The miracle of allah



Yüklə 0,86 Mb.
səhifə4/16
tarix28.07.2018
ölçüsü0,86 Mb.
#61444
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16

İLERİ BİLGİLER - 3

YASİN VE UZAYSAL CİFİR

Şimdi yeniden kaldığımız yerden Yasin suresi 40. âyete devam edelim:

"NE GÜNEŞİN AY'A ERİŞİP ONA ÇATMASI, NE GÜNDÜZÜN ÖNE GEÇMESİ (mümkün değildir. Yıldızlar, gezegenler, kuyruklu yıldızlar, insanların yaptığı uydular vb.) HER BİRİ (Kendilerine ölçümlenen yörüngeleri olan ayrı ayrı) FELEKLERDE (Çember, daire, elips, parabol, hiperbol, sinüsoidal yörüngelerde) YÜZERLER."

İvme yani giderek hızlanma-yavaşlama insanoğluna akıl almaz görünmüştü. Kartezyen formüller ivmelendirilen ya da bir itme gücü ile fırlatılan bir cismin menzilinin fırlatan kuvvetin şiddetiyle orantılı olduğunu gösterdi.

Eğer fırlattığımız roket dünyanın çekim sabiti olan G=9,81 değerini yenebilecek 7,3 km/saat değerinden küçükse, ivme sıfırlanınca (Kendi kuvveti bittiğinde) yeniden dünyaya geri düşer. Eğer o cisme verdiğimiz itici güç, dünyanın çekim sabitine eşitse, YÖRÜNGEYE OTURUR ve çevremizde uydu olup döner.

Dünya çekiminden kurtulmamızı sağlayan itici kuvvete "Alt orbital hız" ya da "Kurtulma hızı" denmektedir. Eğer dünyanın çekim eşdeğerinden daha büyük bir itme gücü verirsek, yörüngesi FELEK (Çember) olmaktan çıkar ve uydumuz geniş bir Elips çizen (Eliptik) yörüngeye oturur. Eğer bu hız daha da artırılırsa, artık bizden temelli kopar ve kendi başına bir rota'da (Yörüngede) uzaklaşır.

Dolayısıyla "Felek" terimi eşmerkezli bir çemberden başlayarak, iki merkezli bir elips, ya da izafi eğrilik çapları olan parabol ve hiperbol yörüngelerin KUR'AN şifresidir. Yapay uydularımızın da yörüngeleri bu kozmik yörüngeler taklit edilerek başarılmaktadır. Dolayısıyla uzayda, birbirinden ayrı iki cismin ayrı ayrı yörüngelerde yüzmesi nedeniyle, onların birbirine çarpışması için ancak olağanüstü bir kaza olması gerekir. Bu, otomobilin olmadığı dönemlerde bir "kaza" yapmak kadar çok az ihtimaldir. Her şey kendi feleğinde (yörüngesinde) yüzer. Ancak iki yörünge arasında bizler mekik yapabiliriz.

Fakat iki ayrı Felekten, bir diğerine "Uydularımız" ile geçilebileceğini yani kurtulma hızının büyümesine bağlı araçlarla, dünyadan Ay'a gitmenin mümkün olduğu da Ledünnî olarak anlatılmıştır. Uydularımızın yörünge hesaplarına da önceden "Takdir etti=Ölçü koydu" ilâhi kelâmıyla dikkat çekilmiştir.

Gündüz ya da gecenin birbirini geçmesi ancak "Güneşin Batıdan doğacağı" güne kadar ertelenmiştir. Yani iki gün art arda gündüz ya da gece olması gibi alışılmadık bir anormalite hiç gözlenmemiştir. Bundan başka, bir diğer sır gece-gündüz uzamasının "Periyodik" yani düzenli olduğunu gösteriyor. Yoksa gece ve gündüz, birbirini süre olarak, kural dışı olarak aşmamaktadır. Kutuplarda bile, gece ve gündüz altışar ay olmakla birlikte birbirine eşittir.

Zaten bu kozmik ve ilâhi işleyişte bir aksama ya da bilim adamlarının karşı çıkabileceği bir kusur bulmak mümkün değildir. En küçük bir hata olsaydı evren daha o an helak olurdu. Nitekim Mülk-3. âyette Rabbimiz bizzat aklımıza sormaktadır:

"RAHMANIN YARATTIĞI ŞEYLERDE DEĞİŞİKLİK GÖREMEZSİN. İŞTE GÖZÜNÜ ÇEVİR, HİÇBİR ÇATLAK GÖREBİLİYOR MUSUN?" (*)

(*) "Çatlak"ın Cifir anlamları çok çeşitlidir: Bu kıyametle "Yarılacak" olan göğün ya da bizim "Yarık" biçimindeki çıplak tekillik (olarak, gök yılanı diye isimlendiğimiz ilk bandımızın ilk cildinde anlattığımız) Karadelik kıyametidir. Diğer anlamları da "Kesintisizlik, süreklilik" gibi zaman-mekân olarak devamlılık (Continum); araya bir sınır, durak, gedik, boşluk, başka bir olay ufku vb. konmamasıdır. İkinci bölümde gökteki çatlağın ne anlamlara geldiğini ayrıntılı olarak sunacağız. Daha sonraki cildimizde de göğün nasıl yırtıldığını, bir Sur borusu içindeki bu evrenin biçimi olan 7 sarmallı "Salyangoz" kabuğunun Sur borusuna olan benzerliğini göreceğiz. Kabuğun çatlama biçimi ise KIYAMET isimli kitabımızın içeriğinde yer almaktadır.

İLERİ BİLGİLER - 4

"GECE ÂYETİNİN MAHVI"

YÂSİN-39'da "Gündüzün geceye tecâvüz etmemesinin" iç-içe katlı ve saklı Cifir sırlarından biri de "Ay'ın görünmeyen yüzünün" haber verilmesidir. Bilindiği gibi Ay, dünyaya (%53'ünü) hep bir yüzünü gösterirken, öteki yüzü dünyadan hiç görünmez. Çünkü Ay, kendi çevresinde dönmesini, dünya ile eşleştirmiştir. Ay'ın görünmeyen yüzünü insanoğlu 1968 sonunda görüntüleyebilmiştir. Ama Resulullah, (Kuzeni İ.Abbas'tan bize ulaşan hadisinde) çok daha önceliklidir:

"Ay'ın yalnız bir yüzü dünyaya karşıdır."

Cinlerin de peygamberi olan Resulullah, kendisine "Aydaki karaltı" hakkında soran ümmetinden cin ve insanlara:

"Ay da Güneş gibi (sıcak bir magma) idi." buyurdu ve ardından da İsra-12. âyeti okudu:

"BİZ GECE İLE GÜNDÜZÜ İKİ ÂYET (Delil) KILDIK DA (ha sonra) GECE AYETİNİ MAHVETTİK; GÜNDÜZ ÂYETİNİ DE GÖSTERİCİ ETTİK."

Âyetin birinci anlamı, Ay yüzeyinin söndürülmesi ve ikinci anlamı Ay'ın görünmeyen yüzünün haber verilmesidir. Fakat âyette, Ay'dan söz edilmediği için başka sistemlerde de benzeri olaylar olduğunu anlıyoruz:

Örneğin, Güneş sisteminde kendi çevresinde dönmeyen yegâne gezegen Merküri'dir (Utarid). Güneşe çok yakın olması nedeniyle, süre-durumu (dönme momenti) çekimle frenlenmiştir. Güneşe sürekli dönük yüzü Cehennem gibi sıcak ve insanın gözünü kapalıyken bile kamaştıracak kadar ışıklıdır. Bunun tersine, öteki yüzü sürekli güneşe ters olduğundan, karanlık ve mutlak soğuğa yakın derecelerde buzul soğuktur. Söz konusu âyet Merküri'nin bu durumunu da bildirmektedir. (*)



(*) Dolayısıyla hem "Ay'ın karaltısı" hem de Merküri gezegeninin bu durumu ancak "MAHV" sözü ile açıklanır. Mahv'a daha çok "Söndürülmek" anlamı verilmiştir. Mükaşefe ehli ise, Ay'ın bizzat Logo-meleği olan Hz. Cebrail'in bir kanadı tarafından söndürüldüğünü bildirmektedirler. Bu tanıma göre, böyle bir Vakum (Sıcaklığı emme) olayı varsa, o zaman, Ay'daki kraterler, bir meteor bombardımanı ya da yanardağ sonucu olmamıştır. Bu tür kraterler, "Yenik" denen dış bir etkiyle sanki emilmiş, fokurdayarak gizli sıcağı dışarı vermiş gibidir.

Aynı âyetin Ay'dan Merkür'e, buradan da Güneş sistemine büyütülmüş yorumu, bize "KARADELİK" tehlikesini haber veriyor: Daha önceki kitaplarımda da açıkladığım gibi, yıldız sistemleri en az ikili olmak üzere üçüz-dördüz vb.dir. Güneş de bir yıldız olduğuna göre, "İkizi" olması gerekmektedir; oysa Güneş kural dışı olarak TEK'dir.

Günümüzde, Güneş'in kendisiyle birlikte gezegenlerini ve dünyayı da sürükleyerek aktığı "Kural dışı bir çekilme merkezi" ve "Özel bir çekimsel yönlenmesi" olduğu fark edilmiştir. Yani Güneş, kendini Galaksi içindeki yörüngesinden saptırarak, özel olarak çeken, "Görünmez" bir cisme yönlenmiştir. Ölçümlerimiz, bize (Güneş ile bildiğimiz en son gezegeni olan Plüton'un uzaklığının) Güneş sistem çapının 50 misli uzakta, göremediğimiz yani karanlık bir cismin varlığını haber vermiştir (300.000.000.000 km).

Işımayan ve Güneşi çekecek kadar ağır olan böyle bir gök cismi (çok az ihtimalle bir Nötron yıldız, en çok ihtimalle de) Karadelik felâketi olmalıdır. Bu, Güneş'ten en az 3 kez daha büyük bir "İkiz ya da Ortak" başka bir güneş olup, ömrünü tamamlayarak erkenden çökmeye uğramış, bir karadelik hâlinde bizi kendine çekiyor olabilir. Durum böyleyse, bir çift güneşten birinin MAHV edilmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Daha, sistemimizde kaç gezegen olduğunu bile bilmiyoruz: Keşfettiğimiz gezegen sayısı (dünya dâhil) 9'dur. Oysa Yusuf-4'de bildirildiği gibi 12 tane olmalıdır. Ama en güçlü teleskopumuz bile onuncu gezegeni görmekten âcizdir. Cifir'in bir sistematiği olan Tietz-Bode sayıları gezegen sayısını 12 olarak öngörmektedir. Bunlardan "Mahv" edilen gezegen ise (Mars ile Jüpiter arasındaki) "Asteroit" kuşağı olup, 200 kadar dev parçacığa parçalanmıştır. (*)

(*) Tietz-Bode sayısı birinci gezegeni 6 ve diğerlerini 3-6-12-24-48-96 gibi ikiye katlayarak, güneşten uzağa yerleştirir. Bu dizinin her birine 4 ekleyip 10'a bölerek, gezegenlerin uzaklığı DOĞRU olarak bulunur. Güneş-Dünya arasındaki 150 milyon km. (1) birim kabul edildiğinde, 10 misli uzakta Satürn gezegeni bulunur. Bildiğimiz en uzak gezegen olan Plüton ise 47,2 birim uzaktadır. Fakat Yusuf suresinin Cifir sayısına göre Güneş sisteminin çapı 374,8 birim öteye uzanmalıdır. Buraya keşfedilmeyi bekleyen üç gezegen tam yerleşir. MAHV edilen Asteroit gezegeni, sistemin beşincisi olduğuna göre, dizinin devamı halinde (13, 14, 15, 16. gezegenler varmış gibi) yeni bir MAHV noktası daha buluruz. Bu nokta, Güneş-dünya mesafesinin 6390,8 misli uzaktaki bir BAŞKA KARANLIK ÇEKİM merkezini haber vermektedir.

Galaksi boyutlarında "MAHVI" ele aldığımızda ise, her Kuazarın (Akdeliğin) karşıtında bir de "Mahvolmuş" Kuazar yani Karadelik olduğunu anlarız. Nitekim kuazarlar ve karadelikler birbirinin içinde gezinmektedirler. Bunlardan ikisi Galaksi merkezimizde yer alan MERKEZİ KUAZAR ve/veya MERKEZİ KARADELİK'tir.

Aynı "Mahv" âyetini, evrenin yaratılışı çapında uygularsak, evrenin en başta "İKİ TAKIM" maddeden yaratıldığını bulan bilimle karşılaşırız. Bu iki takım maddenin biri ışımıyordu. (Elektromagnetik değil; gravitik idi.) Ama bildiğimiz evren (Görünen evren) hem gravitik hem elektromagnetiktir. Böylece salt gravitik olan öteki görünmez madde "Mahv" edilmiş, asıl evren ise aydınlığa doğmuştur (Gündüz âyeti).

Daha sonra elektromagnetik-gravitik evrenimiz de "İkiye ayrıldı". Bunlardan birincisi "Görünmeyen" yani zımnî KUVVET alanlarına; diğeri de bildiğimiz "Madde âlemine" dönüştü. Birincisi "Gök" terimiyle (Gece âyeti); maddî (Atomlardan kurulu) evren ise "YER" kavramıyla (Gündüz âyeti) yerine geçer. Bu demektir ki, kuvvet alanları "Mahv" edilerek öylece enerjetik bırakılmıştır (Nötrinolar gibi). Işıyan kuantlar da maddî evreni oluşturmuşlardır. Evren en başta daha dar, daha sıcaktı. Göğün her noktası güneş kadar parlaktı (Gündüz âyeti). Daha sonra genişledi, soğudu ve şimdi olduğu gibi karardı (Gece âyetinin mahvı).

Bütün bunlardan önce de TAKYON-TARDYON yaratımı bir çift TAKIM olup, Takyonik (Esîrî) âlem, insan gözünden "Mahv" edilmiş, saklanmış, gösterilmemiştir.

Künnes genel isminin altındaki bütün Merkezkaç ve Afakî (Objektif) görünüşler birer Gündüz delili, Hûnnes adı altındaki bütün merkezcil kuvvetler ile Enfusî (Sübjektif) her şey gecenin "Mahv" edilmiş birer delilleridir. Çünkü Afak dışarıda görünmeye; Enfus ise içeride gizlenmeye programlanmıştır. (Obje-Sübje / materyalizm-spirtualizm farkı.)

Bu tür yorum ve tefsirler adeta sınırsız uzar gider. Bilim ile ilgili olanın daha kolay idrakine hitap edebilen bu CİFİR sırları, bilgi donanımında, bizlere yorum getirme gücümüzü daha engin kullandırabilmektedir.

Güneş'i "Mahv" edecek olan ise, Güneş'in bir zamanlar kendisi gibi yıldız (Güneş) olan sönmüş ya da "Mahv" olmuş ortağıdır. Güneş kendinden çok daha güçlü bu yöne giderek daha hızlı çekilmektedir. Bu ivmelenme, bizi çeken yabancı çekim alanının katma gravitik değerlerinin zamana da etkimesiyle (Uzay-Zaman hızlanması) çekim-zaman-uzay akışını atbaşı hızlandırmaktadır. Dolayısıyla olayların akma hızı da çabuklaşmaktadır. Zaman, giderek daha hızlandığından, sanki her şey çar-çabuk olup bitiyormuş duygusu verecek, sonra da tersine dünyanın ilk dönemlerindeki gibi yavaşlayacaktır. Karadeliğe yakalanan dünyamızda çekim "gel-git"leri, zamanı bir hızlandıracak, bir yavaşlatacaktır.

"(Gelecekte, kıyamet eşiğindeki bir zamanda çevrenizi kuşatan) O GÖK'ÜN CEREYAN HIZI (Olayların seyretme, akım hızı) ÖYLESİNE ARTACAK Kİ..." Tur-9 (*)

(*) Bu âyetle birlikte "Urcûnî Kadîm"e yeni bir anlam boyutu da verebiliyoruz: Geriye dönüş yani dünyanın ilk zamanındaki gibi pes (Bas) akan bir zamandan sonra akım hızı süratlenecektir. Zamanın tensor gösterdiğini, ilk zamanlar insanların iki misli uzun ve dev cüsseli olup, yüzyıllarca ömür sürdüğünü, yani çekimin az, zamanın yavaş aktığını Arz-Arş dizimizin birinci cildinde sunmuştum. Ayrıca "Kıyamet" konulu kitabımızda da Deccal'ın zamanının, bir güne karşılık bir yıl, bir ay, bir hafta gibi uzayıp, sonra "Saman alevi kadar çabuk geçen bir SAAT" hadisini tecelli edecek, Çekim "gel-git"lerinde çekim "gel"inin zamanı yavaşlatmakta ve çekim "git"inin de hızlandırmakta olduğunu açacağız.

Şimdi Yâsin 40. âyetinin yorumlarını sürdürelim. Güneş ve Ay'ın ve bütün gezegenlerin, her biri kendi çember yörüngesinde dönmekte ve bunlar birbirinin önüne çıkmamaktadır. Böylece Güneş ve Ay'ın birbirine değip yetişmediği, çarpışmadığı anlatılmaktadır. Çünkü ilk insanlar gökyüzünü bir sinema perdesi gibi yani derinliksiz olarak algılıyorlardı. Dolayısıyla, Güneş ve Ay, sanki aynı perde üzerinde, dünyaya eşit uzaklıktaymış gibi algılanınca birbiriyle çarpışıp çarpışmayacağı akla gelmekteydi. Âyet, Ay ve Güneş'in dünyadan farklı uzaklıkları olduğunu önceden bildirmektedir.

Aynı âyetin bir diğer imâsı da (Kürreler evreninde 7 göğün birbirini böylece tedirgin etmediği gibi) zerreler âleminde de "Atomların" çevresinde dolanan elektronların dizilişindeki enerji seviyeleri olan yörüngelerin haberciliğidir. Örneğin ağır atomların 7 kat göğü olan elektron yörüngeleri vardır. Aynı yörüngede bulunan birden fazla elektron da birbirine değmeden (Zıt-spin yaparak) sürekli dönerler. Aynı kural gök cisimleri için de geçerlidir. Genelde iki yörüngenin birbirini kestiği, çarpıştığı bir kaza henüz gözlenmemiştir.

"Gece ile gündüzün birbirini aşmaması" da türlü tefsirlere açıktır. Madde ve antimaddeden birisi gündüzü; diğeri geceyi simgelemektedir. Bunlar, evrenin en başında BİR ÇİFT hâlinde yaratılmışlardı. Madde zamanda ileriye; antimadde zamanda geriye gitmişti. Dolayısıyla bir çift evren, gelecekte bir çember çizip de yeniden birleşecekleri kıyametli günlere kadar ertelenmişlerdir. Aralarına ZAMAN PERDESİ girmiştir.

Gelecek yüzyıllar, ışık hızına yakın seyreden yeni araçlara aday ve gebedir. Işık hızına ne kadar yaklaşılırsa, o oranda "ÖZ ZAMAN KISALMASI" denen zaman gelişmesi oluşur. Zaman duvarının aşılarak, geleceğe geçilmesi olan ZAMAN YOLCULUĞU; "Tarihteki sıralamanın, kestirmeden atlanması" demektir. Zaman yolculuğu başarılana kadar, gece ve gündüz şimdilik birbirlerine erişemez, akışa tecavüz edemezler. Ama zaman yolculuğu gerçekleşince (iki gece ya da beş gündüz) üst-üste yaşanabilecektir. Âyet bu teknolojiye de "İZİN" vermekte fakat bunun yapılması hâlinde, kıyametin "Gizli ve ORTANCA bir alâmetinin" oluşacağını bildirmektedir. (*)

(*) "Çeyrek kala - Çeyrek geçe KIYAMET" isimli eserimizde, kıyametin küçük ve büyük alametleri yanında, "Ortanca ve saklı alametlerini" de okuyabilirsiniz. Anons edildiğinden beri okurlarımızın ilgisini çeken ve "Öncelik" verilmesi yolunda yoğun istek alan "KIYAMET"i; Arz-Arş dizimiz dışında, ayrıca yayınlayacağız. KIYAMET isimli mini dizimiz de "Kıyametin küçük, ortanca, gizli ve büyük alametlerini"; daha sonra, kıyametin oluşumunu ve bunun yeniden dirilişe kadar olan "Çeyrek gecesini" yine BİLİM içeriğinde açıklayacaktır. Ne var ki, kıyametin küçük alametleri, "70 büyük günahın yaygınlaşması, haramın helâl sayılması" konularını içerdiğinden, kıyametin küçük alametlerinden söz edildiğinde, zorunlu olarak sosyal, ekonomik, politik bilimleri de içermekte olduğundan, matematik-fizik bilimler dışına çıkarak, sosyal bilimleri kapsamaktadır. Fakat büyük alametlerle, yeniden bu fiziko-matematik bilimlere dönüş yapacağız. Kitaplarımızın "AYLIK" olarak yayınlanması için, büyük bir program oluşturduğumuzdan, okuyucumuza dizimizin her bandını aylık dergi gibi ulaştırmayı planladık. Şimdiki eserlerimizin gecikmesi, piyasadaki kâğıt sıkıntısıyla ilgiliydi. Bu durumun yinelenmesi hâlinde, elimizde olmayan aksamalara karşı okurumuzdan peşinen özür dileriz.

İLERİ BİLGİLER - 5

KUR'AN'IN KALBİNDEKİ UZAY

Yâsin 40. âyeti izleyen ve surenin tam ortasına gelen 41. ve 42. âyetleri yeniden konu başı edelim:

"ONLARIN ZÜRRİYETİNİ, O YÜKÜNÜ TUTMUŞ BİNEK (Taşıt) 'DE TAŞIMAMIZ DA BİR ÂYETTİR." (Yâsin-41)

Âyetin aktüel (Zahiri) anlamı "Hz. Nuh'un yolculuğuna" dönüktür. O dönemdeki en büyük gemilerin, ancak iri bir sandal (Çektiri) kadar olduğu düşünülürse, onun belki de yüz katı büyüklükteki bir geminin nasıl bir mühendislik harikası olduğu da anlaşılır. Dünyanın bu ilk transatlantiği aynı zamanda, "yüzer bir hayvanat bahçesi"dir. Evrim teorilerinin baş tacı olan "Doğal ayıklama" ilkesinin tam tersine, kozmik bir seleksiyon yapılarak her evli çift hayvandan binlercesi iç bölmelere ve katlara "Biyolojik sınıflandırılma ile" yerleştirilmişlerdi. Bütün bunları bazı akla gelmeyenleri "Vurgulamak" üzere sunuyorum. Değil o çağlarda, bu yüzyılın başında bile böylesine büyük bir gemi yapımı akla-hayale getirilemezdi. Dünya çapındaki bir tufana yakışır büyüklükteki bu geminin tarihi yolculuğu, canlıların ırklarını seçip-korumak (Seleksiyon-konservasyon) ve önceki çağların biyolojik kargaşasını bir defada helak etmeye, kimi canlı neslini yok etmeye yöneliktir.

Ambarlar zahire ve türlü yiyeceklerle doludur. Kargo işlemi mükemmeldir. Kimi hayvan "Evcilleştirilmiş" davarlar, ev hayvanları, kümes hayvanları. Mesihlerinde (Yaradılış, hilkat) olumlu mutasyonlar ve değişmeler olmuştur.

Aynı şey insanın "Seçiminde" de oluşmuştur. 83 insanın da yer aldığı bu geminin halkına önceki din kitaplarının kaynakları "Magami=mongol" demektedirler ki, belki de gözleri çekik ve sarı ırk diye bildiğimiz Çin-Moğol ırkının diğerlerinden kalabalık olmasının sırrı buradadır. Bunun yanında dört büyük din kitabı verileri de Hz. Nuh'un "İnsan benzerlerinden çok farklı" çok değişik bir yapısı ve yaratılışı olduğunu bildirmektedir. Bu değişikliğini kendi çocuklarına aktarmıştır.

Cifir araştırmalarına göre, Hz. Nuh'un dört oğlu, dört temel ırkın daha doğrusu dört Mesih'in temsilcisidir: Oğlu Ham, esmer, zenci ve Hami ırkının atasıdır. Sam ise buğday-beyaz esmer Akdeniz ırkının sâmilerin atasıdır. Yafes, Sarışın (Toton) ırkının atasıdır. Diğer (kâfir olup, tufanda boğulan oğlu Kenan ya da Yam'ın) çocukları da Mongol ırkın atasını temsil ediyor olabilirler. Durum böyleyse Ham simgesinde zenci pigmentasyonu; Sam simgesinde "Merkezi ırk" korunmuştur. Yafes simgesinde, ALBİNO (Saç, göz ve tende en açık renk, süper sarışın-plâtin ALBA ırkı mutant bozukluğu) ortaya çıkmıştır. Yâm simgesinde ise bir fazla (47) kromozomlu "Mongol" hastalığı genlere miras kalmış olmalıdır. O çağlarda zencinin kapkara, şarışının bembeyaz, Mongol mutantlarının tam çekik gözlü ve safran sarısı benizli olduğunu, daha sonra bunların arasındaki evliliklerden, "Ton farkı" ile türlü melez ırkların çıktığı, insan simâsındaki sertliklerin giderildiği akla yatkındır.

Nuh tufanını önemsememizin nedeni, bütün dünyanın ORTAK TEK EFSANESİ olması yanında, bütün semavî dinlerde de çok ÖZEL bir yeri olmasındandır. Atlantis'in bu dönemde battığı da akla yatkındır. Çünkü Atlantis, insanın ırksal hafızası (toplu bellek) kalıtım ile bize ulaşmış mit ve miraslardan biridir. İnsanlar durup dururken, görmedikleri bir şeyden (Tanrı, Cin-Şeytan-Melek vb.) söz etmezler. Bunların belleğin gizli sürekliliğindeki bir uzantısı vardır. Nitekim, genellikle (Tevrat) efsaneleri de, Hz. Nuh'un gemisinde, "Uzak-Kuzey'den" gelen, tenleri tuzlu (Tuz renginde beyaz) denizci bir kavimden iman edenler dışında o kıtanın battığından söz etmektedir. Bunu şimdiki Coğrafya düzenimize yerleştiremeyiz. Çünkü "Hz. Nuh'un nasıl ki insanlarla olan benzerliği az" ise, "Dünyanın da şimdi bildiğimiz dünya olmadığı" yazılmıştır. Dünyanın tufan sonrası şimdiki coğrafik düzenine oturduğu anlaşılmaktadır. Râd-4. âyette yaratılıştaki kıta ve okyanus çanaklarının birleşik iken, bütün-dünya (Pangea) kıtalarının parçalanıp şimdiki görüntüsünü aldığına ilişkin sırlar, âyetin cifirinde "Nuh" ismi ile EBCeD'lenmiştir:

"YERYÜZÜNDE BİRBİRİNE KOMŞU KITALAR VARDIR."

İLERİ BİLGİLER - 6

Hz. NUH TRANSATLANTİĞİ GÜNDEMDE

Yine Nuh Cifiri, Cûdi = Ced (Ataların karaya ilk ayak bastığı zirveler olan) dağını bir içdenizin "Güney ortası" olarak bildirmektedir. Bugün, Akdeniz, Karadeniz, Marmara, Hazar denizi, Orta Asya gölleri (Isığ, Aral, Baykal, Balkaş); bunun yanında bütün sahraları (Büyük Sahra, Önasya, İran-Türkistan, Gobi, Taklamakan, Çungarya vb.) kapsayan bir içdenizin kalıntılarıdır. Hatta hiç bir ırmaktan beslenmeyen Çad gölü de bu kapsama alınmıştır. Bu yapay dev iç-okyanusun göl, çöl ve bütün Sibirya'dan Batı Avrupa ovalarına kadar olan donmuş bataklıkları kapsadığı, coğrafya hesaplarında da tastamam doğrulanmaktadır. Hatta mevsimleri oluşturan (Dünyanın 16'da-bir oranında eğilmesine neden olan) aksımızın sapması da o günlere dayandırılmaktadır. Bu veriler ışığında ve dünyanın minyatürünün "Rüzgâr tünelinde" bizzat ekibimizce deneylenmesiyle (Eşit etki altındaki bir mini tufanda) şimdiki Altın, Himalaya Tanrı dağları yöresinde oturması çok mümkündür. Tufan, asla sanıldığı gibi (Mezopotamya çapında) küçük olmamıştır. Çünkü Amerika yerlilerinin de "AYNI NUH İSİMLİ" tufanları vardır. Gılgamış tufanı, o çağda her uygarlığın kendisini "Merkez" gibi göstermesine dayalı bozuk bir referans uyarınca destanlaştırılmıştır. Oysa "Gökyüzü suyunu tut, yeryüzü suyunu yut!" ilâhi buyruğu gereği, tufan tam dünya çapında, hatta (Yakın geçen Venüs gibi bir gezegenin kozmik sürtüşmeleri dolayısıyla belki de) "Gezegenler-arası" boyutlardadır. Hz. Nuh'un "Tendürünün kaynaması" da pekâlâ bir "Reaktör" olabilir.

40. âyet başında "ONLARIN" ifadesi de, daha önceki yani insan ırkı öncesi diğer ırkların da savaş, tufan, vb. doğal âfetler gördüğünü simgelemektedir. Örneğin, insanlardan çok önce yaratılan cinlerin, insan tarihi öncesindeki âfetleri, tufanları, meleklerle olan genel büyük savaşları ve daha önce değindiğimiz, "Ay'ın sönmesi" dolayısıyla bindikleri bir "BİNEK=Taşıt" da onların sırrını taşır. İnsanoğlunun tufanı ise sonuncusudur. Bir daha gazap olmayacak, fakat KIYAMET ile topyekünleştirilecektir.

Ayetteki "ZÜRRİYET" terimi de, erkeğin baskın ya da çekik (Dominant) olduğu spermleri anlatan "Zerre=genler"den türemiştir. Zürriyet, "Çoğalma, üreme, kuşaklar" demektir. Zürriyet seçilmiş özel bir kelimedir. Mikroskobun bulunmadığı dönemlerdeki spermin ve içindeki kromozom-gen yapılarının da haberciliğidir ki, okurlarım vurgularımı iyice tefekkür etmelidirler. On milyonlarca sperm zerrelerini çıplak gözle görmenin mümkünü yoktur.

ZÜRRİYET türevi, ilk insandan, kıyametin son insanına kadar bütün geçmiş, şimdi ve gelecek kuşakların TOPLUCA ve en genelde tanıtımıdır. Yani ataları, şimdiki ve gelecekteki bütün kuşakları, tek başına "Zürriyet" anlatmaktadır. Dolayısıyla, "Nuh'un gemisi" gibi dev BİNEKLERİN gelecekte de yapılacağı haber verilmiştir. Nitekim insanların "Nuh transatlantiği" boyutlarında gemiler yapabilmesi için binlerce yıl geçmiş, ancak bu yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren tersane mühendisliği dev projeleri gerçekleştirmeye koyulmuştur. Bir başka deyişle Hz. Nuh'un gemisinin rekoru, ancak son 50 yıl içinde "Egale" edilebilmiştir. Transatlantiklerin yapımı henüz pek yenidir ve gerçekte ilhamını Hz. Nuh serüveninden almıştır. Çünkü âyette "TAŞIMAMIZ" ve "DELİL=Âyet" olarak hem teknik hem de proje bildirilmiştir.

Dolayısıyla, geçmişte neyse şimdi ve gelecekte de bu serüven "Tarihin tekerrürü" olarak yinelenecektir. Böylece âyet "TAŞIMACILIK" ile ilgili sorumlu bütün ekipmanı (Araç-taşıt, gereç, mürettebat ve yan endüstriler vb.) açıklamaktadır. Bunun şifresi de "Hamelnâ=Yüklenmiş", gemicilikteki "Tahmil=Yükleme" ve "Yük=Kargo" anlamına yöneliktir. Kara taşımacılığında "Dev taşıtlar" (Örneğin tankerli bir kamyon) katı mekaniğine göre pratik değildir. Ama denizdeki bir tanker için gerçekten çok büyük boyutlar söz konusudur ve çok pratiktir. Bu nedenle âyet "YÜKLENMİŞ" gemilerden söz ederken, günümüzün yüzen kentleri olan dev deniz taşıtlarını bildirmekte ve böylesi bir dev kargoculuğun gerçekleşeceğini, daha tasarruflu olacağını önceden haber vermektedir. (Kendimizi, o günün insanları yerine koymadıkça pek kavrayamayız!)

Şimdi gemi olayını, denizcilikten başka alanlara da getirip-getirmeyeceğimizi test edelim: Bir önceki âyet olan 40. âyet "Yörüngeler" ile Ay'dan ve gök cisimlerinin, daha doğrusu göğe bırakılan her şeyin, bir yörüngesi olduğundan ve cisimlerin bu YÖRÜNGE (Felek=Elips, çember) üzerinde YÜZDÜĞÜNDEN söz ediyor. Bunun "Eylemsizlik" ilkesi olduğunu bin yıl sonra Galilei buluyordu.

Kur'an dilinde yürümek ZEBEHE; yüzmek SEBEHE'dir. Hem bu SEBEHE'nin hem de SEYİR (Yol kat etmek) kelimelerinin "S" harfi, Yâ-Sin'in "S" harfi Cifir şifrelerinden bir başkasıdır. Aslında Sami-Hind tılsımlarında ve bunun türevlerinde ve Hind-Avrupa dillerinin birçoğunda da cifir şifreleri "Kelime" olarak kendini ortaya kor. (*)



(*) Örneğin İngilizcedeki Sail (Seyl okunur) yüklemi seyretmenin ağız değiştirmiş biçimidir. Türkçede Seyir iki anlamlıdır: İlki İngilizce karşılığı "Watch" olan seyir (seyirci, perde, ekran maç izleyicilerine teşmil edilir) bakmak, izlemek anlamındadır. İkinci olarak "Seyir" denizci, havacı ve trafik terminolojisinde kullanılır. Seyrüsefer (Trafik), Seyran (Gezip-görmek, temâşâ etmek), gemicilikteki Seyir subayı, hava kontrolörlüğündeki terimler "Seyir kulesi" uçakların seyretmesi, Seyyar=Gezgin, seyyare=taksi ve gezegen vb. Seyir ile ilgilidir. Hatırlanırsa, Ya-Sin'in S harfi, Sefine=Gemi, Süvari=Binici, kaptan yanında, burada ayrıca Sefer=yola çıkmak ve Sebehe=yüzmek anlamına gelen CİFİR sembolleridir. Kur'an'ı bu Cifir tılsımı ile soruşturduğumuzda, meal, tefsir ve yorumlarda bilgimiz oranında ufuklara ulaşırız. Kur'an'da "Bu verdiğimiz misaller var ya, onları bütün insanlar için veriyoruz ama onu yalnızca âlimler anlar" âyeti, Cifirin ana anahtarıdır.

40. âyetin Ay-Uzay'dan söz etmesinden sonra, birden 41. âyetin "Dolu dolu gemilerden" söz etmesi, uzayın fethinin de yine bu tür "Dev gemilerle" olacağını bildirmektedir. Gerçekten de geçmişte ve şimdi zürriyetlerin kuşaklar boyu gemiye bindirilmesi, taşınması, kargoculuk, birden çağımızda "Uzay"a da mal edilmiştir. Klâsik denizcilikteki bütün terimler, şimdi uzay-havacılık için de geçerlidir. Şilep derken bir gemiyi kastetmemiz neyse, "Uzay gemisi=Feza sefinesi" dediğimizde de dev uzay teknolojisini kastettiğimizi biliriz. Bir uzay gemisinden söz ederken, artık onun uçtuğunu, yani havada seyrettiğini biliriz. Uçaklar bile günümüzde "Seyir" etmekte, "Seyir Kulesinden" izlenmektedir.

Sivil ve askerî denizcilik terimleri (Amiral, Süvari, Güverte vb.) uzay terminolojisi için de geçerlidir. (Özellikle öncü bilim-kurgu eserlerinde kullanılmıştır.)

İnsanoğluna yasak bir ortam yoktur: Katı, sıvı, gaz, enerji-uzay ortamlarında yolculuğu sırayla becerip başarabilmektedir. Buna klâsik olarak "Dört unsurda SEYRETMEK" deniyor.

TOPRAK unsurunda "Kara araçları" vardır ki, bunlar yüzmez yol alırlar. Bu yol almak hem yolların karmaşası hem de engebe yükselmeleri nedeniyle çok indi çıktılı ve dağınıktır. Düzgün bir geometri değil, bir şebeke (ağ) biçimi görünür (Zebehe).

SU unsurunu insan "Deniz araçları" ile aşmaktadır. Buna SEYİR ve SEBEHE=Yüzmek denmektedir. Su unsurunda kara yolu değil, rota kavramı vardır; kara unsuru gibi "İndi çıktı" (Denizaltılar dışında) söz konusu değildir ve rotalar düzgün geometriktir.

HAVA unsuru ise öncekiler gibi 2 boyutlu değil 3 boyutludur ve "Gök taşıtları" ile anlatılır. Su unsuru gibi "Seyir ve Sebehe = Yüzmek" fiili sıvı ve gaz dinamiğinin, akışkanlar mekaniğinin sonucu yakıştırılmıştır. Atmosfer içi uçuşlarda yine rotalar bulunmakla birlikte, atmosfer dışı yani uzaya açılan yolculuklarda, artık rotalar son derece düzgün çemberler olmaktadır ki buna YÖRÜNGE demekteyiz. Uzay araçlarımız, (Süre-durum ilkesince) uzaya serbestçe bırakıldığında bir "YÖRÜNGEYE" otururlar. Bu yörünge, yeryüzü ve deniz yüzü kargaşasının tersine son derece "Düzgün geometrik"tir. Böylece uzay taşıtlarımız ve uydularımız, tıpkı gök cisimleri gibi "Atalet = Eylemsizlik, süre-durum" ilkesine tabi olarak düzgün geometrik yörüngelerde seyrederler. Zaten "Feleklerde yüzmek" ile kastedilen de budur. Felek bilindiği gibi "Sinüsoidal" ve "Dairesel" eğriliği olan her şeyi kapsamaktadır. Çember, elips, parabol, hiperbol ve tüm dalga mekaniği tarzı yörüngeleri önceden bildiren Kur'an'ımız, bu terimle ayrıca uzayın EĞRİLDİĞİNİ de anlatmıştır. Uzayın düz olmadığını, eğrildiğini "FELEK" terimi tam açıklamaktadır. Ayrıca Sinüsler "Bukleli (saç) gibi yollara sahip gök hakkı için" (Zariat-7) âyetinde yer alır.


Yüklə 0,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin