ihtiyacına göre Kur'an'ın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vâki
şüphe ve itirazları def' ve tardederek, Kur'an-ı Hakîme gelen şübehâtı izale
eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risâle-i Nur'dur. Risâle-i Nur,
ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyat-ı Kur'aniye ve Ehadîs-i
Nebeviye, Evliyaullah'ın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara
cevap vermiştir. O derecede onların hakikatını izhar etmiştir ki;
muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda belâgatı ve i’caz lem'alarını isbat
ediyor. Âyat-ı Kur'aniyenin, hatta bazan bir harfinde veya bir sükûnûnda
2172
i'câz-ı Kur'anîyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mucizat-ı Kur'aniye
Risalesinin başında demiş:
2173
2045
"Elde Kur'an gibi bir mucize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma
zaid görünür.
Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için
gönlüme sıklet mi gelir?"
Kur'an-ı Hakîm ve Ehadis-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının
âtiyen zikredeceğimiz mânây-i hakikîlerinin beyanından başka Risale-i
Nurun imân-ı Billâha dair çok mühim bir risalesi olan Âyet-el-Kübrâ
Risalesinin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman
kadar sözlerinin makbul olmadığını; ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın
sözünün, o meslekte mütehassıs olmıyan yüzler âlimin sözüne müreccah
olduğunu; ve iki ehl-i isbatın, binler nâfilerden daha ziyade sözlerinin
mûteber olduğunu isbat ederek diyor ki:
1- "Umumî meselelerde isbata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek
azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerifin başında hilali görmek hususunda iki âmî
şahid isbat etseler ve binler eşref ve âlimler görmedik deyip nefyetseler,
nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi hakikat noktasında
îmana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren
çokluğunun kıymeti yoktur"
2- "Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o
fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve
san'atkâr da olsalar, sözleri o meselede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz
ve o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmaz.
Meselâ: Büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde: bir
küçük tabib kadar hükmü geçmez.. Ve bilhassa maddiyatta çok tevağğül
eden ve gittikçe mâneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir
feylesofun münkirane sözü, mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."
Hem buna dair Risale-i Nur'dan Hikmet-ül-İstiaze Risalesinde şöyle
denilmiştir:
"Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-ı îmaniyeye dair yüzer delâil-i
isbatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister.
Halbuki, kaide-i mukarreredir ki: Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh
ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfilere râcih olur. Bu
hakikata bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı
açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları
açık olsa, bir iki tanesi kapansa, saraya girilemiyeceği söylenemez. İşte
hakaik-i îmaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır. İsbat ediyor, bir
kapıyı açıyor. Bir tek kapı açılırsa, sair kapıların anahtar
2174
2046
ları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i
îmaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez."
Diğer mühim bir mesele de: müteşabihat ve kinaiyât-ı Kur'aniye ve
Hadîsiyenin zahir mânâlarının hakikata muhalif gibi görünmesinden, bazı
münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye, her müşkilâtı halleden ve her suale
cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni' ve kat'î cevaplar vermiştir. Yirmi
Dördüncü söz Risalesinin Üçüncü Dalında, müteşabihat-ı Kur'aniye ve
Hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı "On İki Asıl ve Esaslar"
yazılmış. Herşeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle
okusunlar
Kur'an-ı Hakîm, ondört asırda bütün beşeriyeti
Âyetiyle muarazaya davet
edip meydan okuduğu halde; ne dost, ne düşman hiç kimsenin, en küçük
bir Sûrenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalariyle ve “mukabele-i
bil'hurûfu bırakıp, mukabele-i bis'suyûfa mecbur olmalariyle" kat'î sabit
olan belâgatının muktezası olarak; akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu
hakaikı, onların fehimlerine mürâat ederek teşbihat ve temsilât ile beyan
etmiştir, tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları
kabul etsin.
Meselâ: Hâlık-ı Zülcelâlin, koca kâinatı idare ve tedbirini
Âyetiyle, bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle
temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayâl, mücerred olarak bunu kavrıyamaz.
Ancak böyle bir temsil libasını, o me'lûfu olmadığı mânaya giydirmekle
zihne ünsiyet ettirir.
Hem Kur'an-ı Hakîm; nîmetiyet ciheti, maddesinden kıymettar olan eşyayı
zikrederken, beşerin enzarını Mün'im-i Hakikiye celbederek aklın gözünü,
mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Meselâ:
Ayet-i Kerîmesi, demirin semadan inzalini haber
veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden çıkıyor
demeli idi" demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında: Kur'an-ı Muciz-il
Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için
demiş. Çünki yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki, desin. Belki,
demirdeki nîmet-i azimeyi ve nev-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar
içindir. Nîmet ciheti ise, yukarı ve mânen yüksek mertebelerdedir. Elbette
nîmet, yukarıdan açağıyadır.. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi,
aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mafevkindedir. Onun için nîmetin,
rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tâbiri dir. değildir.
