Toplumsal sistem gerçekliĞİ



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə24/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   133

KÖLECİLİĞİN DOĞUŞU

“Bütün çalışma kollarındaki-hayvancılık, tarım, ev sanayii-üretim artışı, insanın emek gücüne kendisine gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneğini kazandırdı. Bu, aynı zamanda, her gens, ev topluluğu, ya da karı-koca ailesi üyesine düşen günlük iş tutarını da arttırıyordu. Yeni emek güçlerine başvurmak gerekli duruma gelmişti”[7].


Önce, hayvanları ehlileştirmeyi öğreniyor insanlar. Yani bu bilgiyi keşfediyorlar. Tıpkı ateşi, elektriği, ya da elektromagnetik dalgaları keşfeder gibi. Sonra da, bu bilgiyle çevre’yi (doğa’yı) işleyerek üretiyorlar. Ve de ilk defa, kendi ihtiyaçlarından daha fazlasını üretmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak da, aşiret içinde ve başka aşiretlerle, bu malların (fazla ürünlerin) değişimi başlıyor. İlk aşamada, henüz daha özel mülkiyet gelişmediği için, bu fazla ürünler komünün malı tabi. Bu yüzden de bunlar, merkezi temsil eden komün şefinin denetimi altında, onun tarafından değiştiriliyorlar. Giderekten buna özel mülkiyet ve bireysel değişim de ekleniyor. İnsanlar “fazla üretimin” tadını alıyorlar bir kere. Fazla ürün demek daha çok değişim demekti. Ki bu da daha çok ve daha değişik ürünlere sahip olmak anlamına geliyordu..
Ama bir engel vardı bu sürecin gelişmesinin önünde! İnsanların işgücü sınırlıydı. Komünün nüfusu da öyle çabuk artmıyordu. Hem sonra artsa bile, herkes ya komün adına, ya da kendisi için, kendi adına üretim yapıyordu. Zenginliğin arttırılmasında kimseden kimseye bir fayda yoktu! Çok geçmedi bunun da çözümünü buldu insanlar; yeni işgücü sağlamanın, daha çok üreterek daha zengin olmanın tek yolu savaşmaktı!. Savaş, hem başka halkların fazla ürünlerine, zenginliklerine el koymanın, hem de savaş tutsaklarını köle yaparak onların işgücünden yararlanmanın tek yolu olarak görünüyordu.

KOMÜN İNSANI KÖLELİĞİ NASIL İÇİNE SİNDİRİYOR

Peki, nasıl oldu da, komün insanı bütün bunları içine sindirebildi! Önce onun, yani komün insanının, daha çoğuna sahip olabilmek, zenginleşmek için başka bir insanı köle olarak kullanmayı nasıl içine sindirebildiğinin cevabını arayalım? Sonra da, madalyonun diğer yanına bakarak, onun, savaşta esir düşüpte kendisi köle haline getirildiği zaman, bunu, yani köle olarak yaşamayı nasıl içine sindirdiğini göreceğiz.


Ama önce şunu belirtelim; olayı metafizik hale getirerek, komün insanı sanki ilâhi bir varlıkmış gibi, onu yüceltip göklere çıkararak bir yere varmak mümkün değildir! Sınıflı topluma geçiş olayını, sınıfsız toplumu idealize ederek duygusal bir zeminde açıklamaya çalışmak, sınıfsız toplumu maddi üretim süreci içindeki yerine oturtmadan kavramaya çalışmak mümkün değildir.
İlkel komünal toplumu, çevreyle etkileşerek kendini üreten bir sistem, onu oluşturan insanları da bu sistemin elementleri olarak ele aldığımız zaman, İnformasyon İşleme Teorisi açısından “komün insanı” dediğimiz “varlık”, üretimin toplumsal olarak yapıldığı bu dönemde, kendi varlığını toplumsal varlıkla birlikte üretebilen bir instanzdır. Evet, burada da gene bütün parçaların bir toplamı olur, ama bu süreç içinde parça hiçbir aşamada bütünden ayrı olarak gerçekleşmez. Çevreden alınan madde-enerjiyi-informasyonu toplumsal olarak sahip olunan bilgiyle işleyen insanların, bütün bu faaliyetleri esnasında sahip oldukları varoluş instanzı, üretime yönelik bilgiyi hayata geçiren sistemin motor gücünün faaliyeti olarak gerçekleşir. Parçayla bütün arasındaki ilişki süreç içinde kendiliğinden kurulur, insanlar, üretim süreci içinde bireyler olarak kendilerinin farkına varmadan bütünü yaratırlar, onunla-bütünle- birlikte, onu kendi kişiliklerinde hissederek varolurlar. Birey bütündür, bütün bireyle birlikte varolur. İkisi biribirinden ayrılamaz. Birey “ben” derken, bu “ben” toplumun “ben”idir. Toplumsal varoluş instanzının gerçekleştiği toplumsal merkez-sıfır noktası-elementler olarak komün insanlarının bulunduğu her yerdedir.
Olayı daha da basitleştirerek, gözümüzün önünde canlandırmak için, bütün bir komünü tek bir insan gibi düşünelim. Nasıl üretiyor bir insan? Çevreden alınan hammaddeyi kafasındaki bilgiyle işleyerek. Peki nası yapıyor bu işi? Üretim faaliyetine ilişkin kafasında oluşan nöronal modeli motor sistemi olarak organları aracılığıyla hayata geçirerek. Bu arada kullandığı üretim araçları vs. hep onun motor sisteminin (elinin ayağının, organlarının diyelim) bir uzantısı konumunda. İşte, “ben” dediğimiz, insanın var oluş instanzı, bütün bu işleri yapan bileşenlerin süperpozisyonundan başka birşey değil. Komünal kimlik de, bu süperpozisyonun üretim faaliyeti içinde kendiliğinden oluşmasıyla ortaya çıkıyor.
Olayın daha iyi anlaşılabilmesi için, biribirleriyle senkronize halde, hepsi de aynı notayı çalan enstrümanlardan oluşmuş bir orkestra, orkestral bir faaliyet düşününüz[2]. “Ben”, bu orkestral faaliyetin sonucu olarak ortaya çıkan, Çalışmabelleğinde oluşup, kendini ifade eden orkestra şefi oluyor! Ama öyle ortada, varlığı kendinden menkul bir “şef” falan yok! Kollektif-senkronize faaliyet kendini böyle-bu şekilde- ortaya koyuyor. Tıpkı, hiçbir orkestra şefi olmadan çalan bir oda orkestrası gibi. “Ben”, bu orkestral faaliyetin sonucu olarak ortaya çıkan instanz oluyor!. Bu “instanz”, orkestral faaliyete katılan bütün unsurların faaliyetlerinin toplamı (mekanik anlamda değil tabi!) olduğu için, Çalışmabelleğinde kendini ifade ederken, kendisini oluşturan bu unsurlardan “benim elim”, “benim ayağım”, “benim bilgim”, “benim kazmam” vs. olarak bahsediyor! Aynen komünal kimliğin kendini tanımlaması gibi.. Komünal varoluş instanzı da komün üyelerini kendinin bir parçası olarak görüyor..
