Osman
Cemal
Kaygılı
Gözlem
Yayıncılık
Arşivi
KAYGUSUZ TEKKESİ
500
501
KAYIKÇILIK
İskeleler genel olarak devlet tarafından yaptırılır fakat semtin zengin kişileri de hayır olarak iskele yaptırabilirdi.
Kayıkların ücreti kürek sayısına göre tespit edilmekteydi. 1587'de İstanbul kadısına gönderilen hükümde İstanbul'un değişik iskelelerine gidiş ve dönüşlerde a-lınacak ücretler belirtilmiştir. 19. yy'ın ortalarında Eminönü'nden Üsküdar'a 3 kuruşa, Kâğıthane'ye 5 kuruşa gidildiği bilinmektedir.
İstanbul'da bulunan kayık ve kayıkçı sayısı kaynaklarda farklı olarak belirtilmiştir. 16. yy'ın sonlarında Haliç, Boğaziçi ve Üsküdar'da 21 iskele olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnamede peremeci esnafının 8.000, kayıklarının sayısının ise 4.614 olduğunu bildirmektedir. 1680'de bu hususta bilgi veren bir kaynakta İstanbul'da 779 adet reayaya, 646 adet de askerlere ait pereme ve 1.142 peremeci olduğu kaydedilmiştir. 18. yy'da kayık ve kayıkçı sayısında büyük bir artış görülmektedir. Buna göre 3.996 adet kayık ve 6.572 kayıtlı kayıkçı tespit edilmiştir.
Kayıkçıların en önemli özelliklerinden biri de kıyafetleridir. Piyade hamlacılarının kıyafetleri, diğer kayıkçılarmkinden kalite itibariyle ayrılırdı. Hamlacılara biri çuha, diğeri kalikot patiskasından birer dizlik, çuhadan ipek fermene işlemeli yelek ve salta, bürümcük hilali gömlek, uzun konç-lu sakız beyazı çorap, rugan gül fiyonk-
Kaygdı'nın doğup büyüdüğü istanbul kenar mahallelerini ve buralarda yaşayan insanların hikâyelerini anlatmadaki içtenlik ve gerçekçiliği eserlerindeki sanat değerini ikinci plana itmiş, yaşadığı dönemin tanınmış şair ve yazarlarının Batılı tarz ve tavırlarını bir yana bırakmasına, kendine özgü bir halk yazarlığını tercih etmesine sebep olmuştur. Hikâye ve romanlarında Ahmed Midhat Efendi(-») ile Hüseyin Rahmi Gürpınar(~»), gazete ve dergilerde yayımlanan diğer yazılarıyla da Ahmed Ra-sim'in(-») yolundan gitmiştir.
Eserlerindeki çevre (Haliç, Kâğıthane, Topkapıve Edirnekapinın sur dipleri, Bayrampaşa, Topçular ve Lonca...) ve bu çevre insanları (alt tabakadan insanlar; Yahudi, Rum, Ermeni azınlıklarının yoksul kesimi, taşralı köy insanları ve Çingeneler) kendi doğal ortamlarında canlandırılmıştır. Özellikle Topçular'ın harmana Çingene-leriyle Sulukule ve Ayvansaray'ın çalgıcı, o-yuncu, falcı Çingenelerini başarıyla canlandıran Kaygılı, bunların günlük hayatlarından çarpıcı örnekler sergilemiştir.
Bibi. (Bayrı), İstanbul Argosu; R. F. Yüzüncü, Osman Cemal Kaygılı, ist., (1947); Y. Z. Ortaç, Bizim Yokuş, ist., 1966; Ö. F. Toprak, Duman ve Alev, ist., 1968; C. Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, II, Ankara, 1970, s. 221-240; T. Alangu, Cumhuriyet'ten Sonra Hikâye ve Roman, I, İst., 1959, s. 94-122; ay, 100 Ünlü Türk Eseri, ist., 1974, s. 1212-1227; M. Kutlu, "Kaygılı, Osman Cemal", TDEA, V, 232-233; H. Dizdaroğlu, "Ölümünün 35. Yıldönümünde Osman Cemal Kaygılı", Nesin Vakfı Yıllığı, 1981, ist., 1982; "Osman Cemal Özel Bölümü", Yazılı Günler, S. 16 (Tem-muz-Ağustos 1992), s. 13-36.
M. SABRI KOZ
KAYGUSUZ TEKKESİ
Eminönü Ilçesi'nde, Sultanahmet'te, Alemdar Mahallesi'nde, İncili Çavuş Sokağı ile aynı adı taşıyan çıkmazın kavşağında yer almaktadır.
Kadirî tarikatına bağlı Bolulu Akkavuk-zade Kaygusuz İbrahim Baba (ö. 1873) tarafından 1280/1863-64'te kurulmuştur. İlk inşa edildiği şekliyle günümüze gelebilen bu yapı, tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra bakımsızlıktan harap düşmüş, yakın bir tarihte tevhidhanenin çatısı ve duvarlarının büyük kısmı çökmüştür. Günümüzde zemin katı kısmen dükkân olarak kullanılmaktadır.
Tekke listelerinde "Kaygusuz Baba" ve "Şeyh Kaygusuz" adlan ile de anılan bu kuruluşta, Kaygusuz İbrahim Baba'nın vefatından sonra meşihat görevim sırayla halifeleri Fındıklı (Molla Çelebi) Camii imamı Süleyman Sabri Efendi (ö. 1880), Aksaray'da Oğlanlar Tekkesi(->) Şeyhi Şerif Ali Efendi'nin oğlu el-Hac Mehmed Suru-rî Baba (ö. 1885) ve el-Hac Mustafa Şevki Efendi üstlenmişlerdir. Sefîne'de son postnişinin Hacı Rızaeddin Efendi adında bir kimse olduğu belirtilir. Kaygusuz Tekkesi şeyhlerinin, eski bir tarikat geleneği o-larak cuma namazlarından sonra Sultan Ahmed Camii'nde Kadirîhane Tekkesi(-») postnişinine vekâleten Kadirî ayini icrası ile görevli oldukları bilinmektedir. Tekke-
nin ayin günü Bandırmalızade A. Münib Efendi'nin Mecmua-i Tekâyâ'sında pazar, Sefîne'de ise pazartesi olarak verilmektedir. Dahüiye Nezareti'nin 1301/1885-86' da hazırlattığı istatistik cetvelinde Kaygusuz Tekkesi'nde 3 erkek ile 2 kadının ikamet ettiği kayıtlıdır. Türbesi ya da hazire-si olmayan tekkenin banisi Kaygusuz İbrahim Baba, Karacaahmet Mezarlığı'nda gömülüdür.
Kaygusuz Tekkesi kısmen iki, kısmen üç katlı, "T" biçiminde ahşap bir binadır. "T" nin bacağını selamlık, batı kanadım harem, doğu kanadını ise zemin katta selamlık, üst katta tevhidhane işgal eder. Yapıya İncili Çavuş Sokağı üzerindeki batı cephesinde yer alan iki kapıdan girilmekte, kuzeydeki kapı selamlık ile tevhidhaneye, güneydeki ise doğrudan hareme geçit vermektedir. Cümle kapısı niteliğindeki kuzey girişini ince uzun bir taşlık izlemekte, bu taşlığın güney duvarındaki kapıdan hareme geçilebilmektedir. Taşlığın sonundaki yamuk planlı sofadan üç kollu bir merdivenle birinci kata çıkılmakta, söz konusu sofanın güney yönünde, yan yana meydan odası ile kahve ocağı yer almaktadır. Bu iki mekânı aynan duvara pencereler açılmış, ayrıca kahve ocağı meydan odasına ve sofaya açılan birer servis penceresi ile donatılmıştır. Birinci katın sofasından tevhidhane ile şeyh odasına geçilir. İncili Çavuş Çık-mazı'na açılan pencerelerin aydınlattığı şeyh odasında bir yüklük bulunmaktadır.
Kaygusuz Tekkesi'nin birinci kat planı. M. Baha Tartman, 1980
Kuzeybatı köşesi pahlanmış olan tevhidhane düzgün olmayan kare bir alana (7x7 m) sahiptir. Tevhidhanenin girişi pah-lı köşede yer almakta, geleneksel Türk ev mimarisine bağlanan bu durum, son dönemde ahşap tekke binalarında sivil mimari geleneklerinin ne derecede etkin olduğunu göstermektedir. Güney duvarının eksenine, yıkılmış olan ancak yarım daire planlı olduğu tahmin edilebilen mihrap, mihrabın sağına iki, soluna bir pencere yerleştirilmiş, diğer duvarlar sağır bırakılmıştır. Tevhidhanede ne erkekler, ne de kadınlar için mahfil bulunmakta, oldukça alçak tutulan tavanın ortasında, çatı altında gizlenen 3 m çapında bağdadî bir kubbe görülmektedir.
Selamlığın ikinci katı ile harem bölümünde, sofalara açılan yüklüklü odalar ve helalar yer alır. Haremin zemin katındaki u-fak taşlığın güneyinde halen dükkân olarak kullanılan ve özgün biçimini kaybetmiş bulunan mekânın, baca kalıntılarından zamanında mutfak olarak kullanıldığı anlaşılır.
Kaygusuz Tekkesi, geç döneme ait ahşap İstanbul tekkelerinin hemen hepsi gibi, dış görünümü itibariyle çevresindeki meskenlerden ayırt edilmemektedir.
Bibi. Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 8; Ihsaiyat II, 19; Vassaf, Sefine, V, 272; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, 38; Behçetî î. Hakkı el-Üsküdarî, Me-râkid-iMu'tebere-i Üsküdar, İst., 1976, s. 47. M. BAHA TANMAN
19. yy'ın sonlarında Boğaziçi'nde bir pazar kayığı ve hamlacılar. Tuğrul Acar arşivi
KAYIKÇILIK
Marmara Denizi, Haliç ve Boğaziçi sahil-leriyle Kadıköy ve Üsküdar sahillerine yayılmış olan İstanbul'da kayıkçılık büyük ö-nem kazanmıştı.
İstanbul'da kayıkçılık belirli nizamlara, usullere bağlanmış bir meslek dalıydı. Şehir içindeki en büyük hatlar Üsküdar, Galata, Haliç ve Boğaziçi'ydi. Ayrıca Mudanya'ya da yolcu ve yük taşıması yapılırdı.
Her kayık, bir iskeleye bağlı olmak mec-buriyelindeydi. Bağlı olmadığı iskeleden yolcu ve yük alan kayıkçı, o iskelenin gelirini düşüreceğinden, bu iş takip altında tutulmuş ve İstanbul kadılarına iskele denetimi zorunluluğu getirilmiştir. Kayıkçılık yapacak kimselerin işlerinin ehli olması ve başka bir kayıkçıdan kefili olması gerekliydi.
Her iskelenin kayıklarının şekline dikkat eden, kayıkçılarının düzgün çalışmasını temin ve kontrol eden, kefilsiz çalışanları önlemekle görevli bir "iskele kethüdası" olması zorunluydu. İskele kethüdası, aynı zamanda kendisine bağlı kayıkçılara da toptan kefil olmakla yükümlüydü. Günlük işlere bakan iskele kethüdalarının dışında mesleğin bütün sorunlarıyla ilgilenen, başkan sayılabilecek bir genel kethüda olur, buna da "peremeciler kethüdası" denirdi. Üsküdar gibi büyük bir iskelenin kethüdası kayıkçıların asker kökenli olmasından dolayı yeniçerilerden seçilirdi.
lu yemeni ve fes verilirdi. Hamlacılar, küreğe geçip kayığı hareket ettirdikleri zaman uzaktan onlara bakan bir kimse tek küreğin hareket ettiğim zannederdi. Hanımlar, kayığa binerken veya çıkarken öndeki hamlacı, ayakta ellerini değil, destek olması için hafifçe omzunu uzatır, hanımlar elleriyle hamlacıların omzunu tutarak kuvvet almış olurlardı. Hamlacıların kibarlıkları ve üstün fiziki güçleri ise İstanbul deniz çocuklarının bir özelliğiydi.
Kayığın itibarının azaldığı dönem olan 19. yy'ın sonlarına doğru II. Abdülhamid (hd 1876-1909), kayıkçı esnafına karşı daima tetik durmayı yeğlemişti. Çırağan Sa-rayı'na kapatılmış olan V. Murad'ın kayıkçılar tarafından kaçırılıp, tahta çıkarılabilirle ihtimali karşısında sıkı önlemler almıştı. Kayıkçıların akşam saatinden sonra çalışmaması, kayıkların belirli bir yerde toplanması, kayıkçıların iskele yakınlarında gecelememeleri uygun görülmüştü.
II. Abdülhamid döneminin sonlarına doğru kayık, yerini sandala bırakmıştır. Vapurların işlemeye başlamasından sonra kayıkların yolcu taşıma işi büsbütün yok olmayıp çehre değiştirmiştir. Bazı vapurlar, iskeleye yanaşmayıp açıkta durduklarında yolcular karaya, buralarda bekleyen kayıklarla çıkardı.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I; H. Cahit (Yalçın), "Kayıkçı", Hayat-ı Hakikiye Sahneleri,
KAYIKHANELER
502
503
KAYIKLAR
1325; (Altınay), Onaltıncı Asırda, 75-76, 143; R. E. Ünaydm, Boğaziçi Yakından, ist., 1938, s. 51-57; H. von Moltke, Türkiye'deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar, Ankara, 1960, s. 73-75; C. Orhonlu, "Osmanlı Türkleri Devrinde istanbul'da Kayıkçılık ve Kayık işletmeciliği", TD, s. 21 (1966), 109-134; Z. Erkins, "Yüz-yetmişbeş Yıl Önce İstanbul'da Kayık ve Kayıkçılar", Tarih Konuşuyor, S. 29 (Haziran 1966), s. 2408; P. Lecomte, Türkiye'de Sanatlar ve Zenaatlar, ist., ty, s. 207-210; S. Ayver-di, Boğaziçi'nde Tarih, İst., 1976, s. 45-62; Va-da, Boğaziçi, 49-58; S. Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, Ankara, 1981, s. 57-68; Ç. Gülersoy, Kayıklar, ist., 1983; C. E. Ihtifalci, "Vapurlardan Önce Boğaziçi'ne Nasıl Gidilir, Dönülürdü?", TTOK Belleteni, S. 72/351 (Kış 1984-1985), 20-23; 1. Ortaylı "istanbul'da Deniz Ulaşımı Nasıldı?", istanbul'dan Sayfalar, İst., 1987, s. 155-160; R. Schiele-W. Müller-Wiener, 19. Yüzyılda İstanbul Hayatı, ist., 1988, s. 70-77; Mantran, istanbul, 95-96.
UĞUR GÖKTAŞ
KAYIKHANELER
Kayıkları çekmek, ayrıca yağmurdan ve güneşten korumak amacıyla tasarlanan mekânlar "kayıkhane" olarak adlandırılagel-miştir.
Tarih boyunca, özellikle de Osmanlı döneminde denizle iç içe yaşanan, deniz u-laşımından azami derecede yararlanılan istanbul'da ve yakın çevresinde kayıkhaneler, sahilsaraylar ve yalılar başta olmak üzere, Haliç ve Boğaz kıyılarında yer alan hemen her türlü yapının vazgeçilmez birer parçası olmuştur. İçlerinden pek azının günümüze ulaşabildiği kayıkhaneler, çoğunlukla ait bulundukları yapının zemin katında, denizle aynı kotta yer almakta, bir kısmı da bu yapının bahçesinde bağımsız o-larak tasarlanmaktaydı.
II. Mahmud dönemine (1808-1839) ait 1230/1814-15 tarihli Bostancıbaşı Defte-rz'nde, İstanbul kıyılarında yer alan diğer yapılarla birlikte, kayıkhanelerin de dökü-
mü bulunmaktadır. Ancak bu kaynakta zikredilen kayıkhanelerin îstanbul'dakile-rin tamamını teşkil etmediği, birkaç istisna dışında, ancak bağımsız yapı karakterinde olan kayıkhanelerin kaydedildiği dikkati çekmektedir. Bu vesileyle 19. yy'ın başlarında Haliç ve Boğaz kıyılarında bu bağımsız kayıkhanelerin dağılımı, hangi kesimlerde yoğunluk gösterdikleri ve mülkiyet durumları tespit edilmekte, ayrıca bir kısmının herhangi bir yapıya ait olmaksızın, şahsi mülk ya da vakıf olarak, gelir sağlamak amacıyla tesis edildikleri anlaşılmaktadır.
Topkapı ve Dolmabahçe saraylarının
20. yy'ın
başında
çekilmiş
bir fotoğrafta
Sarıyer'deki
Ali Kethüda
Camii'nin
bugün
bulunmayan
kayıkhanesi.
istanbul/
Le Regard de
PierreLoti, 1992
Yüzyıl başında Galata Köprüsü ve kayıkçılar.
Nazım Timuroğlu
müştemilatından olan saltanat kayıklarına mahsus kayıkhaneler, kendi türünün en büyük ve gösterişli örneğini teşkil etmekteydi. Bağımsız yapı niteliğindeki bu kayıkhanelerden Topkapı Sarayı'na ait olanı, Sepetçiler Kasrı'nın(-0 hemen yanında, Sa-rayburnu yönünde yer almaktaydı. 16. yy' in sonlarından 19. yy'ın birinci çeyreğine kadar Sarayburnu'nun görüntüsünü tespit eden çeşitli gravür ve resimlerde (Sco-rella, 16. yy'ın sonlan; C. H. van Essen, 17. yy'ın ikinci yarısı; Grelot, 1680 dolayları; Runciman Koleksiyonu'ndaki resim, 17. yy'ın sonları; Loss, 1712 dolayı; J. B. Lep-rince, 18. yy'ın sonları; Barker, 1813; Lö-
Boğaziçi'nde bir yalı ve kayıkhanesi. ktunbul'/Le Regard de Pierre Loti, 1992
wenhielm, 1825-1827) kırma çatı örtülü beş ya da altı birimden oluşan bu kayıkhane görülebilmekte, Grelot'nun gravüründe bu yapının önünde "Caickana ou Remises desBarques du G. S. (Grand Seigneur)" yazısı teşhis edilmektedir.
Dolmabahçe Sarayı'nın kayıkhanesi ise aynı adı taşıyan caminin yanında, Kabataş yönünde bulunmaktaydı. Bu çevrenin eski durumunu belgeleyen fotoğraflarda kayıkhanenin iki katlı, büyük boyutlu, kagir bir yapı olduğu görülür. Zemin katın kayıkhanelere, üst katın ise saray hamlacılarının koğuşlarına tahsis edildiği bilinmektedir. Bugünkü Dolmabahçe Sarayı'nın yerinde bulunan eski Beşiktaş Sarayı'na ait iki kayıkhane de 1230/1814-15 tarihli Bostancıbaşı Defteri'nde "Sandal-ı Hümayun Kayıkhanesi" ve "Piyadeler Kayıkhanesi" olarak zikredilmiştir.
Yalıların altında yer alan kayıkhaneler ise üstleri beşik tonozla veya ahşap döşeme ile örtülü, dikdörtgen planlı mekânlardır. Denizle bağlantıyı sağlayan açıklıklar hemen daima ahşap kepenklerle donatılmakta, bu kayıkhaneler bazı örneklerde yalının zemin kat taşlığı ile bütünleşmekteydi. Diğer taraftan yalı konumundaki bazı cami, mescit ve tekkelerin bünyelerinde de kayıkhanelere rastlanabilmektedir. Sarıyer'deki Ali Kethüda Camii(->) ile Eyüp' teki Bahariye Mevlevîhanesi(->) bunlara örnek olarak verilebilir.
Bibi. "Bostancıbaşı Defterleri", ISTA, VI, 2979-2995; Eldem, istanbul Anıları, 8-34; Eldem, Boğaziçi Anılan, 18-20; Eldem, Boğaziçi Ya-lılan-Rumeli Yakası, ist., 1993, s. 226-227.
M. BAHA TANMAN
KAYIKLAR
19. yy'ın ortalarında vapurların işlemeye başlamasına kadar geçen zamanda, şehrin en yaygın taşıma aracı kayıktı. Roma ve Bizans'tan hiç değilse forumlarda ve onları birbirine bağlayan caddelerde geometrik bir yerleşim düzeni devralan Osmanlı payitahtı, kısa sürede bu planı, kendi sos-
yal yapısı ve toplum alışkanlıklarına göre değiştirerek, meydanları ve yolları ahşap evler ve bahçelerle doldurmuş, kendisinden önceki başkentin Roma örneklerine uygun hızlı arabalarına, geçecek cadde bırakmamıştı. Kara yerleşimindeki bu dokuya karşılık, ulaşım için kullanılan en geniş imkânı, deniz oluşturmuş, Halic'in ve Boğaziçi'nin sulan, yapımı ve bakımı para istemeyen geniş bulvarlar olarak, en yaygın şekilde yararlanmaya açılmıştı. Bunun i-çin, Osmanlı payitahtı genel bir adlandırma ile kayığı kullanmış ve bulup geliştirdiği çeşitli tiplerini, toplumun her tabakasına sunmuştu.
Kara ulaşımında at ve araba ancak belirli sosyal basamaklarda bulunanlara mahsus araçlar iken ve halk çoğunluğuna ancak yaya gitmek seçeneği bırakılmışken, denizde kayık, biraz da fiziksel bir zorunluluk olarak, herkesin binebildiği taşıt olmuştur. Ancak toplumun katmanlarına göre, kayığın da birkaç türü üretilmiştir.
En başta, hükümdarın kendisi ve hanedan üyeleri için yapılan en süslü ve gösterişli kayık türleri gelir. Bunların hepsini birleştiren ortak özellik, öbür kayık türlerine göre uzunlukları (30-32 m), genişlikleri (2,5 m) dikkati çeken yükseklikleri (2,5 m), kürek sayısının çokluğu (herhalde 10'dan yukarı ve genellikle 16 çifte) ve bordalarının altın yaldız ve kabartma işlemeler başta olmak üzere, çok süslenmiş bir görünüşe sahip olmalarıdır. Hünkârın bindiği en uzun ve en büyük teknenin, ayrıca baş tarafına oturtulmuş yarı kapalı bir köşkü mutlaka bulunurdu. Barok ve rokoko etkilerinin girdiği 18. yy'ın sonlarına kadar bu köşklerin sütunları gümüşle kaplanmış ve kasnakları Osmanlı'nın geleneksel süsleme malzemesi olan sedef, bağa, fildişi ve abanozdan yapılıp firuze taşları ile işlenmiştir. Avrupa modalarının başladığı son dönemde ise, bu "odaların" dört yana bakan cephelerine açıklık ve ferahlık getirilirken, ahşap kısımlarının altın varakla kaplanması ve içlerine, rengi
çoğu kez kırmızı olan atlas perdeler ve kanepeler konulması tercih edilmiştir. Bu modayı başlatan II. Mahmud'un (hd 1808-1839) ve oğlu Abdülmecid'in (hd 1839-1861) saltanat kayıklarında, oturdukları bu odanın tepesini yine altın bir güneş amblemi ve kayığın burun kısmını som gümüşten bir kuş figürü süslerdi.
Saltanat kayıklarının saraydan ayrılışları her seferinde top atılarak duyurulduğu ve Kız Kulesi gibi yol üstü yerlerden yine topla karşılandığı gibi, kortejin kaç kayıktan oluşacağı, onların kürekçi sayısı, binecek kimselerin yeri ve rütbesi ve gidiş düzeni, sıkı kurallarla belli edilmişti.
Köşklü saltanat kayığına en son, birkaç kez Abdülaziz (hd 1861-1876) binmiş, tekniğe ve donanmaya meraklı olan bu hünkâr, daha çok yeni vapurları tercih etmiş, yeğeni II. Abdülhamid (hd 1876-1909) ünlü evhamı ile Yıldız Sarayı'na kapanıp denizden genellikle uzak durmuş, V. Meh-med (Reşad) (hd 1909-1918) ve son halife Abdülmecid ise, devrin değişen ekonomik ve sosyal atmosferi içinde ve devletin iflasa varan zayıflığı karşısında, ancak köşk-süz saray kayıklarını ara sıra kullanmışlardır. Saray kayıkları, son devirde, Dolmabahçe Sarayı'nın Kabataş yönünde yer a-lan büyük kayıkhanesinde ve Topkapı Sarayı'nın bir kıyı köşkü olan Sepetçiler Kas-rı'nın altında muhafaza edilirlerdi. Kullanımdan kalktıkları 1880'ler sonrasında, hepsi durduğu yerde çürüyerek yok olmuşlardır. Elde kalabilen birkaç örnek, Deniz Müzesi'nde(->) sergilenmektedir.
Saray dışındaki varlıklı kesimin kullandığı kayık türüne, "piyade" adı verilmiştir. Hünkârın katılmadığı bir kısım saray gezileri de piyadeler ile yapıldığı gibi, yabancı elçilerin deniz taşıtları da kendi ülkelerinin bayrağını taşımakla beraber, tip olarak yine birer piyade idiler. Bu kayığın belirgin özelliği, bordasında fazla süslemeler taşımadan, çok hafif malzemeden tutulmuş ince ve uzun bir yapıya ve şaşırtıcı bir hıza sahip olmalarıydı. Farklılıkları, sahiplerinin mali ve sosyal durumuna göre, kürek saydamdaydı. Yalıların genellikle kendi kayıkhanelerinde bir veya birkaç piyadesi durduğu gibi, iskelelerde kiralık piyadeler de beklerdi. Bu kayık tipini, günümüzün özel ya da taksi otomobillerine benzetebiliriz.
Piyadeye sahip olacak ya da onu kiralayacak imkânı olamayan halkın toplu taşıma aracı "pazar kayığı" idi. Bunların farla, gövdelerinin ağır ve geniş olması ve arkada güçlü dümenlerinin bulunmasıdır. Bu yapıları ile işlevleri, çağımızın otobüslerine ve tek metro vagonuna eş tutulabilir. Boğaz halkı, vapurlar devreye girinceye kadar, bu araçlarla şehre inmiş ve akşam onlarla dönmüşler, hattâ ilk vapurlar pahalı olduğu için, daha bir süre yine bu teknelerle gidip gelmişlerdir. 19. yy'ın ikinci yarısında gelen yabancıların yaptıkları resimler, pazar kayıklarında yolcularla beraber eşyalarının, denklerinin ve semt manavlarının sebze meyvelerinin de topluca ve tam bir samimiyet içinde taşındığını gösteriyor.
KAYIŞ DAĞI
504
505 KAYMAK MUSTAFA PAŞA CAMÜ
Dalgalara karşı bumu ve arkası yüksek tutulmuş, yelken de açabilen peremeler pazar kayığından küçük, fakat zarif, piyadeden de daha kuvvetli yapısı ile, daha çok eşya taşımaya mahsus bir deniz aracı idi. Günümüzün kamyonetlerine benzetilebilir.
Denizin nimetlerinden bütünüyle yararlanan eski istanbul'un son bir kayık tipi, özellikle Marmara'nın ve Karadeniz'in
Brindesi'nin betimlemesiyle 19- yy'da piyade kayığı (en üstte) ve bugünkü şehir hattı vapurlarının işlevini gören pazar
kayıklarından biri (ortada) ve Preziosi'nin bir tablosunda saltanat kayığı, 1851, istanbul Deniz Müzesi. Cengiz Kahraman arşivi
açıklarına uzanmak için üretilmiş, çok sağlam ve geniş gövdeli, burnu da dalgalara karşı yüksek kesilen, içlerine ağlar yüklenen balıkçı kayıklarıydı. Bunların, bordasına altın bordürler değil ama boyalarla süslemeler yapılmış özenli tipleri de vardı. Yakın zamana, yani 1960'lara kadar, Boğaziçi'nin Karadeniz'e yakın köylerinde son örneklerini görmek mümkündü. Kayıkçı esnafı, yüzyıllar boyu genel
lonca disiplini içinde bir iskele kethüdasının yönetimine verilmiş, bostancıbaşının kontrolünden başka, yerel kadının onayına bağlanmış ve her kayıkçının birbirlerine karşı kefil tutulduğu bir düzen içerisine yerleştirilmişti. Böyle bir güvenlik sisteminin içinde çalışan kayıkçılar, yüzyıllar boyu çok zorlu şartlarda mesleklerini genel bir dürüstlük içinde yapmakla ün kazanmışlardır. En çok çalıştıkları bahar ve yaz mevsiminde tertemiz ve ketenden bembeyaz giysileri, renkli kuşakları ve fesleri ile, yabancı gezginlerin en çok ilgisini çeken esnaf tipi de onlar olmuştur.
Kayık, genel ulaşımda 18401ı yıllardan itibaren yavaş yavaş yerini vapurlara bırakmak zorunda kaldı. Özel kullanımlarda onun yerini, hem daha kısa, hem daha a-ğır ve genişçe bir tekne olan sandal aldı.
Günümüzde, gondollanm hem günlük hayatta tutan, hem de yıllık festivallerde değerlendiren Venedik'e karşılık, tarihteki tipleri ile İstanbul kayıklarından tek örnek, kullanımda kalmamış durumdadır. ÇELİK GÜLERSOY
KAYIŞ DAĞI
İstanbul'un Anadolu yakasındaki Kocaeli penepleni üzerinde, Bostancı'nın kuzeydoğusundaki Kayış Dağı, 438 m yüksekliği ile, Beşpınar (Yalova'da) (926 m), Alemda-ğı (442 m) ve Aydos Tepesi'nden (537 m) sonra İstanbul'un dördüncü yüksek tepesi-dir. Marmara ve Karadeniz'in derin çukurlarını ayıran platonun doğu yakasında yükselen Kayış Dağı'nın büyük bölümü silür-yen dönemde (yaklaşık 430-395 milyon yıl önce) oluşmuştur. Genç deformasyon-ların, kısmen de kayaç yapısından kaynaklanan litolojik farkların ürünü olup dirençli kuvarsitlerin yükselmesinden oluşmuş ve aşınmaya uğramamıştır. Batı kesimlerinde kuvarslı konglomeralara rastlanır.
Kayış Dağı'nın bazı kesimleri kuraklığa dayanıklı meşe, defne, böğürtlen türü makilerle, batı yakası ise iri meşe toplulukları ile kaplıdır. Günümüzde asıl bitki örtüsü olan bu ormanlar tahrip edilerek yerini makilere terk etmektedir.
Tepenin eteklerinde kaynayan bazı pınarlar nedeniyle Kayış Pınarı diye adlandırılan Kayış Dağı, İbrahim Paşa suyollarının önemli bir parçasıydı. Zeynel Dağı, Ayazma, Hacı Ömer, Fundalık, Meşelik, Kestanelik, Kandilli Dere ve Çoban Çeşmesi katmalarıyla beslenen Kayış Dağı, güzel suları ve suyun çıktığı yerdeki ağaçlık set dolayısıyla Osmanlı döneminden önce de ünlü bir mesire yeriydi. Osmanlı Padişahı Orhan Gazi, 1347'de ordularıyla Üsküdar önlerine geldiğinde, Kayış Dağı e-teklerinde konaklamıştı. Orhan Gazi'nin, kayınpederi olan Bizans İmparatoru VI. İoannes Kantakuzenosla(->) (hd 1347-1354) bu civarda avlandığı rivayet edilir.
Osmanlılar döneminde suyun çıktığı setin etrafına, çeşmeler, kasırlar ve av köşkleri yapılmıştı. Kayış Pınarı Suyu'nun III. Ahmed'in(-0 (hd 1703-1730) sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından
Kadıköy'e, Üsküdar'a nakledildiği, ayrıca suyun padişahın Kavak ve Şerefâbâd kasırlarına bağlandığı kaydedilir.
Üsküdar yakası suyolları arasında en büyüğü olan Kayış Dağı İsalesi'nin (suyolu) adı İbrahim Paşa Suyolları arasında geçer. Türk ve islam Eserleri Müzesi'nde 3336 numara ile kayıtlı bulunan ve Damat İbrahim Paşa'nın yaptırdığı suyollarının 1753' teki durumunu gösteren bir haritadan anlaşıldığına göre söz konusu suyolları 17187 1719'da yapılmış, 1728'de Doğancılar mak-seminin (taksim) inşası ile şehirdeki 33 çeşmeye su verilmiş, 1753'te ibrahim Paşa' nın oğlu Genç Mehmed Paşa (ö. 1768) tarafından yapılan katmalar ve ilavelerle genişletilmişti. İbrahim Paşa isale hattından yöredeki birçok köşk, kasır, çeşme ve 40 kadar cami su alırdı. Haritada, isale hattı üzerindeki iki maslak arasının 440 arşın (343 m) olduğu ve 1.100 adet künk bulunduğu kaydedilir. İsale hattının başlangıcı, Kayış Dağı'nın 7,5 km kadar kuzeybatısındaki Apustol Çiftliği denen yerde olup, üç galeriden toplanan su Yalnız Sel-vi denen yerdeki kubbeye gelirdi. İbrahim Paşa'nın haritasında isale hattının başı olarak Alemdağı zikredildikten sonra sırasıyla Erenköy, Sultan Çiftliği, Kayış Dağı, Beylik Mandıra, Keçi (Kiçi) Pınarı adlan sıralanır ve bütün ızgaralar, maslaklar, lağımlar, kemerler, teraziler, kasırlar, taksimler ve çeşmeler ayrıntılı olarak sayılır.
Günümüzde Kayış Dağı suları, 27 membadan çıkan 9 maslakta toplanmıştır. İstanbul'un Sahrayıcedit, Göztepe ve Kuyu-başı gibi semtlerine su veren Kayış Dağı İsalesi membalarla maslaklar arası 2.600 m, Çobançeşme-Başmaslak arası 900 m, Başmaslak-Çatalbaşı arası 2.675 m, Ça-talbaşı-Böceklik arası 3.858 m olmak üzere toplam 15.910 m'dir. Şebeke hattı çeşitli çapta font borularla birlikte 18.500 m'ye ulaşır. Kayış Dağı İsalesi'nin depoları ise Çatalbaşı (1x60 m3), Böceklik (2x60 m3) ve İkbaliye (1x60 m3) mevkilerinde olmak üzere üç tanedir. İsale hattından 16 çeşmeye, şebekeden ise 5 çeşmeye ve bazı resmi dairelere su verilmektedir.
Dağın eteklerinden kuzeybatıya doğru yayılan Kayışdağı Mahallesi 1971'den itibaren çoğunluğu Sivas, Çankırı ve Kars'tan gelenlerce oluşturuldu. Yaklaşık 20.000 (1994) nüfuslu mahallede l ilkokul ve l ortaokul bulunmaktadır. Mahallede düşkünler yurdu binasının yapımı sürmektedir.
AYŞE HÜR
Dostları ilə paylaş: |