse ücretin tamamını iade etmeyi garanti ediyor. Kurmak gerekmiyor, çünkü yüz yıl boyunca çalışmasını sağlayacak bir pili var. Pilin Kuzey Merkez Pozitronik veya herhangi bir yan şirketinin ürünü değil. Fred'e göre Kara Kule'ye yaklaştığında saat her şeye rağmen durabilirmiş."
"Ya da ters yönde çalışmaya başlayabilir," dedi Nancy. "Dikkatle izle." "Zaten öyle yapacaksın, değil mi?" dedi Moses Carver. "Evet," dedi Roland. Altm kapak üzerine oyulmuş şekillere uzunca bir süre baktıktan sonra saati dikkatle cebine koydu. Kutuyu da diğer cebine yerleştirdi. "Bu saati dikkatle izleyeceğim."
"Dikkat etmen gereken bir konu daha var," dedi Marian. "Mordred." Roland bir şey söylemeden bekledi.
"Walter adındakini öldürdüğüne inanmak için kuvvetli sebeplerimiz var." Duraksadı. "Görüyorum ki bu seni şaşırtmadı. Nedenini sorabilir miyim?"
"Ağrının kalçamı ve başımı terk etmesi gibi Walter da rüyalarımı terk etti," dedi Roland. "Rüyalarımı son ziyaret edişi Calla Bryn Stur-gis'te, Işın Depremi'nin olduğu geceydi." Gördüğü rüyaların ne kadar
korkunç olduğunu onlara söylemeyecekti. Rüyalarında tek başınaydı ve bir şatonun örümcek ağlarıyla kaplı koridorlarında kaybolmuştu. Zifiri karanlığın içinde arkasından (veya belki üzerinden) bir yaratığın yaklaştığını duyuyor ve uyanmadan hemen önce kıpkırmızı gözlerin ışıltısını görüp bir insana ait olmayan o sesin fısıltısını duyuyordu: "Baba."
Ona yüzlerinde ciddi ifadelerle bakıyorlardı. Marian sonunda konuştu. "Ondan sakın, Roland. Fred Towne, şu bahsettiğim kişi, 'Mordred aç,' diyor. Fiziksel bir açlıkmış. Fred cesur bir adamdır ama senin... düşmanından korkuyor."
Neden oğlum olduğunu söylemiyorsun, diye düşündü Roland ama cevabı biliyordu galiba. Kadın duygularını incitmek istemediği için o sözcüğü kullanmaktan kaçınmıştı.
Moses Carver ayağa kalktı ve bastonunu kızının masasına dayadı. "Sana bir şey daha vereceğim," dedi. "Ama zaten en baştan beri sana aitti. Boynunda taşıyıp zamanı geldiğinde, kaderinin seni götüreceği yere bırakman için verilmişti."
Roland'ın kafası karışmıştı. Şaşkınlığı, yaşlı adam gömleğinin düğmelerini çözmeye başladığında daha da arttı. Marian yardım etmeye kalkınca ihtiyar, ona kabaca uzak durmasını işaret etti. Gömleğinin altında pamuklu bir fanila vardı. Roland fanilanın altından belli olan şekli hemen tanıdı ve kalbi göğsünde donakalmış gibi oldu. Bir an için göl kenarındaki kulübeye -yanında Eddie'nin olduğu Beckhardt'ın kulübesine-döndü ve kendi sözlerini duydu. Teyzenin haçını boynuna tak. Ve sai Carver ile görüştüğünde haçı ona göster. Onu ikna etmende sana çok yardımı olabilir. Ama önce...
Haç şimdi ince, altın bir zincirin ucundan sarkıyordu. Moses Carver zinciri tutarak haçı fanilasının altından çıkardı, bir süre baktı, yüzünde hafif bir gülümsemeyle Roland'a döndü, sonra tekrar haça baktı. Üfledi. Susannah'nın çok uzaklardan gelen sesi duyuldu ve Roland'ın kollarındaki tüyler diken diken oldu.
"Pimsey'yi elma ağacının altına gömdük..."
Sonra duyulmaz oldu. Bir süre için hiçbir şey olmadı. Kaşlarım çatan Carver haça tekrar üflemek niyetiyle derin bir soluk aldı. Ama üflemesine gerek kalmadı. Soluğunu veremeden John Cullum'ın sesi duyuldu. Haçın kendisinden değil, üzerindeki havadan yayılıyor gibiydi.
"Elimizden geleni yaptık, ortak" -ooğrtak- "ve umarım yaptığımız yeterince iyidir. Bunun bana ödünç verilmiş olduğunu biliyordum, işte şimdi ait olduğu yere dönüyor. Nerde son bulacağını biliyorsun, ben..." İşte şimdi kısmından sonra hafifleyen ses artık iyice duyulamaz olmuştu. Ro-land'ın keskin kulakları bile algılayamıyordu. Ama yeteri kadar duymuştu. Talitha Teyze'nin Kara Kule'nin önünde yere bırakacağına söz verdiği haçını aldı ve tekrar boynuna taktı. Ona geri dönmüştü. Neden dönmeyecekti? Ka bir tekerlek değil miydi?
"Teşekkür ederim, sai Carver," dedi. "Kendim, bir zamanlar var olan ka-tet'im ve bunu bana veren kadın adına."
"Bana teşekkür etme," dedi Moses Carver. "Johnny Cullum'a et. Bana bunu ölüm döşeğinde verdi. Adam tam bir eski topraktı."
"Ben..." diye başladı Roland, ama devam edemedi. Kalbi patlayacak-mış gibiydi. "Hepinize teşekkür ederim," dedi sonunda. Gözlerini kapatıp sağ yumruğunu kaşına götürdü ve başını eğdi.
Gözlerini açtığında Moses Carver'ın sıska kollarını, ona uzatmış olduğunu gördü. "Artık kendi yollarımıza gitme vakti geldi," dedi. "Bana sarıl ve yanağıma bir veda öpücüğü kondur, Roland, sana uyarsa. Ve bunu yaparken kızımı düşün, çünkü yapabilirsem ona veda etmek istiyorum."
Roland söyleneni yaptı ve bir başka dünyada, Fedic'e giden bir trende Susannah elini yanağına götürdü. Sanki Mose Baba, ona sarılmış, yanağından öpmüş, ona iyi şanslar ve iyi yolculuklar dilemişti.
13
Roland lobide azanzörden dışarı adımını attığında gri yeşil kazak ve yosun rengi pantolon giymiş bir kadının, yamnda sessiz ve huşu dolu bir-kaç kişiyle bahçenin önünde durmakta olduğunu görünce pek şaşırmadı. Tam olarak köpek denemeyecek bir hayvan kadının sol ayağının dibinde oturuyordu. Roland, kadının yanına gitti ve dirseğine dokundu, irene Tassenbaum şaşkınlıkla irileşmiş gözlerini ona çevirdi.
"Duyuyor musun?" diye sordu kadın. "Lovell'da duyduğumuz şarkıya benziyor ama ondan yüz kat daha güzel."
"Duyuyorum," dedi Roland. Sonra eğilip Oy'u kucağına aldı. Sesler şarkı söylerken Hantal Billy'nin altın halkalı parlak gözlerine baktı. "Jake'in dostu," dedi. "Bıraktığı mesaj neydi?"
Oy çabaladı ama tek söyleyebildiği kulağa Dandy-o gibi gelen, Ro-land'ın eski bir sarhoş şarkısından hayal meyal hatırladığı bir sözcüktü. Sonrasında gelen dize Adelina heriflere sırnaştı idi.
Roland alnını Oy'un alnına dayadı ve gözlerini kapadı. Hantal Billy' nin sıcak nefesinin kokusunu alabiliyordu. Daha da fazlası: kürkünün derinliklerine, Jake ve Benny Slightman'ın fazla uzun sayılmayacak bir süre önce sırayla atladığı saman yığınının kokusu sinmişti. Zihninde, Jake Chambers'ın şarkı söyleyen tatlı seslere karışan sesini son kez duydu: Ona Eddie'nin, "Dandelo'ya dikkat edin," dediğini söyle. Unutma! Oy unutmamıştı.
14
2 Hammarskjöld Plaza'nın önündeki basamaklardan indikleri sırada saygı dolu bir ses duydular. "Bayım? Hanımefendi?"
Siyah bir takım elbise giymiş ve yumuşak, siyah şapka takmış bir adamdı. Roland'ın gördüğü en uzun, en kara arabanın yanında ayakta duruyordu. Arabaya bakan Silahşor huzursuz oldu.
"Bize kim bir cenaze arabası göndermiş?" diye sordu.
Irene Tassenbaum gülümsedi. Gül onu tazelemişti -aynı zamanda heyecanlandırmış ve keyiflendirmişti- ama hâlâ yorgundu. Ve endişeden cıldırmak üzere olduğunu bildiği David'le bir an önce konuşmak istiyordu.
"Bu bir cenaze arabası değil, bir limuzin," dedi. "Özel insanlar... ya da kendini özel sananlar için bir araba." Sonra şoföre döndü. "Giderken ofisinizden biri benim için uçuş tarifelerini öğrenebilir mi?"
"Elbette, hanımefendi. Gideceğiniz yeri ve tercih ettiğiniz havayolu şirketini öğrenebilir miyim?"
"Portland, Maine'e gideceğim ve tercih ettiğim şirket de Rubber-band Havayolları. Tabi bu öğleden sonra oraya bir uçuşları varsa."
Limuzinin camları koyu renkti. İçerisi loştu, renkli ışıklar hafif bir aydınlık sağlıyordu. Oy koltuklardan birine sıçradı ve akıp giden şehri pencereden ilgiyle izledi. Roland uzun yolcu bölümünün bir tarafında eksiksiz bir içki dolabı olduğunu görünce şaşırmıştı. Bir bira içmeyi aklından geçirdi ama sonra, o kadar hafif bir içkinin bile kendi ışıklarını loşlaştırmaya yeteceğini düşünüp vazgeçti. Irene'in böyle bir endişesi yoktu, kendine küçük bir şişeden viskiye benzer bir içki koydu ve sonra bardağı Roland'a doğru kaldırdı.
"Yolun hep açık, rüzgâr hep arkanda olsun, sevgili dostum," dedi. Roland başını salladı. "Güzel bir temenni. Teşekkürler derim, sai." "Hayatımın en inanılmaz üç gününü yaşadım. Asıl ben sana teşekkürler derim, sai. Beni seçtiğin için." Ve benimle yattığın için, diye düşündü ama söylemedi. David ile sevişmek, eski sıklığında olmasa da hoştu, ama önceki gece yaşadığıyla kıyaslanamazdı. Ya Roland'ın aklı başka yerde olmasaydı? Büyük ihtimalle feleğini şaşırırdı.
Roland başını salladı ve arabanın penceresinden Lud'un hâlâ genç ve canlı bir versiyonu olan şehri seyretmeye koyuldu. "Senin aracın ne olacak?" diye sordu.
"New York'a dönmeden önce istersek biri bizim için Maine'e getirir. Ama David'in Beemer'ı• muhtemelen bize yeter. Zengin olmanın avantajlarından biri işte... neden bana öyle bakıyorsun?" "Beamed adında bir arabamobiliniz mi var?"
"Argo," dedi kadın. "Aslında BMW. Bavarian Motor Works'un baş- harfleri."
"Ah." Roland anlamış görünmeye çalıştı.
"Roland, sana bir soru sorabilir miyim?"
Silahşor parmağını çevirerek devam etmesini işaret etti.
"Yazarı kurtardığımızda dünyayı da kurtardık mı? Bir şekilde kurtardık, değil mi?"
"Evet."
"Bir yazar, hem de o kadar iyi olmayan bir yazar -bunu söyleyebiliyorum çünkü dört beş kitabını okudum- nasıl dünyanın kaderi üzerinde bu kadar büyük bir etkiye sahip olur? Ya da tüm evrenlerin?"
"O kadar iyi değilse neden ilk kitaptan sonra okumayı bırakmadın?"
Bayan Tassenbaum gülümsedi. "Beni mat ettin! Tamam, okunabilir bir yazar, o kadarını itiraf edeyim, anlattığı hikâyeler güzel ama aynı şeyi kullandığı dil için söyleyemeyeceğim. Ben senin sorunu cevapladım, şimdi de sen benimkini cevapla. Tanrı biliyor ya dünyanın kaderinin ellerinde olduğunu düşündüren yazarlar var. Akla ilk gelen Norman Mailer, mesela. Shirley Hazzard ve John Updike da var. Ama görünüşe bakılırsa o düşünce bu olayda gerçeğe dönmüş. Bu nasıl oldu?"
Roland omuz silkti. "Doğru sesleri duyup doğru şarkıları söylüyor. Yani/ta."
Anlamış gibi yapma sırası irene Tassenbaum'daydı.
15
Limuzin, yeşil tenteli bir binanın önünde durdu. Kapıda iyi kesimli takım elbise içinde bir başka adam bekliyordu. Kaldırımdan yükselen basamakların etrafı sarı bir şeritle çevrelenmişti. Şeridin üzerinde Roland'ın okuyamadığı kelimeler vardı.
"suç MAHALLİ, UZAK DURUNUZ yazıyor," dedi Bayan Tassenbaum. "Ama uzun zamandır orda duruyormuş gibi görünüyor. Fotoğraf makineleri ve küçük fırçalarıyla olan işlerini bitirdikten sonra sarı bandı kaldırdıklarını sanırdım. Çok güçlü dostların olmalı."
Roland sarı şeridin bir süredir orada olduğundan emindi; yaklaşık üç haftalık bir süre. Jake ve Peder Callahan öleceklerinden emin bir şekilde Dixie Pig'e o zaman girmişti. Irene'in bardağının dibinde bir yudum içki kalmış olduğunu gördü ve içti. Alkolün keskin tadı yüzünün buruşmasına yol açmıştı. Boğazından aşağı inen yanma hissinin tadım çıkardı. "Daha iyi misin?" diye sordu kadın.
"Evet, teşekkürler." Orizaların bulunduğu keseyi omzuna iyice yerleştirdikten sonra Oy ile birlikte limuzinden indi. irene, uçuş ayrıntılarını halletmişe benzeyen şoförle konuşmak için bir süre duraksadı. Roland eğilerek sarı şeridin altından geçti ve olduğu yerde bir süre durdu. Kornaları ve gürültüyü dinleyerek o parlak haziran gününde hayat dolu şehrin tadını çıkardı. Bir daha asla bir şehir göremeyecekti, bundan emindi. Belki de en iyisi buydu. İçinden bir ses, New York'un yanında hepsinin sönük kalacağını söylüyordu.
Kapıdaki görevli -şehrin memurlarından biri olmayıp Tet Şirketi çalışanı olduğu belliydi- yürürken ona katıldı. "İçeri girmeye niyetliyseniz bana bir şey göstermeniz gerek, efendim."
Roland tabancasının tişörte sarılmış kılıfını çantasından bir kez daha çıkardı ve babasının silahını kılıfından çekip görevliye gösterdi. Bu kez tabancayı verme teklifinde bulunmadı, görevli de almaya kalkmadı. Namlunun ucundaki işlemeyi inceledikten sonra başını hürmetle sallayarak bir adım geriledi. "Kapının kilidini açacağım. İçeri girdiğiniz andan itibaren tek basmasınız. Anlıyorsunuz, değil mi?"
Hayatının büyük bölümü boyunca tek başına olan Roland başını salladı.
Irene adım atmasına izin vermeden dirseğini tuttu, onu döndürdü ve kollarını boynuna doladı. Kendine alçak topuklu yeni ayakkabılar almıştı, bu yüzden gözlerine bakabilmek için başını hafifçe geri atması yetmişti.
"Kendine dikkat et, kovboy." Dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu -bir arkadaşın öpeceği gibi- ve eğilip Oy'un başını okşadı. "Küçük kovboya da dikkat et."
"Elimden geleni yaparım," dedi Roland. "Jake'in mezarı için verdiğin sözü unutmayacaksın, değil mi?"
"Bir gül," dedi kadın. "Unutmam."
"Teşekkürler derim." İçindeki sesi-sezgi-düşüncesi-dinleyerek ona bir süre dikkatle baktıktan sonra bir karara vardı. Orizaların durduğu keseden içinde kalın kitabın bulunduğu zarfı çıkardı... Susannah'nın zaten ona okumayacağı kitabı. Ve Irene'e verdi.
Kadın kaşlarını çatarak kitaba baktı. "İçindeki nedir? Bir kitaba benziyor."
"Evet. Stephen King'in kitaplarından biri. Adı Uykusuzluk. Okumuş muydun?"
irene hafifçe gülümsedi. "Hayır. Ya sen?"
"Hayır. Ve okumayacağım. Kafa karıştırıcı gibi geliyor."
"Anlamıyorum."
"İnce... gibi geliyor." Mejis'teki Eyebolt Kanyonu'nu düşünüyordu.
Dostları ilə paylaş: |