“Ben” dediğimiz bu nöronal kollektifi koordinat sisteminin merkezi olarak düşünürseniz, bu “ben”in neden herşeyi kendisine göre tanımlamaya çalıştığı daha iyi anlaşılır. Ama öyle mutlak bir gerçek olarak bir “ben” oluşuyor da, sonra da bu “ben”, diğer nesneleri-şeyleri kendisine göre tanımlamıyor! Yani bu şekilde mekanik olarak oluşmuyor süreç! “Ben”, kendisini oluşturan diğer bileşenleri tanımlarken kendi “varlığını”da tanımlamış oluyor. “Ben” neyim diye sorun kendinize, verebileceğiniz cevap şöyle olacaktır: Önce, “kendinizi” diğer nesnelerden ayıran bir sınır olarak bir bütün halinde organizmanızın sınırları gelir gözünüzün önüne. Sonra da, “ben, elimin, ayağımın vs. bütün organlarımın sahibi olan varlığımdır” dersiniz! Peki, elinizi, ayağınızı, ciğerinizi vs.. anladık, bunların “varlığını” sizin organlarınız olarak tanımlayarak “anlayabiliyoruz”. “Ben” dediğiniz o instanzınız nerede, onun varlığını nasıl tanımlayacağız? Yani, “siz” kimsiniz? Diyeceksiniz ki, “ben” bütün organlarımın toplamı olan bir sistemim-varlığım. Peki, o “ben” dediğiniz sizin “varlığınız” nerde sizin içinizde? Hani elinizin, ayağınızın yerini biliyoruz, o “beniniz” nerede? Yok mu öyle bir “varlık”? O zaman “siz” nesiniz? Sizin “varlığınız” dediğiniz o instanz nedir? İşte olay budur! “Sahip olmak duygusu” ve sonra da “bilinci” dediğimiz olayın özü budur. Ve “siz”, sahip olduğunuz organlarınızın faaliyetlerinin bir toplamı olarak “siz”siniz. Sahip olurken, sahip olduğunuzu hissederken ve bunun bilincine varırken varolan bir instanzsınız. Ve sizin bu “varlığınız” çevreyle her etkileşmede yeniden yaratılan bir oluşumdur. Yani öyle sürekli bir varlık falan da yok ortada! Her “an” yeniden var olan bir instanzsınız siz. Çevreden gelen her obje-nesne sizi etkilediği zaman, bu etkiye karşı nöronal bir reaksiyon modeli olarak yeniden gerçekleşen bu instanz kendisini sürekli-mutlak bir gerçek olarak görse de olayın aslı budur[2].
Şimdi tekrar, çevreyle-doğayla etkileşerek kendini (kendi ben’ini) üreten komüne dönüyoruz. Komüne dahil bütün insanların faaliyetlerini, komün adı verilen sanki tek bir insan varmışta, bunlar da onun organlarının faaliyetleriymiş gibi düşününüz, olay bütün açıklığıyla çıkar ortaya. Komüne dahil bir insanın faaliyeti komünal varlığın bir etkinliği-faaliyeti olunca, o zaman bu insanın “varlığı da” kendisi için bir varlık olmaz-bir anlam ifade etmez-. Ancak komün içinde, bu bütünün bir parçası olarak tanımlayabilir o insan kendini. “Ben” der, falanca komündenim (aşirettenim). Bu demektir ki, o komün yoksa o insan da yoktur. İşte olay budur. Savaş sonucunda komün olarak yenilipte komün üyeleri esir alındıkları zaman, bu insanlar için artık bireysel olarak var olmanın da hiçbir anlamı kalmaz. Komün yenilmiş, yok edilmiştir, onlar da kendi varlıklarında yok olmuşlardır. İşte, “komün üyesi bir insan nasıl oluyor da köleliği içine sindirebiliyor” sorusunun cevabı budur. Komün ortadan kalkınca, varlığı ancak komünle birlikte oluşabilen insanın “varlığı-kişiliği”de ortadan kalkıyor ve o insan, kendisini esir alan diğer komünün sahip olduğu bir üretim aracı haline geliyor. Ama bu, sadece köle sahibi açısından böyle kabul edilen, anlaşılan tek yanlı bir durum değildir. Onun, yani köle haline getirilen insanın kendisi de, kendi toplumsal varlığını böyle görüyor. O artık, kendisine sahip olanın eli-kolu, kazması, küreği vs. gibi, ona ait olan bir unsurdur, kendi varlığını bu şekilde üretebilmektedir. Kendisine sahip olan komün ona ne muamelesi yaparsa o odur artık. Atina’da kölelerden bir