KESİM : 3
Bilim Allah delilleridir
Aradığımı artık islâmiyet'te bulmuştum. Aradığım ise, "Bilim ile uyuşan herhangi bir GERÇEK" idi. Kur'an'ı hıfzettiğimde, gördüm ki, bilim adamının aradığı "Hedefler" orada yazılıydı. Evrenin mimarı, kâinatın bileni olan yaratıcı ALLAH (c), bilim adamlarına hedef gösteriyordu: Bu demektir ki, bütün evrenleri "Dışında kalarak bilen, kontrolünde bulunduran" ve her dediğini çağlar boyunca bilim ile doğruladığımız bir YARATICI (Mütekevvin, Hâllak) ALLAH vardı. İşte "O"na teslim olmuştum!..
Önceleri, "TEK başıma kaldığımı" sanıyordum. Fakat (Benden önce ve sonra) pek çok ünlü batılı bilim adamının, aynı hidayet yolundan geçtiğini, bir vesile ile (Gizli ya da Açık) müslümanlar olarak Zig-Zag adıyla bir (İcmaî ümmet-vel) cemaat oluşturduklarını anladım.
Ben ve benzerimde olanlar için, bu beklenmedik dönüşümün bir tek açıklaması vardı: ALLAH (c) hidayet yolunun ilâhi yordamına, AKLEN ve TAHKİKEN ulaşma kerameti BİLİM'den gelmekteydi!..
Üçyüzden fazla batılı bilim adamı aynı kerameti yaşamış, kendilerinden başka aileleri, öğrencileri, izdaşları ve ikna edebildikleriyle birlikte, bilim aracılığıyla İslâm'a teslim olmuşlardı. Demek ki, dünya zırvasından Rabbimize ulaşan zirveye giden anayollardan biri de "BİLİM"in ta kendisiydi!..
Allah'a mir'aç eden bu dağın dört yamacı dört "İ" harfiyle mümkündür. Bunlar; İMAN (İtikad), İBADET (Abitlik, kulluk), İRFÂN (Âriflik, aydın-ilerici ve veli, mürşid [?] mü'min), İLİM (Bilim, Allah'a yönelik öğretiler topluluğu) Ledünni şifresindendir. Hepsi de "İLLİYYİN" denen bir VAHDANİYETE toplanırlar. Bu da İHLÂS ile şifrelendirilir.
Bilim bulur. Fakat bulunan kavaram kendisine bir yorum bulunmasını bekler. İşte yorumlama gücünden de "Bilimin amacı olan Yaratanı yaratığı ile kavramak" amacı doğar. Çoğunlukla hurafe ya da batıl boş inanç kabul edilen "Din" verilerinin bilgisiz, yorumsuz ile bilen sorumsuz elinden kurtarılması bilim ile olur. Bilim ile imana gelen bizler, en büyük bilim kitabının da Kur'an'ı Hâkim olduğunu biliyoruz.
Önceki bandımızda yazdıklarım fantazi değil; doğrudan bilimsel yasalardır. Örneğin ışık hızıyla gitmenin çelişkilerini bize anlatan relativite ve evrenin yaratılış sırrı olan Kuantum teoremleri zaten bilim adamını istemeden kurgu-bilim yazarı haline getirmiştir.
Karadeliklerin bulunması da bunun tuzu biberi oldu. Bu kez kurgu-bilim yazarı haline gelen bilim adamlarının "Din adamı" görevini yüklendiklerini görüyoruz.
İsra suresi 9. âyet: "Geçekten bu Kur'an insanları en doğru yola iletir" mealindedir ve bunun kapsamında BİLİM teorileri vardır. Teorilerimin sağlamasını hep Kur'an yapmış, "Doğru yola" sürüklemiştir. Birçok eksiğimi de Kur'an tamamlayacaktı. Örneğin En'am suresi 38. âyette, "Bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" kerametini yaşamışımdır.
Allah bilim konusunda tekrar tekrar teşvik etmektedir. "Oku!" emri uyarınca okur olmak ilk şart oldu. "Kalemle öğretti" yazarlığın sırrı, "İnsana bilmediğini öğretti" ise "Bilim" sırrıdır.
Daha sonra ise şöyle buyuruyor:
"Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?" (Zümer-9)
Sonra da Rabbimiz, Kur'an yorumunun ta kendisi olan BİLİM'e sayısız davetiye çıkarıyor; âyetler, misaller ve deliller göstererek, bilim yapmaya teşvik ediyor:
"HEM BU (Verdiğimiz) MİSALLER VAR YA, BİZ ONLARI İNSANLAR(ın mü'min, âbit, ârif, âlim ve mesleği bilim olanlar) İÇİN VERİYORUZ. BUNA RAĞMEN ONLARI(n içindeki, kimsenin akıl edemeyeceği vurguları) ÂLİMLERDEN BAŞKASI ANLAMAZ." (Ankebut-43)
Bu öyle bir avantajdır ki, bütün insan dereceleri içinde, sadece âlim'e verilen bu imtiyaz, aslında, âlimi korkudan titreten, sonra da imana getiren, başka insanların kaldıramayacağı kadar büyük kozmik bir zelzeledir:
"KULLARI İÇİNDE YALNIZ ÂLİMLER ALLAH'TAN KORKAR!" (Fâtır-28)
Çünkü doğru bilim üzerindeki bilgin yani burada kastedilen ÂLİM için verilen misaller (Gözlem konusu) ve deliller (Varsayım, hüküm destekleyiciler) sonunda ALLAH öğretisi teorilere ulaşmaktadır. Teori ise Rabbin en büyük ÂLİM olduğunu bulmakta, "AKLI KÜLL" ile buluşan "AKLI CÜZZ" sahibi bilgin, onunla birlenmek gibi bir depreme tutulmuşçasına korkmakta, titremektedir. "Zilzâl" diye başlayan ZELZELE suresinin örtülü (Ledünnî) sırlarından ve Zig-Zag adının nedenlerinden biri de budur.