İlâhir" diyor.
2175
2047
Aynen bu âyet gibi, dört nehrin Cennetten geldiğine dair olan Hadis-i Şerif
dahi, mânây-ı zahirisi değil, mânây-ı maksudu murad ederek, o dört nehrin
tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp, Mısır’ın kumistanını cennete
çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlâhiyeye işaret için:
"Cennetten geliyor" denmiş.
Bu nevi Âyet ve Hadîslerde mânây-ı zahire bakılmaz. Mânây-ı maksud
doğru olsa, kelâm sadıktır.
Meselâ: Elsine-i arabda kesretle müstâmel olan durub-u emsallerden
"külü çok" ve kılıçbendi uzun" gibi darb- ı meseller,
birincisi sehâvete, ikincisi uzun boylu olmaya delâlet etmekle; sehavetli ve
boyu uzun olmak şartiyle zâhiren külü ve kılıncı olmasa da, kelâm haktır ve
sadıktır, tekzib edilemez. Risale-i Nurun, hakkında Cennetten geldiğine
dair Hadis olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en
belîği ve en fasîhi ve
hakikatlarına mazhar Resul-i Ekrem Aleyhisselâmın Hadis-i Şerifleri
hakkında Risale-i Nurun "Zülfikâr-ı Mu'cizat-ı Ahmediye ve Kur'aniye"
namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize aid üçyüzden
fazla kat'î mucizat ile Kur'an'ın kırk vech-i i'cazını ve Haşri isbat eden
büyük bir mecmuanın "Mucizat-ı Ahmediye" kısmında beyan edilen bir
hususu dercedelim:
"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibariyle
beşer gibi muamele eder. Hem Resuldür, Risalet itibariyle Cenab-ı Hakkın
tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahy, iki kısımdır. Biri,
vahy-i zımnîdirki tafsilat ve tasarrufatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvire, Zat-ı
Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bâzan yine ilhama veya vahye istinad
edip beyan eder.. veyahut kendi ferasetiyle beyan eder.. Ve kendi
içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasvirat, ya vazife-i Risalet noktasından ulvî
kuvve-i kudsiye ile beyan eder.. veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme
seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder.
İşte, her Hadîste bütün tafsilâtına vahy-i mahz nazariyle bakılmaz.
Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, Risâletin ulvî âsârı
aranılmaz. Madem bazı Hadiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona
vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder.
Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bâzan tefsir lâzım geliyor, hattâ
tâbir lâzım geliyor. Çünki, bazı hakikatler var ki, temsil ile fehme takrib
2176
edilir. Nasıl ki, bir vakit Huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi.
Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennemin
dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür" Bir saat sonra cevap
2177
2048
geldi ki: "Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp Cehenneme gitti.” Zat-ı
Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsil ile beyan ettiği
hâdisenin te'vilini gösterdi.”
Cennetten geldiği Hadîs-i Şerifte bildirilen üç nehre dair gelecek cevap ise,
yine Zülfikâr Mecmuasında Mucizat-ı Kur'aniye zeyillerinden Yirminci
Sözün Birinci Makamındadır Aynen yazıyoruz:
Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi
ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar
harikanüma ve mucizevârî bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham
eder.. Ve onunla şöyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle
azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaâları olsun.
Çünki: Faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî birer havuz
olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına,
muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler.. Ve o kesretli
masarife karşı gâliben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi
varidat olamaz. Demek ki: şu enharın neb'anları âdî ve tabiî ve tesadüfî bir
iş değildir. Belki pek harika bir surette Fâtır-ı Zülcelâl, onları sırf hazine-i
gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu mânâyı ifade için Hadîste
rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirisine Cennetten birer katre her vakit
damlıyor ve ondan bereketlidirler."
Hem bir rivayette denilmiştir ki: "Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir" şu
rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece
kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menba'ları, bir âlem-i gaybdandır
ve gizli bir hazine-i gaybden gelir ki, masarif ile varidatın muvazenesi
devam eder İlâhir...”
Mânâsı tâm bilinmiyen veya mânâ-yı zahirisi hakikata mutabık olmayan
Hadîs-i Şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur'an-ı Hakîmin evham kabul
etmiyen kal'asına da gideceğinden, münafıkların medar-ı bahs ettikleri Âyât
hakkında Risale-i Nur'un verdiği kat'î cevapların bir iki misâlini
zikrediyoruz:
Evvelâ: Kur'an-ı Hakîm, kâinata mânây-ı harfiyle bakıyor. Felsefe ise,
mânây-ı ismiyle bakıyor. Kur'an-ı Hakîm; eşyayı, mahiyet-i zatiyesinden
değil, Sâni’a delil olduğu cihetten nazara alıp mütalâa ediyor.
Meselâ der. Evvelemirde maksad-ı Kur'an, Sâniin azamet ve kudretine
delâlet için, kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu ayetle o intizama delâlet
ederek, gece gündüzdeki tasarrufât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya
dersi vermiyor ki, medar-ı tekzib olsun. Halbuki:
2178
2049
deki bir mucizedir ki, güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor.
Birincisi: Güneşin zâhir nazardaki cereyanıdır.. Kur'an'ın birinci saftaki
muhatabları avam olduğundan; avam ise, küre-i arzın cereyanını değil,
güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları Hakaik
i Kur'aniyeyi inkâra sürüklememek için, güneşin zâhirî cereyanını zikreder.
İkincisi: Havassa, mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule
gelen bir Kanun-u İlâhî olan cazibeyi ihtar ederek, seyyaratın ve arzın
hareketlerinin medarı da güneş olduğunu gösterir. Demek güneşin mihverî
hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği mânâsındadır. O merkezî hareket,
zemini çevirmekle, güneşin zâhirî cereyanını hakikatlı ve doğru yapar.
Üçüncüsü: güneşin, manzumesiyle beraber Şems-i Şümûsa doğru
hareketine işaret eder.
Hem belâgatta vardır ki, bir kelâmda mânâ-yı zahirî ya gayet bedîhî
olmasından; mâlûmu i'lâmın faydasız ve mânâsız olması cihetiyle, veya
mânâ muhal olmasından karinedir ki; murad, mânâ-yı zâhiri değildir; başka
bir mânâdır.
Meselâ: Sure-i Ankebut'da Âyet-i
Kerîmesinde -i farazî ile "En zaif ev, örümceğin evi olduğunu "faraza
Kureyş müşrikleri bilse idiler" diyor. En zaif ev, örümceğin evi olduğu
herkesce mâlûm ve zâhirdir. Öyle ise, Kur'an-ı Hakîm bu -i farazî ile
başka bir mânâya delâlet ediyor. İşte o mânâ da, Risale-i Nurun keşfiyle
-i farazînin iki cihetle mûcize oluşudur.
Birincisi: Bu âyet, Mekke'de nazil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gâr-ı
Hiradaki hâdiseyi haber veriyor.
İkincisi: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.)
ile küffarın tazyikından kurtulmak için tahassun ettikleri Gâr-ı Hiranın
kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek
dahi, perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını
örtmesidir ki: örümcek, zayıf ağı ile rüesa-yı Kureyş'e galebe etmiştir. Âyet
diyor ki: "En zaif bir hayvana mağlûp olacaklarını o müşrikler faraza
bilseler, bu cinayete ve bu suikaste teşebbüs etmiyeceklerdi...”
Daha fazla tafsilâtı Risale-i Nur'da Mucizat-ı Kur'aniyede bulacağınız gibi,
Ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd
ettiğini ve Ehâdisin tabakalarını tam vuzûh ile Risale-i Nur Külliyatından,
büyük bir mecmua olan Sözler Mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Sözün
Üçüncü Dalı beyan ediyor.
2179
2050
Hem meselâ: "Dünyanın, Cenab-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar
kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler"
meâlindeki
Hadîs-i Şerifin hakikatı şudur ki: tâbiri, âlem-i bekadan
demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem
ebedidir..yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek
koca dünyayı bir sinek kanadı ile muvazene değil, belki herkesin kısacık
ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar
daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği
demektir. Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var.
Biri: Cenab-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri: Âhirete bakar, âhiret
tarlasıdır. Diğeri: Fenâya, ademe bakar, bildiğimiz marzi-i İlâhî olmıyan
ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek Esmâ-i Hüsnanın âyineleri ve Mektubat-ı
Samedaniye ve Âhiretin mezraası olan koca dünya değil, belki ahirete zıt
ve bütün hatiâtın menşei ve beliyatın menbaı olan dünyaperestlerin
dünyâsının, Âlem-i Âhirette ehl-i îmâna verilen sermedî bir zerresine
değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? İnsafsız
ehl-i ilhadın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en
mübalağa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede?
Risale-i Nurda beyan edildiği gibi: mecaz ve teşbihler, mürûr-u zamanla
hakikata inkılâb eder.
Meselâ: Sevr ve Hut, (hamele-i arş melâikeleri gibi) Küre-i Arza nezaret
eden iki melâikenin ismidir. Küre-i Arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en
ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak arza nezaret
eden o iki melâikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz
tevehhüm edilmesinin Hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.
İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şüphelerini zikretmeden öyle bir tarzda
hakikatı beyan ediyor ki: şüpheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali
kalmaz. Bir kısım ulema-i Mütekellimîn gibi, muarızın şüphesini
zikrettikten sonra, cevap vermek zararlı oluyor. Şüpheler zihinlerde iz
bırakıyor. Ne kadar kat'î cevap da verilse, nefs ve şeytan o izlerden istifade
etmesi cihetiyle; Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden
kat'î cevap verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki
risale, şeytanın bazı şüphelerini yazmış, fakat o derece kat'î reddetmiş ki:
Şeytan olmasa idi, müslüman olacaktı.
Hatta mucizat-ı Kur'aniyede zikredilen ve herbiri birer lem'a-i i’caz
gösteren yüzer Âyât, medar-ı itiraz olmuş ayetlerdir. Halbuki, onları
okuyanlarda değil şüphe, hiç bir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.
2180
2051
Meselâ: Âyetiyle; Musa Aleyhisselâma karşı muharebe eden Firavun, gark
olacağı zaman îmân etmiş. Gerçi, sekerat vaktinde o îman makbul değil.
Fakat o makbul olmayan îmana, îmanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat
olarak Cenab-ı Hak, o Firavun'un bedenine necat vereceğini haber veriyor.
Çünkü: Firavunların tenâsuh mezhebine göre saadet-i uhreviye yerine,
şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâkî kalmasını
istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi,
efsaneleri ile öyle kanaât getirdiklerinden; o Firavun'un o zâhiri ve makbul
olmayan îmanına mükâfat vermekle beraber, onların tenâsuh düsturlarına
binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu Âyetin bir mucizesi
olarak, o gark olan Firavun'un cesedi aynen bulunmuş. Şimdi Londra'da bir
müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar...”
Aziz Kardeşlerimiz,
Risale-i Nurun bu husustaki cevaplarının bir kısmının hülâsası burada bitti.
Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve esasatını havî olan Arabî Mesnevi-i
Nuriye, üç yüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha,
Medresetüzzehranın büyük kardeşi olan Câmiülezhere bir hediyesi olarak
gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bâzı münafıkların iliştikleri bir nevi hakaika
tam cevabı Arabî Mesnevi-i Nuriye'de ve sizin kütüphanenizde mevcut
bulunan Risale-i Nurun diğer cüz'lerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile,
Risâle-i Nurun umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları
harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risâlesini de size
gönderiyoruz. Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm
ederek hizmet-i diniye ve îmaniyede ihlâsla muvaffakiyetinize dua eder,
dualarınızı bekleriz...
Elbaki Hüvelbâki
Medresetüzzehra Şakirdlerinden
Nazif, Tahirî, Ceylân, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr(80)"
(80) Konferans Risalesi son kısmı
2181
2052
MÜTFERRİK HADİSELER -8
ÜSTAD'IN VEFADARLIK VE KORUYUCULUĞU
Hazret-i Üstad'ın -şu yazacağımız- talebelerine karşı vefadarlık, samimiyet
ve koruyuculuğu hususunda gösterdiği alî-cenab hasletler -herşeyinde, her
halinde olduğu gibi- ulvi şan ve yüce nişanlarla müzeyyendir. Onun hayatı
serapa bu yüce insanlık ulvî hasletinin vefadâr levhalarıyla lebalebdir.
Bilhassa kendi talebelerine karşı, hususan hayatının yarısından sonra teşkil
ettirdiği Risale-i Nur şâkirtlerine karşı, hele hususî hizmetinde bulunmuş
zatlara karşı bu vefadarlık, sadakatkarlık ve koruyuculuğu kemalin
zirvesindedir.
Evet Hazret-i Üstad, İhlas Risalesinde kaydettiği gibi; "Mesleğimiz haliliye
olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr
arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak
iktiza eder..." düsturunu herkesten daha çok ve en evvel kendi hayatında
yaşamıştır. Risale-i Nurun en küçük bir talebesini, hariçteki büyük velilere
tercih ettiğini ve Risale-i Nurun fakir, işçi ve köylü ve az olan talebelerine
Eğer istemiş olsaydı bunların bir kaç misli dost ve dünyaca namlı, şöhretli
ve zengin kimseleri bulmak mümkin iken- kanaat ettiğini, başkalarına
bakmadığını söylemiş ve o hali yaşamıştır.
Evet Üstad'ın bu fedakarlık ve koruyuculuğu binler vakıa ve misallerle
sabittir. Risale-i Nurda bu mesele yüzlerce defa beyan edildiğinden ona
havale ederek, burada hususi şekilde meseleyi te'yid eden iki şahidin
hatırası ve rivayetini kaydetmekle iktifa edeceğiz:
Birinci Şahid: Hazret-i Üstad'ın on iki senelik hususî hizmetkârı merhum
Zübeyr Gündüzalp'ın bizzat bana anlatmış olduğu şu hatırasıdır:
"Üstad'ımız Afyon hapsinden çıktıktan sonra, yeniden Emirdağ'a geldiğinde
ben de yanında hizmetindeydim. Bir gün faytonla bir sabah faslında
Emirdağ'ın haricine çıkıyorduk. Bir köprünün tam yanına geldik. Burada
bir adam önümüze çıktı, geldi Üstad'ımızın elini öpdü.. ve "Hocam!" dedi.
"Mehmet Çalışkan münafıklık yapıyor.. Size yanlış bazı şeyler aktarıyor..”
der demez, Üstad'ımız öyle bir hiddetle, elini tabancaya atar gibi yaparak:
"Seni şimdi gebertirim!. " diye bağırdı.
Adam Üstad'ın bu hareketine karşı sapsarı kesildi ve tirtir titremeye
başladı. "Sür faytonu!" dedi bana. öylece geçtik, gittik.
İkinci Şahid: Maraşlı Muhterem Mustafa Ramazanoğlu'dur:
2182
Mustafa Ramazanoğlu'ndan nakledeceğimiz hatırayı; 1960 ihtilâlinde
beraberce Sivas kampında bulundukları sırada, Erzurumlu Mehmet
Kırkıncı Hoca Efendi ondan duymuş, bize anlatmıştı. Ben Mustafa
Ramazanoğ
2183
2053
lu'ndan tekrar mektupla sordum, kendisi bana rivayeti tashih ederek şu
cevabı verdi:
"... Üstad Hazretlerini ilk ziyaretim 1950 yılında olmuştu. Huzur-u âlilerine
girdiğimde elini öptüm, oturdum. Üstad: "Ben bugün ziyaretçi kabul
etmiyecektim. İsminiz söylenince, içime sevginiz doğdu. Hemen getirin
dedim." dedi.
Nereden geldiğimi sordu. İstanbul'dan geldiğimi söyleyince; büyük bir
çeviklikle yanbağ gelmiş halde iken, doğrulup karyolanın ortasına oturdu:
"İstanbul'da talebelerime işkence ediyorlarmış.. Şöyle, ne biliyorsun.” dedi.
Ben, bir şey bilmiyorum efendim, bir şey duymadım.. dedim.
"Benim etimi cımbızlarla çeksinler, talebelerime dokunmasınlar!" dedi.
Üstad bu sözleri söylerken tabii çok hiddetliydi.(81)”
BİR NOKTA
Bu münasebetle bir noktayı kaydetmek isteriz ki: Hazret-i Üstadın
hizmetkârlığı, kâtipliği ve hususî muhataplığı ulvî şerefine nail olmuş
herkesçe malum za'tlardan şayet bazılarının; akılları dünya işlerine ve
dünyevî entrika, siyaset ve beceriklilik gibi işlere fazla ermese dahi,
elbetteki o zatları bu ulvî şeref ve kemalden sakıt etmez. Hele politika, yani
bir nevi gevezelik ve iki yüzlülük, palavra, mübalağa ve kurnazlık gibi işleri
bilmemeleri ve yapmamaları onlara bir nakise değil, kemal ve fazilet
kazandırır.
Hakikat böyle iken; bazıları, yarım yamalak dünyevi işlere ve alışverişlere
akılları erenlerin ve bu gibi işleri biraz daha bilenlerin ve becerenlerin,
hususan yeni çıkmalarda- hademe-i üstad olan bu zatları beğenmemek
tarzında izhar-ı fazilet ettiklerini duymaktayız. Hatta aleyhlerinde bayağı,
pest isnadlarda bulunuyorlarmış: "Üstad'ın rızası hilâfına hareket ettiklerini,
hatta ihanet ettiklerini"ilh.diye ileri sürüyorlarmış...
Bu gibi herifler ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler!.. Evlerini
başlarına yıktıklarını, maneviyatlarını tar ü mar ettiklerini ve bir nevi
hâricilik ve şialık tarzında hatalı, belki dalaletli bir yola saptıklarını bilsinler!
Evet, bu zatlar (yani Üstad'ın hususi hizmetkârları) birer beşer olarak bazı
Dostları ilə paylaş: |