Çırpıcı caddesi iptida, yâni Topkapudan mezarlıklar arasından geçerek Sakine Hâtûn nâm-ı diğer İlyaz zade sebiline gelir. Sebil sağda karşı köşede olup, önünde ve yolun sağında set üzerinde bir mezarlık sofası vardı. Sofa ile sebil arasında sağa doğru uzanan dar bir yol İlyas Zade Mahallesine girerdi. Sakine Hatun Sebilinin en mühim hususiyeti, bu sebilin 1954'de yıkılmasına tekaddüm eden yakın yıllara kadar, bihakkın sebil vazifesini gören İs-tanbulun yegâne ve en son sebili olmasıdır. Önünden geçen susamışlara dâima hazır, temiz ve parasız suyu mevcud idi. Sebilin içinde çıkrıklı bir tatlı su kuyusu var di. Sebilin içinden geçilen bir binada oturan son mütevellinin ahfadı su verme vazifesini Allah razı olsun son yıllara kadar devam ettirdiler. Kendileri içerde yoksa bile suyu ve tasları daima hazır bulundururlardı. Sebilin şark cihetinde ve karşısında Onaltıncı Asırdan kalma büyük ve güzel taş duvarlı bir açık türbe vardı. İçinde Nihan Hâtûn ve hicrî 990 da (m. 1582) ölen İlyas zade medfun idi.
Bu türbenin şimalî şarkî noktasına yakın bir yerdeki Sinan-rErdebîlî'nin türbesi de geçerken nazarı dikkati çekerdi. Erdebî-lî'nin bağı ve köşkü de bu civarda imiş. Şimdi yalnız köşkünün bakiyesi olması muh-
istanbül
temel bir harabeden başka bir şey kalma-mışdır. Sinanı ErdebüTnin türbesi Topkapu - Maltepe yolunun sağ tarafına ve Top-kapuya yakın bir yere nakledilmiş ve restore edilmiştir.
Çırpıcı'ya doğru yürüyoruz: Sol taraf, türbeyi geçdikten sonra, ilerde bahsedeceğimiz yol kavşağına kadar sıra ile müteaddit bostanlardan ibarettir. Sağ taraf, sebilden sonra beş altı ahşab ev ve evlerin nihâyetinde îlyas Zade Camii haziresi vardır. Hazirenin duvarları yıkıldığından burası içerlek bir arsa hâline gelmiş ve üç dört perişan mezar taşından başka bir şey kalmamışdı. İlyas zade nâm-ı diğer Sakine Hâtûn Camii 1925'de kadro hârici olup metruk ve harap idi. Tezkiretülbünyanda-ki kayda göre bu camiin mimarı Koca Si-nandır. Bahçe içindeki,' ahşab çatılı camiin kendisi ile mütenâsib ufak bir minâ resi vardı. Camiin, son yıllarda kiremidle örtülü çatısı da göçmüş ve mâbed büsbütün viran bir hâle gelmişdir.
Camii geçtikden sonra evler seyrekleşir. Bunlar geniş bahçeler içindedir. Yol, Topkapu - Mevievihânekapu arası hizasında kışın akan ve kara suyu dedikleri su ile beslenen küçücük bir derecikten geçer. Bu derecik Takkeci istikâmetinden gelir ve bostanlar arasından geçerek Surlar cihetine doğru akardı. Dereciğe varmadan hemen sağda, bir bağçenin duvarı dibinde ufak bir kuru çeşme vardır. Tarihsiz mermer kitabesinde: «Maşallah Lâkuvvete İllâ IBillâh» yazılıdır.
Çeşmeyi geçtikten sonra yol sola doğru yâni Kıble cihetine inhiraf eder ve hafif bir yokuş başlar. Sol taraf bostan, sağ taraf ise taş duvarlar içerisinde metruk eski bir dutluk vardır. Yol Çukurbağ denilen yere yaklaşınca meylini kaybeder ve düzlüğe çıkar. Burada bir yol kavuşağı vardır. Yolun biri Merkezefendiden gelir. Diğeri Maltepe arkası ile Davud Paşa arasında Midhatpaşa mevkiinden gelir. Burada Midhat Paşa'nın 1939 yüında yanan bir köşkü vardı. Bu yolun kavuşağa yakın bir yerinde ve sağda, Çukur Bağın berisinde bir kar kuyusu vardı. Kuyu bittabi metruk idi. Merkezefendiden gelen yolun sol taraf-da ve kavuşakta yaptığı köşede ise Şehitler Mezarlığı nâmiyle anüan bir Fetih Şehitleri Mezarlığı vardı ki hepsi Nimelceyş den olub kitâbesiz, iri, köfeki ve döşeli 1453
ANSİKLOPEDİSİ
hâtırası taşları nazarı dikkati celbederdi. Bu makbere İstanbulda, surlara uzak ve mezarlıklar hâricinde bir şehitliktir. Yol buraya kadar kısmen âdi kaldırım ve yer yer de Sultan Mahmud kaldırımı tâbir olunan tabla gibi, iri ve düz kayalardan döşeli idi.
Kavuşaktan sonra yol bozuk veya toprak olarak eski bağlar içinden ve Yılanlı Ayazmanın üstünden sağa ve sola dört dirsek yapıp vakıf tarlalar arasından geçerek Çırpıcı'ya ulaşır. Son dirseğin sağında eski paşalardan birinin köşkünün bahçe duvarı önünde kitâbesiz bir çeşme vardır. Bu çeşmeyi geçdikten ve yol Çırpıcıya yaklaş-dıktan sonra, aşağıda sağda Çırpıcı, karşıda uzaklarda Bakırköy'ün Osmaniye mahallesi görünmeye başlar.
Çırpıcı Caddesinden Topkapu - Küçükçekmece Bulvarı geçdikden sonra ihdas edilen otobüs duraklarına maalesef doğru isimler verilmemiş, Çırpıcı durağı tabelâsı Haznedar mevkiine götürülmüş ve Çırpıcı durağı olması lâzım gelen yere ise Çırpıcı ile uzaktan veya yakından hiçbir alâkası olmayan bir isim verilmişdir. Bu yanlışlığın tashihi Î.E.T.T. den beklenir.
Şînasi AK.BATU
ÇIRPICI ÇAYIRI — Vakti ile İstan-bulun en namlı mesirelerinden biri idi. Hıdrellezin ilk haftasından itibaren büyük şehrin halkı cuma günleri akın akın buraya gelir ve adına şimdi piknik dedikleri kır âlemleri yapardı (B.: Çırpıcı).
Çırpıcı Çayırında akan derenin üzerinde, bir kısmı yakın zamanlara kadar mevcut olan müteaddit kadim köprüler vardı. En başda Davudpaşa fırınının önünde, hâlen kullanılan Genç Osman Köprüsü. Eski Topkapu Yolu üzerindeki bu köprünün kitabesi son zamanlara kadar duruyordu. Motorlu bir nakil vasıtası, köprünün şimal tarafındaki korkuluğu üzerinde bulunan kitabeye çarparak parçaladı ve dereye düşürdü ve kitabe yok oldu; kitabenin bir sureti bende vardı, bulamadım: Genç Osman'ın Lehistan seferine giderken bu köprüyü tecdiden yaptırdığı hatırımda kalmıştır. Civardaki Vidos nâmı diğer Güngören köyündeki camiin banisi de Genç Osmandır. Hadikatülcevâmi'de kayıdlıdır.
İkinci köprü Mevievihânekapu hizasından gelen eski ve metruk bir yolun dereyi geçtiği noktadadır. Tek, geniş kemer-
çırçır çayırı
li çok eski bir dar köprü idi. Üçüncü köprü ise Silivrikapu hizasından gelen mesî-regâh yolunun üzerinde idi.
Bu köprü civarında ve dere kenarında Birinci Cihan Harbinde Almanlar tarafından açılan arteziyen kuyuları vardı. Kuyulardan İkinci Cihan Harbi bidayetine kadar su fışkırıyordu. Çocuklar içine taş ve toprak atarak kuyuları tıkadılar.
Birinci ve ikinci köprüler arasında on altıncı asır hâtırası, hicrî 978 tarihli (m. 1667-1668) klâsik uslûbde, kitâbeli bir çeşme vardı, zannedersem bu çeşme duruyor.
