İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)


Aziz Mahmud Efendinin türbesi ve gönül ateşinde ısınan ibrik (Resim: Nezih)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə74/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   75

Aziz Mahmud Efendinin türbesi ve gönül ateşinde ısınan ibrik (Resim: Nezih)

Aziz Mahmud Efendi ile Şeyh Üftade (Sabiha Bozcalmm kompozisyonu)
Mösyö Bonal (Boğos Bey devri), Tekir-dağlı Mehmed Bey (3 ağustos 1290 = 1874), Binbaşı Şükrü Bey (6 teşrinievvel 1290 = 1874), Ferik Salih Paşa (üezerinde liman reisliği de bulunmak üzere 12 Mayıs 1291 = 1875), Hasan Paşa (Bahriye nazırı Bozcaadalı Hasan Paşa olması muhtemel. Tayin tarihi tespit edilemedi. Ayrıldığı tarih l Haziran 1292 — 1876), Ziya Bey (l haziran 1292 = 1876-14 teşrinisani 1294 = 1878). Bu müdürler arasmda idarenin kalkınması için en ciddî gayreti gösteren Salih Paşa olmuştu ki, •bilâhare on sekiz yıl İdarei Mahsusanm bağında bulunacak olan Con Paşa, Salih Paşanın yanında mütehassıs muavin olarak çalışmıştı (B.: Con Paşa).

Bibi.: Seyri Sefain Tarihçesi; devrin gezeteleri.

AZİZ KAPTAN — Şirketi Hayriyenin emekdar kaptanlarından, 65 numaranın sü-süvarisi; merhum A. Cabir Vada «Bğaziçi Konuşuyor» adındaki eserinde, bu gemicinin adını, şirketin, temizlik ve titizliği meşhur kaptanları arasında zikrederek «Onların va-purlariyle seyahat etmek Boğaziçi sakinlerine pek büyük bir haz verirdi» diyor.

AZİZLİK SOKAĞI — Üsküdarda Bül-bülderesi semti sokaklarındandır; kaba taş döşeli, iki tarafında mütevazi ahşablar sıra-

lanmış, sekenesi fakir Türk aileleri olan bir yoldur kayda değer bir hususiyeti yoktur (1947).

İsmail Ersevinı

AZİZ MAHMUD EFENDİ (Şeyh Hüdâyî) — Onaltmcı Asrın ikinci yarısında ve Onye-dinci Asrın başlarında yaşamış büyük bir mutasavvıf, devrinde îstanbulun en büyük şöhretlerinden ve celvetiye tarikatinin en büyük şeyhlerinden, şair ve bestekâr; hal tercümesini nakleden aşağıdaki satırları Abdülbâkî Gölpınarlı'nm İslâm Ansiklopedisine yazdığı Celvetiye makalesinden alıyoruz ki, bu sahada en salahiyetli kalemlerden biridir:

«Aziz Mahmud Hüdâyî, Şakaik zeyli'ne göre, Seferî Hisarlıdır. Gülsen Efendi, Külli-yât-ı hazret-i Hudayîde Sivrihisarlı olduğunu söylüyor. «Silsilaname-i celvetiye», şeyhi Konya Koç-Hisannda göstermede, Tibyan da bu ikinci rivayeti kabul etmekte ve H. 948 (M. 1541/1542) de doğduğunu ilâve etmektedir. Gülsen Efendi, doğum tarihini H. 950 (M. 1543/1544) olarak kaydediyor. İstanbul-da okuyan, Edirne Sultan Selim medresesinde muidlik, Şam ve Mısırda naiplik eden, Mısırda KarinTal-Din Halvati adlı birisine intisap edip, halveti olan Mahmud Hüdâyî nihayet Bursada Farhadiye medresesine müderris ve Cami-i atik mahkemesine naip oluyor. Bu sırada, ananeye göre bir gece rüyasında cennetlik sandığı bir çok kimseleri cehennemde, cehennemlik sandıklarını cennette görüyor. Bunun üzerine ertesi sabah derhal Üftâdeye gidip, teslim oluyor. Tibyan ve Külliyat, bu teslim oluşun tarihini l zilkade 984 cumartesi (M. 1577) olarak kaydediyor ki anane ile böyle rivayet edilmiş olduğu anlaşlmakta-dır. Mahmud Hüdâyî, Üftâdeye 3 yıl kadar hizmet ettikten sonra, kendisine halifelik verilip, Sivri-Hisara gönderilmştr. Bir müddet sonra İs-tan'bula gelip, Çamlı-

