T. C. Firat üNİverstiESİ aleviLİK İnançlari ve teolojik temelleri (tunceli Örneğİ) Prof. Dr. Erkan Yar son rapor



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə37/47
tarix27.12.2018
ölçüsü1,26 Mb.
#87120
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   47

b. Lanetleme


Lanet (ç. liân, leânât) sözcüğü, sözlük olarak kovmak ve hayırdan uzaklaştırmak anlamına gelmektedir.717 Kur’an’da lanet, Allah tarafından yaratılan insanın üstün özelliklerini kabullenmeyen İblis,718 inkarcılar ve putperestler veya onların kötü fiilleri hakkında kullanılmakta,719 inananlar veya inandığı halde günah işleyenler hakkında kullanılmamaktadır. Bu durumda lanet sözcüğü, kendisinden uzak olunması gerekli bir kimseyi tanımlar ve kötüleme ifade eder. Kur’an’ın lanet hakkındaki bu tavrına rağmen, Müslümanlar arasında farklı ekollere mensup inananların lanetlendiği görülmektedir. Bununla birlikte, bu olgu, sadece bir fırkanın diğerine lanet okuması olarak değil, fırkaların karşılıklı birbirlerine lanet okumaları şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Müslümanların tarihinde diğer mezheplere mensup kişileri lanetleme olgusu, özellikle de camilerde cuma ve bayram hutbelerinde ortaya çıkmıştır. Bu söylemlerin konu olarak dinsel alandan çıkarılıp, tamamen siyasal söylemler olarak geliştirilmesi, siyasal tavırların ve düşüncelerin hutbelere taşınması olgusunu da beraberinde getirmiştir. Muaviye, Cuma ve bayram hutbelerinde Ali’ye lanet okuma geleneğini başlatmış ve bu gelenek Ömer b. Abdülazîz döneminde kaldırılmıştır.720 Emeviler döneminde, hutbelerde Ehl-i Beyt’e lanet okuma geleneği, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Horasan’da, bu gelenek, Ehl-i Beyt ile ilişkili olarak sürdürüldüğü gibi, Eşarilere de lanet okuma uygulaması yapılmıştır. Tuğrul Bey’in veziri, Şafiî mezhebi aleyhinde taassup sahibi olan Kundurî (ö.457), hutbelerde Rafızîlere lanet okunmasını onadığı gibi, Eşarilere de lanet okutmuştur. Bu dönemde Horasan’da bulunan Cüveynî ve Ebu’l-Kâsım Kuşeyri gibi Eşari alimleri, bu nedenle yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu kişiler Nizamulmülk’ün yönetimi sırasında yurtlarına tekrar geri dönmüşler ve itibar görmüşlerdir.721

Minberlerden lanet okuma uygulaması, minberlerde dua okuma şeklinde karşıt bir geleneğin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Abbasiler döneminde, hutbelerinin sonunda başta dönemin halifesi olmak üzere, Abbasi halifelerine dua etme geleneğinin varlığı görülmektedir. Günümüzde de hutbelerin sonunda dört halife, Ehl-i Beyt, Hz. Muhammed’in ashabına dua etme, bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir. Aynı şekilde, camilere Allah, elçisi, dört halife, Hasan ve Hüseyin’in isimlerinin bulunduğu yazı levhalarının asılması, dinsel bir gereklilikten değil, dört halifenin hilafet sıralamasının onanması, Ehl-i Beyt’i temsilen Hasan ve Hüseyin’in isimlerinin yer alması, Osmanlı Devleti döneminde uzlaşma kültürünün geliştirilmesi şeklinde bir amaca işaret etmektedir. Bu dönemde bir sanat eseri olarak camilerin süslemesinde kullanılan yazı şekillerinin ötesinden, bu süslemelerde ve levhalarda yer alan ayetler ve isimlerin, atıfta bulunduğu anlamlar ortaya çıkmaktadır. Mescitlerin inşa edilmesini öven ayetin bu yazı levhalarında yer alması ile, mescit inşa etme eyleminin önemini belirtmesi gibi bir anlamı vardır. Hutbelerde lanet okuma veya dua etme geleneklerinden her ikisi de, siyasal tavırları yansıttığı gibi, camilerdeki levha yazılarda yer alan isimler de siyasal tavırları içermektedir.

Çeşitli mezheplere mensup insanları kötüleme ve lanetleme olgusunun bir diğer yansıması da, onlara ait eserlerin yasaklanması ya da kötü nitelemelerle anılmasıdır. Hoca Saadettin’in eserinde yer verdiği bir öykü, bu tutumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu rivayete göre, alimlerden biri bir zamanlar Manisa yaylağına çıkmıştı. Zamanın Kur'an okuyucularının ileri gelenlerinden biri ziyarete gelip karşısına oturunca gönül durağına pis bir koku erişti. İmama dedi ki senden pis bir koku geliyor nedenini bir düşün. O da kalkıp her yanını yokladı. Bir şey bulamayıp tekrar otururken koynundan bir risale düştü. “Ol risale nedir diye” Molla sorunca, “Şeyh Bedreddin'in Varidat’ıdır” dedi. Alıp baktığında ser'i şerife aykırı çok sözlerin derlendiğini görünce, ol pis kokular bu inkarcı Varidat’ın imiş deyip imama yakmasını buyurdu. Ama imamdan karşı çıkmak gibi bir davranışta olmak isteğini sezinledi. Bunun üzerine, “eğer bunu yok etmezsen zarara uğrayacağın bellidir” dedi. O sırada uzaktan yangın çıktığı görüldü. İmam oraya bakınca, “eyvah bu ateş benim evimde” diyerek aceleyle ve üzüntü içinde evine koştu ve o risaleyi evini yakan ateş içine fırlatıp attı.722


2. Sosyal Alan


İnanç ekollerinin ayrışması sosyal bir paylaşmak zorunluluğundaki topluluklar arasında yok edici, ötekileştirici ve ayrıştırıcı bazı uygulamaları da beraberinde getirmektedir. Bu uygulamalar genel olarak farklı inancı benimsemiş kişinin öldürülmesi, mirastan yoksun bırakılması, evlilik bağının engellenmesi, mezarlıklara gömülmenin engellenmesi, kestiklerinin yenmemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu uygulamalar özü itibarıyla söz konusu ettiğimiz inançsal kimlik tanımlamalarından sonra gerçekleştirilmektedir. İlk dönem düşünce ekolleri arasında sosyal olaylara ilişkin geliştirilen ve dinsel dayanakları ihdas edilen bu uygulamalar, sonraları devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Sosyal alandaki bu uygulamalar siyasal iktidarların çıkarlarına dönük olsa da, “şeriatın hükmü” veya “şeri hüküm” olarak nitelendirilmektedir. Sözgelimi Deylemî, Bâtıniler hakkında uygun gördüğü yukarıda söz konusu ettiğimiz uygulamaları “şeri olarak gerekli kümler”723 başlığı altında zikretmektedir. Bu uygulamaların bu şekilde nitelenmesi, uygulamaların kendisi adına yapıldığı siyasal otoritelerin çıkarlarını meşrulaştırdığı gibi, aynı zamanda bunlara karşı oluşacak toplumsal tepkileri de ortadan kaldırmak içindir.

a. Öldürme


Farklı bir inancı benimsediği ya da dillendirdiği, diğer bir deyişle egemen mezhepsel kimliğin dışında diğer bir mezhebe veya inanca bağlı insanların öldürülmesi olgusu, yukarıda söz konusu ettiğimiz inançlarından ötürü kâfir, müşrik veya mülhit olarak tanımlanan insanların öldürülmesiyle ilişkilidir. Öldürme; bir canlının biyolojik yaşamının başkası tarafından sonlandırılmasıdır ki canlının yaşam hakkının kendinin türünün doğal sürecinde sonlanması olarak değil de, başkasının fiiline bağlı olarak sonlandırılması anlamına gelmektedir. Bu fiil, biçim ve yöntem yönünden farklı şekillerde adlandırılmaktadır ki bütün yöntem ve biçimler son tahlilde kişinin yaşamının sonlandırılmasını ifade etmektedir.

Alevilikte değer atfedilen bilginler hakkında verilen idam kararları, asıl olarak dinsel kararlar değil siyasal kararlardır. Hallac’ın öldürülmesine ait gerekçeler ve öldürülme biçimi, bu öldürme olaylarının tarihsel tanığı olarak dikkate değerdir. Hallac’ın öldürülmesi hakkındaki anlatımlarda, onun başlangıçta kendisinden pek çok keramet ortaya çıkan bir sufi olarak söz edilmektedir. Onun hakkında, bağlıları tarafından söylenen ilah olduğu, Allah’ın ona hulûl ettiği, İsa gibi göğe yükseltildiği, sihirbaz olduğu vs. söylenceleri ihtilaflıdır. Horasan’dan Irak’a ve oradan da Mekke’ye gelmiş, bir yıl süresince bir hücrede inzivaya çekilmiştir. Daha sonra da oradan tekrar Bağdat’a dönmüştür. Kadılar ve fahiklerden oluşan bir gurup tarafından yargılanmış ve sonunda ondaki bir kitapta yazılı olan, hac etmek isteyip de imkan bulamayan bir kimsenin, evinin bir odasını temizledikten sonra hac mevsiminde orayı tavaf etmesinin olabilirliğine ilişkin bir ifadeden ötürü, hakkında öldürme kararı verilmiştir. Halifenin öldürme izni vermesinden sonra dövülmüş, elleri ve ayakları çapraz olarak kesilmiş, öldürülmüş ve kafası kesildikten sonra ateşe atılmıştır. Yanan bedeninden kalan külleri Dicle nehrine atılmış ve kafası Horasan’da bulunan bağlılarına gönderilmiştir.724 Hallac’ın bu şekilde acımasızca öldürülmesi, günümüzde de Alevilik erkanında “Mansur darı” olarak yer almaktadır.725 Yaşadığı dönemde dinsel bilgisinin enginliği ve dinsel çözümleriyle ün salmış Şeyh Bedrettin’in Ehl-i Sünnet alimlerince yargılanması ve idamına karar verilmesi de, asıl olarak siyasal bir karardır.726

Gazâlî’nin, inkarcılar hakkında dört şeyin geçerli olduğu kanısından hareketle, Batıniler hakkında uygulanacak hükümleri belirlemesi, farklı düşüncedeki insanlara yaklaşım tarzını göstermektedir. Ona göre, “gerçek anlamda inkarcılar hakkında şu dört şeyden birini uygulama konusunda seçme hakkı vardır. Bunlar da; karşılıksız salıverme/menn, karşılıklı salıverme/fidye, köleleştirme ve öldürmedir. Ancak dinlerinden dönenler hakkında bunlardan birini seçme hakkı mevcut olmayıp, onların cezası ya tekrar İslam’a dönmeleri veya öldürülmeleridir. Kafir oldukları konusunda karar verilen Batınilerin hükmü de budur.”727 O, sadece bu inançları kabul edilenlerin öldürülmesini değil, aynı zamanda onların kadınlarının ve çocuklarının da öldürülmesinin gerekliliğini de savunmaktadır. Kadınlar hakkında, onların eşlerinin inançlarını benimsemiş olmalarını, çocuklar hakkında ise ergenlik çağına geldiklerinde onlara İslam’ı benimsemelerinin teklif edilmesi ve kabul etmedikleri takdirde öldürülmelerinin gerekliliğini ileri sürmektedir.728 Kemal Paşazade’nin Kızılbaşlar hakkında verdiği fetvada, onların öldürülmelerinin caiz olduğu görüşü yer almaktadır.729

Gazâli’nin kafirler hakkındaki karşılıksız veya fidye karşılığı salıverme yargısı, Kur’an’da savaş sırasında kafirler için belirlenen bir hükümden730 alınmıştır. Savaş sırasında esir alınan insanların köleleştirilmesi uygulaması ise, asıl olarak Kur’an’a dayanmamakta, dönemin savaş esirleri konusundaki uluslar arası hukukuna dayanmaktadır. Kur’an, kölelik kurumunu o dönemin şartlarına bağlı olarak kabul etmiş olsa bile, onun asıl amacının kölelerin özgürleştirilmesi olduğu görülmektedir. Sözgelimi, çeşitli suçların cezasından kurtulmak için bir köle azat edilmesi emri,731 onun bu amacını ortaya koymaktadır. Kur’an’ın insan anlayışında, onun özgürlüğü temel kabuldür. Öldürme ise, savaş sırasında savaşan iki tarafın birbirini öldürmeye kast etmelerinden dolayıdır. Müşriklerin bulundukları veya yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden732 ayetler de, onların savaş sırasında öldürülmeleri emredilmektedir. Bu bakış açısıyla Gazâlî, Kur’an’da savaş sırasında inkarcılar için uygulanacak hükümleri, farklı din anlayışı mensupları için de uygulanmasını kabul etmiş olmaktadır. Fakat bu uygulamanın haklı nedenleri mevcut değildir.

Kur’an açısından, insanın öldürülmesinin haklı temel iki nedeni vardır. Bunlar da, başka bir kimseyi haksız yere öldürme ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır.733 Bozgunculuk/fesât terimi, her ne kadar sosyal düzeni ifade etse de, günümüzde olgusal olarak ortaya çıkan fiziksel kanunların bozulmasını da içine alabilir. Bu durumda, hem sosyal hayatta bozgunculuk yapmak ve hem de kainatın kozmolojik düzenini bozmak, öldürülme için haklı nedenler olmaktadır. Kur’an’ın belirlediği bu cezalar, İslam’dan önce de mevcuttur. Nitekim “bundan dolayı İsrail oğullarına şunu yazdık: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır734 ayetinde, kısasın İslam öncesi geleneklerde de var olduğuna işaret edilmiştir. Bu belirlemelerin temel amacı, yaşam güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu durumda, yaşam güvenliğinin sağlanması şeklindeki asıl amaç, mümkün olduğu takdirde farklı cezalarla da gerçekleştirilebilir.


Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin