Bu sırada Fatımî hilâfeti iç buhranlarla çalkalanmakta idi. Halife Müstansır-Billâh ei-Fâtımî buna son vermek gayesiyle, vezir unvanı verdiği Akkâ Valisi Bedrülcemâlî'yi gizlice Mısır'a davet ederek bütün anarşi unsurlarını ortadan kaldırmayı başardı. Bununla beraber Mısır'da tam manasıyla huzur ve sükûnu
sağlayamadı. Durumu iyi değerlendiren Emîr Atsız, Mısır'dan kaçıp kendisinin hizmetine giren İldenizoğlu ile birlikte hazırladığı 5000 kişilik Selçuklu ordusuyla Mısır'a yürüyüp Kahire yakınlarına geldi (1077) ve kendilerine karşı sev-kedilen Fatımî öncü kuvvetlerini bozguna uğrattı. Öte yandan Bedrülcemâlî süratle tedbir alarak hazırladığı kalabalık bir orduyla harekete geçti. Bu arada Bedr b. Hâzım'ın 2000 atlısıyla Fâtımî-ler'e katılması sebebiyle Selçuklu ordusu daha da zayıfladı. Ayrıca Mısır'a kaçıp sığınan Emîr Şöklü'nün babası ve bir oğlu Atsız'in ordusundaki kendilerine bağlı 700 Türkmen'le temas kurdular. Böyle bir durumda Kahire önlerinde Fâtımîler'le savaşa tutuşan Atsız, bu Türkmen atlılarının saflarını terket-mesi sonucu Fâtımîler karşısında ağır bir yenilgiye uğradı ve güçlükle Dimaşk'a dönebildi (10 Receb469/7 Şubat 1077). Bu yenilgi üzerine, hemen bütün Filistin ve Suriye'deki Selçuklu idaresinde bulunan şehir ve kaleler Fatımî tâbiiyetine geçti. Ancak Atsız daha sonra yeniden bir ordu teçhiz ederek başta Kudüs olmak üzere itaattan çıkan bütün şehir ve kaleleri tekrar hâkimiyeti altına aldı.
Öte yandan Atsız'ın Mısır seferinde mağlûp olduğunu, hatta öldüğü şayiasını duyan Sultan Melikşah, onun yerine kardeşi Gence Valisi Tâcüddevle Tutuş'u Suriye ve Filistin Selçuklu melikliğine getirdi. Kumandası altına verilen Selçuklu emîrleri ve ordusuyla birlikte Di-yarbekir civarına gelen Tutuş, Atsız'in Mısır seferinde ölmediğini öğrenince durumu Sultan Melikşah'a bildirdi. Aldığı emir üzerine de Halep önlerine gelip şehri kuşattı (1079). Bu sıralarda, Nasrüddevle el-Cüyûşî kumandasında Mısır'dan sevkediien kalabalık bir Fatımî ordusu önce Filistin'i, daha sonra da Güney Suriye'yi ele geçirip Atsız'ın savunduğu Dımaşk'ı kuşatmakta idi. Fatımî ordusuna karşı koyamayacağını anlayan Atsız Tutuş'u yardıma çağırmak zorunda kaldı. Halep kuşatmasını ter-kederek Dımaşk'a gelen Tutuş, Fâtımî-ler'i geri çekilmek zorunda bıraktı ve şehre girdi. Emîr Atsız itaat arzettiyse de Tutuş kendisini karşılamakta geç kaldığını ve kardeşiyle birlikte bir komplo hazırladığını bahane ederek Atsız'ı yayının kirişiyle boğdurdu. Böylece Dımaşk'ı ele geçirerek burada Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti'ni kurdu (1079).
Suriye ve Filistin'in büyük bir kısmını fethederek Selçuklu sınırları içine alan ve kendisine "el-melikü'l-muazzam" lakabı verilen Atsız, Selçuklu hanedanı gibi Oğuzlar'in Kınık boyuna mensuptu. Emirliği sırasında halka daima âdil davranmış, ağır vergileri azaltmış veya tamamen kaldırmıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
İbrahim Kafesoğlu, Saltan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu imparatorluğu, İstanbul 1953, s. 31-38; Ali Sevim. Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1983, s. 63-90; "Atsız", İA, II, 6; Cl. Cahen, "Atsız b. Uvak", £72(İng.), I, 750-751. r-ı
MU Ali Sevim
ATTÂB b. ESÎD
Ebû Abdirrahmân Attâb b. Esîd
b. Ebi'l-îs b. Ümeyye el-Ümevî el-Kureşî
(ö. 13/634)
Sahâbî, Hz. Peygamber'in Mekke valisi.
Hicretten on üç yıl önce (610 m.) Mekke'de doğdu. Mekke'nin fethedildiği gün (17 Ramazan 8/8 Ocak 630) müslüman oldu. Hz. Peygamber Huneyn Seferi'ne çıkacağı esnada onu Mekke valisi tayin etti. Attâb bu göreve getirildiği sırada yirmi yaşlarındaydı. Mekke'nin fethedildiği yıl hac emirliği görevini de o yaptı. Kaynaklar, oldukça genç yaşta Mekke valisi olan Attâb'a Hz. Peygamber'in günde bir dirhem veya yılda 400 dirhem, yahut kırk ukiyye (1600 dirhem) maaş bağladığına dair farklı rivayetler kaydederler. Fazilet sahibi, dirayetli bir sahâbî olan Attâb b. Esîd, bu görevini Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında da sürdürdü ve hicretin on üçüncü yılında Hz. Ebû Bekir'in vefat ettiği 22 Cemâziyelâhir 13 günü (23 Ağustos 634) o da Mekke'de vefat etti. Bazı kaynaklarda ise Hz. Ömer'in hilâfetinin son yıllarında (23/ 644) vefat ettiği kaydedilmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 440, 500; İbn Kutey-be, el-Ma'ârif {Ukkâşe), s. 123; Taberî, Târîh (Ebul-Fazl), II, 362; İbn Mâce. Şerhu Edebil-kâdîinşr. Muhyî Hilâl es-Serhân], Bağdad 1977-79, II, 14-15; İbnü'l-Esîr. üsdül-ğâbe, III, 556-557; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 368; İbn Hacer, el-iş&be, V, 211-212; a.mlf.. Tehzîbut-Tehzîb, VII, 88; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü'l-idâ-riyye, I, 264; Fahreddİn Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1979, s. 113; "cAttâb", £/2(İng.), 1,751. |—-
im Fahrettin Atar
ATTÂBÎ, Ahmed b. Muhammed
Ebû Nasr (Ebü'l-Kâsım)
Zeynüddîn Ahmed b. Muhammed
b. Ömer el-Attâbî el-Buhârî
(ö. 586/1190)
L_ Hanefî fakihi ve tefsir âlimi.
Buhara'nın Dârü Attâb (Attabiyye) mahallesine nisbetle Attâbî diye anılır. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Vefat tarihi olarak bazı kaynaklar S82 (1186) yılını da zikretmektedir. Mâverâünnehir Hanefî ulemâsı arasında önemli bir yeri olan Attâbî, özellikle fetva kitabıyla ve Hanefî mezhebinin temel kaynaklarına yaptığı şerhlerle tanınmıştır. Meşhur Hanefî fakihlerinden Şemsüleimme el-Ker-derî de Attâbî'nin talebesi olup kendisinden Şerhu'z-Ziyâdât'ı rivayet etmiştir.
Eserleri. 1. Câmi^u (Ceuâmi'u)'l-hkh. İlk Hanefî kaynaklarına dayanan ve Ebû Hanîfe ile talebelerinin görüşleri yanında mütekaddimîn ve müteahhirîn Hanefî âlimlerinin verdiği fetvaları da kapsayan eser el-Fetâva'î-t:Attabiyye adıyla tanınmış olup daha sonraki Hanefî fıkıh kitaplarında, özellikle "fetâvâ"larda kendisine atıflarda bulunulmaktadır (yazma nüshaları için bk. Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1559, 2289, 2385; Esad Efendi, nr. 1066; Mahmud Paşa, nr. 178; Şehid Ali Paşa, nr. 1042; TSMK, III. Ahmed, nr. 815). 2. Şer-hu'z-Ziyâdât (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1709, 1710; Çorlulu Ali Paşa, nr. 185/1; Molla Çelebi, nr. 47/1, 48). 3. Şerhu'1-Câ-mi'i'l-kebîr (Süleymaniye Ktp., Damad ibrahim Paşa, nr. 538]. 4. Şerhu.'l-Câmici'ş~ şağir (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1685; Yenicami, nr. 435; Karaçelebizâde, nr. 102, 103; Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 463; TSMK, III. Ahmed, nr. 729). S. Muhtaşarü'1-Câ-mici'l-kebîr (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 605|. 6. Tefsîrül-Kurbân {Tefsîrü'l-cAtt3bt; Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr, 89; eserlerinden bazılarının diğer kütüp-hanelerdeki yazmaları için bk. Brockelmann, GAL, I, 465; SuppL, 1, 289, 290, 291, 643).
BİBLİYOGRAFYA:
Dâvûdî, Tabakâtü'l-müfessirîn, I, 83-84; Sa-fedî, el-VSft, VI11, 74; Zehebî, el-Müştebeh (nşr Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire 1962, II. 441; İbn Kutluboğa. Tâcü't-terâcim, Bağdad 1962, s. 9; Keşfuz-zunûn, I, 453, 563, 567, 570; He-dlyyetü.l-cârifîn, I, 87; Leknevî, el-Feuâ'idü'l-behiyye, s, 36-37; Brockelmann. GAL, I, 465; SuppL, I, 289, 290, 291, 643; Kehhâle, Mu'ce-mü'l-mü* elliftn, II, 140; Yusuf Ziya Kavakcı, XI ue XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde Mavera al-hahr İslam Hukukçuları, Ankara 1976, s. 120; Karatay, Arapça Yazmalar, II, 385, 432.
H HalitÜnal 93
ATTÂBÎ, Külsûm b. Amr
Ebû Amr [Ebû Alî) Külsûm b. Amr
b. Eyyûb el - Attâbî et-Tağlibî
(ö. 220/835}
Abbasîler devri [_ şair, hatip ve kâtiplerinden. j
Muallakat-ı seb'a şairlerinden Amr b. Küisûm'un soyundan olup Tağlib kabi-lesindendir. Şam civarındaki Kınnesrîn kasabasında doğdu (135/752]. Doğum tarihinin kesin olarak bilinmediği de söylenmektedir. Bir müddet Re'sülayn ve Rakka'da ikamet ettikten sonra Bağdat'a yerleşti ve orada Farsça'yı öğrendi. Üç defa gittiği İran'da Merv ve Nîşâbur kütüphanelerinden çok faydalandı. Bağdat'ta Mu'tezile kelâmcılan ile görüşmesi neticesinde Mu'tezile'nin görüşlerini benimsedi. Hatta bu münasebetle mantıka dair bir de kitap yazdi. Attâbî tam bir zâhid gibi yaşıyordu. Nitekim Hârûnürreşîd'in veziri Yahya b. Hâlid el-Bermekî, Atta-bî'nin zâhidâne bir hayat süren faziletli bir insan olduğunu duyunca onu himayesine aldı. Şair de ona ve oğullan FazI üe Ca'fer'e, daha sonra da takdim edildiği Hârûnürreşîd'e methiyeler yazdı; bu sayede halifenin iltifatına nâîl oldu. Fakat Mu'tezilî fikirlere karsı olan halife onun bu mezhebe meylini öğrenip huzuruna çağırınca, Bermekîler, başına bir şey gelmesinden korkarak şairi gizlediler-, daha sonra da halifenin onu bağışlamasını sağladılar. Bunun üzerine Attâbî divan kâtipliğine getirildi. Farsça bildiği için bu görevi başarı üe yürüttü. Ab-bâsîler'in Horasan valisi ve Tahinler hanedanının kurucusu Tâhir b. Hüseyin ve oğlu Abdullah ile iyi münasebetleri olduğu gibi Halife Me'mûn'un yanında, ihtiyarlık günlerinde onun omuzlarına tutunup ayağa kalkacak kadar büyük itibarı vardı. Buna rağmen halifeden ve diğer devlet adamlarından hiçbir maddî menfaat beklemedi. Karısının ısrarına rağmen ölünceye kadar yaşadığı zâhidâne hayatı değiştirmedi. 220'de (835). bir rivayete göre de 2O8'de (823) Bağdat'ta öldü.
Medih, hiciv, gazel ve daha çok hikmet türünde şiirler söyleyen Attâbî, kendinden öncekilerde pek görülmeyen ifade güzelliği ve düşünce derinliği, mektuplarındaki zengin dil ve üslûp, ayrıca hi-tabelerindeki başarısı ile edebiyat tenkitçilerinin takdirini kazanmıştır.
Günümüze kadar ulaşmayan eserlerinin dil ve edebiyata dair olduğu, bir kısmının ise Kelüe ve Dimne türünde hayvan hikâye ve masallarından meydana
geldiği tahmin edilmektedir. İbnü'n-Ne-dîm, onun şiirlerinden meydana gelen 100 varaklık bir mecmuayı gördüğünü söylemektedir. Bazı antoloji ve edebiyat kitaplarında da Attâbî'nin şiirleri yer almaktadır. Kaynaklarda zikredilen eserleri şunlardır: Kitâhü'l-Elfâz, Kitöbü Fü-nûni'l-hikem, Kitâbü'1-Âdöb, KHâbü'l-Hayl, Kitâbü'î-Ecvâd, Kitâbü'l-Mantık. Bu sonuncu eserin müellifin yaşadığı devirde bir hayli meşhur olduğu söylenmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
ibn Kuteybe. eş-Şi'r ue'ş-şu'arâ*, s. 549; Ebfj'l-Ferec el-İsfahânî, el-Eğânî, XIII, 109-125; İbnü'n-Nedîm, el-Flhrist, s. 13, 134-135, 139, 186; Hatîb. Târîhu Bağdâd, XII, 488-492; Sem-■ânî, el-Ensâb, VIII, 378-379; X, 242-243; Yfi-küt. Mu'cemü'l-üdebâ\ XVII, 26-31; Kütübî, Fe-vâiul-Vefeyât, III, 219-221; Izâhıı'l-meknûn, II, 201; Brockelmann. GAL Suppl., I, 120; Sezgin, GAS, II, 540-541; C. Zeydan. Adâb [Dayf), II, 103-104; Ömer Ferrüh, TârThu'l-edeb, II, 218-221; Şevki Dayf. Târîhu'l-edeb, III, 419-425; R. Blac-hĞre, "al-'Attâbî", £/2(Fr.l, I, 773-774.
Iffl Ciîmal Muhtar
ATTAR
( ,IUI )
Eskiden bir nevi eczacılık yapan, güzel kokular satan, bugün ise baharat,
şifalı otlar ve kurutulmuş
çeşitli 91da maddeleri ticareti yapan
kimselere verilen ad.
Türkçe'de daha çok aktar şeklinde söylenen kelime, "güzel koku" anlamındaki Arapça ıtrdan gelmektedir. Ancak attar yalnız güzel kokular değil her türlü şifalı bitkileri ve bunlardan yaptığı ilâçları da (akkâr, çoğulu akâkTr) satardı. Nitekim bu kelime Arapça'da saydalî veya saydalânî (eczacı) ile eş anlamda kullanılmıştır. Attarlık İslâm dünyasında Hz. Peygamber devrinden beri bilinen bir meslektir. Hatta Şohîh-i Buhâri'öe attar ve güzel koku satışı ile ilgili olarak "Bâb fi'l-cattâr ve beyci'l-misk" (Buhârî, "Büyü1", 38) adıyla ayrı bir başlığa yer verilmiştir. Eskiden beri serbest ticaret yapan artarların dükkânları eczanelerin ilk örnekleridir. Bazı attarların uygun olmayan veya özelliklerini yitirmiş malzemeleri satmaları, hatta hastalara zaman zaman başka ilâç vermelerinin görülmesi üzerine Halife Mu'tasım-Billâh zamanından itibaren attarların imtihan edilerek faaliyetlerinin belgeye bağlanması yoluna gidilmiş ve attar dükkânlarının kontrolü hisbe* teşkilâtının görevleri arasında yer almıştır. Birçok şehirde yalnız attarların faaliyet gösterdikleri çarşı ve pazarlar vardı. Bunların en meş-
hurları Fustat'taki Sûku'l-attârin, Şam'daki Sûku'1-rtr ve İstanbul'daki Mısır Çarşısı idi.
Bir eczacı gibi bazı temel bilgilere sahip olması gereken attann gerek sağlık gerekse ticaret bakımından maddelerin korunma usullerini bilmesi, çabuk bozulan maddeleri de tanıması gerekiyordu. Kurutulmuş çeşitli otlar, yapraklar, kökler, çiçekler, tohumlar, meyvalar ve diğer şifalı otların önemli bir kısmı kuru olarak satılırken bazı ilâçların yapılmasında kullanılan nebatî, hayvanî ve madenî maddeler (droglar) ise daha çok basit ve iptidai şekliyle (müfred ilâçlar) tek tek satılırdı. Fakat attarlar eskiden bugünkü eczanelerde yapıldığı gibi, suda kaynatılmış ve pişirilmiş ilâçlar dışında hekim reçetelerindeki formüllere göre tıbbî maddeleri birleştirerek müshil, macun, merhem ve kuvvet verici bazı mürekkep ilâçlar da hazırlarlar, ancak İlâçları bugünkü eczacılıkta olduğu gibi sabit bir terkiple düzenleyemezlerdi.
Tıp ve akrâbâzînle ilgili eserlerde ilâçların yapımında kullanılan bitkiler ve özellikleri, ilâç yapım metotları anlatıldığı gibi (bk. AKRÂBÂZÎN, ECZACILIK), KÜ-
hinü'l-Attâr lakabıyla tanınan Dâvûd b. Ebü'n-Nasr'ın (ö. 658/1260'tan sonra) Minhâcü'd-dükkân ve düstûrü'l-a'yân li'1-edviyeti'n-nâfi'a li'1-ebdân adlı meş-
hur eseri gibi artarların el kitabı olarak kullandıkları bazı kitaplar da yazılmıştır.
Attar "ecza deposu sahibi" anlamında da kullanılmıştır. Bunlar eczacılar gibi ilâç hazırlamaz, ya iptidai maddeleri ayrı ayrı veya hazır ilâçları toptan satarlardı. Eczaneler açıldıktan sonra attar-lar tütün ve kahveden boyaya kadar çeşitli şeyler satmaya başladılar.
Eczacılığın gelişmesiyle birlikte attar-ların faaliyetleri kısıtlanmaya başladı. 1861 tarihli eczacılık nizâmnâmesi, ellerinde çalışma izni olan ispençiyarlardan (eczacı) başka hiç kimsenin hiçbir şekilde, parça parça, etkisi güçlü ilâç sata-mayacağı ve tabip, cerrah, baytar reçetesi düzenleyemeyeceği esasını getirdi. Bu yasak toptan ecza satan tıbbî ecza tüccarlarıyla attar ve kökçülere de uygulandı. 1883 tarihli ecza tüccarları ve Mısır Çarşısı hakkındaki talimatla ise aktarların eczane açmaları yasaklandı ve satacakları maddeler de sınırlandırıldı. 1885 tarihli nizamnamede aktar, "sanayie ve eczacılığa ait ilâç ve kimyevî maddeleri toptan satan esnaf" olarak tarif edilmiştir. Böylece bütün Şark'ta olduğu gibi Türkler'de de attarın ot toplama, kurutma ve bazı ilâç terkipleri yapma gibi faaliyetleri zamanla gerilemiş ve attarın eczacılık yönü gittikçe zayıflayarak tüccar yönü ön plana çıkmıştır.
İslâm dünyasında Kûhinü'l-Attâr gibi tanınmış bazı tıp ve eczacılık âlimlerinin bu mesleğe nisbetle anılmaları yanında, muhtemelen bir geçim vasıtası veya ek bir gelir temini maksadıyla ıtriyat ve ilâç ham maddesi ticareti yapan, yahut bu İşle uğraşan baba ve dedelerine nisbetle "Attâr" lakabıyla anılan birçok âlim ve edip vardır. Bunlar arasında en meşhuru Ferîdüddin Attâr'dır.
BİBLİYOGRAFYA:
A. Süheyl Ünver, Türkiye Eczacılık Tarihi, İstanbul 1952, s. 10; a.mlf., Türk Eczacılık Tarihine Bir Hazar, İzmir 1971, s. 4; a.mlf., "Aktar-Akkar", Dirim, XXU/9, İstanbul 1947, s. 1-2; Ayşegül Demirhan, Mısır Çarşısı Drogları, İstanbul 1975, s. 12-13; Sami K. Hamarneh, Health Sciences in Early Isiam [nşr. Munawar A. Ane-es), Blanco 1984, II, 44-46, 63 vd., 90; Turhan Baytop, Türkiye'de Bitkilerle Tedaui, istanbul 1984, s. 47; Rengin Bütün Dramur, 1333-1908 Yıllarında Osmanlılarda Eczacılık ue Deontolojisi, İstanbul 1984, s. 51-53; Abdülazîz b. İbrahim el-Ömerî, el-Hiref ue'ş-şınâ'ât fi'l-Hicâz fî 'aşri'r-Resûl [baskı yeri yok], 1405/1985, s. 296 vd.; Max Meyerhof, "Esquisse d'histoire de la pharmacologie et botanique chez les Musul-mans d'Espagne", al-Andalus, III, Madrid 1935, s. 1 -41; Bedi N. Şehsuvarağlu, "Anadolu Türklerinde Eczacılık Tarihçesi", Eczacılık Bülteni, III/8, İstanbul 1961, s. 158; E. Dietrİch, "'Attâr",
751-752. f-|
ili
Niı, Saki
ATTÂR, Ferîdüddin
( j1^ j^1 J*j» )
Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed
b. Ebî Bekr İbrâhîm-i Nîsâbûrî
(ö. 618/1221)
İranlı meşhur şair ve mutasavvıf.
L J
Horasan Selçuklularının son zamanlarında, büyük bir ihtimalle 537-540 (1142-1145) yılları arasında Nîşâbur'da dünyaya geldi. Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu İçin "Attâr" lakabını aldı ve bu lakapla meşhur oldu. Çocukluk ve gençlik devresi hakkında kaynakların verdiği bilgiler çok farklı ve yetersizdir. Ancak eserlerinden, gençliğinde bir taraftan at-tarlıkla uğraştığı, diğer taraftan da ilim tahsif ettiği, tasavvufî bilgiler edindiği ve çeşitli şeyhlere hizmet ettiği anlaşılmaktadır. Kendisi, peygamberler ve velîler hakkında birçok kitap okuduğunu ve otuz dokuz yıl müddetle tasavvufla ilgili şiir ve hikâyeleri toplamaya devam ettiğini söyler. Anne ve babasını gençliğinde kaybetmesi dışında ailesi ve yakın çevresi hakkında bir bilgi yoktur. Muh-tarndme'sinde yer alan iki rubaisinden, otuz iki yaşındaki bir oğlunu kaybettiği -dolayısıyla evlenmiş olduğu- anlaşılmaktadır.
Kaynakların verdiği bilgilerden ve bazı şiirlerinden anlaşıldığına göre Attâr küçük yaştan itibaren ve özellikle kendisini tasavvufa verdikten sonra birçok seyahatlerde bulundu. İrak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan'a yaptığı bu seyahatlerden sonra Nîşâbur'a döndü ve orada inzivaya çekildi. Uzun yıllar devam eden bu inziva hayatı sonunda oldukça ileri bir yaşta iken Moğollar tarafından Nîşâbur'da şe-hid edildi.
Attâr'in tasavvuf terbiyesini kimden aldığı, irade hırkasını giyip giymediği ke-
sin olarak bilinmemektedir. Babasının da şeyhi olduğu rivayet edilen Kutbüd-din Haydar ile Rükneddîn-i Ekâf (Ekkâf) ve Mecdüddin el-Bağdâdfnin müridi olduğu şüphelidir. Esrârnâme''sinin önsözünde aşırı derecede övdüğü Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'a (ö. 440/ 1049) manen intisap ettiğini, sahip olduğu her devleti onun ruhaniyetinden aldığını, kendisini terbiye eden kişinin bu zat olduğunu söyler ve dolayısıyia "Üveysî" olduğuna işaret eder. Eserlerinden, devrindeki birçok mutasavvıf ve şeyhle tanıştığı, onlarla dostluk kurup eserlerini okuyarak kendisini tasavvuf merhalelerini aşmaya hazırladığı, bu gayretler sonunda irşad makamına ulaştığı anlaşılmaktadır. Bir tarikata girmediği kabul edilse bile iddia edildiği gibi o sadece tasavvufa meraklı veya sûfîmeşrep biri değildir. Tasavvuf erbabının sırlarını öğrenip makam ve hallerini incelemekle yetinmemiş, tasavvufu benimseyip içine girmiş, az da olsa seyr*ü sülük* ile meşgul olmuş ve kendisinden sonra yaşayan pek çok İranlı mutasavvıf-şair ve edibe Önderlik etmiştir. Bunlar arasında Mevlânâ, Mah-mûd-ı Şebüsterî, Sa'dî. Hafız ve Molla Câmî sayılabilir. Özellikle Mevlânâ'nın Attâr'ı âşıkların önderi sayması, tasavvuf yolunda kendisini küçük, onu büyük görmesi, eserlerinden büyük ölçüde faydalanması, hatta onu "ruh", Senâî'yi de ruhun "iki gözü" olarak kabul etmesi, Hallâc'daki nurun Attâr'ın ruhunda tecelli ettiğini ve Hallâc'ın ona mürebbi olduğunu söylemesi şüphesiz bir sebebe dayanmalıdır. Kendisine ait olduğu kesin olarak bilinen eserlerinde Attâr Ehl-i beyte hürmet ve sevgide kusuru bulunmayan, müsamahalı ve taassuba karşı bir Sünnî'dir. Hayatının sonlarına doğru Şiî olduğu iddiası, yanlış olarak ona isnat edilen eserlerden kaynaklanmaktadır.
Edebî Kişiliği. Klasik nazım şekillerinin pek çoğunu kullanan Attâr, daha çok mesnevi ve gazelde başarı sağlamıştır. Orijinal ve yer yer aşkla dolu rubailer yazmışsa da bu türde Hayyâm derecesine ulaşamamıştır. Kasideleri na't. öğüt ve tasavvufun ana meseleleri hakkındadır ve bunlar Gazneliler devrinin büyük kaside üstatları Unsurî, Ferruhî ve Minû-çihrrninkiler kadar güzel, ahenkli, akıcı ve olgun değildir. Buna rağmen dinî ve ahlâkî kasidelerde sadece Senâî ve Nâ-sır-ı Hüsrev'i geçememiştir. Attâr'ın ustalığı tasavvufî gazellerinde aranmalıdır. O, bu nazım şeklinde yalnız yaratıcı olmakla kalmamış, kendisinden sonra
95
gelen mutasavvıf olan ve olmayan şairlerin örnek aldığı kişi olmuştur. Gazel ve mesnevilerinde Senâî dahil bütün seleflerini geride bırakmış, bu konuda onu bazı istisnalarla yalnız Mevlânâ aşabilmiştir. Gazelleri tasavvuf zevkini, özellikle uahdet-i vücûd" telakkisini, ilâhî yolculuk için gerekli kabul ettiği aşkı ve âşıklığı dile getirir. Attâr, gazelleri için uygun ve gönüle hoş gelen vezinler bulmuştur. DiVdn'ında yer alan şiirlerinin büyük bir kısmı rediflidir. Şiirlerinin çoğunluğunu oluşturan mesnevilerin hepsi tasavvufla ilgilidir. Bu nazım şeklindeki eserlerine bakarak onun doğuştan mesnevici olduğu kabul edilebilir. Mesnevilerinde şiire ve edebî sanatiara hâkim üstün bir hikayeci olarak görünür. Tasavvufî bir meseleyi ele alırken temsillere başvurması, çerçeve hikâyeler içinde açık ve anlaşılır bir plana göre iç içe daha küçük hikâyeler anlatarak konuyu sıradan biri için bile daha net bir hale getirmesi ve böylece mânaları ana hikâye ile birleştirmede büyük bir ustalık göstermesi ona has bir özelliktir. Mevlânâ Attâr'dan aldığı bu anlatım tarzını bazı yönlerde geliştirmiştir.
Selefleri gibi Horasan üslûbunda şiir söyleyen Attâr'ın sözü akıcı ve süssüz, dili sıcak ve tatlıdır. Şiirleri aşk ve iştiyakı dile getirir. Güç ve anlaşılmaz tarafı azdır. Kelimeler genellikle bilinen anlamlarıyla kullanılmıştır. Eserlerinin hemen hepsini tasavvufî konulan açıklamak için yazmış, bu yolda zaman zaman lafız fesahatini mâna uğruna feda etmiş, sırf bu yüzden uygun ve güze! düşmeyen bazı şiirler de söylemiştir. Bu tasavvufî şevk içinde şairliğin bazı kural ve geleneklerini terketmiş, meselâ ömrünün sonuna kadar hiçbir makam ve rütbe sahibini övmemiştir. Aşk ateşi, vahdet şuur ve heyecanı bütün şiirlerinde ve özellikle divanında, onu okuyan her gönül sahibinin derhal alevleneceği ölçüde hissedilir. Ancak bunlar Mevlânâ'nınkiler kadar eşsiz ve eksiksiz değildir. Kasidelerinde özellikle dünyanın geçiciliği üzerinde durarak insanoğlunun uyarılması gerektiğini dile getirir. Şiirlerinin hepsinde insana ömrünü nasıl geçireceği konusunda etkili hatırlatmalarda bulunarak onu fırsatı ganimet bilmeye, iyi iş yapmaya ve hak yoluna hizmete çağırır.
Görüşleri ve Tasavvufu. Attâr'a göre gö-
rünen bu "çokluk" (kesret), ezelî âlemde Hakk'ın zâtı ile "bir"di, ayrılık ve çokluk yoktu. Çokluk bu âlemdedir ve tamamen
zahirîdir. Varlıktan bir zerreye sahip olan herkes, bütün zerrelerin bir varlıktan geldiğini anlar. Başka bir deyişle, görünen âlem, varlığı ateşten kaynaklanan bir duman gibidir. Gerçekte her şey birdir ve bir her şeydir. "Sen ve ben nazar sahiplerinin nazarında bir ve aynı şeyiz; iki gömlekteki bir vücut gibiyiz." Kâinatta "bir"den başkasını görmeyenler, vahdet deryasına dalanlar ve aşk ateşinde yananlardır. İlâhî cevheri içinde taşıyan insan, ancak üzerindeki varlık perdelerini kaldırdıktan sonra Allah'ı bulabilir ve O'nu görebilir. Çünkü Attâr'a göre Allah, muhtelif şeylerde muhtelif kisvelerle tecelli eder. Bu fikir daha geniş bir şekilde Mevlânâ'da ve oğlu Sultan Ve-led'in İbüdânâme''sinde de görülmektedir. Nitekim buradaki "Neye baktım-sa onda Allah'ı gördüm" veya "Kendisinde Allah'ı müşahede etmediğim hiçbir şey görmedim" fikri, Attâr'da da mevcuttur. Ona göre peygamberler dahil biz insanlar aklımızla Allah'ı bulamaz, anlayıp kavrayamayız. Bizim akıl ve düşüncemiz O'nu anlama konusunda bir zerrenin bütün kâinatın özünü anlamak istemesi veya bir şebnemin uçsuz bucaksız bir denizde yüzmeye kalkışması gibidir. Allah'ı bulmak için tek yol vardır; o da kendini bilme, nefsini ıslah etme, şehveti yenip unutma ve Hakk'ın varlığında yok olma yoludur. Diğer bir ifade ile hakikat âlemine vâkıf, vahdet ve aha-diyete vâsıl olmak için akıl, ilim ve dedikoduyu bırakmak, "nasıl ve niçin'e, hatta bütün sorulara son vermek, kendini yok farzedip cismanî âlemden, bilgi gururundan, çocuksu heveslerden, her türlü aşırı isteklerden uzaklaşmak ve aşk ateşinde yanıp mutlak varlıkta yok olmak gerekir. Çünkü duyular âleminin dışında akıl ötesi gerçek, akıl üstü aşk ancak hal ve zevk ile anlaşılır.
Attâr, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat merhalelerini talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenadan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Hakk'a vâsıl olmak ve O'nun varlığında yok olup bekaya ermek için bu merhalelerin bir mürşid-i kâmilin terbiyesinde aşılmasını şart koşar. Attâr, sonuncu makam olan ve ona göre gerçek tevhidden ibaret bulunan fenaya çok önem verir. Ona göre insanın vücudu, Hakk'ın aynası ve cifvegâhıdır. Yolda tamamen yok olmaksızın kendi ruhanî sü-lûkünün sonunda Hakk'a vâsıl olur ve O'nun kendinde bulunduğunun idrakine erer. Kâmil insan olmak için gerekli olan
Dostları ilə paylaş: |