Yanlış bilim sahipleri ile doğru bilim ve akıl sahipleri hakkında hakemlik Câsiye-17'de verilmektedir. Bugünkü batı bilimi yahudileştirilmiş, üniversite ve laboratuar tekeli kurulmuş, adına da "Resmî bilim" denmiş, tek tip olarak okutulmaktadır. Söz konusu âyet, İsrailoğullarının geçmişte dünyalara üstün tutulduğunu, onlara din konusunda da belgeler verildiğini, ancak "doğru ve yanlış", "ahmaklık ile akıl" ayrılığı çıktığını belirtiyor:
"... ANCAK KENDİLERİNE BİLİM İNDİRİLDİKTEN SONRA, BİRBİRLERİNİ ÇEKEMEDİKLERİ İÇİN AYRILIĞA DÜŞTÜLER. (EY MUHAMMED) AYRILIĞA DÜŞTÜKLERİ ŞEYLER HAKKINDA, KUŞKUSUZ RABBİN, KIYAMET GÜNÜ ARALARINDA HÜKMEDECEKTİR." (Câsiye-17)
Günümüzde bu alışkanlık sürüyor; yanlış bilim sahiplerinin basit çıkar ya da bilimi tanrısızlaştırma çabaları "Resmî bilim" ardındaki bir mafya elinde tarihin tekerrürünü yaşıyor. Bugün, bilimin Vatikan'ı sayılan Hristiyan Birleşik Amerika'da en makbul bilim adamı Musevî'dir. Sonra "Tanrısız" olanlar, bunu hristiyanlar izlemektedir. Müslümanların lafı bile geçmez!..
Oysa biz müslümanlar, Kur'an'ın çelişmez doğru hedeflerini bilimsel düşünce içeriğinde teorileştirip, ayrılıklardan müstağni kalabiliyoruz. Kur'an, yanlış bilim sahiplerini Âlim saymaz; ancak doğru bilim ve akıl sahibi olanları bu yetkinliğe aday göstermektedir.
Dinimizde bir ayrılık ya da aykırılık yoktur. Bunu varmış gibi gösterenler ise, yeterli bilgisi olmayanladır:
"ALLAH HAKKINDA BİLGİSİ OLAMYANLAR (ayrılığa düşerek, gereksiz ve yanlış) TARTIŞMAYA GİREREK, ŞEYTANIN TUZAĞINA DÜŞERLER." (Hacc-3/4)
Her üniversite mezunu, diploma, kariyer, makam, ödül koleksiyonu sahibi; "AKIL SAHİBİ", doğru bilim sahibi (ÂLİM) değildir. Doğru ve tabiî yol üzerinde olmayanlar, bilimi ne anlamış ne sindirmiş sayılmıyorlar:
"BİLİMİ YALNIZCA DOĞRU ÜZERİNDE OLANLAR ANLAYABİLİRLER." (Muhammed-16)
Doğru yolun ne olduğunu KUR'AN hedeflemiştir. Bilim ile Kur'an'ı birleştiren pozitivist bilginlere ve velilere [?] işaret olmak üzere aynı surenin 23/24. âyetleri şöyle buyuruyor:
"KUR'AN'I YALNIZCA DOĞRU YOL ÜZERİNDE OLANLAR ANLAYABİLİRLER."
Âlimlerin (hidayet denen) doğru yol üzerinde olmaları, onları er-geç amaçlarına ulaştırır. Çözümlemeleri gerçekleşir, Âlimi Cüzz, Âlimi Küll ile buluşur.
"... BİZ KUR'AN'I BİLENLERE BESBELLİ EDELİM DİYE GÖNDERDİK." (En'am-105)
İnsanın bilgilenmesinde, en alttan en üste bir sıralama vardır: Bu yedi basamak çok önemlidir. Birlikte izleyelim:
"... İşte bunda (verilen misalde) AKLINI KULLANACAK bir grup için elbette DELİL var." (Râ'd-3)
"... İşte bunda, İYİCE BİLMEK İSTEYEN bir grup için elbette delil var." (Bakara-118)
"... İşte bunda, DÜŞÜNECEK bir grup için elbette delil var." (Nahl-69)
"... İşte bunda, İYİCE DÜŞÜNECEK bir grup için elbette delil var." ( Nahl-13)
"... İşte bunda, İYİCE ANLAYACAK bir grup için elbette delil var." (Nahl-12)
"... İşte bunda, İYİ BİLEN bir grup için elbette delil var." (Neml-52)
"... İşte bunda, İNANACAK bir grup için elbette delil var." (Nahl-79)
Ayetlerdeki ince ayrım, verilen örnek (ya da dikkat çekilen bilimsel veri) üzerinde "Aklın kullanılması" ön şartını koşuyor. Dikkatli bir bakış bu iş için yeterlidir. Sonradan "Daha iyi bilmek" için gözlem-deney tavsiye edilmektedir. Gözlemler üzerinde "Düşünmek" gerekiyor. Bu da sözünü ettiğimiz "İdealize beyin deneyi, zihin jimnastiği"dir. Bir gözlem ve deneyden çıkan türlü hipotezler olabileceği için, "Hüküm" verilir. O zaman bu hükümler üzerinde deneme-yanılmayla "iyice düşünmek" gerekiyor. Hipotezin, varsayımın teorileşmesi için "iyice anlayacak" bir gruba dikkat çekiliyor. Sindirilmiş, özümsenmiş bir teori ise "İyi bilen"ler elinde doğrultulur; ispatlanır. Fakat bu "İyi bilen"lerin; bilimin hem gösterdiği hem gizlediği ALLAH (c) sanatına, yaratanına "İNANMASI" hâlinde, BİLGİN sayılacağı belirleniyor. Batılı Bilim Adamları'nın son durağı olan İSLÂM'ı kabullenmeleri, bu son âyetin sırrındandır.
Böylece "İnsanlara" her şeyin "AP-AÇIK" verildiği, fakat bu açıklığı yalnızca âlimlerin anlayabileceği; kriptolojik, ezoterik anlamda verilmiştir.
Kur'an ve bilimin aynı şey olduğunu bildiren birçok mübârek Hadis-i Şerif'e bir örceki bandımda zaman zaman yer vermiştim. Bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır: "Kur'an bütün bilimlerin anasıdır. Dünya (Maddî evren vb.) ahirete (Öte evrenlere) ilişkin ne kadar bilim varsa ondan türemiştir." Bu hadis'i bilginler, Kur'an'ın 77200 (bilinen, bulunacak olan ve bulunamayacak ya da gaybî katlardan verilen) bilim dalı içerdiği biçiminde yorumlamışlardır. Kur'an'ın ARŞ'taki orjinali olan LEVHİ MAHFUZ ya da "Kitabı Mübiyn"de, bütün varlıklar; zerreden küreye, diriliği öncesinden ölümün sonrasına kadar, diri ölü bütün tutanaklarıyla en önceden belirlenmiş, her varlık ya da öz (Nefs) kendi başına bir bilim olmuştur:
"NE YAŞ (Brüt) NE KURU (Net) HİÇ BİR ŞEY OLMASIN Kİ, KİTABI MÜBİYN'DE (Önceden kayıtlı) OLMASIN." (En'am-59)
Nasıl ki Kur'an'ımız, "Arş"taki Levhi Mahfuz'un "Arz"daki yansısı ise, göksel bilimlerin de yeryüzünde böyle bir yansısı, delili olduğu söylenmiştir:
"GÖKLERDE VE YERDE NİCE DELİLLERVARDIR Kİ, BUNLARDAN YÜZ ÇEVİRİCİ OLARAK, ÜSTÜNE BASIP GEÇERLER." (Yusuf-105)
Gerçekten de, insanların üzerine (deyim yerindeyse) sanki "Ölü toprağı" serpilmiştir. Gaflet (uyanık olmama), kavrayış ve dikkat noksanlığı, kafa yormama acizliği, umursamama, önemsememe, düşünce tembelliği, boş şeyler; insanları bilimden uzak tutmaktadır. Çoğu insan, bir aptallık kutusu önünde, hipnoz etkisine girmişler âdeta... Yukarıdaki âyet, düşünmeyen mü'minlerle münâfıklar ve kâfirler için toplu bir hitaptır. Mü'min (İnanmış) koca ömrüne her şeyi sığdırmış, fakat bilime zaman bulamamıştır (!).
Âyetler, (Önceki kitaplarımdan da izlendiği ve seri boyunca yazacaklarımdan da anlaşılacağı üzere) sayamayacağım kadar LEDÜNNÎ (şifre-bilim) anlamlar içermektedir. Burada şifre olan hitap, her çağın bilgesine, her dönemin bilginine olan özel bir ipucudur. Bu ipuçları her zaman aşamasında çağdaş uygulamaları için Âlim'e ışık tutmaktadır. İnşallah, bir KUR'AN tefsir denemesinde bunları sunacağım.
Ayetler bir yana, Resulullah'ın (En sıradan görülen) mübarek sözleri bile inanılmaz Ledünnî kehanetlerin habercisidir. Hadislerde olay yoksa söylendiği çağın malı olmaktan çıkar, her çağın süzgecinden geçirilebilir. Bu tesbitlerimi yazmaya kalksam, herhalde başlıbaşına bir kütüphane doldururdum. Sadece bir örnek verip geçiştirmek istiyorum.
Resulullah, saçımıza zeytinyağı sürmemizi tavsiye etmiştir. Hatta bu tavsiye, bir kısım mü'minlerde "Vıcık vıcık yağı saçıma sürüp bitlendirmenin anlamı ne?" itirazı uyandırdığından, kendince anlamsız gördüğü ir hadise "sahih olmayabilir" diyebiliyor. Oysa hem hadis tamamen sahihtir hem de söylenen doğrudur.
Hadisin söylendiği dönem, bilindiği gibi sabunun keşfinden öncedir. Sabunun ana maddesi olan zeytinyağı, bekletildiği kablarda, uygun koşullarda yavaş organik çözünme sonucu (Adı üzerinde) ARAP SABUNU hâline gelince insanlığa kazandırıldı. Eğer bu sıvı sabunu fırınlarsanız (suyunu alırsanız) kalıp sabun olur. Eğer bu sıvı sabun alkol ve katkı maddeleri ile konsantre edilirse adı "Şampuan" olur. Bu şampuana ayrıca zeytinyağı desteği yapılırsa, saç toniği elde etmiş oluruz.
Gözümüze çekmemize izin verilen sürme ile rimel gözlük lens gibi türlü bağlantılar kurbilirsiniz. Hadisleri baştan keşfetmeli, Resulullah'ın neyi, niçin, niye ve nasıl haber verdiğini kavramaya çalışmalıyız. Çünkü, özellikle "ÂHİR ZAMAN MÜSLÜMANI" diye bize seslenmektedir, Resulullah Sallallahu Aleyhi vr Sellem!
Hadislerde bile başlıbaşına bilimsel sırlar varken, artık âyetlerin "HER ÇAĞA HİTAP EDİCİ ÖZELLİĞİNİ" (Çağların eskidiğini,"Kur'an'ın yenilendiğini"), çağlara göre adaptasyonunun "Âlimlerin anlayabileceği" biçimde işaretlendiğini anlayabiliriz. (*)
(*) Her âlim aynı zamanda ârif, âbit, mü'min, teokrattır. Ama her ârif ya da teokrat, âlim değildir. Bu nedenle, ÂLİM'in peşine takılmaktan başka çare yok. Çünkü gelecek çağlarda artık kerâmet BİLİMDE, ÂLİMİN KILAVUZLUĞUNDA olacaktır. Geleceğin Âlimi aynı zamanda din adamı olmak zorunda kaldığından bu yeni çağ (Mehdi'nin doğumu, Hz. İsa'nın inişi, kıyamet alametleri dönemi) hiçbirimizin aklına getiremeyeceği kadar inanılmaz olaylara gebedir. Arz-Arş serisi dışında yer alan "Kıyamet serimiz" bu konuları ayrıntılayacaktır.
KESİM : 4
"Hiç bilimsiz Kur'an olur mu?"
Bilimle desteklenmiş imanın yüceliği gönlümüzde olduğu sürece, mürtecî, yobaz diye itham eden çatal dillerin hedefi olmaktan kurtuluruz. Onlardan önce ve en başta bizler gerçek irtica olan taassuba karşı çıkmalıyız ki, onlar hizaya gelsin, düşmanımızın da silâhı elinden alınmış olsun; irtica-taassup terimlerinden gocunuyorsak, onu kabullenmiş, üstümüze alınmak durumuna düşeriz. Okurlarım bu tuzaktan uzak durmalı, taassubu ve cehaleti olandan kaçınmalıdır. Çünkü ortaçağda hristiyanlık o kapkara irtica taassubuyla cehalet kokarken, aynı dönemde İSLÂM bilimin nuruyla ap-aydın ışıyordu. Bunun gerçek İSLÂM olduğu akılda tutulmalıdır. İSLÂM ilericidir, bilime dayandığı sürece taassuba aman vermediği için ortaçağı-yeniçağı nuruna boğmuş, hristiyanlığın zifiri dünyasını bile bilim nakliyle aydınlatmıştır. Bu nur, AKLIN aydınlığıdır.
Akılcı olmak zorundayız: Çünkü âyetler bile "Akıl sahipleri için âyetlerimizde bir DERS vardır" biçiminde akılcı düşünceyi öngörmektedir. Rabbimizin ilk yarattığı varlık bizzat kendi nurundan oluşturduğu AKIL'dır. Akıl Nur'dur. Akıl yoksunu olan yüzkaramız, gerçek yobazlık olup onları kendimizden soyutlamalı, asla arka çıkıp cesaret ve ümit vermemeliyiz. Çünkü onlar bizi içimizden vuran SÜFYANİ'lerdir.
Şu iyi bilinmelidir ki, DİN değil; insanlar bozulmaktadır. İster taassupla ister batı taklitçiliği biçiminde olsun bu bozulmanın ikisi de bizden değildir. Batının taklitçiliğini her yönde alıyor, bozgunculuğunu yapıyoruz. Batının bize satamadığı tek şey bilimdir. Çünkü bilim zordur, ibadet kadar zor gelir insana... Bilim kolaydır, ibadet kadar kolay gelir insana...
Allah'ın ilmini öyle basit bulacağımızı umuyorsak aldanırız! Rabbimizin kâinat sistematiği kolay, kısıtlı sanılırsa hem aldanmış oluruz, hem de "Duraklama-gerileme" döneminin o batasıca inadını sürdürmüş oluruz. O zaman da "Doğu-Batı uçurumu..." gibi yakınmalarımızı, kıyamete kadar dilimizden düşüremeyiz.
Rabbimizin ilmi gerçekten zordur ama, AKIL'a BİLİM denen öyle bir imtiyaz vermiştir ki, insan aklı evreni de aşıp ona uzanabilmektedir. Evrenden geniş olan beyin bu başarıyı yalnızca bilimle elde eder; çünkü islâm ve bilim kenetlenmişlerdir. Akıl ve Bilim sahibinin eserlerinde anlayamayacağımız yerler olsa bile, akılda kalanlarla ufuklarımız bir kaç misli engin iklimlere genişler. Bilime verilen (örneğin burada okuduğunuz) bir saatin "70 yıllık ibadet sevabına denk olduğunu" bilerek okuyunuz sevgideğer okurlarım. Kur'an'ımızın çok ileri yorumlarına bilimle ulaşıp, ÂRİF oluruz. Bilimin olmadığı yerdeki boşluğu ise TAASSUP cehaleti doldurur. Bilim aydınlık ve bilgidir; taassup ise karanlık ve cehalettir ve de rezalettir. Resulullah bu konuda diyor ki:
"Allah bir kulunu REZİL etmek isterse onu İLİMDEN MAHRUM kılar." Rezil olmaktan kurtulmanın sırrı de Ta-ha/114'dedir:
"RABBİM İLMİMİ (Çokça) ARTTIR."
İlim insanı rezil olmaktan koruyan ömrünün şerefi ve bereketidir. İlim öyle özgür bırakılmıştır ki, bunu özgür kullanmam da yadırganabilir. Biz güneşe gidemeyiz ama güneşi aklen dünyaya getirir ve sırrını çözeriz. Aynı şey dinî bilimler içinde geçerlidir. Din bilimleri kalıpları değişmeden tekâmül eder ve her çağa göre yenilenir. Meselâ "Deveye sağdan besmele ile binilir"; şimdi uçaklar hatta uzaya giden roketler var. Geçtiğimiz Kurban bayramı namazını Uzay'da kılan Arap prensi, uzay mekiğine sağ ayağını besmeleyle atarak bindi. Burada değişmeyen şey "BESMELE"dir. Yani besmeleyi değil, bindiğimiz araçların değişimini incelemeliyiz. Ne var ki, taassup tuzağına yapışmış kimseler, (Arap prensinin bile namaz kıldığı) uzaya gittiğimize inanmıyorlar ve hâlâ deve tartışılıyor. Ben önüme deve getirilirse ona besmeleyle binerim. Bu uçaksa ona besmeleyle binerim. Hatta Hazerfan Ahmet Çelebi ilk uçaktan 400 yıl önce yaptığı (Galata Kulesi'nden Üsküdar'a kadar uçtuğu) PLANÖR'üne BESMELE ile binmişti. Ama onu şeytanın uçurduğuna, Allah'ın ilmine karıştığına fetva verenler başını vurdurttular. İşte taassub, şeytanın mü'mine hazırladığı en büyük tuzaktır: Bu kahrolası taassubun acısını bütün islâm âlemi çekmiştir. Çünkü eğer, uçağın bu ilk biçimi üzerinde durulsaydı, şimdi islâm roketleri uzayda tur atacaktı. Avrupa, Hazerfan'dan 4 yüzyıl sonra ancak "Balonu", daha sonra da "Uçağı" buldu ve uçmayı öğrendi. İslâmda da kimse korkusundan Hazerfan deneyini bir daha ele alamadı. Taassubu çoktan yenen batı ise uçağı, dört yüzyıl sonra yeniden keşfetti, artık roller değiştiği için uzaya onlar önce hâkim oldular.
Bilim, TAASSUB denen canavarı önleyecek tek çaredir. Çünkü taassub, geçmişte "cehaletten", şimdi "Âbit=ibadet edenden", yarın ise "Ârif" olandan çıkacaktır. (*)
(*) Kıyamet alametlerini içerecek olan "Çeyrek kala ve çeyrek geçe kıyamet" isimli seri dışı eserimizde, kıyametin büyük alametlerinden biri olan Hz. Mehdi denen sonuncu evliya [?], müceddid ve en büyük âlim'e karşı çıkacak olan modern bir taassub ordusu bulunacaktır. Bunlara ilgili hadislerde "Süfyani" taraftarları denmektedir. Şiiler ise aynı Süfyani'ye "Kaim" adını vermişlerdir. Hz. Mehdi ve ona biat edenlerin tek tip Sünnet ve kıyassız BİR TEK İSLÂM birleştiriciliğine, ayrılıkçı olarak çıkacak olan bu Süfyani ya da Kaim denen geleceğin "Ültramodern" (Bilgisayarlı, roketli, ışın silahlı, üniversite mezunu, süper ârif olan) taassubu, Hz. Mehdi ve onun mü'minlerini "Öldürmek amacıyla" İslamı ikiye bölecektir. Teknoloji bir araçtır, insan amacına uşaktır. Gelecekte böyle bir kardeş katili mutaassıb (Süfyani, Kaim) Laser topu ya da tabancasıyla ateş edecektir.
Teknoloji, taassubu engellemez; tersine ölümcül amaçlara hizmet eder. Ama (Bilime bağlı) bilgi eksikliği bizzat taassubu doğurur; bilgilenmek ise taassubu öldürür.
1699 yılından beri bütün İslâm âlemi bu gerilemeyi hak etmiş değildir! Çünkü bizde eksik olan tek şey "BİLİM"dir. (Zig-Zag öğretisi mü'minin kaybolmuş malı, eksiği, gediği, açığı olan BİLİMİ amaçlamıştır.)
Batıda da (Örneğin hristiyan bir rahip) mü'mindir, dürüsttür, ahlaka ve ibadete inanır. (Onun yanlışı, bu fevkalâde yönlerini İSLÂM Vahdaniyetinde değil; hristiyan teslisinde yaşamasıdır.)
Ahlâk ve iman, ehli kitap mü'minlerinde de vardır. Müslüman olarak ahlâk ve imanımızla ehli kitaba değil; ancak ateiste karşı övünebiliriz.
Ehli kitap mü'minlerin (Hristiyanlık, yahudilik) bizden fazlası, zamanında bilime düşman kesilmiş kilisenin, bilimin değerini anlayarak, gereken atılımı yapması ve bu sayede öne geçmeleridir.1699 yılı bunun için "Utanç verici bir fren" tarihidir. Çünkü ilk roketin, ilk planörün ve bisikletin frenlerine basılmıştır.
Bunlar olup biterken, o çağın islâmları olarak garip bir kibire kapılmışız; hristiyanlara "Küffâr" dedirten bir anlayışla, onlara tepeden bakarken birden tepemizde bitivermişler.
Onlar birleşip dünyayı bölmüşler ve kendi fütuhatlarına koyulmuşlar. Hristiyanlık ve emperyalizm fütuhatları, sömürgeleştirdikleri her yere esâreti, köleliği ve zoraki hristiyanlığı götürmüş; bu fütuhat, zulüm ve sindirmeyle yayılmış! (Amerika'ya ilk müslümanlar ayak bassaydı, bugün kızılderililerin müslüman olma şansı vardı. Çünkü müslümanlık, hiçbir zorlama olmaksızın, kendiliğinden Türkistan, Endonezya ve Afrika siyahîlerine yayılmıştır.)
Biz ise bölündükçe bölünmüşüz, bununla da yetinmeyip ufalanmışız. Hatamızı taassub ile sürdürüp, formel (biçimci, kalıpçı), ahkâmcı (radikal, septik, ukalâ) olmuşuz. Şöyle demişiz: "İlim denen şirk ve zındıktan Allah'a sığınırım!.." Bizler asıl bu prototip-süfyanilerden Allah'a sığınırız. Çünkü Hz. Mehdi'nin sıfatı ilimdir.
KESİM : 5
YERYÜZÜ HALİFESİ
Arz-Arş dizimizde yayınlanacak kitaplar boyunca dört ana maddeden, dört tür akıllı yaratılış olduğunu ayrıntıyla izleyeceğiz. Bir ön bilgi olarak, insanın başını çektiği canlılar dünyasının TOPRAK (Katı) unsuruna bağlı olduğunu, daha doğrusu sitoplazmik sıvı özelliğiyle, "Süzülmüş çamur" tanımıyla "TOPRAK-SU KARIŞIK" unsurunu temsil ettiğini anlıyoruz. (Mü'minun-12)
İnsanın dişisi ise (topraktan değil) ilk erkekten yaratılmıştır (Nisa-1) ve bütün insanlık da onlardan türemiş, çoğalmıştır. (Secde-8)
Cennet sakinleri olan "Huri" insanları ise SU (Sıvı) unsurundan yaratılmıştır. SU üzerinde olan ARŞ'a yakınlıkları dolayısıyla su kökenli yaratılan Huri'lerin erkeklerine Gılman, kadınlarına Vildan (Huri kızı) denmektedir. Hurilerinde meleklerde olduğu gibi kendi aralarında üremeleri yasaklanmıştır. Dolayısıyla sadece insanoğlu ile evlenebilecekleri, fizik olarak orada üreme-evlilik olayının "Kendi cinsleri arasında" mümkün olmadığı âyet ve hâdislerde bildirilmiştir.
Yine pek çok âyetten anladığımız üzere, Cin-Şeytan (ve zulmanî müekkiller, Tılsım bekçileri, Pastoforlar ile bunların melezleri) "ATEŞ" denen maddeleşmemiş saf enerjiden yaratılmışlardır. Bu üç yaratılış dışında kalan bütün canlılar ise "HAVA" unsurundan türetilmişlerdir.
Dört unsura bağlı "Dört tip akıllı yaratığın" ortak görevi, yaratanına KULLUK yapmaktır. Bütün bu dört yaratık türü başıboş bırakılmamış, kulluk borcundan kaçınamamış ve akıl verildiği için sorumlu tutulmuşlardır. Kulluk borcu karşılığında da "HAYAT" denen "HARİKAYI" kazanmışlardır.
Hayat harikası, "Yoktan var olmak" yani hayat hakkı kazanmak nimeti olup, "Kulluk borcu karşılığında" yaratıklara tek bedel olarak verilmiştir.
Hayat ve ömür başka başka kavramlardır. Zamanın ebediyen durduğu, bir saniyenin sonsuzluğa eşitlendiği ya da zamanın olmadığı bir hayat ortamında, "ÖMÜR= yaşama süreci, vâde, vakit" söz konusu değildir. Ömür bitse de HAYAT HAKKI vardır. Ömür, varlığı kısıtlar. HAYAT, varlığı serbest bırakıp sonsuzlaştırır. Varlıklar ebedi yaşamak isterler. Bu istekleri Rabbin "HAYY" isminin yansısıdır.
Yaratımda öncelik meleklerin olup, nefisleri olmadığı için yani Rabbin her dediğini kesinkes yaptıkları ve evrenin yönetimini üstlendikleri için, Rabbin Halifesi olmaya hak kazanamamışlardır. Çünkü meleklerin "Karşı çıkma, seçme hakkı" yoktur; özerk değillerdir. Halifelik ise "Özerk=muhtar" bir kurumdur.
Melekler, "Sonsuz özenerji" dediğimiz NUR'dan yaratılmışlardır. Nur, kuantlaşınca bildiğimiz ENERJİ=NAR olur ki, ışıyan-ışımayan-elektromagnetik olan ya da olmayan her türlü enerjiyi (DUMAN UNSURU) içine almaktadır. Cinlerin yaratılışı bu döneme rastlamaktadır. Cinler, henüz ateştop, eriyik hâlinde olan dünyanın ilk sakinleri olmuşlardır. Uzun tarihleri boyunca, giderek bu ateştop dünya plastik kıvamına gelmiştir. Yeryüzünün sıcak yapısı "Ateş" yaratılışlı cinler için bir "Yeryüzü" cennetidir. İnsan ve canlılar ise tam tersine "Serin, sulak" kavramından hoşlanırlar. Çünkü Dört unsurun içinde geçiş fazları vardır. İnsan, Toprak unsurunun çamur (Toprak-su karışımı) fazına ait olduğu için, serin ve sulaktan hoşlanır. Cinler ise ateş unsurunun Duman (Ateş-hava karışımı) fazına bağlı olup sıcak ve kuraktan hoşlanmaktadırlar. Buna rağmen, nasıl ki insanoğlunun çöllerden kutuplara kadar yerleşim adaptasyonları varsa, cinlerin de böyle adaptasyonları vardır (Su perileri gibi).
Dünya soğudukça, ilk mikroorganizmalar ardından bitkiler, hayvanlar da dünyada yer almaya başlamışlardır. Bu dönemde yeryüzünün sahipleri olan Cinler, giderek şeytanlaşarak, kulluk borçlarını unutarak İFSAD'a düşünce, yaratılış kronolojisinde sıra insan alternatifine gelmiştir. Daha önce, Cinlerin yeryüzünü kana boyamaları, bozgunculuk, ayrılıkçılık yapmaları, fesada düşmeleri ardından insanların gündeme gelmesi melekleri çok telaşlandırmıştı:
"RABBİN MELEKLERE 'BEN YERYÜZÜNDE BİR HALİFE YARATACAĞIM' DEDİĞİNDE MELEKLER: 'YA RABBİ, ORADA İFSAD EDECEK (Nifak, savaş, nankörlük) VE KAN DÖKECEK BİR YARATIK MI YARATACAKSIN? OYSA BİZ SANA ŞÜKRANLA TESBİH EDİYOR, SENİ ZİKREDEREK KUTSUYORUZ' DEDİLER. CENABI HAK DA ONLARA 'BEN BİLMEDİĞİNİZİ BİLİRİM' BUYURDU. VE ALLAH ÂDEM'E BÜTÜN VAR OLANLA DAHA VAR OLUNACAK (Eşya, kavram, mânâ) ŞEYLERİN İSİMLERİNİ ÖĞRETTİ." (Bakara:30-33)
Bu âyetlerden, insanoğlunun da diğer yaratıklar gibi "Kulluk amacıyla" yaratıldığından başka; özel bir ayrıcalık, imtiyaz ve sorumluluk olarak, "ALLAH HALİFESİ" olarak işbaşı yaptığını anlıyoruz. İnsan, kısaca yöneten ve düşünen bir ALLAH HALİFESİ olup, aslî amacı kulluk; hedefi ise "BAŞARILI HALİFE" olmak, Rabbini yeryüzünde en iyi biçimde temsil etmektir. Çünkü insanı RABBİ, HALİFELİĞE ATAMIŞTIR. İnsan kendini kimin atadığını Akıl-bilim yoluyla kendine kanıtlamak zorundadır. Aklen Allah'ı bulması için insana, "ÖMÜR" denen bir süre ve BİLİM denen donanım tanınmış, gereken nimet, fırsat, vade verilmiş ve her bir insanın ayrı ayrı Halifelik liyakati sınanmak üzere "ALLAH MÜLKÜ" insana vekâleten verilmiştir.
Yaratık olarak görevimiz, diğer canlılar gibi KULLUK yanında Allah Halifesi olmak, kimin VEKİLİ, ELÇİSİ, HALİFESİ olarak atandığını bilim ile SORUŞTURARAK, tahkikî ve aklen iman ederek, kulluk borcunu (İbadet, itaat, dürüstlük) ödemektir.
Halifelik demek YÖNETMEK demektir. İnsan sorumlu olduğu kulluktan da (yöneticilik denen) halifelikten de kaçınamaz, istifa edemez, başıboş kalamaz, cemaatten ayrılamaz.
Bütünlük ilkesine göre, insan evrenle birlikte vardır, evrenden ayrı değildir. Evrenle birlikte var edilmiş, evrenle birlikte yok edilecektir. Sonra evrenle birlikte yeniden ve sonsuza kadar yaşamak üzere var edecektir. (Cennet de Cehennem de ebedidir, orada ömür değil HAYAT vardır.)
Halife demek, "Yönetici=idareci" demektir. Hadis "Her biriniz yöneticisiniz" buyurmaktadır. Bu kutsal sözün devamı da şöyledir:
"Herkes de yönettiğinden sorumludur!"
Önce aile bireylerimizden başlayarak, alt üyeleri yönetiriz. Evlenmemiz, çocuğumuzun doğması bile bizi yönetici yapar ve ondan sorumlu tutuluruz. Sorumluluğumuz yönettiğimiz kişilerin sayısı kadar artar ve aslında bizler yöneten olmaktan çok, hizmetçi oluruz. Âmir, şef, müdür, mülti-müdür, devlet yönetim kademeleri (Yerleşim birimleri yöneticileri, valiler, parlamenterler, kabine-hükümet başkanları, devlet başkanı) yönettiği kişilerin sayısınca bütün ADALET töhmet ve vebâl ile günah yükünü tutmaktadır. En küçük bir adaletsizlikten, kaç milyon kişiye yansıyıp mağdur etmişse, her birinin milyonlarca yıl "Özel Ahiret hizmetkârı" olacaktır, haksız bir yönetici... Bu hiçmetçilik, uşalık, şu hadisle belirtilmiştir:
"Bir kavmin büyüğü, onların hiçmetçisidir."
O halde efendi-uşak ilişkisi gizlice boyut değişmiştir. İnsan ne efendi, ne uşaktır, ona ismi âyetle "YERYÜZÜNDEKİ ALLAH HALİFESİ" diye verilmiştir.
Halife, Rabbinin mülkünün de yönetmenidir, yani ALLAH'ın bütün yarattıklarını, bütün varlıklarını "Emrine ve hizmetine" almış demektir:
"ALLAH'IN, GÖKLERDE VE YERDE VAR ONLARI SİZİN (Halifesi kıldığı biz insanların) EMRİNE VERDİĞİNİ GÖRMEZ MİSİNİZ?" (Lûkman-20)
"O (Allah) GÖKLERDE (Üst katlarda) VE YERDE (Dünya nimetleri ve varlıkları) NE VARSA TÜMÜNÜ, KENDİ KATINDAN SİZİN (Halife insanın) HİZMETİNİZE BAĞLADI. KUŞKUSUZ BUNDA (Söylenende) SAĞLIKLI DÜŞÜNEN BİR KAVİM (Eş düşünceyi paylaşan mütefekkir, ârif ve âlimler) İÇİN ÇOK (sayıda) İBRET (ders) 'LER VARDIR." (Ğaşiye-13)
İnsanoğlu Halifeliği Hz. Adem'den sonra, baş halife olan Allah Resulü Hz. Muhammed'e (s) verildi [?]. Allah'ın (c) en sevgili [?] halifesinin de halifeleri olan, dört büyük halife bu emanetlerin hakkını kusursuz [?] vermişlerdir. Bu eşsiz ve 1400 yıl öncenin İslâm Cumhuriyeti, hemen dört halifenin ardından "Oligarşiye" yani saltanata dönüştürülmüş, bir daha da İSLÂM CUMHURİYETİ kurulmasına saltanatın sultanları izin vermemişlerdir. Bugün "İslâm Cumhuriyeti" denildiğinde, hemen zihinde o batasıca saltanat ve sâdâbad imajı oluşuyor!
İnsan, gerçekten bir halife olduğunu kanıtlamıştır. Şimdiki uzay çağımızda da gökteki nimetlere erişmiş, uzayın istismarına koyulmuş ve gezegenlerin sömürgeleştirilmesine yönelmiştir. Göklerin kendilerine (Cinler gibi) yasaklanmadığını; dilediği evren kesimini kullanabileceğinin bilincine ermiştir.
İnsanoğlu halifelik görevini ideal başarmıştır da, acaba "Kulluk" borcunu başarmış mıdır? Bunun da Ledünnî sırrı, Halife teriminin içinde saklıdır: İhtilâf, hilafet yani NUHALEFET yapmasıdır. Çoğu nankör insanlar ise Allah (c) iktidarına MUHALEFET yaparak gerçekten, meleklerin kaygılandığı gibi (Cinlerin yeryüzünde fesad çıkarmasından sonra) insanın da "YERYÜZÜNDE YENİ BİR FESAD" olabileceğini göstermişlerdir. Kadiri Mutlak Allah (c) iktidarına çirkin muhalefet (İnkârcı, ortakçı) yapmakla, insan, halifelik görevini kötüye kullandığını göstermiştir.
İnsanoğlu, ALLAH'ın YERYÜZÜ halifesidir. ARZ=Yer terimi, pratik olarak "Taban, topraksı, çekim oluşturmuş göksel cisimlerin ve maddelerin tümünü" kapsamaktadır. Madde, "ARZ" ve (maddî olmayan enerjetik) kuvvet alanları da "GÖK" ismini almıştır. Yer, yalnızca dünyamız değil; başka her dünya ihtimalini de içermektedir. Maddenin yoğunlaşıp gökteki hidrojen "DUHAN"ı olmaktan kurtularak, bir çekim odağına toplanması ile oluşan massif ivmeli bütün göksel cisimlerde (gezegenler, yıldızlar, galaksiler, daha üst sistemler) YER kavramının üyeleridir. Merkez biz olduğumuzda, her biri yüzmilyarlarca güneşten (yıldızdan) oluşmuş yüzmilyarlarca galaksi bulunmaktadır. Bu inanılmaz rakamlara rağmen, âyetler, sonu gelmeyen bu 10-20 milyar ışık yılı enindeki aktüel evrenin "Aşağıların en aşağısı" katmanı olduğunu (Tin-5) ve "Yıldız-galaksilerden" oluşmuş bir "ziynet=süs dekoru" olduğunu bildirmiştir (Fussilet-12).
Aşağıların en aşağısı olan bizim "ARZ" katmanımız, ışığın saniyede 300 bin km. hızla, ancak 10-20 milyar yılda gidebileceği inanılmaz büyüklükte bir "Gözlem=Rasat ufkunu" kapsamaktadır. Ve bu ufkun ardına, evren genişlediği için her an binlerce uzak galaksi daha kaçmakta ve gözlem ufkumuzun dışında kalarak, başka OLAY UFUKLARINA yol almaktadır.
İnsanoğlu da bir gizli içgüdü ile "O ötelere gitmek" eğilimindedir. Sanki gizli bir çağrı mesajı (Merak) almıştır. İnsanın toprağı dünyanın dört bucak-yedi iklimden alınmış olduğu için dünyaya iade olmuştur, sanki... Ama hilkati (yaratılışı) "YUKARI"da, özlediği öz-evinde yani CENNET denen bir BAŞKA dünyada gerçekleşmiştir. Kozmik gurbetçilik, sıla hasreti ve tevhid vuslatı terimleri de bu özleyişin özdeyişlerinden başka bir şey değildir.
İnsanoğlunun ilk çifti, yukarı katlara özgü elbisesiyle, orada yaratılmıştır. "Şeytana uymanın bedeli" olarak, "Soyunun ve aşağı inin!" ilâhi cezasıyla, bir başka dünyaya, toprağının alındığı ve ARŞ nezdinden bakıldığında "Aşağıların en aşağısı=Esfeli safilin" olan bu ARZ dene emanet, geçici dünyaya "Zorunlu konuk" olarak indirilmiştir. (Bakara Suresi)
Biz aslında "O DÜNYANIN" insanlarıyız!.. Atalarımız oradan gelmişler ve aynı Cennet'e dönmek içgüdüsünü taşımışlardır.
Biz o dünyanın sürgündeki halifeleriyiz! Ya halife olarak Cennet gezegenine döneriz ya da MUHALİF (Müşrik, ateist, münafık) olarak başka bir mekâna gideriz ki, bu mekân Cehennem olup, aslında İNSAN İÇİN YARATILMADIĞI HÂLDE İNSANLAR SATIN ALMAYA YARIŞTIĞI İÇİN O ÇABANIN KARŞILIĞI VAR EDİLDİ. (*)
(*) Kimi, geçici olarak Cehennem'de kalacak, sonra Cennet'e dönecek; kimi de (ne Cennet ne Cehennem olamayan, ikisi arasında ve ikisinin de birleşiminden oluşmuş) ANTİ DÜNYA = Â'raf'a konuk olacak!.. İkisi arasında kalmanın bir diğer mekânı da geçici ağırlanacağımız ARASAT (Mahşer meydanı olan düzlem) sahrasıdır. İşte Arz-Arş arasında kalan bu iki bölge ARS adını almaktadır.
Mükaşefe ehline göre;
Cennet ve Cehennem'in yaratılışından sonra "Dile gelmeleri" anlatılır:
Güzellikler içindeki "Cennet'e bakarak" kendisinin iyice terk edilmişliğine inanan Cehennem şöyle demiş:
"Ya Rabbi, şu güzelim Cennet dururken, benim ateşten bağrıma kim gelir ki, beni var ettin ve sonra da öksüz bıraktın?"
Karşılığında şöyle bir cevap alır:
"Mahzun olma ey Cehennem! Andolsun, cinler ve insanlar seni satın almak için evlatlarını da ortak ederek var güçleri, malları, canları, ırzları ile yarışacaklar. Sana koşmak için birbirini çiğneyecekler, sana ulaşmak için her yolu deneyecekler, seni temelli bir yurt edinmek için bin insandan 999'u koşacaktır. Ancak bin insandan biri seni istemeyecek (Cennet'i isteyecek) 'tir."
Dostları ilə paylaş: |