Alemdar Mustafa Paşanın Üçüncü Se-lim'i kurtarmak üzere Ruscuk'dan ordusuyla İstanbula geldiği zaman, şehre girmeden önce ordugâhını Çırpıcı Çayırında . kurduğu târihlerimizde yazılıdır. Yakın za maıılara kadar Çırpıcı âlemleri de Kâğıthane âlemleri gibi dillere destandı.
Çırpıcı Çayırının bir ananesi vardı ki, her sene Mayıs ve Haziran aylarında, halk tarafından ((Arapların Düğünü)) denilen, İstanbul zencilerinin kendilerine mahsus oyunları icra edilirdi. Halk bu oyunları seyretmek için cuma günleri akın akın Çırpıcı Çayırına giderdi. Hattâ bu oyunları organize edenler birkaç gün evvelden gazetelere ilân eylerlerdi. Bir îlân numunesini 15 haziran 1927 tarihli Milliyet Gazetesinden iktibas ediyoruz:
«Çırpıcı mesire mahallinde bu ayın 18 inci Cuma günü kadim olan araplar kabak vesaire çalgıları ile icrây-ı ahenk edecek lerinden ahal-i muhteremeye ilân olunur Arablar Kolbaşısı Said Ağa».
Şinasi AKBATÜ
ÇIRPICI ÇAYIEI AETEZÎYEN KUYU SULARI — İstanbul'un batı güneyinde, şehrin surlarından başlayan ve geniş bostan ve çayırlarla Bakırköy'ün kuzey sınırlarına kadar geniş ve münhat yeşil bir arazi uzanır. Civarı kireçli ve kumlu tepelerle sıralanmış bu yeşil arazinin altı, üst üste sıralanmış müteaddit su tabakaları taşır.
Bu çayırlarla örtülü araziden İstanbula su temini düşüncesi oldukça eskidir. Sultan Abdülaziz zamanında şehirdeki büyük su sıkıntısını gidermek üzere hükümete verilen projeler arasında Fransız su sondaj uzmanı Degousee'nin buradan ve
3952
3953
ÇIRPICI ÇAYIRI ORDUGÂHI
civar araziden arteziyen kuyuları açmak teklifi de bulunuyordu. 1934 - 1937 senelerinde yu arazi üzerinde yaptığım tetkikler sırasında Çırpıcı ve Çörekçi çayırları ile civarda, derinliği 15-16 metreye inmiş bostan burgu kuyularile, 60-90 metreye kadar bir derinlikte açümış tekstil ve çimento fabrikalarının arteziyen kuyularının mevcudiyeti görülüyordu. Son yularda istanbul'a acilen su temini düşünüldüğünden, İstanbul Belediyesi Sular idaresi tarafından bu arazi dâhilinde geniş bir kısım satın alınarak 1938 den 1954 senesine kadar yirmi kuyu açılmıştır, ilk tecrübe kuyusu 1938 yılında hemen hemen bu çayırların orta kısmına isabet eden bir yerde açılmış, 110,5 metreye inilerek saniyede 18 litre su alınmıştır, ikinci Dünya Savaşı esnasında bu sahadaki çalışmalar bir müddet durdurulduktan sonra 1946 da 115,5 metreye inilmek sur etile ikinci kuyu açılmış; 1947 senesinde ise yedi kuyu açmak mümkün olmuştur. Bunlardan üçüncü kuyu 89, 95 metreye dördüncü kuyu 99,60 metreye, beşinci kuyu 136 metreye, altıncı kuyu -129 metreye, yedinci kuyu 87 metreye, sekizinci kuyu 95 metreye, dokuzuncu kuyu da 105 metreye, onuncu kuyu da 112 metreye inilmiş ve bunlardan saniyede 17, 21, 13, 5.6, 5.31 litre su alınmıştır. 1948 yılında ise yalnız bir kuyu açılmışdır. 1949 senesinde tekrar 6 kuyu açılmış, 11 numaralıda 147 metreden, 12 numaralıda 128 metreden, 13 numaralıda 132 metreden, 14 numaralıda 135 metreden, 15 numaralıda 253 metreden, 16 numaralıda 128 metreden, 18 numaralıda 137 metreden saniyede 7, 16, 5.6, 5.18, 5.6, 5. 12,5 litre su alınmıştır. Hâlen Çırpıcı arteziyenlerinden 3,5 milyon metre kübe yakın senevi su alınmaktadır.
Bütün kuyuların suları müşterek büyük bir birleşme kuyusunda toplanarak buradan Çırpıcı üzin binasındaki pompalarla Sular idaresinin Edirnekapı yakınındaki Terkos suyu haznesine girer, burada Ter koş şehir suyu ile karışarak, şehire dağılır. Çırpıcı suları ayrı bir kısım şebeke ile de Bakırköy'de tevzi olunur.
i Saatli Nâzım NİRVEN
ÇIRPICI ÇAYIRI ORDUGÂHI — Rus
cuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa ile onun etrafında toplandıkları için Rusçuk Yâra-
İSTANBUL
nı adını almış olan Üçüncü Sultan Selim tarafdârı devlet adamlarının bir hükümet darbesi ile Sultan Selimi tekrar tahta oturtmaya karar verdikten sonra, Alemdar ile Rumeli ayanlarından bâzılarının «Kırcalı askeri» denilen silâhlı kuvvetlerile İstanbu-la dönen Orduyu Hümayuna katılarak taht şehrine geldiklerinde, padişah Dördüncü Sultan Mustafa ile taraf darlarını kuşkulandırmamak için bidayette askerleri ile şehre girmemişler, Çırpıcı çayırında bir çadırlı ordugâh kurulmuşdu. Bu ordugâhda 15.000 asker bulunduğu tahmin edilmişdir; Kırcalı Askerini o devrin vak'aııüvisleri «He-man cümlesi Balkan vahşet perverlerinden şehir görmemiş çetin ve fedaî bir asker idi; kendi ayanlarının ve zabitlerinin kumandası altında olup bir emir ile fedâyi nefse amade dururlardı.» diye anlatırlar. Bu kuvvet 27 temmuz 1808 perşenbe gecesi sabaha 3-4 saat kala Çırpıcı Çayırından hareket etmiş, sıkı yürüyüş ile gün doğarken istanbul surları önüne gelmiş ve kale kapu-ları açılır açılmaz Silivri Kapusu ve Bel-grad Kapusundan şehre girerek, şehir halkının büyük bir kısmı ile hükümet erkânı henüz uykuda iken îstanbula hâkim olmuş-dur. Evvelâ Babıâli basılmış, sadırâzam Çelebi Mustafa Paşadan mührü hümayunu bizzat alan Alemdar Paşa sadrıâzâmı tevkif ettirerek adamlarından Boşnak Ağanın nezâretinde Çırpıcı Ordugâhına yolla-mışdı (B.: Mustafa Paşa, Alemdar; Mustafa IV; Selim III; Mahmud II, Boğaz Yamakları; Mustafa Çavuş, Kabakçı; Mustafa Paşa, Çelebi; Rusçuk Yaranı; İsmail Bey, Serezli).
ÇIRPICI ÇAYIRI YASAĞI (istanbul Kadınlarına) — Yaşlı fakat ateşli ve paralı dul kadınlar, kocadan yana dengini, küf-fünü bulamamış, oynak tazeler, ırz ehli görünür, saman altında su yürütür yosmalar, âşifteler, yazın bilhassa cumadan gayri tatil günlerinde arabalarla Çırpıcı Çayırına giderler, ya kendi hünerleri ile bulup sözleş-dikleri yahud çöpçatan kılavuz kadınlar vasıtası ile peyledikleri şehbaz gençlerle buluşurlar, «hilafı şer'i şerif ve mugaayiri ri-zâyi münîf vaz u hareket ve alenen fisku fücur ve fesada cesaret» ederlerdi! bâzan da oynaşları kendilerini götüren civelek ve zeberdest arabacıları olurdu. Yalın ayaklı, yarım pabuçlu ve mavunacı güruhunun
ANSİKLOPEDİSİ
bıçkınları da bahşiş karşılığı kart hanımlara jigololuk için Çırpıcıya giderler, bir araba geldiğinde türlü it nümayişleri ile hanım gönlü avlamaya çalışırlardı. Geçen asır başlarında bu haller İstanbulda büyük dedikodulara yol açdı, nihayet l receb 1222 (m. 4 eylül 1807') tarihli bir fermanla hangi tabakadan olursa olsun, kadınların Çırpıcı Çayırına ve o civarda Veliefendi Çeşmesi denilen mesireye gitmeleri şiddetle yasak edildi. Sonbaharda ilân edilmiş olan bu yasağa 1808 yazında riayet edilip edilmediğini bilemiyoruz.
ÇIT — Batı türkçesinde gaayet hafif sesleri ifâde eder bir kelime (Türk Lügati); ince, nâzik bir şeyin, kuru bir dalın, çubuğun kırılır iken çıkardığı ses. Meselâ. İstanbul ağzında kesin, derin sessizlik karşılığı olarak: «Çıt yok...» denilir.
Yine İstanbul ağzına bu kelimeden yapılmış deyimler vardır; taze, gevrek simitler için «çıtır çıtır» denilir. Ses ile ilgili olmayarak:
Çıtkırıldım: «lüzumundan fazla nâzik kimse» demekdir; hem tavır ve hal, ve hem de vücud, bünye nezâketi ifade eder:
«İki otuzunda kart yosmanın iki mah-bub oynaşı vardı, ikisinin de adı Mustafa idi. Biri şehir oğlanı çıtkırıldım çelebi, öbürü Karadeniz yalısından bekâr uşağı dangıl dungul daltaban kayıkçı şehbazıy-dı...>: (Kumru Hanım Hikâyesi).
Baba oğlundan bahseder: «Sinek uçsa rüzgârın müteessir oluyor... çıtkırıldım bir oğlan...».
Çıtıpıtı: «Ufak tefek, çelimsiz, nâzik, genç kimse» anlamında, bu deyimde güzellik mânası da vardır.
Çıtıpıtı sözler i!e gönlü aldın Süslüleri görüp beni ferdaya saldın Âhir beni unutup dünyâya daldın Pekolte fistan giyme bu da .mı moda .
(Şarkı, Ekn/ekçi Bağdasaj-)
*
Geçen cuma gördüm scçdim beğendim Çıtıpıtı bir yârim var efendim.
(Kanto Mecmuası)
Çıtırpıtır: «nazikâne, pek tatlı konuşma» anlamında:
Bir hoş tekellüm eyler o âfet çıtır pıtır
(Esad Muhlis Paşa)
Çıtlatmak: 1) Çengi ve köçek oynarken ellerinin baş ve orta parmakları ile çıt
ÇITAK
sesine yakın bir ses çıkarması; parmak çıtlatmak.
2) Gizli tutulan bir meseleyi ilgili kimseye imâ yolu ile kısaca haber vermek.
Çıtırdamak: yanan odunun, kömürün çıkardığı ses.
Hüseyin Kâzım Bey: «Büyük Türk Lügati» nda Çitlenbik ağacının ismini bu gelmiş gösteriyor ki, bu doğru değildir; bu ağaç ismi «çıt» kökünden değil, «çit» den gelmiş olsa gerektir.
ÇITAK — Anadolu halkı ve aslı Ana-doludan gelmiş bir kısım İstanbullular tarafından Rumeli türklerine hakaaret yollu takılmış isim, «türk zeyninde çingene» mâ-nâsındadır.
Tâzerû civan ger olursa çıtak Çengelistan olur kuştüyü yatak
Galatalı Hüseyin Kıl kadar aybı yok tazeden taze Çarşuda şöhreti Gümüşendâze Sevileridir dirler sol kara çıtak Lanet' olsun öyle çapkın dilbâze
Galatalı Hüseyin
Bedros Efendi Keresteciyan meşhur lügatin da bu kelime için şunları yazıyor: «Bu kelime f arşça şitağ ( = haydud, şâkî) isminden alınmışa benziyor. Kökü sanskrit-ce ceteka (= pis, kaba adam) ve ceta ( = uşak) ve staga (±= hırsız) isimlerine ve rusca çudaka (= bambaşka adam, kaygu-suz adam, geniş meşrebli adanı, haydud kılıklı adam, hilekâr adam) ismine bağlanabilir.»
Bir tarih hakikati hâlen Bulgaristan-da bulunan Eskizağra müftüsü Râci Efendi merhum tarafından şu beyit ile ifade edilmişdir:
Besledi beşyüz sene İstanbulu Devleti teyîd eden Rumeli!
Bu belâgatli söz karşısında çıtak, dilimizde muzahfarattan bir kelime olsa gerektir.
1808 de Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşaya karşı İstanbulda içden içden bir galeyan başladığı zaman bir gece Babıâli (Paşakapusu) nin kapusuna yapıştırılan ihtilâl beyannâmesinde de diktatör sadrı-azama bu isimle hakaaret edilmişti, beyannamenin' yazısı şu idi: «Rumelinden geldi bir çıtak, bayrama ya kılıç oynayarak, ya bıçak!» (B.: Alemdar Paşa Vak'ası).
ÇITAK SOKAĞI
3954
3955 —
ÇİÇEK
ile Şehremini camii hatibi Ubeydullah Efendilerin çiçekçi tezkirelerini zikretmek lâzımdır. Bilhassa Ubeydullah Efendinin «Tezkerei Şükûfeciyan» ı, büyük Türk âlimi Kâtib Çelebinin de devrinin meşhur çiçekçilerinden biri olduğunu göstermek bakımından fevkalâde kıymetlidir. Hicrî 1110 senesinde (m. 1698 - 1699) kaleme alınmış bu eserden bu kıymetli kaydı aynen alıyoruz:
«Hacı Halife — Küttab zümresinden olub bir katmer salkımlı mavi sünbülü vardır; 1074 de vefat etmiştir.»
Bugün, ne kadar yazıktır ki, Türk çi-çekçiliti ölü bir halde bulunuyor. Yeni Cami arkasındaki İstanbul Çiçekpazarı iç sızlatacak, kadar yoksuldur. On sekizinci asırda Türkiyede saltanat sürmüş olan lâlenin vatanı olarak bugün Hollanda gösteriliyor. Halbuki, avrupalılar, bu çiçeği, hâlâ eski bir türk .adına nisbetle anmaktadır. Düz beyaz lâlelerden birinin adı «Dülbend lâle» idi; avrupalüar, iş bu «dülbend». kelimesini kendi ağızlarına göre bozarak lâleye Tülib demişlerdir.
Çiçek, bir medeniyet, ruh yüksekliği miyarıdır. Bundan ötürüdür ki, çiçekçiler arasından kaatil ve hırsız çıkmaz.
Bizce. İstanbul belediyesi nadide bir çiçek yetiştirecek bahcivanlar arasında her yıl bir müsabaka açmalıdır.
Tarihi çok parlak olan Türk çiçekçiliğini eski parlak mevkiine çıkarmak bir va tan borcudur. Bugün, bahçelerimizde. «erimiş yakut» ların, elmas dalgalarının, inci eteklerinin yerinde «Jan-Mari», «Ek-ıibs Boreal» gibi yabancı isimler saltanat
sürüyor.
Eski Türk çiçekçileri bilhassa tohum-ouinps ehemmiyet verirler idi; zerrin, sün-bül ve lâle gibi soğanlı çiçeklerde dahi, yeni bulunan bir soğanı kaybetmemek, ve üretmek endişesinin yanında tohumdan yeni çeşitler elde etmek gayreti çok daha baskındı.
Muallim M. Cevdet merhum son meşhur çiçekçiler, amatör çiçek meraklıları hakkında şunları yazıyor:
«Yüz üç yaşında vefat eden Müşir Fu-ad Paşadan ve doksan yaşına kadar yaşayan Balıkhane Nâzın Ali Riza Bey merhumlardan öğrendiğime göre Koca Hüs-rev Paşa, Kıbrıslı Mehmed Paşa, Şeyhülis-
ÇITAK SOKAĞI — 1934 Belediye Şe-liir Rehberinde Fatih Kazasının Şehremini nahiyesinde ibrahim Çavuş ve Denizabdal mahallesinde bir sokakdır; İbrahim Çavuş Mahallesinde İbrahim Çavuş Sokağı ile Denizabdal Mahallesinde Hacamatçı Sokağı arasında uzanır; bu iki mahalle arasında sınır olan Günaydın Sokağı ile dört yol ağzı yaparak kerişir (adı geçen rehberde pafta 10, no. 70, 76); yerine gidilip şu satırların yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (1964).
ÇİÇEK, ÇİÇEKÇİLİK, ÇİÇEKÇİLER — Çiçek, Türk şiirinde müstesna -bir yer tutar. Türklerin çiçeğe karşı gösterdikleri düşkünlük, türk ruhunun zarif asalet ve necâbetinin en beliğ bir şahididir. Kumaşlarımızda, halılarımızda, çinilerimizde, tahta ve bakır işçiliklerimizde, çiçek, umumiyetle hemen yegâne tezyin örneği olmuş-
Seyyar Çiçekçi (Kesim: C. Biseo, 1874')
Seyyar Çiçekçi, 1898 (Re:.im: fotofrsfdan S. Bozcalı eli ile)
dur. En mütevazı Türk evinin bahçesinde, birkaç tahta çiçek, penceresinde üç beş saksı bulunmuşdur.
Millî kütüphanemizde 'geçen asırlar-' daki Türk çiçekçiliğine dair kıymetli eserler vardır. Bir kaçını şöylece gözden geçirelim :
. Tabib Mehmed Aşkî'nin «Lâle İsimleri-adındaki eseri, on sekizinci asırda Lâle Devrinin kıymetli bir vesikasıdır. Lâle isimleri alfabetik tanzim edilip yazümış-dır; ve her çiçeğin yanında onu elde eden çiçek meraklısının da adı yazılıdır. Bizim gördüğümüz el yazması nüshada, sonradan ilâve edilenlerle beraber 1350 lâle adı vardır. Yalnız Tabak Ata isminde bir Lâle meraklısı 401 lâle çeşidi elde etmiştir. Devrin meşhur lâlecileri olarak başta Şeyhülislâm Veli Efendi, Aşir Efendi, İzzet Ali Paşa, Sait Mehmet Paşa, Şeyh Mehmed Lâ-lezâri, Kaptan Tanburî Paşa, Üsküdarlı Baltacı Zade Mustafa Çelebi, Eyüblü Fey-
ANSİKLOPEDİSİ
zullah Ağa, Lüleci Hacı Mustafa Çelebi, Beşiktaşlı İbrahim Ağa, Hakkak İbrahim Çelebi, Tabak Ata, Kasımpaşalı Emin Ağa, Eyüblü Salih Ağa, Üsküdarlı Ağaçayak İsmail, Lâtif Ağa Zade İsmail Ağa, ve ilâh... gelmek üzere 124 kişinin ismi yazılıdır.
Lâleler, renklerine, nakışlarına, (oyalarına göre isim alırdı: Necmi çemen (Çimen yıdlızı), Mevci Elmas (Elmas dalgası), Lâ'li muzab (Erimiş yakut; erimiş dudak), Fevvarei Nur (Nur fıskiyesi), Dâme-ni dür (İnci eteği)...
Sadrıâzâm Nevşehirli İbrahim Paşanın çuhadarı Taşovalı Mustafa Ağanın el-, de ettiği «Mahbubu zaman).-, adındaki lâlenin soğanı tam 1000 altına satılmıştı; bu, mor fitilli gül penbe beyaz bir lâle idi. Bu. nadide çiçeğe benziyen sarı fitilli gül penbe beyaz bir lâleye de «Güli İrem» adı verilmişti. Bilâhare mahbub lâlenin soğanı kaybolmuş, mor fitilli başka bir lâleye «Mahbubu Sâni» adı konmuştu. Fakat Hicrî 1190 da Tabak Ata tarafından tekrar bulunmuş, bu sefer de «Mahbubu Ata» denilmişdi.
Mehmed Aşkî'nin «Lâle isimleri» tarih ve çiçek meraklıları kadar, ressamlarımızı da meşgul edecek kıymetli bir vesikadır.
Türk çiçekçiliğinin diğer kıymetli kaynaklarından biri, Ahmed Kâmilin «Lâle Risalesi^ d ir. Müellif eserini, Birinci Mahmud zamanında Mustafa Paşa sadaretinde kaleme almıştır. Evvelâ lâleyi tarif ve metheder. Sonra şöhretinin sebebini anlatır:
«Hüdai Aziz Mahmud Efendinin bir müridi lâle meraklısıdır. Bu müridin tesiri ile Mahmud Efendi de lâleye merak sarar. Nihayet bu merak, bütün İstanbul halkına sirayet eder. Bu suretle IstanbuJda lâle merakı Lâle devrinden bir asır kadar evvel başlamış oluyor. Nitekim 1370 ihtilâli Üçüncü Ahmed saltanatını yıkdığı, Saa-dâbâd kasırları yer ile bir tahrib edildiği halde lâle merakı devam etmiştir. Birinci Mahmud zamanında da lâle, güzide bir çiçek olarak itina ile yetiştirildi. Yeni bir çeşit elde etmek, lâlelere zarifâne ad koy-' mak, heyecanlı v'e tatlı bir meşgale teşkil oldu. Ahmed Kâmilin risalesinde de. 553 lâle meraklısının adı vardır. Yalnız lâle üzerinde durmıyarak, alelûmum Türk çiçeklerinin isimlerinden ve elde ettikleri çiçeklerin isimlerinden bahseden diğer kıymetli vesikalar arasında Rüştü zade Remzi
ÇİÇEK
3956 —
İSTANBUL
ANSÎKLOPJEDİSİ
— 395? —
ÇİÇEK
lam Arif Hikmet Bey, Hidiv İsmail Paşa, Mısırlı Kâmil Paşa ve Prenses Zeyneb Hanımefendinin bağçeleri yüzlerce, binlerce, çiçeklerin sergisi imiş. Pek değerli çiçek mütehassısları dolgun maaşlar alarak bu bağçeleri tanzim ederlermiş.).-
istanbul civarında sur dışında, Boğaz-içinde Üsküdarda gaayet büyük ve meşhur çiçek bağçeleri vardı. Bir kısım çiçekçiler işlerini bir çesid üzerinde ihtisasa dökmüşlerdi, meselâ sâdece gül veya sünbül, karanfil, fulya yetiştirirlerdi; bağçeler de sa~ hiblerinin isimleriyle beraber, meselâ: «fa lanın gül bağçesi, karanfil bağçesi, fulya bağçesi, manolya bağçesi» diye anılırdı. Bu bağçeler sâhiblerine iki türlü gelir temin ederdi, bir yandan yetiştirilen nadide çiçekler istanbul ve Beyoğlu çiçek pazarlarına sevkediiir, bir yandan da bağçeler teferrü-ce çıkan istanbul halkına bir mesire olarak
Çiçekbağçesi Yanaşması (Besim: Sabiha Bozcalı)
açık bulundurulurdu. Bu arada bilhassa yer ve ağyar gözünden ırak sevişmek isteyen çiftler çiçek bağçelerine giderlerdi. Meyhanelerde dolaşarak altın adını bakıra çıkarmak ve dile düşmekden çekinen nev-civanlar da çiçek bağçelerinde kurulan işret sofralarına iltifat eder, giderlerdi. Bundan ötürüdür ki, askerî rüşdiyeler ve idâ-dilerJe Dârüşşefaka talebelerinin tatil günlerinde çiçek bağçelerine, velev ki kendi arkadaşları ile gitmeleri şiddetle yasak edilmişti.
Münir Süleyman Çapanoğlu bize verdiği notlarda çiçekçiler üzerine şunları yazıyor:
«Cumhuriyet devrinden önce, asrımız başlarında düğünlere çiçek, sepet ve buketleri, cenazelere de çelenk götürmek, göndermek âdeti yok idi, ama müslüman türk toplum hayatında çiçeğin fevkalâde
bir itibârı vardı; bağçesiz evlerde bile pencere içleri, balkonlar karanfil, gül, sardunya, küpe çiçeği, fesleğen saksıları ile bezenmiş olurdu, Sibyan mekteplerinde çocuklar her sabah hocalarına, kalfalarına bir küçük demet çiçek götürürlerdi; hasta dostlara gayet zarif çiçek şişeleri içinde bir güzel karanfil, zerrin gönderilerek hal ve hatır sorulurdu.
Dostları ilə paylaş: |