cada Musalla Mescidine bitişik iki taş oda yaptırıp bir vakit orada oturmuş, oradan Rummeh medpaşa Camii yanındaki bir odaya göçmüş, H. 997 (M. 1588/1589) de şimdiki tekke ve camiin yerini almış, H. 1003 (M. 1594/1595) de tekkenin ve camiin yapılması bitmiş ve oraya taşınmıştır, Naimâ tekke ve camiin, Rüstem Paşanın kızı Ayşe.Hatun tarafından yaptırıldığını kaydetmektedir. H. 1002 cema-. ziyelâhirinde (M. 1594) Fatih camiinin cuma vaizliği ile müfessir ve muhaddisliği kendisine verilmiş, tekkedeki cami yapılınca camiin hatipliğini alıp, Fatih camiindeki vazifesini bırakmış ve buna karşılık Üsküdardaki, İskele camii de denen, Mihrimah Sultan camiinin perşembe- vaizliğini almıştır. Ayrıca Sulta-nahmed camiinin vaizliği de kendisine verilmişse de, özür dilemiş ve yalnız her ramazan ayının ilk pazartesi günü Sultanahmedde vaaz etmeği kabul etmiştir.

Mahmud Hüdâyî zamanında büyük bir hürmete mazhar olmuştur. Silsilnamei celvetiye şeyhin bu teveccühe uğrayışma Ah-med L in ibir rüyasını kerametle tâbir etmesini, sebep olarak gösteriyor. Peçevî, Rumeli kazaskeri Şunallahm tesiri ile vezir Ferhad Paşa tarafından Fatih camiine vaiz tâyin edildiğini kaydetmekte ve şöhretinin bu suretle başladığına işaret etmektedir. Naimâ, şeyhü-

lislâmın şeyhi sevmediğini söylemektedir. Fakat Ahmed I. in ölümünde Padişahı yıkamak üzere davet edildiği, ihtiyarlığından bu hizmette bulunamayıp, Padişahı halifelerinden Şaban Dedenin yıkadığı düşünülecek olursa, Ahmed I. in Hüdâyî abdest alırken su döktüğü Valide Sultanın havlu tuttuğu, padişahın şeyhin ardında yaya yürüdüğü gibi, ibâzı hikâyelerin, doğru olmasa bile bir aslı bulunduğu ve Ahmed I. in şeyhe ziyadesiyle saygı gösterdiği anlaşılır. Peçevî, Naimâ ve diğer bütün kaynakların, şeyh hakkında haddinden fazla hürmetkar bir dil kullanmaları da buna delildir.

Mahmud Hüdâyî, üç kere haccetmiştir. Mihrinıah Sultanın kızı Ayşe Sultanı aldığı da rivayet edilmektedir. Şeyhin tatlı dilli ve güzel söz söyler bir zat olduğu (Nimâ), seyrek sakallı ve orta boylu bulunduğu (İsmail Hakkı) söylenir. Akbıyık'm âdetini tazelediğini ve saç koyuverdiğini, dervişlerine de saç koyu-verdirttiğini Şakaik zeylinden anlıyruz. İsmail Hakkı: «Cüneyd Bağdadî soyundan olduğu kendisinden duyulmuştur» diyor. Mahmud Hudâyi, H. 1038 (M. 1628) yılı seferinin ikinci salı gecesi vefat etmiştir. Ölümüne bir çok tarihler düşürülmüştür. Fakat kimin olduğunu bilmediğimiz «Şeyh Mahmud Hüdâyî» tarihi cidden pek güzel bir tesadüftür.

Mahmud Hudayînin 18 arapça ve 12 türkçe eseri vardır ki, bunlar

Üsküdarda Selimiye kütüphanesinde Hudâyi kitapları arasındadır. Başka eserleri de belki vardır. Eserlerinin çoğu, bir kaç sahifelk risale-•"iklerdir. Arapça Maca-lis, tefsirlere müracaat

edilmeden yazılan ve tamamlanmamış bir tefsirdir. «Risale fi'i-tari-kat al-iMuhammediye» ad,lı arapça risalesi ile türkçe Tarikatnamesi ve yine türkçe manzum Necat al-garik adlı risalesi, Küliiyat adı altında divanı ile bir arada





AZIZ MAHMUD EFENDİ

— 1720


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

1721

AZİZ MAHMUD


basılmıştır. En mühim ve büyük eseri, Üftâdenin tasavvufî sözlerinin zaptından meydana gelen Vakiat adlı kitaptır. Üftâdenin türk çe konuştuğu muhakkak olmakla beraber, Aziz Mahmud Hudâyî bu kitabı arapça yazmıştır. Kendi elyazısı ile yazılmış ve iki cüzden meydana gelmiş olan aslî nüsha, Selimağa kütüphanesinde Hüdayi kitapları arasında 574 numarada kayıtlıdır. Üstündeki vakfiyeden, şeyhin babasının Mahmud oğlu. Fazlallah adlı birisi olduğunu da anlıyoruz. Bu eser, yalnız celvetîlik ve tasavvuf bakımından değil, türlü münasebetler ile zamanındaki adamlardan ve vakalardan da bahsetmesi dolayısiyle, tarih bakımından da değerlidir. Gülsen Efendi merhum, divanına pek faideli notlar ilâve etmiştir. Bâzı şiirlerin tarihini, hemen çoğunun bestelenmiş olduğunu ve bestekârlarını, bu arada şeyhin de besteleri olduğunu ve bir ilâhinin Murad III. in ölümü münasebetiyle söylendiğini bu notlardan öğreniyoruz. İlâhilerinin bir kısmı, hece iledir ve bilhassa bunlarda Yunus tesiri görülür ve bir kısmı da zaten Yunusa naziredir. Hemen bütün şiirleri zühdî-tasavvufî olup, şiir bakımından, pek değerli değildir» (İslâm Ansikolpedisi. S. 67-68).

Aziz Mahmud Hudayî'yi Üçüncü Murad devri şeyhleri arasında kaydeden Naimâ, Rumeli Kazaskeri Sunnullah Efendinin himayesi ile Fatih camii vaizi olduktan sonra şöhret (kazanmağa başladığını söyliyerek şu tafsilâtı veriyor: «Bir şeyh-i halevvüllisan ve fâzıl-ı kârdan olmağla ekâbiri devletin kalbini celb idüb sonra Hoca Efendi mahdumlariyle ülfet ettikde Sunullâh Efendi terbiye (himaye) et-diğine nadim olub (şeyhülislâmlığında rağbet ve iltifat etmedi. Hocazadelerin rağbeti mü-tezayid olub Cağalazade ve bâzı vüzera perşembe ve cumalarda meclis vaazına müda-vemet idüb gitdikçe (halk) müracaatların art-tirüb giderek bir mertebeye vardı ki padi— şah-ı cihan bile kutbu zaman olmasına müte-•kid oldu. Saytı kerameti âlemgir oldu».

Birinci Ahmedin şeyhin eline ibrikle su döktüğüne ve valide Sultanın da peşkir tut-, tuğuna dair ıbir fıkra vardır. Rivayet edilir ki, o günkü sohbetlerinde genç padişah ihtiyar şeyhten bir keramet göstermesini rica eder, Aziz Mahmud Efendi: «Padişah-ı cihanın elime su dökmesinden ve validelerinin peşkir

tutmasından daha büyük keramet ne olsa gerek?» cevabını verir.

Kendisini görmüş olan Peçevîli İbrahim Efendi de: «Bunların menakib-i celilesi bu hakirin kalem-i gencayişinden bîrundur. Asrında kutbu zaman idüğünde iştibah olunmaz idi. Her diyarda hulefası ve kendülerin halktan inzivası ve ihyanen vaaz ve tezkir ile ağ-niya ve fıkaraya iras eden safası vasfa gelmez. Bir nice defa meclisi şeriflerine dahil olduğumuz ve takbili yedi mübareklerine vâsıl olduğumuz şeref bu hakire kâfidir» diyor. Bilhassa Üsküdarlıların ağzında, bir çok keramet fıkraları hâlâ nakledilegelmektedir. Bunlara örnek olarak aşağıdaki iki fıkra İstanbul Ansiklopedisine halk şairi Üsküdarlı Vâsıf Hoca tarafından tevdi edilmiştir:

«Hazreti Pîr Hudâyî Bursadan şehrimize teşriflerinde Rumimehmedpaşa Camii Şerifi havlusunun son cemaat mahallinin bir köşesinde hâmile bulunan zevcesi ile sığınmışlar. Yolcunun dakkı bab ânı takarrub edince biçare hatun yoksulluk ve hazırsızlıktan şikâ-şikâyete başlamış pirden aldığı cevab hiç şüphesiz sabrü sükûn tavsiyesi olmuştur. Ah-med-i Evvel bir gece gördüğü rüyanın tâbirinde bütün ulemayı boş bulmuş, bir tavsiye üzerine haremağalarmdan birini bir kırmızı altın kesesiyle Hazreti Pîre göndermiş ve elindeki mektuba da bir cevap getirmesini ferma» buyurmuşlar. Kırmızıyı çok sevdiklerinden ötürüdür ki, kırmızı cübbe ve kırmızı pabuca hasret çeken ve kırmızı kesenin içinde kırmızı dünyalıklar bulunduğunu pekâlâ bilen açıkgör haremağası keseyi cebine indirmiş: — Efendimiz gönderdiler bu mektuba cevap istiyorlar! der demez Pîr mazrufu açmadan üstüne cevabı yazınca hangi çölün Sam yeline uğradığını şaşıran ağa: — Efendi buyurunuz bu da sizin! diye sol cebine indirdiği keseyi nâçar olarak sağ eliyle uzatmış ve mazrufu alıp ilk adımını atınca mütevekkili allallâh olan Pîr keseyi hatuna atmış hayırlı ıbabanın hayırlı evlâdının istikbali ihzar olunmuş. Gelelim hükümdara. Kendi mazrufunun şekli aslisiyle geldiğini görünce hayret etmiş, zarfın üstünü okuyunca muabbirini sarayı hümayununa davet etmiş, sohbetinden memnun kaldığı misafirini o dakika kalbine bir

hakikî mürşid olarak nakşetmiş, müridane iltifatla taltif buyurarak dergâhı hâzırın küşa-dına müsaade kılmış. Şeyhini ziyaret hususunda İstanbulla Üsküdar arasını bir köprü gibi aşmağa başlamış, bizzat ziyaretine gelmediği günler nedimanmdan birini gönderip şeyhinin hatırını tatyip etmeği de ihmal etmemiş.

Bir gün vekil olarak gönderilen nedimlerden biri şeyhi makamında bulamayınca Bulgurludaki çilehanesine gitmiş, ne görsün? Sahibi keramet görülüp kendisinden nasib beklenilen Pir karşısına gözler kamaştırıcı bir genç almış sohbette. Vezir hemen selâmı ar-zedip baş kestikten sonra uzaklaşmış, mal bul-mığribî gibi koşarak bu haberi padişaha yetiştirmiş, bunu işiten padişah veziri gibi içten çürümüş bozulmağa yüz tutan akidesinin şevkiyle ertesi gün soluğu Üsküdarda almış o da ne görsün aynı hal. Ufak bir aramadan sonra hafif bir müsaade talebiyle ayaklanmış, şeyh: — Biz de karşıya geçmek istiyoruz kayığa kabul olunursak birlikte gidelim! denilince ister istemez buyurunuz demiş. Ahmed Hanla Şeyh yan yana çocuk karşılarında Kızkulesi ile Sarayburnu arasına varılınca eli küpeştede bulunan padişahın senelerdenberi parmağında gezdirdiği yüzüğü denize düşüvermiş, çocuk atlamış yüzüğü Şeyhe uzatmış ve gözden nihan olmuş, Padişah: — Aman çocuk boğuldu! diye bağırınca Aziz Efendi: — Senin sui zanla gördüğün bu mahcup civan Hızır aleyhisselâmm kardeşi İlyastır! cevabıbını vermiş..

Aziz Mahmud Efendi hakkındaki keramet menkıbelerinin içinde en şairanesi muhakkak ki şudur: Bursada Şeyh Üftâdenin hizmetinde iken vazifesi, kışın erkenden kalkmak, sabah namazı için Üftâdenin abdest suyunu ısıtmak imiş. Bir gece uyuya kalmış.. Ve şeyhinin: —Aziz!.. Aziz!., nidası ile uyanmış... Her taraf çakıl çakıl buz.. Ocakta bir göz ateş bile yok... İbriği almış, şaşkınlığından üzerini 'hohlayarak koşmuş... Fakat suyu dökmeğe başlayınca, şeyhinin elleri haşlanmış ve Üfta-de, gözleri yaşararak:

— Aziz, biz sana suyu kömür ateşinde ısıt dedik gönül ateşiyle ısıt demedik!., demiş ve o gün kendisine hilâfet vermiş.

Aziz Mahmud Hudayînin bir büyük bestekâr olarak kıymetlerini tahlil eden aşağıdaki satırlar, istanbul Ansiklopedisine, istikbal için çok parlak vaadlerde bulunan genç kalem arkadaşımız T. Yılmaz Öztuna tarafından tevdi edilmiştir:

«Bu büyük mutasavvıf aynı zamanda üs-tad musikişinasın bugün elimizde maalesef yalnız Çarigâh makamında ve Düyek (8/8) îkaamda bir Tevşîh'i kalmıştır. Musikimizin esas makamı olan Çarigâh (do majör), Hazreti Peygamberin ezanları bu makamdan okunduğundan hürmeten lâdinî musikimizde kullanılmaz; yalnız yaptığı eserin hangi makama gireceğini bilemiyen halk musikişinasları tarafından birkaç türküde kullanılmıştır; bunlar dışında, bu makamdan elimizde lâdinî olarak fevkalâde bir Sirto ile bir de yalnız ilk hanesi zamanımıza intikal etmiş olan çok eski bir Peşrev vardır. Makam, harikulade güzelliktedir. Tevşih. dinî musikimizin büyük şekillerinden olup, Hazreti Peygamberi medih mevzuunda bestelenir ve güftesi nâatlardan intihab olunur. Aziz Mahmud Hudâyî'nin musiki cephesi hakknda söylenebilecek şeyleri merhum Saadeddin Nüzhet Ergun söylemiştir:

«Ezgileri bugün bize kadar intikal edebilen bestekârlarımızdan biri de XVI. Asrın son yarısında büyük bir şöhret kazanmağa başlıyan ve H. 1038 (M. 1628) de vefat eden meşhur mutasavvıf Aziz Mahmud Hudâyîdir. Celvetîlikin intişarında mühim bir âmil olan bu değerli şahsiyet, ilmî, tasavvufî eserleri ile ve bilhassa şiirleri ile tanınmıştır. XVII. Asırda ve daha sonraki zamanlarda yetişen birçok mühim musikişinasların da onun vücuda getirdiği ilâhîlere besteler yaptıklarını görüyoruz. Esasen Hudâyî bilhassa bestelenmek üzere birtakım manzumeler kaleme almış, teva-rih teşbihleri, temcidler, nıünacatlar, ilâhiler yazmıştır. Teşbih ve temcidlerini bizzat kendisinin bestelediği de rivayet edilmektedir. Fakat biz, tarihî menbalarda onun namına tesbit edilen sadece dört ilâhî bestesine tesadüf edebildik. Hudâyî Aziz Mahmud kurduğu tarikatte musikiye büyük bir ehemmiyet vermişti. Esasen «Celvetî Âyini» huşu ve huzua davet eden hazin bir musiki ile yapılmakta idi. Hafız Kumral, Şaban Dede gibi

AZİZ MAHMUD EFENDİ

— 1722 —


istanbul

ANSİRLOPEDÎSÎ

1723 —



AZİZ ENSÂRt



maruf musikişinasların, Hudâyî Dergâhında «Zâkirbaşılık» ettiklerini de görmekteyiz» (Türk Musikisi Antolojisi, Dinî Eserleri, I).

Büyük mütehassis Sadeddin Nüzhetin güftelerini bulabildiği dört eserin biri yukarıda mevzuubahis olan Tevşih, diğer üçü de ilâhîdir (lâdinî musikimizdeki mukabili şarkıdır); merhum üstad musikişinas olmadığından, Tevşih ile İlâhî arasında ne büyük fark olduğunu kestiremeyip «dört ilâhî» deyiver-miştir. Bu dört eserin güftesi de kendisine aittir; Tevşihin güftesi beş beyittik bir Naat-tir; diğerlerininki ilâhî şeklindedir. Bunlar; Sûfiyân ikalarında iki adet Neva İlâhî ile bir de Hüseynî ilâhîdir; güfteleri hece ile yazılmıştır; bugün, besteleri unutulmuştur; matbu Hudâyî Divanında, Hüseynî ilâhînin güftesi yoktur, Tevşin notası Konservatuvarm neşrettiği Mevlid Tevşihleri arasında neşrolunmuştur.

Cârigâ'h Düyek Tevşih, dinî musikimizin bugün elimizde kalan en eski ibda'larından ve şaheserlerindendir; güfte ve besteleri kendisinindir:

Kudûmin, rahmet-î zevk-ü sefadır yâ Resûlallâh Zuhurun, derd-i uşşâkaa devadır yâ Resûlallâh Hudâyî'ye şefaat kıl eğer zahir, eğer bâtın Kapûnâ intisâb etmiş gedâdır yâ Resûlallâh».

AZİZMAHMUDEFENDİ SOKAĞI — Üs-küdarda İmrahor semti sokaklarındadır, Doğancılar Caddesi ile Açıktürbe Sokağı arasında uzanan gayet uzun bir sokaktır, Doğancılardan yüründüğüne göre sağlı sollu Abdi-efendi Sokağı, Azat Yoşuku, Gülfem Sokağı, Kuyu Çıkmazı, Mahkeme Sokağı, Hüdaiavlu-su Sokağı, Azizefendi Mektebi Sokağı, Tepsi-furunu Sokağı, Açıktürbe Çıkmazı (aslında sokak) ve Açıfctürbe Sokağı ile kavuşakları vardır. Doğancılar Caddesinden az meyilli bir yokuş halinde başlar, kaba taş döşeli ve iki arabanın rahat geçebileceği genişliktedir, iki kenarı boyunca sıralanmış ikişer üçer katlı evlerin sokak kapularına hemen umumiyetle üçer, dörder basamak taş merdivenler ile çıkılır, bu evler orta halli ve hali vakti yerinde aile meskenleridir, sokak, günün hemen her saatinde tenha ve sessizdir; Sokak, sırta tırmanıp yokuş sona erince sola doğru geniş bir kavis çizer, burada sağda, isimsiz bir sokak-

cığın nihayetinde Kaptanpaşa Camiinin yan kapusu görünür, kapunun yanında 1141 tarihli Şehzade Seyfeddin adına yapılmış .ve ve ayna taşana kadar toprağa gömülmüş bir çeşme vardır. Bu çeşmeden sonra sokağın manzarası birden değişir, evler harablaşır, günlük geçim kaygusu içinde çırpınan ailelere inküâbeder. Soğda Abdiefendi Sokağı kavuşağmdan sonra manzara tekrar değişir, yine iki sıralı mamur ahşablar görünür. Solda Azat Yokuşu kavuşağında tahini boyalı büyük ev geçen asır sonlarının tipik güzel yapılarından biri olup merhum Tatar Osman Paşanın konak yavrusudur, bu satırların yazıldığı sırada varisleri ikamet etmekte idi. Azat Yokuşu kavuşağmdan yüz adım kadar sonra sokağa doğru keskince bir kavis ile tekrar kırılır ve daralar, solda Hicrî 1140 tarihli bir Sultanmustafa Çeşmesi vardır, ikişer üçer katlı ahşab evler arasından hayli yüründükten sonra sağda Hüdaiazizmahmudefendi Dergâhı ve Camii görünür, manzara şöyledir: Nevşehirli İbrahim Paşanın sır kâtibi Kethüda Mehmed Paşanın güzel bir çeşmesi yanında dergâh ve cami avulsuraun mükellef kapusu, yanında Aziz Mahmud Efendinin -birer sanat şaheseri olan çeşmeleri; bu mermer kitlesinin karşısında Cennetefendi Türbesi vardır: Azizefendimektebi ve tepsifurunu sokakları ile kavuşağından sonra, sol tarafda bir sıra arsalar, bu arada vaktiyle semtin bir şöhreti olan. Mahmudağa Mektebinin arsası görülür. Bu uzun sokağın Açıktürbe Sokağında sona ereceği şuralarda, göz önüne Üsküda-rmı güzel bir panoraması açılır. Yaz ise, yeşillikler arasında kuş bakışı görünen kırmızı ki-remiti ve çoğu boyasız ahşab evler ve ibeyaz minareler, soldan sağa üç dalga halinde Sultan Tepesi, İcadiye Tepesi ve Toygar Tepesi... Toygar Tepesinde çakmakla bitmeyen Kuşoğ-lu Yokuşu... Ve dört âbide, İskele Camii, Ye-nivalide Camii, Çinili Cami, Eskivalide Camii., dördünün de banisi kadın, , Kanuninin kızı Mihrimah Sultan, Üçüncü Ahmedin anası Dördüncü Mehmedin hasekisi Gülnûş Emetullah Sultan; Birinci Ahmedin hasekisi, Dördüncü Murad ve İbrahiminı anaları ve Dördüncü Mehmedin büyük anası Mahpeyker Sultan; İkinci Selimin hasekisi ve Üçüncü Muradın anası Venedikli Baffo, Nûrbânû Sultan,

Bu sokağın Açıktürbe Sokağı ile olan ka-vuşağının sağ köşesinde de Onaltıncı Asır Türk yapı sanatının şaheserlerinden Haül Paşa Türbesi vardır, maalesef pek harab bir haldedir: (B.: Halilpaşa Türbesi).

İsmail ErseVim

AZİZ REFET EFENDİ (Madrubzâde Meh

med) — Onsekizinci Asır ulemasından ve talik hattatlarından; yazıyı Reis-ül-etıbba Mehmed Ref'i Efendiden tahsil etti. H. 1179 (M. 1765 -1766) da taundan öldü.

Bibi.: Mustakimzâde, Tuhfei hattâtin.

AZİZ REİS — Şirketi Hayriye lostromo larından; Birinci Cihan harbinde şirketin tahlisiye teşkilâtına memur edilenler arasında bulunmuş, büyük fedakârlıkları görülmüştür. Hayatı hakkında başka bir kayda rastlanamadı.

AZİZ SOKAĞI — Beyoğlu Kazasının Hasköy nahiyesinin Keçecipîri Mahallesi so-kaklariindandır (1934 Belediye Şehir Rehberinin 17 numaralı paftasına bakınız). Hasköy Caddesi ile Harapçeşme Sokağı arasında uzanır. Hasköy Caddesi kavşağından girildiğine göre sol kolda kubbe; Paçacı ve Mahlûl sokakları, sağ kolda da Kitabî Sokağı ile birer kavuşağı vardır; bir araba rahat geçecek genişlikte olup sağa doğru bir kavis çizerek dik-leşir; sağ köşede bir tornacı atölyesi, yanında bir manav dükkânı, bir Hasköy Sinagon'u, sol köşede de bir tatlıcı, üstünde Demokrat Parti bucak merkezi, bir elektrikçi, bir fırın vardır. Kulübe Sokağı kavuşağmdan sonra Aziz Sokağı bir merdivenli yokuş olur, Kitabî Sokağı kavşağında tekrar düz yokuş olur ve sola döner, ikişer üçer katlı kagir ve çinko kaplı ahşap evler arasında uzanarak Harapçeşme Sokağı, kavşağında sona erer (aralık 1959).

Hakkı Göktürk

AZİZ ENSÂRÎ BEY — Asrımız başlarında yaşamış Rufâî târikati şeyh oğullarından; Kasımpaşad'a Aynî Ali Baba Dergâhı şeyhi Mehmed Ensarînin oğludur. 1895 de Erzin-canda babasının rençber gibi çalışarak kendi parası ile kurduğu dergâhında dünyaya geldi. Şeyh Mehmedin İstanbula naklinden sonra iptidaî, ruşdî ve idâdî tahsillerini burada yaptı. Balkan Harbinde esir ordumuza ve İşkodra halkına yardım için ilk giden Kızılay yardım teşkilâtında çalıştı. Birinci Cihan Har-

binde Taşkışlanın Askerî Hastahaneye tebdilinden asistan olarak cebhelerden gelen yaralı-lara hizmet etti, bir müddet de fahrî olarak Beyoğlu İaşei Umumîye baş müfettişliğinde bulundu.

Sesi muhrik ve güzel olan Aziz Bey çok güzel ezan okurdu; bilhassa sabah ezanından evvel okuduğu ilâhiler semt halkını ruhanî vecd içinde bırakırdı.


Aziz Ensârî Bey (Resim: Nezih)

Galata köprüsü başında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii Şerifinde ^ öğle zamanında gidip okuduğu ezanı, hırıstıyan ve müslüman köprüden geçen halk huşu ile dinlerdi. Ba-zan Harbiye Nezaretinde Enver Paşanın dairesini^ kapısının karşısında ayni saa'tte okuduğu ezanda, Paşa dahil, bütün Nezaret erkânı ve men-subîni daha iyi dinlemek üzere kapılanın dışarısına çıkmak mecburiyetinde kalırlardı. Tekkede zikir esnasında güzel ilâhi ve kaside okurdu. Babasının Erzincandaki tekkesinde Sallabaş Dede ismindeki bir zattan ve Kasımpaşa Mevlevihanesi dedelerinden «Yaver Dede» den sima çıkarmıştır; zikir esnasında dört saat durmadan sima ettiği olmuştur. Rufâî tarikatinin bütün burhanlarını yapmak kudretine sahip olan Aziz Bey başına sapladığı sivri kama, vücudunun muhtelif yerlerine sapladığı şişler, bilhassa ateşte kızarttığı «Gül» tâbir edilen uzun, ucu yassı demiri diliyle yalaması, ağzına döktüğü çiğ yumurtayı, ateşte kızdırdığı uzun ucu küçük ceviz kadar toparlak olan demiri ağzına sokarak pişirmesi herkesi hayrette biralardı.

Kader icabı Avrupaya yolu düşen Aziz Bey bilhassa Pariste şark fakiri Tahra Bey diye tanılan Türk ve müslüman namı altında rezalet yapan bir şarlatanın bir Ermeni olduğunu ve yaptıklarının basit hokkabazlık olduğunu iddia etmiş, Paris'in değerli hekimleri huzurunda tecrübelerini yapmıştır.



AZİZ ENSÂRÎ

_ lf24 —


istanbul

ANSİKLOPEDİSİ

1725 —

AZMİ BEY (Udî)




Aziz Ensarî Bey Fakir kıyafeti ile ve bir İspanyol gazetesinde çıkmış karikatürü (Resim: Nezih)
Aziz Bey yabancı memleketlerde gösterdiği bu mânevi hünerleriyle Fransa, Almanya, İspanya, İtalya ve Hindistan devletlerinden takdirnameler almıştır.

27 eylül 1943 de vefat etmiş, Kasımpa-şada Zindan arkasında tarikatı melâmi pirlerinden İdrisî Muhtefî Türbesinin içine ön tarafa Pederi Mehmed Ensarînin yanma def-nedilmiştir.



Hakkı Göktürk

Aziz Ensarî Beyin uzunca bir 'zaman vatan dışında dolaşması zannederiz ki siyasî sebeplerle olacaktır. Avrupadan dönüşünün tezine o zamanın röportaj muharrirlerinden Mekki Said kendisiyle konuşmuş ve bu mülakatını «Yedi Gün» mecmuasının 27 eylül 1933 tarihli ve 25 numaralı nüshasında «Fakir Aziz Bey, kafasına bıçak saplayan adam» başlığı altında neşretmiştir.

Bu mülakat şayanı dikkattir, muharrir muhatabının bir rufâî şeyhinin oğlu olduğundan bihaberdir. Aziz Ensarî Bey de rufâî dervişliğini fakir kisvesi altında saklamıştır. Meselâ: «Bu işe nasıl başladınız, heves ettiniz?» sualine verdiği cevap şudur:

«Onbeş sene evvel Mısıra gitmiştim, Tan-

ta'da Arab mı, Hindli mi, Buharalı mı nereli olduğu belirsiz yaşlı bir adam vardı, kendisine Abdüsselâm Tantâvî diyorlardı, fakirizme ait hünerler gösteriyordu, merak sardım, tanışmak istedim, hizmet edersen belki sana icazet verir dediler. Gittim, elini öptüm, arzumu söyledim:

— Vücuduna hâkim misin?

Dedi, sol bileğimi sim sıkı tutup paslı bir şişi deriden içeriye soktu:

— Sana izin veriyorum!., dedi, bundan


sonra vücudunun tehlikeli olmayan her tara
fına bu şişi sokabilirsin!.. «Bu telkin altında
fazla acı duymadım, fakirliğe başlayışım 'böy
ledir. Abdüsselâmın yanında üç dört sene ça
lıştım..».

Avrupada dolaştığı yerler için de: «İki buçuk sene Fransada, bir buçuk sene İspanyada, bir ay da Portekizde kaldım, Fakirizm hünerleri gösterdim, 1930 beynelmilel Anvers Sergisinde de Tunusluların pavyonunda çalıştım» demiştir.

Fakat asıl şayanı dikkat sözleri, muharririn «Rufailer de şiş saplarlar, ağızlarına ateş alırlardı?» suline verdiği cevaptır:

«Hepsinin hilesi vardır! Kömürü yanmamış tarafından tutarlardı, şişi de benim yaptığım şekilde, acıya tahammül ile saplarlar, fakat bu melekelerini ta-rikatlerinin propagandası için kullanırlar, basit halkı iğfal ederlerdi. Es-kişehirde bir müsamere veriyordum, tecrübelerime başlamadan sahneye çıkarak halka şu sözleri söyledim:

— Şimdi göreceğiniz hünerleri bir zamanın dervişleri bir hâyu huy arasında İsmi Celâli zikrederek yaparlardı; halbuki şimdi şu sahnede saz çalındı, benden evvel dört kız kanto oynayıp göbek attı, bu marifetlerin maneviyat ile alâkası olsa benim çar-pılmaklığım lâzımdır!..».

Aziz Ensarî Beyin elinde hüner gösterdiği Avrupa memleketlerinde kendisinden takdir ile bahseden gazeteler bulunduğunu söyliyen muharririn «acı duyar mısınız» sualine :



  • Yedi sene evveline kadar duyardım,
    fakat tahammül ederdim, şimdi şişleri sap
    larken hiçbir şey duymuyorum, yalnz başıma
    bıçak girdikten (başına bıçağı bir çekiç ile
    vurdurarak sokturmaktadır) bir müddet son
    ra dimağım uyu-şur gibi oluyor.. Fakat o da
    tokmağın sarsıntısından!..» cevabını vermiş-
    dir. Ve sonra şu iki hâtırayı nakletmişdir:

  • Antalyada iken sahneye bir operatör
    geldi, şişi kendi göstereceği yerden sokmamı
    istedi, soktum, fakat çıkarır çıkarmaz kan
    boşandı, sahnenin arkasına düştüm bayıl
    dım. Meğer Operatör bey hazırlıklı gel
    miş, Belediye doktoru ile birlikte beni tedavi
    ettiler, 20 - 25 gün yattım. Profesör doktor
    Süreyya Ali Bey de bir mecliste başıma bıçak
    sapladığımı gördü: «Sen işin farkında değil
    sin, bu yaptığın çok tehlikelidir, bir gün sah
    nede ayni dakikada ölürsün» dedi..

Mekki Said Aziz Bey için «rengi solgundu, koca adam elli kilo bile gelmiyordu, vü-cudünde kanı kalmamış!..» diyor. Muharririn: «Hayatınızı bu tarzda kazanmağa devam edecek misiniz?» sualine hemen cevap veremi-yen Aziz Bey:

— Artık hiçbir şey kendi elimde değil,


hayat beni bıçaklıyor, maişet gailesi vücudu
ma şişlerini saplıyor, geçinecek bir iş bulsam,
fakirliğe herkesten önce ben lanet edeceğim!..

Demiştir. Hakkı Göktürk'ün zabte'ttiği hal tercümesine göre bu mülakattan sonra 48 yaşında vefat eden Aziz Ensarînin hayatı türlü bakımdan pek hazin geçmiştir.

AZKABETYAN (Nevton Han) — İstan-
bulda doğmuş maruf bir Ermeni doktoru. Er
meni Protestanlar ruhanî reisi Agob Boy acı
yanın oğludur. Tahsilini önce Robert Kollej-
de yapmaş sonra da Geneve'de ve Amerikada
Kolombiya Üniversitesinde tamamlamıştır.
Bir müddet Amerikada kaldıktan sonra İrana
geçmiş ve orada Saray doktoru olarak «Han»
unvanını-almıştır. Kevork M. Pamukciyan

AZMİ, AZMİNİN MACUNU — İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunan Onseki-zinci asra aid elyazması bir Fevaid risalesin-

deki kayde göre, eski tababetde «Çobi cin» macunu adı ile anılan «Binbir derde deva» macunlardan en meşhurunu yapan zatdır ki, hayatı ve mesleği hakkında malûmat verilmiyor. Sanat kıymeti olmayan manzum bir tarifname-den ibaret olan bu kaydın başına «Azminin ' Macunu» serlevhası konmuştur ki, zamanında ilk yapana nisbetle anılan bu macun, bilâhare, âmilinin ilk mısrada takdim ettiği isimle anıla gelmiştir. Manzumenin de Azmi tarafından yazılmış olması kuvvetle muhtemeldir.


Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin