Arz'dan Arş'a Mi'rac 1
In the name of ALLAH
the most Beneficent AL-RAHMAN
the most Merciful AL-RAHİM
The Course of
Trabsscientific
ZIG-ZAG Lehre
THE MIRACLE OF ALLAH
Authorized by
HANS von AIBERG
VOL.3
ARZ'dan
ARŞ'a
MİRAC
ARZ-ARŞ Dizisi / İkinci Band / Cilt - 1
Dizgi-Baskı: İstanbul / 1988
Grafik-Düzenleme: Halil-ür Rahman EMRE
Dr. AIBERG
-
Kapak
-
Arkakapak
-
Yankapak
-
İçkapak 1
-
İçkapak 2
-
İçkapak 3
-
İçkapak 4
-
Sunuş
SUNUŞ
Çağımızın İslâmı "Bilim yoluyla" da hristiyan ve tanrısızları fethetmeye başladı. Bu sürpriz gelişme sonucu, "Eski kafir, yeni müslüman" batılı bilimcilerin bir kısmı "İslâmın Batı cephesini" açarak, bilim-kalem cihadı vermeye başladılar.
Sadece bilimle iştigal eden batılı müslüman bilim adamları "Cemaat" çalışmalarının toplu bilimsel sonuçlarından "21. yüzyıl bilimi" diye gösetirilen "ZiG-ZAG ÖĞRETİSİ" ortaya çıkmış, İslâm ve bilimi buluşturduğundan, bilim adamlarını aynı zamanda din adamı durumuna sokmuştur.
"Zig-Zag öğretisi" içinde "Arz-Arş dizisi" de yayınevimiz yazarı Prof. Dr. Hars von Aiberg'in payına düşmüştür. Yazarın tesbitlerine göre, bütün kainatların bitimi (Transscience) üç katlı olarak tertiplenmiştir. Bundan ötürü "Arz-Arş" derken, Arz, tire ve Arş simgelerinin kullanılmasının nedeni âyetlerdeki "Yerler-gökler ve ikisi arasındakiler" sırrını taşıyor:
ARZ = Yer, alt, aşağı, taban, dip, tümevarım, çokluk, madde vb.dir.
ARŞ = Gök, üst, yukarı, tavan, doruk, tümdengelim, teklik ve alanlar vb.dir.
ARA = Tire (- ) ile gösterdiğimiz Araf, Arasat, ara âlemler, iki doğu, iki batı, üç karanlık, Soyut ve Misâl (Süper ve Hyper uzaylar) âlemleri vb.
Böylece karşımıza bir Sonsuzluk Kulesi hiyerarşisi çıkmaktadır. Âyetlerdeki "Katımızdan ilim verdiğimiz, kullarımızdan [katlarımızdan] biri..." "Rabbin yukarıdan aşağıya işlerini kat be kat yönetmesi..." sırları uyarınca bu kulenin "katları" olduğunu yazarımız tesbit ediyor.
Arz-Arş dizisi 8 BAND'dan oluşmaktadır. Her band ortalama iki ciltten kurulmaktadır. İlk bandımızın birinci cildinde (Beyaz sırtlı ve beyaz arka kapaklı) kabaca çevremizdeki uzayda olup bitenleri, evrenin yaratılışını ele almış, sonra "Gökkapısı" âyetlerinin sırrından olmak üzere Karadelikleri keşfetmiştik. Bu çekim girdabı Karadelikten içeri girerek, ardındaki tüneli ve bunun çıkış ucu olan Akdelikten geçerek paralel evrenlere fırlamıştık.
"Rabbil âlemin = Âlemlerin Rabbi..." âyetleri sırrınca sayısız paralel evrenlerin de birbirinden "bağımsız olmadığını, her birinin "Süper Uzay" denen evrenler çiftliğinden filizlendiğini belirlemiştik.
İkinci cildimizde ise (Siyah arka kapaklı ve sırtlı) Süper Uzay'ın bir üstüne çıkış yolu aramıştık. Bu aşamada Karadelikler gibi "Elif noktaları denen sonsuz ötesindeki Gökkapıları" da bizi kulenin üçüncü katı olan "Hyper Uzay"a ulaştırmıştı.
Teorik fizik yöntemlerinden en başta gelen "İdealize deney" yolculuğuyla uzandığımız Süper ve Hyper uzaylar, "İki katlı olduğu" İslâm verilerinde bildirilen "MİSÂL ÂLEMİ"nden başka bir şey değildi!..
Yine, ikinci cilt içeriğinde, İslâm verilerinde "Mücerret âlem" diye bildirilen "Soyut kütleyi" kuran "Takyonlar" teoremine de yer vermiştik. Esîrî âlemi oluşturan takyonlar, Mücerret âlemi "Mânâlandıran, şuurlandıran" AKIL denen beşinci boyut fiziğidir.
"Aklın fizik kuvveti", aynı zamanda parapsikologların "Ruhsal kuvvet" (Psi enerjisi) dediği beşinci boyut dinamizmi olup, bütün bu olguların itici gücü, meleklere yaptırımı, ALLAH'ın NUR'u olan kudretten kaynaklanmaktadır. Bu soyut enerjiye, sonsuz özenerji kudreti de diyoruz. Bu enerjinin de bir termodinamiği olmalıydı. Yazarımız, dünyada ilk ve tek olarak pozitivize yasaları oluşturmuştu.
Bu üçüncü kitap ya da ikinci band'ın ilk cildi ile yeniden huzurunuzdayız. Kapakları ve sırtı kırmızı olan iki ciltlik eserler "Arz'dan Arş'a Mir'ac" ismini taşıyor ve dört ciltlik bir dizi oluşturuyor. Bu dizi önceki ciltlerimizde özetle geçiştirilen, ayrıntı verilmeyen konuları açıyor ve daha sonra kaldığımız yerden devam niteliğini koruyor.
Elinizde tuttuğunuz ilk cilt, insanlığın uzaya açılma serüvenini ele alıyor, özellikle âyetlerde saklı olan kozmik ve bilimsel sırları yorumluyor. Bu arada evrenin sonu gelmez ufuklarına açılıyor.
İzleyen ikinci cildimiz, "KARADELİKLER, AKDELİKLER, PARALEL EVRENLER" sistematiği üzerine yazılmış en kapsamlı tek kitap sayılabilir.
Üçüncü cildimizde ise, bütün bu sistematiğin de dışına çıkıyor ve süper âlemlere, sonsuzluk kulesinin katlarına "Mir'ac" yapıyoruz. Söz konusu süper âlemler bir ön bilgi olarak iki bölümden oluşuyor:
SÜPER SOYUT (MÂNÂ) ÂLEMLERİ : Mânâ, Ğayb, Lahût, Ceberût, Melekût, Ervah ve Berzah âlemleri.
SÜPER CİSİM ÂLEMLERİ : Arş, Levh, Kürsî, Sûr, Kalem, Cennet, Sidre, Cehennem, Âraf, Arasat (Sırat, Mizan, Sancak, Havz vb.) âlemleri.
Üçüncü bandımız ise "Turuncu" kapaklı ve sırtlı olup "CAN-İNSAN" adını alıyor. İzleyen dördüncü band "Sarı" olup, "CİN-ŞEYTAN" ismini taşıyor. Sırada "Yeşil" band "NUR-MELEK" var. Böylece, aylık yayınlar halinde bu bilimsel gökkuşağını okuyucuya iletmeyi inşaallah sürdüreceğiz.
Bütün dizi, her zamanki gibi Fiziko-matematik yasaların güvencesindeki bilimin sağduyusuyla işlenecektir.
AYRICA ledünnî bilimlere de yüksek düzeyde vakıf olan yazar, Rabbin izin verdiği yere kadar cesur tırmanışını sürdürecek.
Çaba ve beceri bizden; beğeni sizden; başarı ALLAH'tan...
KİT-SAN/ZİG-ZAG
"Ben, ömrün, insanın bir şey bulması için takdir edilmiş bir vâde olduğuna inanıyorum. Ömrümüz boyunca, neyi aradığımızı bilmeden hep bir şeyler ararız, çoğunlukla da bulamayız. Eğer hâlâ aradığının ne olduğunu bulamayanlar varsa, vakit geçirmeden Arz-Arş serisini okusunlar. Sonra bir daha okusunlar ve bir daha... Her sayfası bir doktora, her paragrafı bir tez olan bu eserler kitaptan öte; adını koyamadığım bambaşka bir şey!.. Fakat evlâdım bildiğim Hans Aiberg'in adını koyuyor, ona bilimin harika çocuğu diyorum..."
NEZİH DÜNDAR
Gazeteci-sanatçı
"...Ahlâk ve iman dini olan İslâm'a inanıyordum ama, körü-körüne dogmatik bir inancın, akıl ve mantığa yapılan büyük bir haksızlık olduğunu da düşünüyordum. Yüksek tahsilimin verdiği bilim görüşü ile dinimiz sözcülerinin anlattıkları arasında, kimselere açamadığım bir tatminsizlik,
bir dev uçurum vardı. Meğer bu uçurum 'Sonsuzluk Kulesi'nin eksikliğiymiş! Eserlerinizi okuyunca, sizin de yazdığınız gibi, aklen müslüman olmanın huzuruna erdim. İslâm'ın aynı zamanda bilim dini olduğunu sayenizde idrak ederek, ezberletildiği için değil, kavradığını için Kelimei Şehadet getiriyorum. Namaza başladım......... Bütün gerçek Türk müslimeleri adına size minnettarlığımızı iletiyoruz..."
Bayan: Ç. T. İSTANBUL
***
Eserimin sevabını, sayesinde MÜSLÜMAN-TÜRK olduğum, anne bildiğim, MÜFİDE ATALAY'a ALLAH rahmetine vesile olması için ithaf ediyorum.
H. Ayberg
OKUYUCUYA TEŞEKKÜR
Kur'an tefsirine de hizmet de eden "Arz-Arş" dizimizin, bazı bölümleri zaman zaman ağırlaşmakta, yer yer uzmanlarının anlayabileceği hitaplara kaçmaktaydı. İddiasız olarak çıkardığımız bu eserler, okuyucudan büyük ilgi topladı. Okuyucu, eserleri değerlendirdi ve "iddialı" duruma soktu. Anlaşılır olması bakımından binlerce ayrıntı ve sırrı sadece birer cümle ile geçiştirmiş olmama rağmen görülmemiş bir ilgi topladık. Profesyonel bilimciler yanında, hemen her kesimden halkımız da bu esere sahip çıktı.
Türlü ideolojisi olan her görüşten değerli bilim adamları, bilimi zevk edinenler, bilime gönül veren öğrenci ve arifler, kendiliklerinden eserlerin bir değerlendirmesini yaptılar: Yer verilen bilimsel teorilerin yüzyılımızı aştığını, genel ve resmî bilimin doğal akışının önünde olduğunu, resmî bilimin onu izlediğini belirttiler. Teoriler Kur'an'dan kaynaklandığı içindir ki, bunların tersinin ispatlanmasının günümüzde mümkün olmadığını, dolayısıyla hep yürürlükte kalacağını vurguladılar. Hatta daha da ileri giderek, artık "Nur ve meleklerin" bilimsel varlıklarının fizik konusu içinde yer alabileceğini söyleyenler de çıktı.
Eserlerimize kısa zamanda büyük rağbet gösterenler, "İnsanın bilimsel doyumsuzluğunu ve susuzluğunu giderdiğini" de savundular. Övgü ve sitayişlerin, tanışmaya gelenlerin izdihamının ardı-arkası kesilmedi, telefonlar susmak bilmedi...
Okuyucumuz sağ olsun, eksik olmasın. Rabbim ilimlerini arttırsın!..
İLKSÖZ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM: İKRA
Kadir gecesi Kur'an'ımız ilk bu âyetle müjdelenirken, İslâmın ilk emrinin OKU olduğunu bildiriyordu. Sevgideğer okurlarım izin verirlerse, bu ilk inen 19 harfli Alâk suresinin ilk 7 âyetini önsözümüzde yayımlamak istiyorum:
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM OKU!
İnsana isimlendirmeyi anlamlandırmayı öğreten, akıl nimetini bütün insanlığa veren (RAHMAN) ve ayrıca kalpleri mühürlemeyen, gözleri açan, bilen ve anlayanlara da ikinci bir ödül olan hidayeti veren (RAHİM) Allah'ın ismiyle ve O'nun bilimini öğrenmek için oku!.. İlk görevin iyi bir okuyucu olmaktır. Öğrenim ve bilgilenmenin, görgülenmenin tek yolu "Okumak"tır.
YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU
Yaratan, yarattığını başıboş bırakmadı. Onu her maddî-manevi nimetiyle donattı ve TERBİYE etti. Bu kozmik-ilahi alfabenin anahtarı O'nun adıdır. Besmeleyle oku!
Kİ O İNSANI BİR ÂLAK'TAN YARATTI
Alâk yani "Asılıp tutunan bir aşılanmamış hücre". İşte bunun 1400 yıl önce haber verilmesi ürpertiyor insanı... Canlının dış görünüşünün (objesinin) içsel dizilişini (sübjesini) şifreleyen genetik kodları, ırksal hafızası, işte o Alâk içinde yer almaktadır. Maddî bedenimizin kurgusu geriye oynayan bir film gibi, cenin (embriyo) içindeki üç karanlığın (tünellerin) sırrındandır. Gen denen bu kalıtım ve ırksal bellek birimler, dişinin yumurtası ve erkeğin sperminin bir koalisyonu ve sentezidir. Bunun da özü, dört çekirdek asidinin muhtemel tertipleri üzerine kurulmuştur. Orada bütün canlıların milyarlarca yıl diye hesapladığımız BİLGİ BİRİKİMİ vardır. Her bir özün, kendine özgü karakteri, kendi ayrıcalığının örgüsü kişisel yazgısı, bireysel öyküsü ve ırksal hafızasının görgüsü vardır. O halde anlayan için, her bir genetik kodlama, bir AÇIK KİTAP niteliğindedir. Biyolojinin son aşaması olan genetik mühendisliğine habercilik ve teşvikçilik yapan bu âyet, şimdi bunları bilenlere çok kolay gelebilir. Fakat bu buluşa ermemiz ikinci dünya savaşından bile sonradır. Kur'an'da ise 14 asır önce bildirilmiştir. Kur'an bunun için bir mucizedir ve her çağın kitabıdır.
Biyoloji teknisyenliği ya da genetik mühendisliği sayesinde artık, kromozomları kuran genleri takma-geçme biçiminde ve türlü yöntemlerle laboratuarda deneyebiliyoruz. Fakat karacahil bir ateist çıkabilir ve size kendisinin "Hücre, virüs yarattığını" söyleyebilir. O, acaba, var olan, yaratılan hücre üzerinde çeşitlemeler mi elde etmiştir; yoksa hiç yoktan mı bir virüs var etmiştir? Ona dört elementi (C,H,O,N) istediği kadar veriniz. Bunlardan dört çekirdek bazını yapabilir. Ama bunlar, canlılarda olduğu gibi, polarize ışığı SOLA kıramaz (Canlı protein değil), sentetik protein olarak kalırlar.
Hüner ya da marifet, var olan üzerinde oynamak değil; hiç yoktan yaratmaktır. Yoksa bizim biyoloji mühendisliğimizi, yüzyıllar önce atalarımız, hayvan türleri elde etmekte ya da bitkileri birbirine aşılamakta, evcilleştirmekte kullanıyorlardı. Ama kimse, o bitki ve hayvanı yoktan var ettiğini söylemiyordu. Bu ancak şimdiki sivri akıllıların, atalarını beğenmeyip, dünyada tek akıllı ve everenin merkezini kendileri sananların hüsnü kuruntusudur. Yaratılma ihtiyacı kaçınılmaz şarttır!.. Aynı şey mucitler için de söz konusudur: Acaba elektrik akımı kanununun koyucusu Allah mı, yoksa Edison mu daha büyüktür? Eğer ölçüt bir "Ampul" ise, Güneş denen dev ampulün yaratıcısı daha büyüktür! Bunu için "Allah (c) En büyüktür=ALLAHÜEKBER" diyoruz; yoksa "yobazlık" yaptığımızı ileri sürenlerin anladığı biçimde değil!
- "Pekiyi neyi ve nasıl okuyacağız?"
Bunun karşılığı çok kolay, sevgideğer okurlarım: Besmeledeki ALLAH, RAHMAN VE RAHİM ismiyle bağdaşmayan, besmele çekmeye ar, utanç duyacağın şeyleri okuma. Eğer rahatlıkla besmele çekebiliyorsan, işte o okuduğun şey yararlıdır. Hatta "Düşmanınınızın dilini ve geleneklerini öğrenin" hadisi uyarınca, onların eserlerine de besmele çekiniz. Hatta insanın içgüdülerine yönelik (beslenme, savunma, üreme) eserleri de bilgilenmek için okuyorsanız, yine meşrusunuz ve besmele çekebilirsiniz. OKU!..
OKU (Allah) KALEMLE YAZMAYI ÖĞRETTİ
Okumaya canlının kalıtım şifresiyle başladık. Orada tarihin toplam bilgilerini, evrimini YAZAN bir KALEM sahibi vardır. O kitaptaki bütün bilgi birikimi KALEM ile yazılmıştır. Bu ilahi kalem insanlık yaratılınca, bu kez insanın eline tutuşturulmuştur. İnsana YAZAR olması öğretilmiştir. Önce kil tabletlere, papirüslere, kâğıtlara yazıyorduk. Alfabeyi bulmuştuk. Şimdi ise kompüterlerin dilini ve alfabesini bulmuş, monitörlerine MAGNETİK KALEM ile yazıyoruz. Bilgisayar dili de biyolojik şifremizin diliyle özdeştir. Bu sayede laboratuarlarda tek hücrelilerin genleriyle oynayarak yeni türler elde edebiliyor ya da eski türlerin alışkanlıklarını değiştirebiliyoruz. Rabbimizin RAHİM ismi ile ana rahmindeki oluşum arasında süper ilişki vardır. Bilgisayar olmasaydı birçok şeyleri hesaplamamız mümkün değildir. Örneğin bir uydunun çarpmaması için yapılan yörünge değişikliğini bilgisayar hesap etmeseydi, yüz matematikçinin 300 yıl hesaplamaları gerekecekti. Buna bağlı olarak insanın bilgilenmesi de yüzlerce yıl gecikecekti. Hatta günümüzde, bilmediğimizi de bilgisayardan elde edebiliyoruz.
Rabbimizin katmanı bir sibernetik merkez olup (Arş) orada Bilgi işlem KÜRSÜSÜ vardır. Kozmik düzenin programlandığı bellek bantları vardır (LEVHİ MAHFUZ) ve bu programı yapan bir AKILLI (Âlimler âlimi) yaratıcının "YAZ!" diye emrettiği KALEM vardır. Kalem'in yazdığı ise KADER'dir. Yaratanın Aklı küll olan zekâsı insanın irâdei cüziyye zekâsını yaratmıştır. İnsan da kendi tasarımcılığından, yani organik zekâsından, YAPAY ZEKÂ da denen mekanik-elektronik zekâyı, bilgisayar ve robotu başarmıştır. Böylece Allah katından başlayan zekâ gösterisi, sonunda bilgisayarda da tecelli etmiştir.
İNSANA BİLMEDİĞİNİ DE ÖĞRETTİ
Bu büyük Kelâmullah'ın yorumu ve tefsiri aslında ciltler tutardı. Akıl sahibi insanı, beslediği hayvanlardan, ormandaki maymundan ayıran bu öğreti, ALLAH (C) ÖĞRETİSİ'dir. İnsana bilgisayarı da yardımcı olarak veren Rabbimizin, insanı, özellikle akıl sahiplerini her gün eğittiğini, öğrettiğini de sezebiliriz. Bilim ne kadar zor olursa olsun, Rabbimiz bilmediğimizi ARAYANA verir. Kendi katında BİNLERCE BİLİM vardır; bunları gizli ya da açık olarak, bir nimet gibi sahibine iletir. Ancak bu bilimden nasiplenecek kimselerin; KALPLERİNDE mühür, gözlerinde körebe kuşağı, kulaklarında tıkama tamponu olmaması gerekir.
Rabbimiz (Terbiyecimiz) olan ALLAH, kendini inkâr etsin etmesin, her yaratığına RAHMAN'dır. Yani, nankörü de rızıklandırır, doyurur, besler, savundurur, korur. Ama kendisini tanıyana ve teslim olana (müslümanlara) ise ayrıca RAHİM'dir. Onların gönül, göz ve kulaklarını İKİNCİ CENNETİNE açar. Elbette burada söylediklerim "AKIL SAHİBİ" olmayanlara bir şey ifade etmez. Çünkü Kur'an'daki "AKIL SAHİBİ", mühürsüz ve bağsız olanlar içindir. Hidayet (Doğru yol) yoksunu ve yoksulu olanlar ise ne kadar kurnaz ve nefsanî yönde zeki olurlarsa olsunlar, idrak yeteneği vardır. Bilim kurnazlıktan, demagojik zekâdan değil; tek gerçek olan o harika AKILCILIKTAN türer. Bilim bütün insanlığın malıdır. "İnananların ise kaybolmuş malı" olarak hadiste belirtilmiştir. Hatta hadislerin bilimle aykırı olması halinde "BİLİMİ" tercih etmeniz de Resulullah (§) emridir.
Hassas okurlarım, kitaplarımın ateist kesim üzerinde ikna uygulamadığı teessürüne kapıldılar. Üzülmesinler, Rabbimizin bizatihi sözü olan Kur'an bile, onların mühürlenen organlarını açmıyorsa o nûr yanında şu aciz kitaplarımın ne önemi var? Kalp gözünün kapalı olması mü'minde de mümkündür. Böyle biri bilimi gereksiz bulduğu gibi, radikal mü'minin de kitapları "Bilim dışı" bulur... Neyse ki ölümle birlikte, özellikle mahşer randevusunda, bütün bu kilitli gözler açılacaktır. Rahman BAKTIRIR; Rahim ise GÖRDÜRÜR. Biri duyar ama işitmez; ötekisi işitir ama duymaz... Dünyada akıl gözleri kör olanların, ötede gözleri çılgın ateş ile açılacaktır. Bu dünyanın sahte zevklerine, şeytan ve Deccal'in (nefsin sembolünde) sevdiklerine kimin gözü kapalıysa, bilerek bunlara kör olursa, onların da gözü Cennet güzelliklerine açılacaktır. İnanmazsak, yaşar-ölür görürüz. Ölümden sonra dirilir yine görürüz. Cennet mekânınız olsun sevgideğer okurlar. Çünkü şimdi haram ve günahtan sakındığınız gözleriniz, inşallah bizatihi ALLAH'ı görecektir.
O BÜYÜK İKRAM SAHİBİDİR.
(Alak suresi 1-7 âyetler)
***
"... KENDİLERİNE BİLİM VERİLENLER İSE (Kur'an'ın tek doğru olan) GERÇEĞİN TA KENDİSİ OLDUĞUNU BİLİR VE HAMD ETMEYE (tek) LAYIK MUTLAK GALİP OLANIN (Allah'ın doğru) YOLUNU GÖSTERİRLER."
Sebe-6
BİRİNCİ BÖLÜM
BİLİM VE İMAN
KESİM : 1
Niçin Bilim?
Bütün semavî kitaplar, tüm canlıların en mükemmelinin insanoğlu olduğunu bildiriyor. İnsanoğlu bu mükemmelliğini "AKIL" ile nimetlendirilmesinden kazanmıştır. Yaratan kudretin, yarattığı üzerinde tecellisi; cansızlarda "Fizik yasaları", canlılarda "İçgüdü" ve insanoğlunda ise "AKIL" sıralamasıyla kendini ortaya koyuyor.
Aklın soruşturma yeteneği olan BİLİM, insanoğlunun kuşaklar boyu, "Deneme-yanılma-doğruyu bulma" çabaları sonucu "Hak olan tek gerçeğe" doğru mükemmelleşmektedir. Günümüz, suların bulandığı, henüz durulmadığı bir bilimsel kargaşa dönemidir. Bilinçsiz ve amaçsız bir arayış dönemi yaşayan bilim, insanı yorumsuz, doyumsuz ve hatta sorumsuz kılmıştır. Önemli olan bir bilimsel bulguyu tümevarım-tümdengelimle çifte yorumlamak; neyi, niye ve nereye kullanacağımızı bilmektir. Bu denenmemişi yapmak amacındayız sevgideğer okurlarım.
Kuşaklar boyu ektiğimizi, artık biçmeye başlıyoruz. Bulanık sular duruluyor. Deneme-yanılma-doğruyu bulma yöntemi ile dolu bilim tarihimizin, dünya dışına, uzaya taştığı günümüzde, kâinatın uzanamayacağımız öteleri, erişemeyeceğimiz hızları, dehşetli sıcaklıkları, gidemeyeceğimiz başka evrenleri var. Bunları asla laboratuarda oluşturup sınayamıyoruz. Bunun yerine evreni gözlemleyerek, fenomenlere birer teori oluşturuyoruz. Evrensel olayların sınanamayacağının farkına önce, modern fiziğin kurucusu Galileo vardı. Örneğin, bir göksel cismi, gezegeni, "Uzay"a yerleştirdi. "Hiçbir etki olmazsa, bu cismin yerinde durduğunu, ya da bir yörüngede ilerleyerek dönmekte olduğunu" buldu. Onu izleyen Newton da evrensel yasaları, aynı "Beyin jimnastiği" ile oluşturdu.
Einstein bu "Beyindeki deneyi" idealize ve metodize ederek, relativiteyi, kuantumu, teorik fiziğe kazandırdı. Uçsuz bucaksız evrenin gidilemeyecek ücralarını, bir daha oluşturulamayacak yaratılış patlamasını, karadelikleri vb. deney masalarında sınayamıyoruz ama, "Zihinsel idealize deney" ile bundan iyi çözümlüyoruz. Çağımızın bilimi, artık "Teorik"tir. Teorik fizik, deneylerini "Akıl" ile yapmaktadır.
Önceleri, deneme-yanılma sistemi, çok fazla fire ile yanılmaya yer veriyordu. Günümüzde "yanılma payı" yok denecek kadar azalmıştır. Çünkü insan bilgilenmiş, aklımız (labirent karmaşasından kolayca yolunu bulan bir elektronik fare gibi) doğruya yakınlaşmıştır. Gidemediğimiz uzaklara, erişemediğimiz şartlara, sadece akıl yoluyla ulaşıyor, görmediğimizi bile dolaylı olarak da test ve tespit edebiliyoruz.
"Evrenin üstünde, dışında ne var?" sorusuna hiçbir zaman laboratuarda ve deney masaları düzeyinde cevap bulamayacağımız içindir ki, bilim artık teoriktir. Teorik bilimci ise beyin laboratuarında çalışan, zihnine bütün evreni sığdırıp, düşünülemeyenlerin, akla gelmeyenlerin üzerine kafa yoran, belki de en zor mesleğin sahibidir. Bu zorluğa karşılık, ALLAH'a ulaşması da o kadar kolaylaşmaktadır. Felsefe, bir düşünüş tarzıdır ve kişiden kişiye, görüşten görüşe değişir. Fakat bilimin tartışılmaz "TEK DOĞRU"su, kişiden kişiye değişmeyen tek görüş birliği vardır, sabitleri vardır. Kur'an gibi "TEK" bir kitap, akıl sahibi teorik bilimci için istemez bir başvuru kaynağı oluyor.
Evren bilimcilerin, "AKIL YOLUYLA" niçin müslüman olmaya yatkın olduklarını, niçin İslâm'ın batı cephesinde bir Zig-Zag "Bilim cihadı" doğduğunu biraz olsun sezebiliriz, sevgideğer okurlarım...
Haçlı zihniyetini ve uygarlığı temsil ettiğini söyleyen "Tek dişli canavar batı", önceleri bilim üstünlüğüyle İslâmın karşısına dikilmişti. Şimdi ise, medarı iftiharı seçkin bilim adamlarının müslümanlaşarak saf değiştirmeleri karşısında, sürpriz bir çözülmeye uğramıştır. Eski Haçlı şövalyeleri fire veriyor ve "Hilâlli mücahit" oluyorlar. İslâm heyecanına taze kan katılıyor!
Bu teselliye gerçekten İslâm âleminin ihtiyacı vardı: Yüzyıllardan beri süren batasıca ve kahrolası gerileme çağlarının tek sorumlusu, pozitif bilimlerden (Heyet bilimleri, Fen, teknik) yana cehalet utancımız olmuştur.
Önceden lideri olduğumuz bu pozitif bilimlerden sırt çevirmemizin bedelini, ümmetler yarışında geri kalmışlığımızın ezikliği olarak yaşıyoruz. Önceden Ortaçağ aydınlığını yaşayan İslâm, şimdi yakın çağ karanlığında "Cahiliyye çağına" döndü sanki...
KESİM : 2
Bilim imana getirir!
Hep tepeden bakmaya alışmış kibirli batılı bilim adamlarının (Hangi ilahi çağrıyı almışlarsa) İslâma akmaları, kendilerinin bile beklemediği bir dönüşümdür. Buna en başta şaşanlardan, yaşayanlardan biriyim. Hem bir aptal gibi, niçin çok daha önce müslüman olmadığıma hayıflanırım, hem de kıyasıya karşı olduğum İslâmı nasıl böyle benliğimle benimsediğime hâlâ hayret eder dururum.
İyi bir hristiyan disiplini ardından, "Âkil" olduğum çağda, eski dinimin kendi içinde çeliştiğini, akıl ve bilim ile hemen hiç ilgisi olmadığını görerek koptum. Böylece dinsizliğe, tanrısızlığa mecbur kalmıştım. Kâfirliğin, "Denize düşen yılana sarılır" örneği, felsefeleri olan maddecilik (Materyalizm), varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) gibi inançlarla felsefe boşluğumu doldurmaya çalışıyordum. Materyalizmin bilim dışı gerici kalığını, yeni bir köleci toplumu amaçladığını, madde ötesini bütün gerçekliği ile hissetmemize rağmen, göz göre göre inkâr ettiğimizi sezdim. Önceden doyumsuz kaldığım "Hristiyanlık" gibi, o da gerçeğe ters düşüyordu.
Daha sonra "Nemelazımcılık, şövencilik, kozmopolitizm, spirtüalizm" gibi ne varsa, arayışa girdim. Sonuçta aynı boşluğu hep hissettim. Bu kez dünya dinlerini (Özellikle Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya dinlerini) incelemeye aldım. Bunlar, tamamen kapalı, "Açıklığı" olmayan, törenleştirilmiş bir oyun, bir sır gibiydi. Üstelik şeytansı bir şeyler vardı ardlarında...
İslâmiyetin kitabı "Kur'an"ı ise hiç mi hiç düşünmüyordum. "Almanya içlerine kadar dalan akıncıların" nasıl malları yağmaladığının, köy basıp kızlarımızı cariye olarak götürdüklerinin hıncıyla doluydum. Bana göre Kur'an, bu "Yarı barbarların, çöl bedevilerinin ve geri kalmışlığın" bir simgesiydi. Bu yüzden asla ve asla Kur'an'ı okumaya niyetli değildim.
Günün birinde Almanya'da uzun bir tren yolculuğunu yapmam gerektiğinde, kopartmanda tek yol arkadaşım, aşağı-yukarı bir rahibe gibi kapanmış, yabancı asıllı bir kadındı: Belirli aralıklarla "Garip hareketler" yapıyordu. Dayanamayıp bu tuhaf tapınma hareketlerinin nedenini kendisine soruduğumda, çok temiz bir İngilizce ile seferi namaz kıldığını anlattı. Uzun yol arkadaşlığımız boyunca, orjinalinin ve İngilizcesinin birlikte yer aldığı bir Kur'an'ı gösterdi. Kitabı elime aldığımda, kolayca anlayıp hayretle okudum. Bu mübarek kitap âdeta beni esir almıştı. Önceleri, müslümanların, Hz. İsa ve Hz. Meryem'e kıyasıya düşman olup küfrettiklerini ve diğer peygamberlerle dinleri, kitapları reddettiklerini sanıyordum. Ne var ki, elime ilk kez aldığım Kur'an, tam tersine surelere Meryem, Âli İmran ismini bile vererek, ilahi ana-oğulu methediyordu. Hz. İsa'nın "Allah'tan bir kutsal Ruh" ve "Allah kelamı" (Kelimesi) olduğunu ve hristiyan olarak inandığımız gibi, gelecekte yeniden "GERİ DÖNECEĞİNİ" yazıyordu. Daha sonra, teslis gibi yanlışlarımızı biz hristiyanlara yüklüyor, evren bilime ve yaratılış bilimlerine yönelmiş olan aklıma "TAM HİTAP" ediyordu.
Bu Kur'an, diğer kitaplar gibi çelişik, diğer dinler gibi kapalı değildi. Tam tersine, aradığım netlik, açıklık ve çağrı mesajı, ilahî davet vardı. İsminin Müfide Atalay olduğunu öğrendiğim bu saygın TÜRK kadını, eğer benimle yolculuk etmese, mübârek kitabı elime (Hayır, gönlüme) vermeseydi, bugün müslüman olmam söz konusu edilemezdi. Müfide hanım bir vesileydi ama beni ikna eden KUR'AN'ın ta kendisiydi. Kur'an'ın aynı zamanda bir bilim kitabı olduğunu ve doğrudan aklıma hitap ettiğini kavradığım için (Elhamdülillah) müslüman oldum.
Müfide Atalay hanımefendinin bana çok etkisi olmuştur: Bunlardan ilki, kadınların birer zevk âleti, şımarıklık örneği, geri zekâlı aşağı sınıf olduklarına ilişkin düşüncelerimi alt üst etmesiydi. Mü'mine, müslime ahlâkının canlı bir örneği (sanki Hz. Meryem ananın dönüşü) gibiydi. Kadının "Aslî görevinin müşfik bir ANNE, tabiatının sâdık bir EŞ" olduğunu anladım. Hâlen kadınlardan özür diliyorum... Müfide Hanım'ın tesettürüne, bilgisine, iman vakarına, İslâm heybetine, kendisine hayran olmamak elde değildi. Haçlı zihniyetim onun karşısında pes ederek, yerini İslâma hayranlık duygusuna bıraktı.
Müfide Hanım'ın ikinci büyük etkisi ise, milletimi bulmama yardım etmesiydi. İsveç ve Danimarka'ya bölünmüş bir ailenin Almanya'ya yerleşmiş, Almanlaşmış dalına mensuptum ve "Milliyetimin, vatanımın ne olduğuna" ilişkin bir fikrim yoktu; âdeta vatansız kozmopolit biriydim. Ben elit ve enteldim; kalanlar ise tebâmdı (!). Öte yandan asıl annem Eva Weissschild, "Halktan" bir kız olduğu için ve İsveç-Danimarka kraliyet akrabası olan "Soylu" baba tarafımın (von Heiberg) "Yüzkarası" olduğu için, "beni doğuran", İkinci Dünya savaşında öldürülen babamdan arta kalan "ben öz oğlunu, para karşılığında" satmış ve ayrıca bir başkasıyla evlenmiş, beni hiç mi hiç aramamıştı. Dadılar elinde, din masalları ile büyümüş bir yetimdim. Aklım erdikçe anne ve babamı ilk kez sorduğumda, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş putunu "Babam" ve duvardaki müşfik yağlıboya Meryem Ana ikonasını da "Annem" diye tanıştırdılar. Sonra bunların ana-oğul olduğunu, nasıl annem-babam olabileceğini akıl ettiğimde, dünyam yıkıldı: Bu kez mirasımı yemekle meşgul olan "halam ve amcam" kendilerine annem-babam olarak yutturmaya kalkıştılar. Onların sert saraylı disiplini nedeniyle çocukluğumu yaşayamadığımdan ikisinden de nefret ediyorum.
Çok sonra annem ve babamın ikisinin birden öldüğünü söylediler. Lisede iken, bu kez "Annemin yaşadığını, beni yüklü bir para karşılığında satıp, hiç aramadığını" öğrenince, anne-baba kavramlarının iyice düşmanı kesilmiştim. Annemin yeni evliliğinden doğan dört kız kardeşimin ısrarıyla beni doğuranı görmeye gitmiştim. İlk karşılaşmamız, aynı zamanda son karşılaşmamız oluverdi: Buz gibiydi ve beni doğuran, evinde bile ağırlamayacaktı. Otelde kalacağıma tam bir yıkım halinde o "Acele ile bindiğim" gece yarısı treninde "Müfide Hanım"ı tanıdım.
Vatansız, dinsiz, imansız, annesiz-babasız olmamın nedeni, sonradan çok iyi anlıyorum ki, "KADER"in ta kendisiydi. Aslında bir GERÇEK VATANA, GERÇEK MİLLETE ve GERÇEK EBEVEYNE susamıştım. Tabii, gerçek bir DİN İNANCINA ve bilimin tam çözümü olan Allah inancına da kupkuruydum.
Müfide hanım, bütün bunları bir hikmet ile "Oğlum" diyerek bir anda çözümledi. Aslen Ural Türklerindendi; Sovyetlerin (savaş sonrası) soykırımı nedeniyle, göçler aileyi üçe bölmüştü. Bir kısmı Türkiye'ye yerleşmişlerdi ama, kız kardeşi Mançurya üzerinden Japonya'ya, diğer kardeşi de Finlandiya'ya yerleşmişler ve her üç ülkede de "Türk-İslâm cemaatleri" kurmuş ya da bu cemaate katılmışlardı.
Türklüğün kaderi olan "Parçalanmış, yurdundan olmuş" aileler, böylece birbirlerini her yıl ziyaret ederek, hasret gideriyorlardı. Bu nedenle Müfide hanım Finlandiya'ya, ben ise geri dönmek için İsveç'e gidiyorduk. Güney Almanya'dan başlayan ve Danimarka, İsveç boyunca süren tren yolculuğunda birlikte olduk. Müfide hanımın bu "Çok uluslu" yapısı ile benimki arasında benzer bir drama vardı. Fakat o, hak dini İslâm'dan başka, "Milliyetini, yurdunu" da bulmuştu. Çünkü her yeni müslüman gibi, hemen Hicaz'a yerleşmeyi düşünüyordum. Fakat kutsal topraklar başka, Sünneti uygulamak başkaydı!
Dış Türkler başlarına gelen fecaat nedeniyle dinlerine kıyasıya sahiptiler ve her türlü emperyalizme karşı, hiçbir konuda asimile olmadan DİN-MİLLİYET bilinci her an hazır tutuluyor, âdetâ kafa tutuyorlardı. Oysa diğer doğulu islâm milletlerinde bir "Gevşeklik, rehavet ve (Biz kuzeyli ırkların hiç sevmediği) tembellik" vardı. Türk müslümanı ise başkaydı: İlk tanıdığım Türk'ten başlayarak, "BAMBAŞKAYDI". Gerçi, Türkiye'de de bir kısım "Arabesk miskinliği" vardı ama, bunlar diğer islâm ülkelerine göre pek azdı. Müfide hanımın Ural Türklerinden olmasına bağlı olarak, Türkoloji'yi de Türkçe ile birlikte öğrenerek, müslümanlık yanında, Türklüğe tam bir gönül verdim.
Kronik bir yetim olarak, anne-baba yosunluğunun verdiği duble şefkat noksanlığı, çok geç de olsa galeyana gelmiş, bir anda bizi anne-oğul olarak ısındırmıştı. O da bu samimiyeti hissettiğinde, beni yasal olarak "Evlatlık" edindi. O günden sonra, gerçek ve ÖZ bir ANA-OĞUL olarak kaldık. 1973 yılında vefat ettiğinde, tesettürü açılıverdi ve o güne kadar hiç görmediğim saçlarının rengini gördüm, meğer benim annem kızıl saçlıymış da haberim yokmuş!..
İşte, böyle bir müslime hanımefendiyi ÖZ ANNE edinmiştim. Hz. Osman [?] kadar "AR"lı bu anneye, niçin kitaplarımı "ithaf ettiğimi" soran okurlara bu açıklamayı bir borç bildim. Fakat okuyucunun da bana bir karşıt borcu var: Müfide Atalay'a Fatiha okuyan okuruma ben de Rabbimin "ilmini arttırması" için peşinen duacıyım.
Dostları ilə paylaş: |