Türkçe Kimliğimizdir!
Anamız, babamız, eşimiz, kardaşımız, arkadaşımız Türkçe’dir.
Evimiz, obamız, yaylamız, köyümüz, beldemiz, şehrimiz Türkçe’dir.
Milletimiz, vatanımız, bayrağımız Türkçe’dir.
Doğduğumuz yer, Türkçe’nin vatanlaştırdığı yerdir.
Öleceğimiz yer, Türkçe’nin ölümsüzleştirdiği yerdir.
Anamızdan emdiğimiz süt, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su Türkçe’dir.
Aldığımız nefes Türkçe’dir.
Konuştuğumuz ilk söz Türkçe’dir.
Günümüzü aydınlatan güneş, gecemizi aydınlatan ay Türkçe’dir.
Çocuğumuzu sevdiren, gencimizi coşturan, büyüğümüzü olgunlaştıran Türkçe’dir.
Yazdığımız şiir, yaptığımız mimarî, çizdiğimiz resim, bestelediğimiz müzik Türkçe’dir.
Sevdamız, sevgilimiz, aşkımız Türkçe’dir.
Söylediğimiz türkü, şarkı Türkçe’dir.
Çaldığımız saz, davul-zurna Türkçe’dir.
Oynadığımız bar, tuttuğumuz halay Türkçe’dir.
Sevincimiz, mutluluğumuz Türkçe’dir.
Acımız, kederimiz Türkçe’dir.
Sorunumuz Türkçe’dir.
Dünümüz Türkçe’nindi.
Bugünümüz Türkçe’nindir.
Yarınımız Türkçe’nin olacak; elbet, Türkçe’nin olacaktır.
Türk’ü insanlaştıran Türkçe’dir.
Türk’ü güzelleştiren Türkçe’dir.
Türk’ü destanlaştıran Türkçe’dir.
Türk’ü Türkleştiren Türkçe’dir.
Türk’ü Müslümanlaştıran Türkçe’dir.
Sözün özü; Türk’ün her şeyi Türkçe’dir. Türkçe var oldukça, Türk hep var olacaktır.
Halit Dursunoğlu (Perşembe, 08 Şubat 2007)
----------------
İkiye bölünmüş Türkçe II: tasfiyecilik
Prof Dr Oktay Sinanoğlu
Gaye bin yıldır halk diline kadar girmiş, bazısı mânevî mânâlar da taşıyan sözcükleri tasfiye etmek, "eski Türkçe"ye "Osmanlıca" diyerek bizi târihimize, atalarımıza yabancılaştırmak, Türk Dünyası'nın o zamana dek mevcut olan ortak Türkçe'sini, ortak edebiyatımızı bertaraf etmek değildi. Ama 1950'ler ve sonrası, bilim/tekniği (kök) Türkçe'yle yapma gayesinden uzaklaşıldığı gibi, mevcut eski Türkçe kelimelerin, halk diline ve edebiyatımıza iyice yerleşmiş olanlarının bile tasfiyesi yoluna gidildi. Oluşan boşluğa vaktiyle "Anglomanlıca" adını taktığım İngilizce bozuntusu, "Tarzanca" sözcükler hücum etti. Bunlar halk diline, edebiyat, basın-yayın diline sokulmak istendi. Ne eski Türkçe, ne Türkçe! Yerine "Anglomanlıca". Bilim/teknik/tıp dilinde de aynı tutum sergilendi; eski Türkçe mevcut terimlerden vazgeçildiği gibi, kök Türkçe'den terim türetme yerine "Tarzanca" ile eğitimle derinden desteklenen yabancı, "Anglomanlıca", terimler salatası yeğlendi.
Tarih ve edebiyatımıza bağlı olan dilcilerimiz, edebiyatçılarımız, halk ve edebiyat dilinin mâruz kaldığı tasfiyeciliğe karşı çıktılar. Ama üç hataya düştüler:
1) O sıralarda başlamış olan sahte sağ-sahte sol bölünmesinin etkisinde kalarak tasfiyeciliği dil konusunda yapılan bir yanlışlık olarak telâkki etmek yerine, bunu "solculuk" (yâni o dönemin dış kaynaklı anlayışıyla "komünistlik"!) saydılar.
2) Tasfiyecilik konusunda gösterdikleri hassasiyeti, dilimize batırılmakta olan yabancı, "Tarzanca" ("Anglomanlıca") lâflara karşı göstermediler. [Bunun izâhı ne olabilir dersiniz? Herhalde "aslan Amerika" nüfuzuyla gelen İngilizce bozuntusu kelimeleri kucaklamak "komünistliğe" karşı durmak mânâsına alınacaktı. Şuur altında bile olsa, bu tavırda olanların "sağcı"lığının milliyetçilikle (kültür ve dil anlamında tabii) bir alâkası kalmadığı sonucuna varılabilirdi.]
3) Tasfiyeci "sol" kesime muhafazakâr kesimin tepkisi hedefini aşıp kök Türkçe'nin tümüne, bu arada kök Türkçe'den türetilen bilim/teknik terimlerine de taştı. Bu kesimden bazı (maalesef kilit noktalara getirilen) kimseler, (herhalde "Azmanistan"a hizmet etmeyi "anti-komünistlik" saydıklarından olacak), yabancı dille, "Tarzanca" ile eğitimin Türkiye'ye yerleştirilmesi için cân-ı gönülden çalıştıkları gibi, buna koşut olarak kök Türkçe bilim/teknik dilinin gelişmesine de karşı durup İngilizce yabancı terimlerin Türkçe'ye bulaşmasına yardımcı oldular.
"ÖZ TÜRKÇE" DERKEN?
Kök Türkçe'den sözcükler türetmekte faal olanların haylisi, bunu âdetâ eski Türkçe'yi yok etmek için kullanıyorlardı; ama bilhassa ilerleyen yıllarda "Tarzanca" istilâsına karşı çalışanlar azdı. [Bu meâlde çok değerli büyük gökbilimcimiz Prof. Abdullah Kızılırmak'ı (Bkz. A.K., "Gökbilim Terimleri Sözlüğü" ((eski) Türk Dil Kurumu yayını, Ankara, 1969); ayrıca çıkardığı "Fen Dergisi"nin ciltleri) rahmet ve şükranla anmayı borç bilirim. Kendisi, 1980 ihtilâli akabinde YÖK'ün kurdurulmasıyla birlikte dünya çapındaki rasathanesinden, yetiştirmekte olduğu doktora öğrencilerinden (Ege Evrenkenti'nde) uzaklaştırılarak, köyüne çekilmek zorunda bırakıldı. Orada kahrından 50 küsur yaşında vefat etti.] Basın-yayındaki "Öz Türkçeci"lerin (tasfiyecilik ağırlıklı olanlarının) çoğu sonradan eski Türkçe'si de, kök Türkçe'si de var ve kullanılmakta olan sözcükler yerine bol bol "Tarzanca"larını kullanmayı mârifet edindiler ( örn.: "ayrıntı" veya "teferruat" yerine şu âdi "detay" lâfı. Başka pek çok örnek için lütfen "Bye Bye Türkçe" kitabımıza bakınız). Üstelik dili yok edici en büyük tehlike olan yabancı dille eğitime karşı durmak bir yana, bizim daha 1953'te başlayan ve yıllarca tek başımıza sürdürdüğümüz mücadeleye de, "sahte sağcı"larla bu konuda pek güzel anlaşarak mâni olmaya çalışıyorlardı. Zâten sağdan da, soldan da kimin sahte, kimin gerçekten millîci, kimin gerçekten "emperyalizme karşı solcu" olduğunu, yabancı dille eğitim konusunu turnosol kâğıdı gibi sürerek hemen anlıyorduk. Bu "deney" sonuçları sonradan da hep doğrulandı. (Örneğin yıllar sonra 1995-2001 arası yabancılara topraklarımızın teslim edilmesi yasalarına hep birlikte sessizce imza basanlara bakın.] Şimdilerde de eski sağdan da, eski soldan da (veya "dindar" kesimden) olanların bazıları "Tarzanca" kelimeler kullanarak kendilerini (duruma, kesime göre) "Avrupacı" (ne alâkası varsa), "küreselci", "çağdaş", ya da "ilerici" göstermeye çalışıyorlar. (Ama temelde, zayıflayan ulusal bilinç ve de aşağılık duygusu yatıyor.)
SONUÇTA: Yıllar önce dediğimiz gibi (Bkz. "Bye Bye Türkçe kitabımız); "'Kelime' mi, 'sözcük mü' derken İngiliz atını alan Üsküdar'ı geçiyordu." Ama çok şükür uzun yıllar boyu mücadelemizden sonra halkımızdan, gençlerimizden, öğretmenlerimizden pek çoğunun bilinçlerinin bilenmesiyle yaban atı artık "Üsküdar"ı geçemiyor, geçemiyecek. Gerçi 1960-1980 arası "ara nesil"den bazı saplantılıların "Osmanlıca", "Öz Türkçe" ikilemi, azalarak ta olsa, devam ediyor; Türkçe'nin ikiye bölünüşü marazı geçmiş değil. Bunun tedâvisi, çâresi, bir sonraki yazımızın konusunu teşkil edecek. 30.05.2005 (Perşembe, 08 Şubat 2007)
DİLE İHANET
Mümtaz Soysal
TÜRKÇENİN yoksulluğundan, söz varlığının zayıflığından
yakınıp bilim
ve felsefe dili olamayacağını iddia edenler, Profesör Doğan
Aksan 'ın bu yıl başlarken yayımladığı bir kitabı mutlaka
okumalıdırlar. ''Türkçenin Zenginlikleri, İncelikleri'' adını
taşıyan yapıt, hor görülen bir dilin anlatım gücünü ortaya
koymak
açısından şaşırtıcı ve övünç verici örneklerle dolu.
Okudukça
anlıyorsunuz ki böyle bir dili işleyerek, besleyerek ve yeni
durumlara uygulayarak eşsiz bir zenginliğe varmak hiç zor
olmayacaktır.
Oysa ne görüyoruz?
Yabancı dilde yükseköğretim başta olmak üzere kamu makamlarınca
yapılan yanlışlar ve özel kişilerin özensizliği yüzünden
bozulmakla
kalmayıp söz varlığı açısından da gelişmeyen, hatta
yoksullaşan bir
Türkçeye doğru gidilmekte. Yeni kavramlara ve teknolojik buluşlara
karşılık bulmak ve dili geliştirmek, herkesten önce
üniversitelerin
çeşitli dallarındaki bilim adamlarının ödevidir. Ama büyük
marifetmiş ve iyi yabancı dil öğretmenin tek yoluymuş gibi
İngilizce
eğitim veren üniversitelerden bu ödevin yerine getirilmesini
bekleyebilir misiniz?
İhanet orada bitmiyor ki.
Çarşıların yabancı mağaza adlarıyla ve medyanın ''sınamak''
yerine ''test etmek'' gibi tuhaf sözlerle işledikleri dil ihanetleri
belki ara sıra dikkat çekip tepki uyandırıyor, ama yazım
kurallarına
getirilen bazı değişikliklerin dili yoksullaştırıcı etkisine
aldırış
eden pek yok.
Örneğin, Türk Dil Kurumu'nun son yıllardaki yeni yaklaşımı
yüzünden
bileşik sözcükleri bölerek yazmak, dili zayıflatıcı ve
kavramlara
karşılık olan sözcük sayısını azaltıcı bir ''bölücülük''
değildir de
nedir? ''Bilirkişi'', ''elbirliği'', ''gözağrısı'',
''sivrisinek''
gibi sözcükleri bellerine kazma vurup ikiye bölmek, dilin söz
varlığını zayıflatmak değil midir? Elin Almanı çok daha uzun ve
katmerli bileşik sözcükler yaratır ve dilinin zenginliğiyle
övünürken Türkçede bu yolla yaratılmış sözcükleri
parçalamak, aynı
yoldan rahatça yeni terimler üretme cesaretini de kırmış olmuyor
mu?
Türkiye Cumhuriyeti'nin çeşitli yönlerden kuşatma altına
alındığı ve
ulus-devlet niteliğinin ortadan kaldırılması için büyük bir
çullanışla karşı karşıya bulunduğu bir dönemde dile ihanet,
sanıldığından daha fazla önem taşıyor. Birçok kurum, kural ve
kavram
teker teker düşerken hiç değilse dil bayrağını yere
düşürmemek, günü
geldiğinde hep birlikte tutunulabilecek ortak bir dayanağı yaşatmak
demektir.
Unutmamak gerekir ki tarihten silinip gitmiş kavimler,
bağımsızlıklarını ve topraklarını yitirmeden önce dillerini
yitirmişlerdir. Eğer bunca devleti yıkıldıktan sonra bile
yeryüzünde
hâlâ ''Türkler'' denen insanlar kalmışsa, bu her şeyden önce
Türkçenin ayakta kalmış olmasındandır.
(25 Haziran 2005, Cumhuriyet Gazetesi)
----------------------
BENİM KUTSAL ANADİLİM NEREYE? / Cihanhir Er
Bir toplumun dili, o toplumun yaşantı biçimiyle ilgili olarak oluşur, gelişir; değişir. Dil, toplum neyi, nasıl yazıyor; neyi, nasıl konuşuyor, nasıl düşünüyorsa, onlara bağlı biçimlenir. Evlerimiz de aynı böyle değil mi? Bizim günlük hayatımıza, törelerimize, inançlarımıza, ihtiyaçlarımıza göre gelişmiş ve biçimlenmiştir. Başka türlü olabilir miydi?
Bu nedenle, dilimizde bugün hepimizi rahatsız eden o acımasız yozlaşmayı konuşur ve tartışırken, aslında bütün toplumsal hayatımızı irdelediğimizi bilmeliyiz.
Bazıları, “hızlı değişim” denilen bir olayı, her birey kendi toplumuna özgü bir biçimde, bütün dünyasının yaşadığına işaret ederek, “Eh, olacak o kadar” gibilerinde, bu yozlaşma olayını görmezden geliyorlar ya da görmemeye çalışıyorlar. Böylece işin kolayına kaçıyorlar. Doğrudur. Dünya, bugüne kadar olmamış bir hızla değişiyor. Amma...
1. Dünya Savaşı ve ondan sonraki yılların bilimsel buluşlarının hızlı değişimi, hayatımıza öyle hızlı bir atılım getirdi ki artık insanlar kendi yapıları olan bu baş döndürücü hıza, yine kendi icatları olan bilgisayar dizgelerine (sistemlerine) başvurmadan izleyemez oldular. Değişim hızı, elbette insanlığın hayatını etkileyecekti ve toplumlar neye uğradığını anlayamadan bu hız, onları şaşkına çevirecekti. Bu doğaldı.
Öğeciğin(atomun) parçalanması, çekirdeksel erkeye(nükleer enerjiye) ulaşılması, bunun sonuçları; kan nakli, organ nakli, yapay organ kullanılması, meni(sperm) bankaları, tüp bebekler, kiralık rahimler, kiralık anneler hayatımızın bütün yapısını, bütün kavramlarını alt üst etti. Uzay denemeleri, aya yolculuk, başka gezegenlere ulaşma özlemi, füzeler ve uzay gemileri ve sonraki akıl almaz iletişim araçları, insanları çılgına çeviriyordu. Çeviriyor da. Şairin dediği gibi “Artık bu terazi bu kadar
ağırlığı çekemiyor.”
Nitekim hızlı yaşamın kurbanları olan uyuşturucu bağımlıları, dinsizler, tutucu dindarlar, hiççiler (nihilistler), oportünistler(duruma göre davrananlar), tedhişciler
(teröristler), anarşistler... Bu hızla, ipi kopardılar ve toplumların başına türlü dertler açtılar, açıyorlar. Ve şimdi, dünyamızda hemen her ülke, ya bu hız değişimine karşı gelecek veya onun sonuçlarına ayak uydurabilecek yeni kimlikler, yeni yapılaşmalar aramaya başladı. Yeniden yapılaşmanın yolları, yöntemleri neler olacaktı? Derde deva geçmişte mi vardı, yeni gezegenlerde mi bekliyordu. Nereye gidiyordu bu dünya?
Ve nereye gidiyordu bizim toplumumuz?
Bu yeni kimlik arama, yeniden yapılaşma süreci içinde neydi bizim durumumuz? Nereye gidiyorduk? Bu yoldaki çabamız, görüşümüz, ilkelerimiz, ülkülerimiz(amaç ve hedeflerimiz) ve uygulamalarımız neydi, ne olacaktı, ne olmalıydı? Yoksa biz, bilinçli olamaya yozlaşmayı mı seçmiştik?
Bu soruları yanıtlayabilmek için önce şu gerçeği kabul etmek zorundayız. Bir, toplumda herhangi bir konuda yozlaşma belirtileri fark ediliyorsa... Bu kesinlikle yalnız o konuyla kısıtlı olarak irdelenemez.
Bir toplumun varlığının ifadesi olan kültür eğer bir bütünse, ayrı bölümler halinde çalışmaz, üremez, gelişmez. İşte, dildeki yozlaşmayı konuşacaksak eğer, bu gerçekleri gözden kaçırmamak gereklidir, hatta zorunludur. Kültür, kültür mirası bir bütündür.
Dilimizde yozlaşma varsa bu toplumun bütününde yozlaşma var demektir. Dili bozulan, yolunu şaşıran bu toplumun demek ki yaşam biçiminin tümünde, sanatında, edebiyatında, görgüsünde, müziğinde, resminde, bilimsel çalışmalarında da hastalık, her konunun kendine özgü özellikleriyle var demektir. O halde sorunun bütününü
açık-seçik görmek durumundayız. Ama bugün özellikle, dilimizdeki yozlaşmayı konuşmak, tartışmak ve dikkatleri Türkçenin üzerine çekerek yeni gelişmelerini görüp göstermek istiyoruz. Bir dilbilimci olmadığımı biliyorum. Onun için yaşadığımız yozlaşmanın bilimsel özelliklerini uzmanlarına bırakmayı yeğliyorum. Ben bir gözlemci olarak sizlere dilimize uyguladığımız bazı ihmallerin, dikkatsizliklerin
ve saygısızlıkların somut örneklerini vermeye çalışacağım.
Saygısızlıkların anımsayabildiklerimden ilki Vatan, Millet, Sakarya diye söylenen ve kısa zamanda adeta deyimleşen bir ifadeydi. Neydi bunun anlamı? Olmayacak vaatler,
konuşulurken ya da bir konunun yalan olduğu anlatılmak istenince cümlenin sonu. İşte... Vatan, Millet, Sakarya... diye bitiriliyordu. Oysa, bu üç sözcüğün üçü de öyle hafife alınabilir küçültücü anlamda kullanılabilir birer kavram değildir. Ama dilimize girdi, tutundu, rahatça kullanıldı.
Gene anımsadığım kadar, boşver, sözcüğü ile tanıştık. Bunun müşterisi daha kalabalık, yayın alanı daha genişti. Bu küçük ama güçlü sözcük her şeyi hafife almayı, aldırmamayı, önemsememeyi, öğütlüyordu. Boşver! O günlerde yaptığımız küçük bir araştırma, özellikle gençlerimiz arasında boşverin, hemen en çok kullanılan sözcüklerden biri olduğunu meydana çıkarmıştır. Sonra bir gün... Beni yoklamaya gelen yeğenime sorduğumu hatırlıyorum: “Çay mı istersin kahve mi?” Çok rahat bir biçimde, Fark etmez hala” yanıtını verdi. Önce pek üstünde durmadım. Sonra birden sordum: “Nasıl fark etmez? Biri çay biri kahve” “Olsun” dedi yeğenim ve ekledi: “Hangisi kolaysa.” Bu küçük konuşma beni çok düşündürdü ve etkiledi. İki uyarısı vardı bu fark etmezin. Farklılıklar önemli değildir. En kolay yolu yeğlemek iyidir.
Görülüyor ki “fark etmez” in kullanımında yanlışlık vardı. Aslında fark edilirdi, ediliyordu, edilmeliydi. Ayrıca kolayı seçmekte de her zaman doğru olmayabilirdi. Fark etmez sözcüğü, gençler arasında hızla yayılıyordu, çok kullanılıyordu. Fark etmez diye diye... Farklılıklar, özellikle de toplumsal farklılıklar hayatımızdan yavaş yavaş siliniyordu. Küçük kelimeydi belki, ama bana karşı felsefenin, bir karşı yaşam biçiminin ifadesi gibi geliyordu.
“Misafir gelecek bugün, lütfen doğru dürüst giyin” gibi; “Ama o genç adam çok yalan söylüyor” gibi; “Annesini hastanede yoklamaya bile gitmemiş” gibi ifadelere dikkat ediyorum, önce bir fark etmez fetvası ile karşılanıyordu. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış, eski ile yeni, yaşlı ile genç... Bunların aralarında hiçbir farklılık yokmuş gibi alınabilir miydi?
Dahası alına alına işin sonu nereye varacaktı? Bu bireysel, toplumsal, hatta fiziksel farklılıklar değil miydi bizi biz yapan? Kişiliğimizi biçimlendiren. Bireysel ve toplumsal kişiliğimizi.
İşte böyle bir düşünceyle evimizde, “Bundan sonra içimizde kim fark etmez sözcüğünü kullanırsa şu kaseye, ceza olarak şu kadar para atacak” diye önerdim ve bunu dikkatle uygulamaya çalıştım.
Bu yozlaşmayı, tek kelimelere bağlama olur mu? Haklısınız. Ama bu sözcük bir örnektir. Bir anahtar sözcüktür. Hiç düşünmeden bilinçsizliğin, yozlaşmanın kapısını aralayan bir destek ifadedir bence.
Çünkü bu kelime her türlü olaya(olumlu-olumsuz) yol veren, hiçbir davranış biçimini seçmeyen, aldırmayan, her çabayı, her atılımı eşit bir düzeyde sıfırlayan düşüncenin simgesiydi. Bilinçaltı sandıklarına yerleştirilen ve orada üretilen... Bu kullanım faturası kar altından baş çıkaran çiğdemler gibi(ama çiğdemler kadar güzel değil), zamanı gelince gün çıkacaktır. Çıkıyor da.
Birkaç yıldan beri, özellikle tatil beldelerinde, dinlence yerlerinde vazgeçilmez bir tabela beni aynı derece huzursuz ediyordu: Buruşuk kağıtlara, kambeş kumbeş yazılarla yazılan bu “kendin pişir-kendin ye” davetini her okudukça ben, “Ama
bu bizim gelenek ve göreneklerimizin tam zıddı değil mi?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Biz yüzyıllarca, “komşunla paylaş”, kimseyi yapamayacağı şeylere özendirme” öğütleriyle eğitilmedik mi? Türk töresi, kokusu evin dışına çıkan yiyeceklerin imrendirici etkisi üzerinde nasıl bir incelikle durmuştur, bunu bilmeyenimiz var mı? Ama niyeti elbette iyi olan bu ticari davetin özellikle “kendin ye” bölümü, bizden neyi alıp götürüyor ve yerine neleri getiriyor, düşünmemek mümkün değil benim için. Ve elbette fark eden herkes için.
Ve bir gün baktık, bir yolculukta şehirlerimize girerken bu girişi haber veren tabelaların üstünde “Centrum” diye bir yabancı konuk, oturuyormuş, şehir merkezi yerine. Neden? Bu, gezginlere(turistlere) gösterilen bir kolaylıksa eğer, şehir merkezi yazısının altına açıklama olarak konulabilirdi. (Yoksa bizim halkımızdan birinin şehir merkezine gitme hakkı yok mu? Halkımız ise bu yazıyı sentrum diye değil centrum diye okuyordu, haklıydı. Alfabemizde C harfi CE idi. SE değil. Bu dikkatsizlik sık sık tekrarlanır oldu. Söz gelimi, H harfini başka alfabeler nasıl okur Türkçe konuşurken bu beni hiç ilgilendirmez. Ama bir süreden beri, aslında he veya ha diye okuduğumuz bu harfin adı Eyc diye söylenir oldu. Peki ama neden?
Derken... Yabancı sözcüklerin dilimizi istilası, hızlı dünyamızın hız birimlerine uygun olarak hayatımıza girdi. Yerleşti. Sokağa çıkınca lütfen iyi bakın. Yalnız tabelalarına değil, camekânlara, ilanlara hatta devlet kuruluşlarının kapılarına, gazete başlarına, işyerlerine...
Bunların içinde, belki de en çok tekrarlandığı için beni tedirgin edenlerden biri center sözcüğü oldu. Asıl anlamı sözlüklerde “merkeze koymak, merkeze toplamak” diye verilmiş. Bizde ise merkez anlamında kullanılıyor. Zavallı merkez kelimesinin suçu neydi, bilemiyorum. Çoktandır yazıldığı gibi okuma kolaylığı vardı. Ses uyumu doğaldı. Bu center kelimesi de halkımız tarafından senter gibi değil center diye okundu. Peki ne oldu böylece? Dilimize nasıl bir zenginlik geldi?
Bizim İstanbul da center'den geçilmiyor artık. Halı Center, Güzellik Centeri, Kültürel Center. Kültürelle ne ilgisi varsa?
Ben bu sözcüğü milliyetin yeni merkezinin giriş kapısında, görkemli bir biçimde kapı üstüne kurulmuş görünce inanın gözlerime yaşlar doldu. Milliyet Doğan Center...
Bu sözcük, market sözcüğünden biraz daha sonra ama daha çabuk, daha ciddi bir biçimde sardı, yayıldı dilimizde. Ayrık otlar gibi. O kadar ki, geleneksel el sanatlarımızın en eski ve en gelişmişlerinden biri olan halıların satıldığı mağazaların adı bile “Halı Center”, hatta daha hoşu, yazının altına eklenmiş “Carpet Showroom” gibi gülünç ifadelerle görücüye çıktı.
Bu show sözcüğü anlaşılan tecavüzlerden biriydi ki, televizyonları, gazeteleri, dergileri, giderek şarkıları, türküleri bile esir aldı. Sonra herkesin bildiği gibi sohbet kelimesine katil fermanı çıktı. Showmenler, talk showlar kısacası her türlü showlar, okuma oranı “asgari”de gezinen ülkemizin doğru Türkçe konuşmayı bile zor beceren seyircilerine sunuldu.
Derken sanat kollarındaki yıldızlarımız star oldu. Bu yetmedi bir de çevremizi süper starlar sardı. Çoğu zaman, şeyhin kerameti gibi bir yöntemle yükseldi insanlar süper starla. Bu da yetmedi dilimize, hayatımıza, değerler yapımıza mega sözcüğü buyurdu. Ve bu kelimeyle birlikte megastarlar, mega turnikeler, mega seçimler, mega bakkallar sardı bu değişimin arkasına sığınarak. Ya da kime caka satıyorduk bu kiralık, emaneti bizim olmayan ifadelerle bilemiyorum.(Başkasının parasıyla düğün yapıp gerdeğe girmek gibi.
Her halde haberiniz vardır, az bir zaman önce İstanbul’un Etiler semtinde büyük bir ticaret merkezi açıldı. Adı Ak Merkez’di. Nasıl oldu da adı Ak Center konmadı bilemiyorum. Ama içine girip çevrenize baktığınızda... Ancak bir iki camekânda Türkçe isim bulabilirisiniz ilaç niyetine. Kendinizi İngilizce konuşan bir ülkenin
zerafeti altında ezilmiş hissedersiniz. İstemeden az sonra. Hele bu merkezin ikinci katına yemek yemeye ya da kahve içmeye çıkarsanız! İtalya’daki bütün pizza türlerinin adları, Fransız Kreplerini, Amerikan köftelerini, Salad Barları, Seven up’ları selamlarsınız ve sonunda dayanamaz sorarsınız kendinize. Hani Türkiye nerede? Türkiye’de değil miyim ben? İstanbul’un göbeğinde. Ak Merkez’de benden başka herkes, her şey var da ben neden yokum? Neden? Bu kadar mı küçük görüyoruz kendimizi? Kendimizi, kendi gerçeğimizi bu kadar mı kaybettik, terk etti, vazgeçtik? Ve de sevmiyoruz.
Yozlaşmanın bana en ağır, en acı gelen göstergesi ne oldu biliyor musunuz? Durup dururken o güzelim basın sözcüğünü çöpe atıp yerine media gibi bir yabancı kelimeyi alkışlarla getirmemiz. Neden? Basın kelimesinin ne suçu vardı. Hangi marifetimize yetmiyordu. Media kelimesi hangi büyüklüğümüzü kanıtlıyordu. Hangi doğrumuzu hangi başarımızı? Yoksa biz bilerek, bilmeyerek Amerikan toplumunun “kullan-at” ilkesini mi yaşıyorduk. Kız çocuklarımıza tıpkı onlar gibi, yaş günlerinde sarı saçlı Barbi armağan ederek? Bir yıl boyunca sevip oynadığı o bebeği “Bu artık eskidi” diye çekip elinden alarak ve eline bu kez siyah saçlı bir başka Barbi vererek.
Oysa bugün Amerika’nın bilimcileri “bu geleceğin Barbili çocuklar vefa kavramını nasıl, nerede öğrenecekler?” diye sızlanıp duruyorlar. Bize hizmet eden tükenmez çakmaklar ve tükenmez kalemler öyle değil mi? Mürekkebi bitince onları çöpe fırlatıp atmıyor muyuz? Bu da yozlaşmanın bir başka türüdür inanın. Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek için izin verirseniz yaşanmış küçük bir anımı özetleyeceğim size. Belki 35 yıl önce Safahatlar Çarşısı’nın son mühürcüsü Rauf Usta adlı mükemmel sanatçıyla üç gün süren söyleşiler yapıyor ve yaşadığı lonca düzeninin inceliklerini, özelliklerini soruyordum ona. Büyük bir ziyafetti benim için. O, peykesinde ben karşısında yerde oturuyordum. Bir ara elimdeki kalemi fark etmeden, belki heyecandan yere bırakmışım. O zarif, o ince ihtiyar bunu fark edince birden lakırdımı kesti ve bana öfkeyle “Edepsiz” dedi. Ne olduğunu anlamadım. Çok şaşırdım. Hiçbir uygunsuz hareket yapmamıştım. Öyle sanıyordum. Sonra eski sesine ve tavrına döndü “Sen o kalem sayesinde ekmek yiyorsun. Onu ayak basılan bir yere koyman ayıp değil mi?“ dedi. İşte ben o gün bu gündür kullandığım hiçbir kalemi atmadım. Ama bugün çevremizde Rauf Efendiler yok. Böyle konularda bizi kimse uyarmıyor. Acı sıkıntılı kimlik arayışı içinde bulunanlara kimse “Sen seni bil sen seni” diye seslenmiyor, kimse Yunus’un yaptığını yapmıyor.
Yeni Anadolu’da birliğin kurulması ve Türk Anadolu’nun oluşması için dil birliğinin şart olduğuna inanıyordu. Aslında bu eski Ana Vatan’da Ahmet Yesevi tarafından göç topluluklarının ileri gelen ve başı çekenlerine aşılanmıştı. Yol boyu, geçtikleri ülkelerin görüşü ile Gaziyan-ı Rum diye anılan önderler takımı, Anadolu’da Alperenler olarak nam saldı. Ahiyan-ı Rum ise, kardeş ahiler oldu. Bu bir olumlu hareketti. Türk Dili’nin büyük mimarı ve Beyaz Türkçe’nin en güzel örneklerinin sahibi olan Yunus Emre ne yaptı? Bu sorunun cevabı aslında ayrı bir sohbet
konusudur, ama... Gene de İlhan Başgöz’den yapacağımız alıntılarda şu kadarını söyleyeyim. O günler ülkede Acem ve Arap rüzgarı esiyor, onların İslâm yorumcularıyla Türk Tasavvufu’nun kurucuları, bugün olduğu gibi, çakışıyorlardı. Yunus kendini ve dilini bu etkilerin dışında tuttu, tutabildi. Sözgelimi, çok sevip saydığı Mevlâna gibi:
Guş-i can demedi\ Can kulağı dedi
Çeşm-i can demedi\ Can gözü dedi
Murg-i can demedi\ Can kulu dedi
Ayine-i dil demedi\ Gönül aynası dedi
Rah-ı dost değil\Dost yolu
Ateş-i aşk değil\Aşk odu
onun güzelim şiirlerini süsledi.
“Be zeban âverden” niçin desindi Yunus? Zaten “Dile getirmek” gibi güzel bir deyimimiz var. “Kemen besten” yerine “bel bağlamak”, “çarh zeden” yerine “çarh urmak”, “cefa keşiden” yerine “cefa çekmek”... güzel dilimizin incileri değil miydi?
Şimdi bir dile bu yöntemle yapılan arılaştırmadan öte nasıl hizmet edebilirdi? Ama lütfen... İlkokuldan liseye... Açın bakın, dil ve edebiyat kitaplarında acaba kaç örnek var Yunus’tan. Acaba Yunus için kaç satır, özendirici bilgi var? Neler söylüyor? Onu gençlerimize tanıtmak ve sevdirmek için neler yapıyoruz? Artık nereden başlamamız gerektiği söz konusu olursa, sanırım işte buradan, kaynaktan başlamak gerek.
Dilimize sokulan ya da gizlice giren yabancı kelimeler ister İngilizceden girsin ister Farsçadan ister Fransızcadan girsin ister Arapçadan... Hiç önemli değil. Bu istila yanlıştır başlı başına! Ama önemli bir nokta var. Onu da görmezden gelmeyelim. Vaktiyle, Arap ve Acem dillerinden alıntılarla Türkçeyi zenginleştirmeye çalışanlar, Allah’tan bu milletin töresinden, kültüründen, sanatından hemen de hiçbir şey almamışlar. Ne kıyafetleri, ne yalelleri, ne mimarileri, ve törenleri... Gerek ve gereksinim olmamış. Ama şimdi n’oluyor? Yabancı sözcükler girerken, yabancı töreler, yabancı selamlaşmalar, şarkılar kıyafetler, tavırlar kısacası herşey... Günlük hayatımıza giriyor. Tartılıp ölçülmeden, hiçbir süzgeçten geçirilmeden hazır giyim eşyası gibi. İşte, bütün bunlardan dolayı... Bu yozlaşma seferberliği yalnız dil konusunda olacaksa yine de yetersiz kalacaktır diyoruz. Bir kez daha yozlaşma, kültürümüzün tamamındadır, bir bütündür. Olay bir bütün olarak görülmelidir.
Radyolarda genç sunucularımız neden İstanbul Türkçesi’ni bırakıyor da Teksas aksanıyla söyleşisini sunuyor, yeni bir Türkçe yaratmaya çalışıyor, düşünmeliyiz, sormalıyız. Bu anlayışı düzeltmeliyiz. Merkezlerimiz neden center oluyor. Televizyonlarımız yalnız dillerinde değil, mimiklerinde, anlık tavırlarında bile Amerikan gösterimlerini taklit ediyor. Neden yanlış Türkçe konuşuluyor ve neden kimse nedenini sormuyor, tepki göstermiyor, dilini korumuyor, uyarılar yapmıyor. Neden?
Benim babam bütün çocuklarının ona yazdığı her mektubu kendi yanıtıyla birlikte, imlâ yanlışlarını ve ifade bozukluklarını düzelterek bize gönderirdi. O babalar ne oldu, neredeler? Ve en önemlisi en yaygın iletişim aracı olan basın, durup dururken adını değiştirip medya diyor kendine. Bilmek istemez misiniz? Yoksa biz, yeni kişiliğimizi ararken, yeniden yapılaşmanın yollarını ilkelerini bulmaya çalışırken, yaşayan kültürümüzü, birikmiş kültür mirasımızı, günün birinde tükenen kalemlerimizi çöpe atar gibi fırlatıp atmak ve Oflazoğlu arkadaşımız dediği gibi “Gönüllü Müstemleke” kisvesini kabul mü etmek istiyoruz? Bu, olabilir mi?
NEZİHE ARAZ
Bursa Çınar Lisesi ÇINARALTI Dergisi’nden alınmıştır. Yıl :2004-2005 Sayı:1
BAK BAK TÜRKÇE İLE NELER YAZILABİLİYOR
Türkçe bilim dili değildir diyenlere, türkçenin ifade kabiliyeti hakkinda fikir verebilecek bilimkurgu kara ütopya tarzi bir öykümü sizlere sunuyorum. Biz 1989 da bilimkurgu yazmaya başladiğimizda türkçe ile bilimkurgu yazilamaz diyorlardi çöplüğün horozlari! Uzman dil bilgisayari
Birazdan cellatlarım gelecek, ayak seslerini duyar gibi oluyorum. İdam cezam, açık arttırmayla ihaleye çıkmış ve ihaleyi Paris’ten bir “Suyu Alınmış Soğan Konservesi Fabrikatörü” kazanmış. Celladımı merak ediyorum. Yüz binlerce dolar ödeyerek infaz hakkını almış. Bu konuda da garip iddialar ve hikayeler var. Her şeyin kâr ve kazanç olduğu dünyamızda insan öldürmeyi merak eden zenginler, mahkemelerin açtığı ihalelere girip açık arttırmalarla infaz hakkını satın alıyorlar. Yüreği katılaşsın diye çocuklarına ya da evlilik yıldönümlerinde hanımlarına infaz hakkı hediye edenleri duyuyordum. Bakalım benim celladım ne yapacak?
Biraz önce son isteğim olarak bir avuç içi bilgisayar istedim. İdamım yaklaştıkça hayatım ve yaşlı insanlardan duyduklarım ve öğrendiklerim hollografik olarak gözümün önünden geçiyor ve bir bütünlük kazanıyor. Bu yazdıklarım büyük ihtimalle sonsuza kadar yok olacak. Zayıf bir ihtimalle de gönlü temiz, bir gardiyanın eline geçecek. Gönül sözcüğünün artık hiçbir dilde karşılığı olmasa da ...
Türkçe bilim dili değildir diyenlere, türkçenin ifade kabiliyeti hakkinda fikir verebilecek bilimkurgu kara ütopya tarzi bir öykümü sizlere sunuyorum. Biz 1989 da bilimkurgu yazmaya başladiğimizda türkçe ile bilimkurgu yazilamaz diyorlardi çöplüğün horozlari! Uzman dil bilgisayari
Birazdan cellatlarım gelecek, ayak seslerini duyar gibi oluyorum. İdam cezam, açık arttırmayla ihaleye çıkmış ve ihaleyi Paris’ten bir “Suyu Alınmış Soğan Konservesi Fabrikatörü” kazanmış. Celladımı merak ediyorum. Yüz binlerce dolar ödeyerek infaz hakkını almış. Bu konuda da garip iddialar ve hikayeler var. Her şeyin kâr ve kazanç olduğu dünyamızda insan öldürmeyi merak eden zenginler, mahkemelerin açtığı ihalelere girip açık arttırmalarla infaz hakkını satın alıyorlar. Yüreği katılaşsın diye çocuklarına ya da evlilik yıldönümlerinde hanımlarına infaz hakkı hediye edenleri duyuyordum. Bakalım benim celladım ne yapacak?
Biraz önce son isteğim olarak bir avuç içi bilgisayar istedim. İdamım yaklaştıkça hayatım ve yaşlı insanlardan duyduklarım ve öğrendiklerim hollografik olarak gözümün önünden geçiyor ve bir bütünlük kazanıyor. Bu yazdıklarım büyük ihtimalle sonsuza kadar yok olacak. Zayıf bir ihtimalle de gönlü temiz, bir gardiyanın eline geçecek. Gönül sözcüğünün artık hiçbir dilde karşılığı olmasa da ...
2095 yılında, otuz dört yaşında iken, unutulmuş dillere olan aşırı merakım yüzünden, Anatolia yerlilerinin, eskiden konuştuğu dili iyi bilen bir kişinin yaşadığını duyunca, içimde bu ölü dilin tek canlı konuşanını bir kerecik olsun dinlemek için dayanılmaz bir istek duydum.Erroyl’ün doksan yaşını aşmış, ince, eğrilmiş vücudunun üstünde iliştirilmiş gibi duran iğreti yüzü ve boynu, meşin kaplı yaşlı bir sedir ağacının kabuğunu, boğum boğum parmakları ise aynı ağacın köklerini andırıyordu. İnce, keskin kıvılcımların seyrek de olsa, lastik toplar gibi bir belirip bir kaybolduğu ışıltılı gözleri, gönlündeki arzu ateşinin yandığını, talih yıldızının gökte parlamaya devam ettiğini, bu nedenle de ümitlerinin sürdüğünü fısıldıyordu.
Zamana meydan okuyan Barish “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet”ten ömür boyu evde yaşama cezasına çarptırılmıştı. Aynı suçtan hükümlü diğer mahkûmlar öldüğü ve yıllardır iyi hali göz önüne alındığından, bu unutulmuş mahkûma konuk olmak için izin almam zor olmadı. Erroyl, berbat bir Çingilizce ile konuşuyordu ve 2020’li yıllara kadar Anatolia’da çoğunluğun Türkçe konuştuğunu savunuyordu.
İddiası asılsızdı, çünkü o yıllardan arşivlerde duran kolej kitapları, haber bültenleri de filmler de Çingilizce idi. Dudak hareketleri tutmuyordu fakat, bu başka bir dilin varlığına kanıt olamazdı. Yaşlı adam Ara sıra da son derece zengin vokallerle uzun şiir cümlelerine benzeyen sözcük kümeleri mırıldanıyordu. Şaşırtıcı olansa, konuştuğu gerçekten de bir lisana benziyordu. İlk anda onda renkli, canlı gözlerinin, ışık düşmüş pamuklara benzeyen saçlarındaki parlaklık dışında bir hayat belirtisi yoktu. Yaşlı adam konuşup coştukça, yüzünün kırışıklıklarının arasında kuşkonmaz dallarını andırarak belirginleşen karanlık yeşil, kırmızı kılcal damarların altında yosunlu bir kaya dokusu gibi duran derisinin, daha da canlandığına tanık oldum. Birdenbire:
-Bu kadar zor hayat koşullarında nasıl yüz yıl yaşayabildiniz? diye sordum. Bir çocuğun güven dolu masumiyetine bürünüveren yüzü aydınlandı.
-Bu dili en az bir kişiye öğretmeden ölmemeye kararlıyım! dedi.
-Nasıl olabilir? Bir dili öğretmek için vaktin yok gibi! dedim.
-Bu yer yüzünün en kolay öğrenilen dili! dedi. Eğer birazcık matematiksel zekânız ve dil öğrenme yeteneğiniz varsa kısa bir zamanda öğrenebilirsiniz. Başımın belaya girdiğini anladığımdan ürperdim:
-Benim ölü bir dile ilgi duyabileceğimi nerden çıkarıyorsun? diye çıkıştım.
Fakat o kendinden emindi:
-Kimse kırk yıldır unutulmuş bir mahkumu başka bir şey için ziyaret
etmez! dedi. Böylece öğrenme aşkıyla yanıp tutuştuğum, bilgiye acıktığım günler
günleri kovaladı. İşi gücü tamamen bıraktım ve ihtiyar ustamdan gerçek bir dil öğrendim. Adını Erroyl Barish değil de tam da onun istediği gibi Erol Barış olarak telaffuz ettikten sonra dostluğumuz arttı. Bana ancak atanın oğluna duyabileceği büyük bir sevgi ve şefkat gösterdiğini hissediyordum. İhtiyar bana hemen her şeyi öğrettiği gün öldüğünde, yüzü sanki yirmi yıl önce ölmüş gibi bembeyaz mumyalaşarak kendinden ışıklıymış gibi aydınlandı. O zamanlar öğrendiğim yeni dilin başıma neler getireceğini bilemezdim.
Yirminci Yüzyıl Bilimkurgu Edebiyatı Tarihi üzerine doktora yapmıştım. Yazarların çoğu, XXI inci yüzyılda da ışın tabancalarıyla savaşacakları hayalini kurmuşlardı. Bütün bunlar; güçlü olan zayıf olanı yok eder, her iki insanın olduğu yerde çatışma vardır öngörüsünden kaynaklanıyordu. Öngörü tartışılırdı ama, yüzlerce çatışma biçimi içinde birbirini yok etmek, köleleştirmek, bence temel yanılgı idi.
Eskiden oklar, kurşundan yapılmış metal tanecikler püskürterek savaşan insanların yaşamış olması beni hep hayrete düşürmüştür... Genişleyen barut gazıyla hareket eden ve insanlara saplanan bu tanecikler, günümüzde yerini daha tesirli silahlara bıraktı. Teknolojik gelişmeler sürerken insan ilişkileri ile ilgili bilimler
taş devrini aşamıyordu. Bir iki bilge yazar, silahların gelişmesinden önce insanın değişime uğrayacağını ve düşmanlık duygularının silineceğini öngörmüştü.
Oysa XXI inci yüzyılda insanlar geçmiş çağların vahşetinin toplamından fazla yıkım yaptı. Ulusal ordular tarihe karıştıktan sonra küresel şirketlerin birbirlerini yok etmek, ya da geri bıraktırmak için, kurdukları güvenlik ordularıyla giriştikleri sabotaj ve imha savaşlarında, önemli kahramanlıklar göstermiş aile büyüklerim var. Hatta kola ve patates pulu (cipsi) savaşlarında ailemiz fedakârca kayıplar vermiş, madalyalarla ödüllendirilmişti. “Küresel Barış İçin Küresel Dil” teziyle başlayan “DİL SAVAŞLARI” projesine asker olarak katılan dedem üstün hizmetlerinden dolayı “Kutsal Ada”ya gitmek şerefine erişmişti. Koruma ordularının büyük ölçüde robotlara dönüşümü sonucu işsiz kalan diğer askerlerle birlikte katıldığı isyanlar bastırılınca, babam da isyana katılmak ve bir sürü robota zarar vermek suçundan dolayı kendini “Kutsal Küresel Uygarlığa Karşı İşlenen Günahlar Mahkemesi’nde” bulmuştu. Aile onurumuzu lekeleyen bu günahkâr hatıranın izi kimliklerimize işlendiğinden hep karşımıza çıktı.
Çingilizce konuşan Küresel imparatorluk Çince İngilizce kırması bir dil geliştirmişti. Hint, İspanyol, Alman, Japon dil adacıkları dışında bütün dünyayı kuşatmıştı. Irak’ı kimyasal silah üretmekle, İran’ı terörizme destekle suçlayan zihniyet, bizi dünya kültürüne yeterince patent üretmemekle, sanat ve bilime katkı yapmamakla suçladı. Günümüzde, çoğunu Anglo-saksonların oluşturduğu iki yüz milyona yakın
nüfusuyla Dünya’nın insan doğasına en uygun iklime sahip bölgesi kabul edilen yurdumuz Anatolia’da yoksul bir akrabasını ziyarete gelmiş armatör gibi, bir köşeye ilişmiş oturuyorduk. Bizler, ancak garson, animatör, oda hizmetçisi, bahçıvan gibi mesleklere sahip olabiliyorduk.
Atalarımız karşılaştıkları uygarlıkların eserlerini tercüme etmek yerine top yekün dillerini öğrenmeye heves etmişlerdi. Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce derken bu heves bin yıl sürmüş ama gerçek olmamıştı. En etkili öğrenme silahları olan Türkçelerini de unutmuşlardı. Türkçe kitaplar zamanla yok olmuş, şiirler belleklerden
silinmişti. Türkçe’nin bilim dili olabileceğini savunanlar cezalara çarptırılmışlardı. Gerçi bu cezalar kobay olmak, domuz çiftliklerinde ve nükleer tesislerde temizlikçilik gibi “Küresel Mutluluğa Katkı” türünde süslü isimli hafif cezalardı, ama bir dilin yok olmasına yetmişti. Birkaç milyon kişi kalmış biz yerlilerin de bir dilimiz, tarihimiz,
kültürümüz var mıydı? Türkçe diye eski bir dil olduğunu biraz okumuş, yazmış herkes biliyordu, fakat bu Türkçe nasıl bir şeydi?
Hocam Erol Barış’tan bu büyük dili öğrendikten sonra konuşabilecek ikinci bir kişi aramaya başladım. Bu sohbet etme tutkusu yakalanmamın nedeni oldu. Jozefin adlı Angora yerlilerinden bir kızla tanıştım, ona dil öğretmeye başladım. Ne var ki, Jozefin bu öğrendiklerini Clara adlı Pamfilyalı (Sinop) bir yerli kızla ve Peter ve Zozan adlı Kapodakyalı gençlerle paylaşınca hep beraber yakalandık. Meğer Anatolia’da özellikle İkonya ve Kapadokya’da çiftliklerde amaçsız da olsa, bu ölü dili birkaç yüz sözcükle de
olsa gizli gizli konuşanlar varmış.
Deliller aleyhimeydi. Diğerleri küçük cezalarla kurtulabilirdi fakat, ben yanmıştım. Türkçe’nin kurallarıyla birlikte 500 bin sözcüğünü oluşturan sözcükleri, deyimleri, ihtiyarın rehberliğinde hazırladığım paha biçilmez arşiv incelenmek üzere
tüm “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet” vakalarında olduğu gibi Uzman Dil Bilgisayarına (UDB) yüklendi.
Uzman Dil Bilgisayarı (UDB) kökeni tek bir kaynaktan gelen, bir dil geliştirmek için çalışıyordu. XXII inci yüzyılda konulan bilimsel hedeflere yönelmek için gerekli olan beş milyon sözcüğü üretmek üzere yapılandırılmıştı. Bu hedeflerden bazıları insan ömrünü dört beş yüz yıla çıkartmak, ölümsüzlüğe yaklaşmak, yıldızlara
erişmek; ışığın, enerjinin yeni yasalarını keşfetmek gibi işlerdi.
Çingilizce tek bir kaynaktan çıkmadığı; en az dört kabilenin Çince’nin sözcüklerinin ve dil kurallarının rast gele yan yana gelmesinden oluşan bir dil olduğu için, yeni tanımları, kavramları, soyutlamaları karşılayabilecek birbirine ilintili sözcükleri ve yapılarını içeren, bir bilim diline şiddetle ihtiyaç vardı. Çince gibi tek heceli dillerden Arapça gibi içten kırılmalı dillere kadar bütün dünya dilleri inceleniyordu. (UDB), tek bir kökten türemiş bir dil inşa etmek için ilk beş bin kökten, beş milyon kelimeye ve milyonlarca kavrama çıkabilecek bir kök dil üzerinde
çalışıyordu. Dilin hareket kabiliyeti sanal satranç tahtasına benzer bir alanda geliştiriliyordu. İnsan beyninin kullanılan, kullanılmayan bölümleri, kıvrımları, sanal alemde, Sahra Çölü genişliğinde sonsuz bir ülke gibi uzanıyordu. Pek çok gruba ayrılmış piyonlar, edatları, ünlemleri ve basit sözcükleri sembolize ediyordu. Atların ve fillerin yanında develer, kartallar, kangurular ve daha pek çok sembol, kavramları karşılamak üzere yerlerini almışlardı. Evrensel dil için evrensel similasyon! Evrenin ve insan beyninin sanal alemde modeli yapılmıştı.
Her taş, sonsuz yüzey üzerindeki konumuna ve diğer benzer taşlarla ilişkisine göre yeni anlam bütünlükleri ve hareket yeteneği kazanmaya çalışıyordu. UDB, bu özelliklerinden dolayı da mahkemede görülen dil davasının delillerini incelemek üzere bilirkişinin kullanımına sunulmuştu. UDB delilleri incelerken yıllardan beri yaratmaya çalıştığı sanal dilin gerektirebileceği pek çok özelliğin Türkçe’de olduğunu algıladı. UDB ile yıllardır araştırma yapan mahkemede bilirkişi olarak bulunan bilginler olağanüstü buldukları bu olayı sevinçle karşıladılar. Binlerce yılda ve geniş bir coğrafyada insanlığın ortak bilincinin katkılarıyla sağlam kurallara ve anlam katmanlarına sahip olmuş bu dil insanlığı XXII inci yüzyıldaki hedeflerine ulaştıracak
yetenekteydi.Sahra Çölü büyüklüğündeki sonsuz sanal yüzeyde beş milyon kadar anlam türemiş, yeni ilişki ve hareket yetenekleriyle de hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli türeyen ve ufku kaplayan milyonlarca anlamlı birlikler oluşmuştu ve oluşmaya devam ediyordu. Nice ünlü matematikçiyi kendine çekip çıldırtan bir zamanların efsanesi sonsuz ötesi matematik yolu da bu sayede yarılanacak gibi görünüyordu.
Kabile dilleri bile değerlendirilmişken, Türkçe’nin böyle bir deneye konu olmamak nedeni 2050 yılına kadar tamamen siyasiydi. Bu topraklardaki zengin kaynaklar, hepsinden önemlisi iklim ve su, ortak insanlık hedeflerine hizmet eden büyük şirketlere kazandırılmıştı. Farkları derinleştirilerek 60 halk halinde “küresel uygarlığa katılmaya hak” kazandırılmışlardı. (!) Sonraları ise bu büyük dil, arşivlerden bile silinmiş hiçbir bilim çalışmasına konu olmamıştı. Yerli halk, geçmişte Kızılderililere, Sibirlere uygulanan benzer nüfus planlamaları sonucu % 10 seviyesine inmişti. Aborjinler kadar kalmıştık.
Önce benden daha çok yararlanmak için tutukluluk halimin kaldırılmasına karar verdiler. Kısa bir zaman sonra tutukluluğu geçici olarak kaldırılan biri olduğum unutuldu. Bana pek derin bir saygı ve kıskançlıkla yaklaşıyorlardı. Söylediğim her cümle anında kayda geçiyor, formüller ve şemalar halinde bilgisayar pencerelerinde
yansıyordu. Dünyanın sesli ve yarım seslileri bakımından en zengin diliyle yaptığım cümleler, işi bilen dil bilimciler tarafından heyecanla karşılanıyordu.
İnsanlık geç de olsa büyük bir dil keşfetmişti. Kendimi kobay gibi hissediyor, günler, geceler boyu bu kök dili konuşuyordum. Artık yirmi ikinci yüzyılın bilimsel hedefleri tutturulabilecekti. Bilgisayarlar bu dil üzerine kurulacaktı. Çingilizce ile bugüne kadar türetilmiş bazı sözcüklerin baş harfleriyle oluşmuş sözcükler, yenileriyle değişecekti. “Tutturulabilecekti?” ya da “Geliştirtmemeliydiniz” diyebilmek için diğer dillerle yedi sekiz kelime yan yana yazılmalıydı. Eklemeli bir dil olan Türkçe’de bir
hece hatta çoğu yerde bir harf, bir ses bile anlam gelişmesi ya da değişikliği sağlıyordu. Bu zenginlik Türkçe’nin dünyanın en eski ve en geniş coğrafyaya kendi gücüyle yayılmış olmasından ileri geliyordu. Türkçe, sözcük sayısından ziyade kuralları ve yapısı bakımından insanüstü bir dehanın ürünü gibiydi.
Yıl 2104’tü. Bu son otuz yılın en büyük buluşuydu. Bir dilin kıymeti ve insanlık için önemi, tamamen yok edildikten 20 yıl sonra fark ediliyordu. Zaten yirminci yüzyılda Yağmur Ormanları başta olmak üzere bütün dünyada yok edilen yüz binlerce bitki ve hayvan türünün gerçek değeri de yeni anlaşılıyor, şimdi laboratuarlarda yeniden üretilmeye çalışılıyordu. Bir sirk yıldızı gibi gezdiriliyordum. Saçmalasam da bütün konuştuklarım şiir hatta müzik gibi kabul ediliyordu. Aynı zamanda nedenini o sıralar tam anlayamadığım bir endişeyle yeni şöhretimden, gücümden korkmaya başladım. Haksız olmadığımı kısa bir zaman sonra anlayacaktım.
Yerlilerdeki ulusçu uyanışlar sürüyor, önlemlere rağmen direnişler artıyor, Türkçe’ye dönülüyordu. Direnişçiler: “beş yüz kelimeyle Çingilizce konuşmaktansa aynı kelime kadrosuyla Türkçe konuşmayı tercih ederiz...” “Madem Türkçe bize yüz yılda unutturuldu, demek öğrenmek için yüz yıla ihtiyacımız var...” diyorlardı.
Sokaklarda “Bana Türkçe bir sözcük öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Yazıyordu. Yerlilerin çoğu, pahalı robotlar kullanmanın ekonomik bulunmadığı
sahalarda yaptıkları ikinci veya sonuncu sınıf işleri aksatıyorlardı. Biraz gelişmiş yerliler, eskiden bu arazinin, maden ve kaynakların kendilerinin olduğunu söylüyorlardı. Avrupa kökenliler ise yapılan anlaşmaları sıralıyorlardı. Çingilizce eğitim yapan okulları kendiniz açtınız. Borcunuz karşılığında önce madenleri, kıyıları, sonra toprakları, su kaynaklarını elinizle satıp imza ettiniz. Bizler güneş yüzü görmeyen soğuk ülkelerden gelip artık buralı olduk, diyorlardı. Gerçekten de tam böyle olmuştu.
İsyanlar büyüdükçe beni korku sarmaya başladı. Çünkü Türkçe’nin sırlarını bilen son kişi bendim ve ortadan kaldırılmam gerektiği söyleniyordu. İsyancılardan yani benim gibi yerlilerden nefret etmeye başladım.
Onları kişiliksiz buluyor, ortak insanlık hedeflerine hiçbir katkısı olmamış aşağılık, dejenere sürüsü olarak görüyordum. Madem dilinizi bu kadar seviyordunuz da neden unuttunuz? Eğer bu dile gereken ilgiyi gösterseydiniz şimdi insanlık yıldızlara
erişecekti, insan ömrü bin yılı bulacaktı! Diyordum.
Eğer erdem, sanatın; sanat, bilimin; bilim, teknolojinin bir menzil önünde gitseydi gidebilseydi; petrol tankerleri dünya denizlerini kirletmeden önce füzyon enerjisine, hidrojen enerjisine , ışın enerjisine geçilmiş olacaktı. Denizler kirlenmeyecek, canlı türleri yok olmayacak, petrolden de solar enerji birimleri yapmak gibi çok daha çeşitli ve yararlı alanlarda yararlanılabilecekti.
Kök dilin devreden çıkarılması da benzer bir felaketti. Dillerinden sonra, yurtlarından da cayan bu insanları affedemiyordum. Yavrularını yiyen vahşi kediler, yumurtalarını yuvadan atan çirkin kuşlar gibi torunlarının geleceklerini satmışlar ve onların ıstıraplı hallerini yaşlılıkta seyrederek, acı içinde sefalete gömülmüşlerdi.
Beyaz kefenlere bürünmüş sevimsiz ölülerin mezarlarından kalkarak, yaşarken işledikleri günahları her kafadan bir ses çıkararak itiraf ettiklerini görür gibi oluyordum.
Meğer benim kızdığım hakaret ettiğim insanlar masummuş. Geri kalmamışlar, geri bıraktırılmışlar. Toplumları geri bıraktırabilmek meğer, tarihin derinliklerinde başlamış, siyaset sanatının en gizli ve iğrenç yüzüymüş. Bizans bile Hasan Sabbah’ın sahte cennetine kadın göndermiş... Avrupa hurafe bataklıklarını kurutup Rönesans’a
geçerken, hurafe fabrikalarında her türlü gelişmeye hatta akla karşı, düşünce akımları, yüzlerce yıl üretilip Anadolu’ya ve çevresine şırıngalanmış. Bu uğurda yaratıcı beyinler iğdiş edilmiş, zekalar törpülenmiş, şahsiyetler biçilmiş, yetenekler tırpanlanmıştı.
Yabancılar önce götürebileceklerini taşıdılar. Soğuk ve yağmurlu ülkelerine alıp götüremeyecekleri bir şey vardı bu topraklarda. Bütün sömürdüklerinden, bütün bunların toplamından daha değerli olan bir şey! İklim! Bu yeryüzü cennetinin iklimiydi. Dallarında beş yüz çeşit meyve hevenk oluyor, kırlarında on binlerce yabanıl bitki buruk kekremsi kokularıyla, gökkuşağından alınma renkleriyle ana sütünden leziz öz sularıyla, baygın kokularıyla saltanat sürüyordu. Önce dev eğlence yerleri açıldı. Yerli halk bu para harcama tesislerinin çarklarını döndürmeye başladıktan sonra güzelim köyler, su kaynakları, ormanlar, insan eli değmemiş dağ zirveleri birer birer el değiştirdi.
Bu yeni dil meraklılarına ibret olsun diye beni cezalandıracaklardı. Ben yok olursam ölü bir dilin canlanma umudu kaybolacak, bilgisayarlarda formüllerde kullanılan bir dil kalacaktı geriye. Böylece tekrar içeri atıldım.. Bilim insanlarından da bana acıyan, saygı duyan kişiler vardı. Her anı kaydedilmek şartıyla araştırmalarıma ve görüşmelerime izin veriliyordu. Güçsüz olduğum zamanlarda keşke Aspendos’taki Alman köylerinde inek bakıcısı olarak çalışsaydım ya da Perge’deki domuz çiftliklerinde, diyorum. Gordion (Polatlı) yakınlarındaki altın ve Molibden World Company’de de çalışabilirdim. Anatolia yerlileri gibi beş yüz kelime ile konuşsaydım, boraks ya da uranyum madenlerinde bile çalışabilirdim. Başım da belaya girmezdi.
Ayak sesleri artıyor. Bakalım celladım hangi öldürme yöntemini deneyecek? Artık gittikçe artan bir merakla hep onu düşünüyorum. Ayak sesleri duyulmadan önce bir ara dalmışım. Rüyamda 2004 yılındaydım. Türkçe konuşmanın henüz suç olmadığı, çok güzel Türkçe konuşanların bulunduğu, bookstorlarda (kitapçılarda) rafların en az yarısının henüz Türkçe kitaplarla ve Türkçe sözlü disklerle dolu olduğu yıllarda... Temiz yürekli, iyi insanların henüz bulunduğu yıllarda... Son Güncelleme ( Perşembe, 08 Şubat 2007 ) SON Orhan Seyfi Şirin
“Etleri mümkünse marine edin. Araştırmalar özellikle sirke içeren malzemelerle pişirilen etlerde, kanserojen madde oluşumunun anlamlı ölçüde azaldığını gösteriyor, marine edici malzeme eti bu zararlı etkenlerden koruyor. Amerika’da yapılan bir araştırma, teriyaki sosu ile marine edilen ette, marine edilmemiş ete göre, 10 dakika içerisinde yüzde 45- 65 oranında daha az kanserojen madde oluştuğunu gösteriyor.”
Buna “lügat paralamak” denir. Bu da, ‘Türkçe Sözlük’ açıklamasına göre, açık seçik olarak “konuşma dilinde geçmeyen yabancı kelimeler kullanmak, ağdalı konuşmak” demektir. “Biz New York Baseli bir firma olduğumuz için…”
Şimdi Hangi Dilde Konuşsam… Anlatamam*
…/ Hangi adresten sorsam seni, dört başı mamur bir bilinmezliksin Rahva
İnce bir sızısın şimdi hangi yaraya dokunsam
Uzandığım her dudak soğuk ve yabancı
Ve titreyişleri baştan aşağı yalan hangi bedene sarılsam
Ah! Söyleyecek ne çok şey vardı oysa, ayrılabilseydim doğrudan
Ve sürebilseydim ateşten dudaklarımı soğuk bir namlu gibi yalana
Acze düşüp kendimi, vurabilseydim inkârlarını çırılçıplak sokağa
Rahvam / Bir yangından geçtim az önce dudaklarımdan
Şimdi hangi dilde konuşsam… Anlatamam / (…)
* Nilüfer Akbay, “Beklemek Sonsuzdur” , Sone Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009
TÜRKÇEYE DUYARLI İLGİLİLERİN DİKKATİNE
İnternet (Bilgisunar) hizmeti veren sunucuların Türk harflerini kabul etmeyişleri nedeniyle katlanmak zorunda olduğumuz İngilizce harflerini kullanmamız yetmezmiş gibi, radyo ve televizyon adı HABERTÜRK değil de HABERTURK…
Bu adı taşıyan Radyo ve TV’de ‘Teke Tek’ ve ‘Ekonomi Gündemi’ gibi Türkçe başlıklı yayın adları yanında tamamı İngilizce olan başlıklar arasında:
Kullanılan ‘Aktüalite, Analiz, Ajans, Frekans, Parantez, Sentez, Servis’ gibi bizi fazlaca ırgalamayan yabancı sözler yanında, ‘Airport, Hobby & Collection, Medical/Medikal’ gibi yabancı ad ve simgeleri kullanmaları hiç hoş görülmemelidir.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ne güne duruyor acaba?
Hele bir, “Türk ve dünya celebrity’lerinin tutkuları…” diye bir kavram sıkıştırmışlar ki araya, gel de tepki gösterme. İngilizce bir kelime olan ‘celebrity’ (selebriti) yerine ‘ünlü kişi’ demek çok mu zor? “Türk ve dünya ünlülerinin tutkuları…” diye yazıp söylemeleri dillerini mi acıtır?.. Bu kavramları, sözleri söyleyen, yazan, yazdıran, denetleyen, göz yuman hangi ülkenin insanlarıdır?
Ne yapmak isterler? Okuyup görenler neden tepkilerini ortaya koymazlar?
Kim bilir yayın akışı sırasında ne lügatler paralıyorlardır. Doğruya doğru dosdoğru, ben bu kanalı sadece eleştirmek için kısa süreli bakıp geçiyor, sürekli izlemiyorum, biline… 14.7.9 analizsentez@haberturk.com
Dostları ilə paylaş: |