SONUÇ
Biribirine mukarin olarak getirilen İki isimle Allah'ı tavsif etmenin çokça görülmesi, Kur'ân'ın, ilk bakışta dikkati çeken bir özelliğidir. Bu şekil, başlangıç devresine ait sûrelerde bulunmakla beraber, oradaki örnekleri fazla değildir. Yaklaşık bir şey söylemek gerekirse, 43. sıradaki Fâtır sûresinden itibaren sık sık kullanılır. Bitişik isimler, daha çok medenî ayetlerde yer alır. Ayetlerin organik dokularında bu isimlerin hayatî fonksiyonları vardır. Örneklerle göstermiş olduğumuz gibi bunların, biribirini dengelemek, ayeti hülasa etmek, ayetin bildirilen şeylerin kaynağını göstermek veya onları sebeplendirmek, yanlış anlayışı önleyecek tarzda istidrâk için gelmek, gerekleri arasında bir derecelenme belirtmek vb. fonksiyonları vardır. Onlar bu özellikleri gösterirken, tali planda ayrıca üslûp ve ahenk unsuru da olurlar. Bitişik olarak getirilen isimlerin mâna yönünden ortaya koydukları şu hususiyet de çok önemlidir:
Bunların biribirine mezcedilmesinde, her birinde tek başına bulunmayan, Uiuhiyetin bir başka kemâli, daha açık bir biçimde tezahür eder. Bu bakımdan, bu şekillerin her biri, nerdeyse ayrı birer vasıf olurlar.
Bu çalışmamızda gördük ki, medenî devire has ilahî isimler de vardır ve bunlar 20'nin üstünde olarak azımsanmayacak bir yekûn teşkil ederler. Şu halde bütün isimlerin, vahyin her safhasında görünmüş olduğu söylenemez. 2980 Medenî devrin bir başka özelliği, Uluhiyyetin bazı cemal vasıflarının oraya mahsus olmasıdır: “Afuvv, Tevvâb, Mu'min, Selâm gibi. Öbür yandan, mekkî ayetlerde de yer alan bir çok cemal vasfı, medenî devirde daha fazla zikrolunurlar. Mesela “Gafur Rahîm” şekli 23. mekkî, 48 medenî ayette geçer. Tek başına Gafur ismi 33 defa mekkî, 55 defa medenî devirde anılır. Kur'ân metninin takriben 2/3'ünün mekkî, 1/3'ünün medenî olduğunu hatırlarsak, bu vasfın, metin uzunluğu yönünden, ters orantılı bir artış ortaya koyduğunu görürüz. Yerlerinde temas edildiği gibi, aynı durum, bu türden başka vasıf için de geçerlidir. Bu gerçek de, bazı müsteşrikler arasında yaygın olan şu telakkinin yanlışlığını gösteren sebeplerden birini teşkil eder:
Onlar, Mekke devrinde dinî ve ruhî değerlerin hâkim olduğunu, buna karşılık Medine'de siyasî ve dünyevî tarafın ağır bastığını ileri sürerler. İlahî vasıfların anılmasının gösterdiği durumdan açıkça anlaşılıyor ki, böyle bir şey asla söz konusu değildir. Öyleyse, dünyevî başarısına rağmen dünyevîleşmeyen Hz. Muhammed (a.s.), Kur'ân'ın tebliğcisidir ve esas gayesi ruhî ve dinî değerler olan Kur'ân da, Allah'ın Kelâmıdır.
Kur'ân, Uluhiyeti büyük bir tenevvü gösteren isimlerle tanıtmaya önem vermektedir. O, Allah'ı tanıtırken, teolojik veya felsefî bir gaye gözeterek, Uluhiyet hakkında bir takım mücerred sıfatlar sıralamaz; insanların idrâk edeceği ölçüde, beşerî ifadede bulunan lafızları istiare ederek Onu izhâr eder. Uluhiyetin nihayetsiz taraflarını ortaya koyan bu isimler vasıtasıyla Allah'ı tanıtmak. Onu soyut kavramlarla nitelemekten daha etkin bir usûldür. Allah'ın vasıflarına, selbî yön değil, isbat yönü hakimdir. Bu da, insan anlayışının yapısının özelliklerinden ileri gelir. İnsanlık normal olarak, vücûdî taraftan bir marifet edinmeye mecburdur.
Bu ilahî isimler vesilesiyle insan, yaşayışının her türlü durumunda, Uluhiyetle kendisi arasında bir bağ kurma imkânına kavuşur. Esmâ-yı hüsnânın en bariz hususiyetlerinden biri, Allah ile insan, insanla Allah arasındaki ilgileri düzenlemektir. Bunlar, taşıdıkları sınırsız muhteva sayesinde, insanlığın dini hayatını en fazla tehdid eden “Allah'ı unutmak” tezahürüne engel olurlar; insanın Allah ile olan münasebetlerini canlı tutarlar. Bir çok dinî sistemde Uluhiyet çok uzaklarda, ötelerde olan, belli belirsiz bir mefhumdur. Şirk inançları, bu uzaklığı çeşitli aracılarla doldurmuşlardır. Kur'ân, insanlığa indirdiği esmâ-yı hüsnâ bağlarıyla, çirkin ayrı ayrı tanrılara dağıttığı bir çok kavramı, Allah ile münasebete koyar, insanın aradığı her şeyin. Onun katında olduğunu gösterir. Böylece bu vasıflar, insanlığın anlayışı için, mümkün olan en yüksek seviyede, bir marifetullâhı gerçekleştirirler.
Allah'ın vasıfları arasında en fazla tekrarlananlar, insanın varoluş planında Uluhiyyet ile olan münasebetlerini belirten kavramları ifade eden isimlerdir. Mesela, Uluhiyetin zatî sıfatlarına delâlet eden el-Evvel, el-Âhir vasıfları birer defa geldiği halde, Onun insanları görmesine, işitmesine, yaptıklarını bilmesine, onlara karşı rahmetine ve bağışlamasına vb. delâlet eden isimler, son derece fazla zikredilirler. Allah'ın isimleri. Kendisini tahlîl ile Ona bir hadd tayin ettirecek mefhumları ifade etmek için değil; bizim kendimizde ve âlemimizde Ona olan nisbetlerimizi tahlil ederek, her türlü kemâl Kendisinin olan Allah'ın zatına delâlet için bildirilmişlerdir. Yani onlar Allah'ı hakikate uygun olarak tanıtırlar, fakat Onu olanca kemâliyle değil, bizim anlayabileceğimiz ölçüde tanıtırlar. Kur'ân'da, metafizik veya teolojik bir tefekkür sonucunda Kendisine yükselinen bir Allah fikri değil, bir takım isimlerin tecellisi ile, beşerî anlayışa tenezülatta bulunmak suretiyle Kendisini izhar eden: Kâinatta, tarihte, insanın şahsî ve ruhî hayatında izhar eden, Uluhiyetin kendisi vardır. Böylece bazı felsefî veya felsefîleştirilmiş dinî sistemlerin Allah'ı tanıtışından farklı olarak Kur'ân, insanlıkla Uluhiyyeti canlı, sürekli, sevimli ve sırlı bir rabıta içinde tutar.
Allah'ın vasıfları arasında zıt (mütenakız değil) veya değişik oranlarda farklı taraflara delâlet edenlerinin bulunması ise, Uluhiyetin insan anlayışına sığışamayacağını pek güzel bir biçimde ortaya koyarlar. O hem Zahiridir, hem Bâtındır. Hem yücelerdedir (el-'Alî), hem de insana şah damarından daha yakındır (el-Karîb) vb. İlahî vahye dayanmayan Uluhiyet anlayışları ise, Allah'ı ya çok uzaklara gönderir, kâinatla ve insanla ilgisini azaltır (İlk Sebep, İlk Muharrik gibi); yahut varlığın içine yerleştirir (çeşitli panteist telakkiler). Kur'ân'ın tanıtmasındaki, bu zıt vasıfların oluşturduğu ahenk ise, insanı bu iki aşırılıktan birine kaydıracak sapıklıklara engel olur. İnsan, Allah'ı bir anlamda tanır, bir anlamda da O, bilinmez kalır. (Kur'ân'ın vasıflarından biri de “Mubîn” olmaktır. Ancak, mubîn olması demek:
Allah tarafından olduğunun apaçık olması, bir çok şeyleri açıklaması, hidâyet yolunu sapıklıktan ayırması, mü'minlerin muhtaç oldukları şeyleri açıklayan olması, demektir; yoksa ondaki her şeyin ayan beyan, biteviye olması anlamına gelmez. Allah Zahir olduğu anda, Bâtın'dır. Onun her tecellisinde bir gizlenmesi vardır. O, tecellisinde bile mutlaktır, öyle bir mutlaktır ki, ıtlak kaydı bile Kendisini kayıtlayamaz. Bundan dolayı biz Onu tecellileriyle tanırken, Zatı ile tanıyamayız. Bize düşen, Allah'ı bizden daha iyi tanıyan Hz. İsa'nın diyeceği gibi, “Sen bende olanı bilirsin, ben ise Senin Zatında olanı bilemem” 2981 demektir.
Esmâ-yı hüsnânın, insanlık için mümkün olan bir marifetullâh sağladığını, bunların Uluhiyete nasıl bir sınırsız muhteva ve derinlik kazandırdığını gördük. Şu halde Kur'ân'ın tebliğcisi Hz. Muhammed, sadece- “putları kıran” bir peygamber olmamıştır. Ona indirilen vahiy, Uluhiyeti en güzel şekilde tanıtmıştır. Fakat Kur'ân, Allah'ı, müsbet yönde böylesine tanıtırken, şirkin insanlık için büyük ve yakın bir tehlike olduğunu göz önüne alarak, putperestliği iptal etmeye de büyük bir ihtimam göstermiştir. Zira sadece müsbeti getirmek değil; menfinin niçin menfi olduğunu ortaya koymak, böylece menfiyi gidermek de lazımdır. Pürüzler, kirler giderilmeden cila sürülmez. İşte Kur'ân'ın, batıl tanrılarla, daha doğrusu onların insanlığın şuurunda işgal ettikleri yerle olan mücadelesi, bu pürüzleri gidermek içindir. Batıl tanrıların neden tanrı olamayacakları bildirilirken, onlarda olan eksik niteliklerin zıddı kemâl sıfatlarıyla Allah tavsif edilir. Fakat gerçek Tanrı olan Allah, batıl tanrılara göre, bir resmin negatifine nisbetle pozitifi durumunda değildir. Çünkü Kur'ân, şirk tanrılarının hiç olduklarını ortaya koymak için, bazan onların, canlı yaratıkların bile sahip bulunduğu vasıflardan yoksun olduklarını da gösterir, Kur'ân, tevhidi getirirken, önce Allah'ın kim olduğunu ortaya koymuş, şirkle açık mücadeleye girmemiştir. Fakat kendisinin çağırdığı Uluhiyeti tanıttıktan sonra, bu davetin kökleşmesi için, insanlıktaki şirk ayrık ve dikenlerini temizlemeye de geniş çapta önem vermiştir. Onun, hiç bir husustaki mücadelesi, şirkle olan mücadelesi kadar yoğun ve ısrarlı değildir. Zira insanlığın büyük kısmının sapıtması, şirk sapıklığı şeklinde olmuştur. Bu sebeple Kur'ân, insanlığı şirke götürebilecek her türlü bahaneyi ele alıp çürütmüş; aklî, psikolojik, vicdanî, edebî vb. her türlü delille şirkin tepesine inmiş, kâinatın genişliği içinde sahte tanrılara zerre kadar bir yer, “çekirdek zarı” kadar bir mülk bırakmamıştır. Kur'ân, batıl tanrıların özel isimlerine hücum etmekten ziyade, en yaygın şirk mahiyetlerini hedef almıştır. Şirkin, “örümcek yuvası” gibi (krş. 29, 41) yapısını yıkmak zor değilse de; müşriklerin kafalarında onun kurduğu ağları söküp atmak, pek de kolay değildir. Kur'ân'ın şirkle uğraşmaya büyük yer vermesinin sebebini de, işte burada aramak gerekir. 2982
Dostları ilə paylaş: |