polis gücü kurmuşlar mesela! Neden? Nasıl güveniyor köle sahipleri bu köle-polislere, kendi güvenliklerini nasıl emanet edebiliyorlar bunlara? Çünkü, onlar da biliyorlar ki, köle artık aynen bir robot gibidir, kendi bağımsız kişiliği yoktur! Bütün antika medeniyetlerin-devletlerin ordularında savaşan askerler hep köleleştirilmiş barbarlardır! Türklerin İslamiyet’le ilk tanışmaları da böyle oluyor! Emevi ordularını köleleştirilmiş Türkler oluşturuyorlar. Bizans’ı ayakta tutan da gene bu köle askerler. Osmanlı da öyle. İlk kuruluştan sonra Osmanlı bütün o kurucu gazileri erenleri hep kılıçtan geçiriyor, kılıç artığı olarak kalanları da “reaya” (sürü) yapıyor. Bunların yerine ise devşirme-köle askerlerden kurulu bir yeniçeri ordusu kuruyor. Neden? Çünkü köle düşünmez, köle bir robot gibidir, sahibine bağlı olarak körü körüne hareket eder. Ama öteki öyle değil, o özgür insandır. O düşünür. O, artık “devlet sınıfı” haline gelerek kendisinden kopan eski yol arkadaşlarının ne haltlar yediğini görmektedir. Bu yüzden de potansiyel bir tehlikedir..
Aynı mantık-oluşum madalyonun tersi için de geçerlidir. Yani, “nasıl oluyor da bir komün başka bir insanı köle olarak kullanabiliyor” sorusunun cevabı da gene buradadır. Çünkü galip komün için de mantık gene aynıdır. Bir insan, ancak bir komünün içinde, onun üyesi olarak var olabilir. Komün yoksa, o insan da yoktur. Ne vardır; köle; yani bir üretim aracı.
Ama dikkat edilsin, bütün bunlar, bu mantık, bu şekilde düşünme barbarlığın orta aşamasından sonra başlıyor! Daha önceleri, yani barbarlığın aşağı aşamasında böyle değil. Bu aşamada insanlar henüz daha bireysel olarak üretmeye başlamadıkları için, bütün bir komün olarak sadece kendi ihtiyaçları kadarını üretebildikleri için, bir savaş sonucunda yenilen komünün üyeleri esir, ya da köle olarak alınmıyorlardı. Yok ediliyorlardı, öldürülüyorlardı. Yani esir almak falan yoktu o zaman! Ne yapsınlar ki esiri! Kim bakacaktı onlara! Bir insan zaten ancak kendi karnını doyurabileceği kadarını üretebiliyordu. Başka bir insanı (esiri) üretim aracı olarak kullanarak daha fazlasını üretmeyi de bilmiyorlardı insanlar. Geriye tek yol kalıyordu, öldürmek!
Barbarlığın orta ve yukarı aşamaları, komünal-toplumsal üretimden bireysel üretime geçiş aşamalarıdır29. Evet, üretim bireysel olarak yapılmaktadır, ama henüz daha eski komünal ilişkilerden oluşan duvarların içinde olmaktadır bu. Üretici güçlerin gelişme seviyesi henüz daha kendisine uygun yeni üretim ilişkilerini oluşturamamıştır. Ya da, bu yeni ilişkiler eskinin içinde, onunla birlikte, onun sınırlarını adım adım genişleterek olgunlaşmaktadır. Bu yüzden, orta ve yukarı barbarlık aşamasındaki insanlar bu ikiliği kendi kişiliklerinde-varlıklarında da yansıtırlar. Onlar, hem komün-aşiret-gens üyesidirler, hem de bireysel olarak üretim yapan sınıflı toplum insanına doğru potansiyel bir gelişme süreci içindedirler. Kendi varlıklarını ürettikleri sürecin bu ikili-çelişkili karakteri onların kişiliklerinin oluşumuna da yansır. Bir yandan, komün üyesi olarak komünün dışında kendi varlıklarını gerçekleştiremezler, bu yüzden de savaşta yenildikleri, köle haline getirildikleri zaman bu onlara tabii bir olay olarak görünür, diğer yandan da, savaşta aldıkları bir esiri üretim aracı olarak kullanmayı öğrendikleri için (bu bilgiye sahip oldukları için), onu artık öldürmezler, köle olarak kullanırlar. Bu iki mantık o kadar güzel biribirini tamamlıyor ki! Ama bütün bu olup bitenlere bugünden, sadece bugünün anlayışıyla baktığımız zaman hiçbirşey anlayamayız!
Bu bölümü kendi akışı içinde tamamlamak için gene Engels’e dönüyoruz: “Birinci büyük toplumsal işbölümü emek üretkenliğini, dolayısıyla servetleri arttırıp, üretim alanını gelişleterek, o günkü tarihsel koşullar içerisinde zorunlu olarak köleliği getirdi. Birinci büyük toplumsal işbölümünden toplumun iki sınıf: efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler biçimindeki ilk büyük bölünüşü doğdu. Sürüler, aşiret ya da gensin ortaklaşa mülkiyetinden, bireysel aile başkanlarının mülkiyetine ne zaman ve nasıl geçti, şimdiye kadar bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Ama, öz bakımından, bu işin bu aşamada olmuş olması gerekir”.
“O zaman, sürüler ve öbür yeni servetlerle, aile köklü bir değişikliğe uğradı. Geçinme gereçlerini kazanmak her zaman erkeğin işi olmuştu; bu iş için zorunlu araçları üreten ve bu araçların mülkiyetine sahip olan erkekti. Yeni geçinme araçlarını sürüler meydana getiriyordu: onları önce evcilleştirmek, sonra da korumak ise erkeğin eseri olmuştu. Bundan dolayı, davar erkeğe aitti; tıpkı davara karşılık trampa edilen meta ve kölelerin de ona ait olması gibi. Şimdi, üretimin sağladığı bütün kazanç da erkeğe gidiyordu; bundan kadın da yararlanıyordu, ama mülkiyette hiçbir payı yoktu. Yabanıl savaşçı ve avcı, evde ikinci planda kalmakla yetinmişti; daha yumuşak huylu çoban, servetiyle övünerek birinci plana çıktı ve kadını ikinci plana itti. Kadın bundan yakınamazdı. Aile içindeki işbölümü, mülkiyetin kadınla erkek arasındaki paylaşımını düzenliyordu; bu, aynı kalmıştı; ama gene de, yalnızca aile dışındaki işbölümünün değişmiş olması yüzünden, evdeki ilişkiler şimdi altüst oluyordu. Eskiden kadının evdeki üstünlüğünü sağlayan neden: kadının kendini tamamen ev işlerine vermesi olgusu, şimdi evde erkeğin üstünlüğünü sağlıyordu: kadının ev işleri artık erkeğin üretken emeği yanında hesaba katılmıyordu; önemli olan erkeğin çalışmasıydı; kadının çalışması yalnızca önemsiz bir destekti” [7]. Önemsizdi, çünkü artık “hizmetçi” vs. adı altında evin içine kadar giren kadın köleler, gerek ev işlerinin yapımında, gerekse erkeğin cinsel olarak tatmininde kadının en büyük rakibi haline gelmişti”.
“Erkeğin evdeki gerçek üstünlüğüyle, mutlak gücünün son engeli de yıkılıyordu. Bu mutlak güç, analık hukukunun yok oluşu, babalık hukukunun kuruluşu, iki-başlı evlilikten tek eşli evliliğe geçişle doğrulanmış ve süreklileştirilmiş oldu. Ama bununla eski gentilice örgütlenmede bir çatlak meydana geliyordu; karı-koca ailesi bir güç durumuna geldi ve korkutucu bir biçimde gensin karşısına dikildi” [7].

Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin