Orta amerika gezisi


Şubat Cancun Chichen – İtza



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə4/16
tarix27.10.2017
ölçüsü1,32 Mb.
#15475
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16
3. Şubat Cancun Chichen – İtza

Sabah huzurla ve erkenden, denizin dalga sesleri ile uyandık. Hava kapalı. Deniz hafif dalgalı. Ama yine de Karayip denizinin bu cam göbeği yeşili yok mu? Büyülüyor insanı. Kahvaltıya gitmeden bir kahve daha içelim diyoruz.


Balkonumuzda manzaraya ve sohbete o kadar dalmışız ki vakit geldiğinde odamızda masayı bile toplamadan fırlıyoruz. Ben güya gece çalışırım diye bütün kağıtları masaya yaymıştım. Öylece bırakıyorum. Meğer bu dağınıklığın faydasını görecek mişim.
Kahvaltı salonu bu büyük otele göre küçük. Meğer terasta da masalar oluyormuş ve bir de kahvaltı almadan otelde kalanlar varmış. Onun için iç kısım çok büyük değil. Erken kalkanlara günaydın derken herkes kahvaltı salonunda bir problem olduğunu ve bileklerindeki bu beyaz bandı görünce görevli kızcağızın bir şeyler söylemek istediğini ve onları kahvaltı salonuna sokmamaya çalıştıklarını söyledi. Herhalde bir yanlış anlaşılma var diye düşünüyorum. Bizim kolumuzda bant olmadığı için oda numaramı söyleyip girmeye çalıştık. Görevli bizi de durdurup resepsiyona gitti. Geldiğinde bizim kahvaltı hakkımız olmadığını söylüyor ama bu işte bir yanlış anlamayı biraz sonra gelecek olan Sophia düzeltir diye kızcağızın engellemelerine aldırmadan girip kahvaltımızı yapıyoruz.
Saat sekiz olmadan kahvaltıyı bitirip çıkıp Sophia ile konuşmak istiyorum. Bülent Güzeliş karşılıyor beni. “Şu oda değişikliği işimizi halleder misiniz. Vallahi izbe gibi bir yerde kaldım. Hayvan bile yatmaz burada” Ses tonu yine çok rahatsız edici ama otobüsteki o kaba çıkışından sonra pek üstüne varmak istemiyorum. Resepsiyon memuru söz veriyor. Tur dönüşü odası değişmiş olacak. Valizlerini de yeni odalarına taşıtacaklar. Rahatlıyor.
Sophia o güler yüzüyle göründü merdivenlerin basamaklarından. Günaydın faslından sonra hemen konuya girdi.
“Sizin grup kahvaltı etmek istemiş” diye.

Ne isteyeceklerdi yani? Tabi kahvaltı edecektik.

“Bizim anlaşmamızda kahvaltı yoktu. Biz Mete beyle öyle mutabık kaldık” diyor.

İmkanı yok. Öyle olsa Mete söylemez miydi?

Elindeki kağıtları gösteriyor “Bakın programda da yazılı.“

Programa bakıyorum. Zaten bir nüshası bende de var. Hiçbir şey göremiyorum bu hususta.

Sophia “Bakın Hotel Tucancun Beach ( ep) diye bir yazı var. Gördünüz mü?“

“Evet. Gördüm. Ne olmuş?” diyorum. Hala bir şey anlamış değilim.

“Biz yazdık. e.p.”

“e.p. ne demek? “

“e.p. europian plan demek. Yani Avrupa planı.” Gene bir şey anlamış değilim. Devam ediyor. “E.P. de kahvaltı yoktur. Yalnızca yatak vardır.”
Hadi canım sende. Hayatımda ilk defa bir turda kahvaltısız otel verildiğini duyuyorum. Yanlışlığın düzeltilmesini istiyorum. Fiyatımıza mutlaka kahvaltının dahil edilmesi gerektiğini anlatıyorum. “Tamam. Mete ile konuşur hallederiz “diyerek o konuyu kapatıyor.
Saat tam 8 de herkes otobüste gibi. İki kişi eksik. Huri ile kızı Destegül. Ben rehberimiz Hugo ile günün programını konuşurken Nihal onlara bakmaya iniyor Tam o sırada ikisi mayolarını giymiş denize iniyorlar. Herkesin otobüste olduğunu öğrenince çok şaşırıp kıyafetlerini değiştirmek için odalarına koşuyorlar. Meğer dün gece hemen odalarına gidince sabah haraket saatini duymamışlar. Kahvaltı salonundan da yine bütün engellemelere karşın bir miktar yiyecek alıp otobüse biniyorlar. Otobüs büyük ve çok rahat. Herkes gene aynı yerlere oturmuş.
Huri, otobüse biner binmez dün geceki macerasını anlatıyor. Oda komşuları durmadan bağıra bağıra kavga ediyorlarmış. Uyumak imkansız diyor. Birkaç kere güvenliği aramış . Fayda yok. Gitmiş resepsiyondaki adamı getirmiş . “Siz susturmazsanız ben kapıyı yumruklamaya başlıyorum.” Demiş. Hemen araya girip adamları susturmuşlar. “Ne terbiyesiz insanlar bunlar” diyor.
Chichen-İtza’ya doğru hareket ediyoruz. Hugo anlatmasını çok seven çok bilgili bir Meksikalı. 40 yaşlarında. Onunda üstünde pırıl pırıl, bembeyaz, tertemiz Best Day Travel T-Shirt'ü var. Meksika ile ilgili olarak bize dün Pablo rehberlerin anlattığı bilgileri tekrar etti.
Sonra Cancun ile ilgili bilgiler vermeye başladı.
“Bu caddenin adı Kukulkan’dır. Kukulkan bir Tanrı - kralın adıdır. Tüylü yılan Tanrı Quetzalcoatl’ın bir reenkarnasyonudur. Mayalar, Quetzalcoatl’a kendi dillerinde Kukulkan demişlerdir. Şu anda Guetamala’da para birimi Quetzal’dir. Quetzalcoatl’dan gelir. Şu solda meydanın ortasındaki havuzun içinde bu tüylü yılan heykelini göreceksiniz. Mayalar büyük mabetlerinin üzerine bu yılanın, yani Tanrılarının resmini yaparlar ve ona tapınırlar. Bu yılanı çok yerde göreceksiniz.”
“Şu anda bulunduğumuz Meksika’nın doğusunda, Meksika körfezindeki yarımada, Yucatan yarımadasıdır. Burası ormanlarla kaplıdır. Güneye doğru bu ormanlar tam bir yağmur ormanı ve Guatemala’da cangıl halini alır. Mayalar esas olarak bu Yucatan Yarımadasında yaşarlardı. Bu yarımada Belize’yi de içine alır, Mayaların yaşadığı güneye, Guatemala’ya ve şimdiki Honduras’ın üst kısımlarına kadar uzanır. 1821 de bu ülkelerde bağımsızlık kazanıldıktan sonra Maya toprakları, 4 devletin sınırları içinde kaldı.”
“Birazda Yucatan yarımadasını size tanıtmak isterim” dedi Hugo ve özetle şu bilgileri verdi.
Yucatan yarımadasında Meksika’nın 32 eyaletinden üç tanesi yer almaktadır.

1. Quintana Rod eyaleti. Cancun buradadır. Meksika’nın Karayip denizine sahili olan tek eyaletidir. Turizm ile geçinir.

2. Yucatan eyaleti. Chichen İtza ve Uxmal gibi yüzlerce Maya harabelerinin olduğu eyalettir.

3. Campeche eyaleti. Meksika petrollerinin çıkarıldığı eyalettir.


“Buralarda diğer taraflarda olduğu kadar kolonial atmosferi görmek mümkün değil. İspanyollar esas itibariyle altın ve gümüş arıyorlardı. Buraya geldiklerinde zaten eski şehir-devletler yok olmuştu. Altın ve gümüşleri de olmadığı için İspanyolların buraya yerleşmesine neden de yoktu. İçerilere doğru gittiler. Burası hep böyle yerlilerin yaşadığı yerler olarak kaldı.”
“Yucatan yarımadasının Karayipler denizi tarafında dünyanın beşinci uzun mercan kayalıkları vardır. Mercan adalarının Cozumel’den sonra en büyüğü, Kadınlar Adası’dır ve çok turistiktir. Plajlarımız muhteşemdir ve denizimiz turkuvaz rengidir. Bu sahillerde yüzlerce çeşit kuş vardır. Sahildeki lagünler, mangrove ağaçları ve doğal haliçler burasını, yaban hayat ve kuşlar yönünden cennete çevirmiştir. Dünyanın başka yerlerinde görülmeyen kuş cinsleri vardır buralarda.”
O sırada yolun kenarındaki ağaçları gösteriyor. “Bakın burada ağaçların boyu yüksek değildir. Çünkü aşağıda kireç tabakası vardır. Burada en çok sakız ağacı vardır.”
Sakız ağacı ilgimizi çekiyor. Biraz daha bilgi istiyoruz..
“Sakız ağacına Mayalar çiklet ağacı derlerdi. Çi (Chi) ağız demek. Chi chen kuyu ağzı anlamındadır Chichen-İtza İtzaların kuyusunun ağzı demektir. Bunu size daha sonra anlatacağım. Çiklet kelimesi buradan gelir. Çiklet ağacından sakız elde edilir. Çiklet ağacı V şeklinde çizilir ve buradan çiklet sıvısı akar. Bir ağaçtan, bir çizimde 20 litreye yakın çiklet alınır “
Gösterdiği çiklet ağacına bakıyorum da Sakız adasında ve Çeşme civarında gördüğüm sakız ağaçları ile bunlar çok farklılar. Bizdeki ağaçlar ufak boylu buradakiler 8-10 metre boyunda. Bizde sakızlar damla damla altındaki mermere damlar. Sakızlar da bu mermerden toplanır. Burada sakız toplama tekniği farklı.
Hugo devam ediyor “Aynı ağacın tekrar sağılması için 5 sene beklemek gerekir. Mayalar ağacın kaç sene önce sağıldığını bilirlerdi. Çizik yerinin hemen hemen kapanması gerekir. Mayalar sakız toplamak için doğada dolaşırken buldukları ağaçlarda bunu değerlendirirler ve eğer yeni sağılmış ağaç olduğunu anlarlarsa onu ellemeden geçerlerdi. Yucatan yarımadasının diğer bölümlerinde de çiklet ağacı vardır. Yani Mayaların oldukları yerlerde çiklet ağaçları vardır. Mayalar yağmur ormanlarında dolaşıp çiklet toplayıp satarlardı. Çiklet geliri çok yakın zamana kadar önemli idi. Ana gelir kaynaklarından biriydi. Büyük alıcı ABD idi. Sentetik çiklet yapıldıktan sonra doğalının önemi çok azaldı. Mayalar bile artık çiklet toplamaya gitmiyor.”
Otoyolu, Valladolid şehrinin sapağından terk ediyoruz. Düz devam etsek 45 dakika içinde Chichen İtza’dayız. Ama bu eyaletin ikinci büyük şehri olan 110.000 nüfuslu Vallodolid’i de görmemizi istedi Hugo. Çünkü burası tipik bir Maya şehri imiş. Nüfusunun büyük çoğunluğu Maya halkından oluşuyormuş.

İspanyolların kurduğu bütün şehirlerde olduğu gibi merkezindeki ana meydanda otobüsümüzü park edip meşhur kilisesine giriyoruz. Kiliseye giderken içinden geçtiğimiz parkın ortasındaki fıskiyeli havuz ilginç. Azteklerin su sembolü olan kurbağa ve kaplumbağa figürleri kullanılmış bu havuzda. Havuzun kenarındaki kurbağalar ağızlarından ortada testisindeki suyu kaplumbağaya boşaltan kadına su fışkırtıyorlar.


Burası da tipik İspanyol şehir meydanı. Kilisenin sağında hükümet konağı,ortasında bir havuz ve/veya bir heykel. Bir tarafta kilise ve solunda çarşı. Yalnız bu parktaki aşıklar koltukları çok ilginç. Aşıklar yüz yüze otursun diye bu beton koltuklar birbirine bakar şeklinde yapılmış. Karşılıklı oturulduğu zaman gerçekten yüz yüze göz gözesiniz. Tabii hemen ikili ikili oturulup fotoğraflar çektirdik. Sevnur Hanımla Hugo’nun birkaç pozunu çektim. Sevnur bekar bir bayan. Hugo’da yakışıklı bir İspanyol. “Türkiye’de elime düştünüz Sevnur hanım” diye takılıyorum. O da güzel kahkahalarından birini atıyor.
Valladolid . İspanyolca bir kelime olup Valla vadi, Dolid savaş demekmiş. Burada ne vadi var ne de savaşlar olmuşta neden adı böyle konmuş? Diye merak ediyoruz. Meğer buraya gelen İspanyol komutan İspanya’da Valladolid şehrindenmiş. İspanya’daki bu şehir, savaş yapılan bir vadide kurulmuş kalesi olan bir yer. Nasıl ki Amerika’da ve Avustralya’da İngiltere’deki birçok şehrin ismine rastlarsınız, bütün Latin ülkelerinde de İspanya’daki şehirlerin isimlerine sıkça rastlanıyor. Bu komutan da kendi şehrinin ismini vermiş buraya.
Kiliseye girmeden önce biraz daha şehir bilgisi alıyoruz. Hugo’dan.
“ Bu eski Maya şehrinde 1543’te İspanyollar bütün Maya halkını katletmişler. Burada herhangi bir maden olmadığı için yakıp yıktıkları bu şehri öylece bırakıp gitmişler. Sonra Mayalar, buraya tekrar yerleşmişler ve çoğalmışlar. Sakin geçen uzun yıllardan sonra 1810-1820 yıllarındaki bağımsızlık hareketlerinde burasının halkı, isyana katıldıkları gerekçesi ile tekrar ve tamamen İspanyollarca öldürülmüş. Bağımsızlıktan sonra buraya tekrar Mayalar gelmiş ve Maya nüfusu artmaya başlamıştır. Çevrenin tek ve önemli ticaret merkezidir. Halk, evlerinde buzdolabı olmadığı için her gün alışverişe gelir ve aldıkları sebzelerle taze taze yemeğini yaparlar. Saat 14 – 17 arası ise her yer kapalıdır. Siesta vaktidir. Satıcılar evlerinde öğle yemek molası verirler.”
Şu sırada pazarda gerçekten bir hareketlilik var. Köyünden getirdiği 5 tane patates ve bir kabağını satmaya çalışan kadının yanında bir başkası 2-3 kilo muz ve birkaç mangosuna müşteri arıyor.
Valladolid şehrinin kilisesi gerçekten çok güzel. Dıştan bakıldığında İspanyol armasının altına, inşaatı yapan Maya ustası tarafından işlenmiş bir tüylü yılan motifini görüyoruz. Yani Kukulkan’ı. Böylece kendilerinin zorla ibadet için sokuldukları bu yer artık onların da mabedi olmuş ve bu kiliseye daha inançlı girmeleri sağlanmış. Belki onlar yalnızca Kukulkan’a ibadet için bu kiliseye giriyorlardı ama İspanyollar bunu bilmedikleri için bir sorun çıkmıyordu.


İçerideki iki heykel ilginç. Bir tanesi Azize Guadalupe’nin heykeli. Bu azize Guadalupe’nin neden çok önemli olduğunun hikayesini Hugo’dan dinliyoruz:


“Meksika’da ve de bütün Latin ülkelerinin yerli halkı esmer tenli. Koyu Katolik olan İspanyol’ların Engizisyon yolunu da kullanarak katliamlarla Hıristiyanlaştırma çabaları yerli halkta direnişle karşılaşılmasına neden olmuş. Bir kısım yerliler dinini değiştirmeyi kabul etmiş, bazıları bu kilisenin üzerindeki gibi Kukulkan’ı kullanarak sanki Katolik imiş gibi davranmış ama önemli bir kısmı da öldürülmüş.”
“Yerliler kendilerine hiç benzemeyen Meryem Ana veya İsa’ya tapmak istemiyorlarmış. Bu sırada yardıma Azize Guadalupe yetişmiş. Azize Guadalupe'nin hikayesi şu: 1325 senesinde İspanya’nın şimdiki adıyla Guadalupe şehrinde toprak altında bir esmer Meryem heykeli bulunmuş. Bir çok Katolik sonradan bu heykele de inanır olmuşlar. Şu anda da Barselona’nın yakınındaki Santa Teraza kilisesinde bulunan esmer Meryem heykeli en çok ziyaret edilen yerlerden biridir. Dindar Katolikler yanlarında ya Meryem’in veya İsa’nın heykellerini taşırlardı. Buraya gelen İspanyolların birisi de Guadalupe’nin heykelini yanında getirmiş. Esmer tenli bu Azize Guadalupe’yi gören Orta Amerika’daki yerli halk bunun kendilerine bir mesaj olduğuna inanmışlar. Görmüşler ki bu kendi rengindeki Azize’ye, kendilerini işgal eden beyazlarda inanıyorlar. O zaman iş kolaylaşmış. Hıristiyanlaştırma süreci hızlanmış. Meksikalıların ana tapınağı, hatta bir çeşit haç mekanı olan Mexico City’deki 365 basamaklı Guadalupe Katedrali’dir. Her sene milyonlarca hacı bu 365 basamağı diz üstünde yürüyerek çıkıp günahlarından arınırlar.”

İşte bu kilisede de Guadalupe’nin heykelinin fotoğraflarını çekiyoruz. Onun yanındaki esmer tenli aziz heykeli hakkında da bilgi veriyor Hugo.

“ Bu bizim azizimizdir. Hıristiyanlığın yayılmasında önemli rol oynamıştır ama Papa bunun bir aziz olduğunu hiç kabul etmemişti. 2000 yılında yayınladığı fetva ile tanıdığı ilk esmer tenli ve Orta Amerikalı azizin heykelidir bu”

Dışarıda köylerinden gelmiş duvar dibinde yiyeceklerini bizimle paylaşmak isteyen Maya yerli halkı ile resim çektiriyoruz. Burada tezgahlarda tekstil satan satıcı kadınların ortak özelliği üniforma gibi ayni beyaz üzeri kırmızı dantelli elbiseleri giymiş olması.


Her zaman olduğu gibi haydi otobüse der demez “Burada tuvalet yok mu?” sorusu. Bir dahaki sefere onları kandırıp hareket saatinden 15 dakika önce Haydi otobüse” demeyi planlıyorum.
Tuvaletten gelenler de otobüse bindikten sonra hareket ediyoruz.
Otobüste Hugo ilginç bir içkiden söz ediyor. Yucatan’ın özel içkisi Xtabentun. Yucatan’da iğnesiz bir arı cinsi varmış. Bu arının yaptığı bal diğer ballardan lezzet olarak daha farklı imiş. Bu bal ve burada yetişen anason karışımı yapılan bir içki bu Xtabentun. “Nasıl? İlginç değil mi? Denemek ister misiniz?” diye soruyor.
Hep bir ağızdan “Tabii. Deneyelim “ sesleri.
Hugo çok profesyonel bir rehber. Valladolid’ten 10 dakika mesafede yol kenarında büyük bir satış dükkanı var. İçinde yok yok. Orası ile anlaşmalı galiba. Yemekten önce mola vermemize tepki olmasın diye bu içkiden bahsetmiş olduğunu düşünüyorum.


Bir saate yakında burada kalıyoruz. Mağazanın tam ortasına bir bar yapmışlar. Burada her türlü içkiyi denemek imkanı var. Kurtlu Mezkal’den Teqilla’ya, Xtabentun’den kahve likörü Kaluha’ya, Rum’a kadar her çeşit içki var burada. Ballı ve anasonlu içki hoşumuza gitti. Gruptan hiç kimse içinde Gusano denilen kurdu gördükten sonra mezkal’in tadına bakamadı. Bu büyük mağazada başka şeylerde bir çok dostumuzun hoşuna gitti. Güzel alışverişler yapıldı ve sonra birkaç defa “Otobüsümüz kalkıyor” anonsundan sonra hesaplar ödenip yola çıkıldı.


Chichen İtza harabelerini gezmek en az 3 saatimizi alacağı için önce öğle yemeğimizi yemek için turistik bir lokantada mola vereceğiz.
Lokantaya giderken Hugo, Pivil yemeğini anlatıyor. “Bu lokantada Pivil yemenizi tavsiye ederim. Pivil tipik bir Maya yemeğidir. Derince bir kuyu kazılır. İçi ısıtılır. Sonra hangi hayvanın pivil'ini yapacaksanız onu koyarsınız. Üzerini yapraklarla iyice sarıp ateş koyar toprakla örter saatlerce beklersiniz. Etler lime lime dağılır. Çok lezzetlidir. Ayrıca size milli ekmeğimiz olan Tortilla ısmarlayacağım. Pivil’i ona sarıp yiyebilirsiniz.”
Anlattığı basbayağı bizim kuyu kebabı. Dürüme sarın yiyin diyor Türkçe’si. Hawaii’de de bu kuyu kebabı önümüze Luau yemeği diye gelmişti. Yerlilerin özel yemeği imiş de, başka hiçbir yerde bulunmazmış diye anlatmışlardı. Hatta Hawaii adasında, eski krallarının adını taşıyan Kamehameha otelinde, sabahın erken saatlerinde akşama yenecek Luau yemeğinin hazırlanış turuna katılmıştım. Toprağın içine koca bir domuzu yatırdılar. İçini ve etrafını, ateşte kor haline getirdikleri taşları çıplak elleri ile tutarak doldurdular. Nasıl ellerinin yanmadığına şaşmıştım. Sonra üzerine dev muz yaprağına benzer çay yaprağı dedikleri yapraklarla sardılar ve kumla örttüler. 12 saat beklettikten sonra akşam gene törenle toprakları kaldırıp iyice pişmiş olan domuzu pilav ve özel içkileri olan Mai Tai ile servis yaptılar.
Demek burada da kuyu kebabımızın adı Pivil..
Ayrıca lokantaya girmeden önce isminizi Maya alfabesi ile kartuş üzerine yazdırabilirsiniz “diyor Hugo. Maya alfabesi aynı eski Mısır alfabesi gibi başta hayvan olmak üzere çeşitli figürlerden oluşmuş. Maya stelealarının (yazıt taşlar) üzerindeki kral resimlerinin yanında aynen Mısır firavunlarının olduğu gibi isimlerinin yazılı olduğu kartuşlar vardır. Demek burada da Mısır’da olduğu gibi isminizi kartuşa yazdırıp boynunuza asabilirsiniz.
Ne ilginç değil mi? Burada da ayni alfabe ve aynı kartuş geleneği. Bu kadar benzerliğin mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalı. İşte onun için Norveç’li antropolog ve kaşif Thor Heyerdahl, Mısır’lıların papirüsten yaptıkları sal ile okyanusu aşarak buralara geldiği teorisini ortaya atmış ve ispat etmek için büyük bir papirüs sal yaptırmıştı Ra 1 adındaki ilk teknesi azgın dalgalara dayanamamış ve parçalanmıştı. Ancak inancını kaybetmeyen Thor Heyerdahl Ra2 adlı yine papirüsten yapılmış teknesi ile 1970 senesinde atlas okyanusunu aşmayı başarmıştı.
Aslında Thor Heyerdahl ilk önce Güney Amerika’nın halkının, Güney Pasifik adaları denilen Polinezya’ya gidip yerleşip yerleşmediklerini araştırmıştı. Polinezya’lıların dilleri, taş işlemeciliği ve destanlarının Peru halkı ile şaşırtıcı benzerliğine ilgi duydu. Adalara ilk insanların İnka’lar devrinden önce deniz yoluyla Peru’dan gelmiş olabileceklerini düşündü. Bunu ispat etmek içinde o zamanlar yerli halkın sal yapımında kullandığı balsam ağacından eski sallara benzeyen sal yaptı ve 6600km giderek Peru sahillerinden Polinez adalarına vardı. Sonradan yazdığı ve bu salın ismini taşıyan Kon Tiki adlı kitabında, 6600 km.lik yolculuğunu anlatır. Şimdi bu sal Oslo’daki deniz müzesinde sergilenmektedir. Müzede o salı gördüğümde çok etkilenmiştim. Thor Heyerdahl sonrada Afrika’dan pasifiği geçerek Amerika sahillerine papirüs salı ile gelmeyi denedi. Yukarıda anlattığım gibi 1970 te de başardı. Her yerde bu kadar çok ve inanılmaz benzerlikleri gördükçe Thor Heyerdahl’ın bu gerçekleri ortaya çıkarma heyecanına, daha çok katılıyorum.
Öğle yemeği için durduğumuz lokantanın iç hacmi, belki 500 kişi aynı anda oturup yemek yiyebilecek büyüklükte. İki taraflı açık büfe yemekler konmuş. Self servis. Nihal ile Pivil’in her çeşidini denedik ve çok sevdik. Ben zaten değişik her yemeği severim ya. Ama bu lokanta fazla turistik. Bir de yan tarafta sahne var. Mahalli kıyafetlerle mahalli oyunlar sergiliyor 4 oyuncu. Dansları bile turistik olduğu için o kadar ilgimizi çekmiyor.
Bu tesis geniş alanda kurulmuş. Otoparkı da çok büyük. Ama ancak 5 turist otobüsü vardı. Normal zamanlarda 30 otobüse kadar çıkıyormuş. Onun için gruplar randevulu geliyorlarmış.
Artık ayrılma zamanı geldi. Otobüsümüze binmeye başladı yolcularımız. Dünyanın en meşhur tapınaklarından birine Chichen İtza’ya gidiyoruz. Ne güzel bugün problem yok. İnşallah vizelerimizde de bir problem yoktur da akşama güzel haberler alırım demeye kalmadı lokantanın ofisinde telefonla konuşan Hugo beni çağırdı. Hayırdır diyerek gittim. Telefonda Sophia. Burada yemek molası vereceğimizi bildiği için yakalamış bizi. Türkiye Büyükelçiliğinden Mehmet Ali bey aramış. Guatemala büyükelçiliği bizim Guatemala’ya giriş ve çıkış uçak biletlerimizin fotokopisini istiyormuş.

Hoppala. Bu da nereden çıktı? Bizde uçak biletleri yok ki. Buradan Guatemala’daki Flores şehrine uçak biletlerini Sophia alacaktı zaten. Onu hatırlatıyorum. “O tamam” diyor. “Biz onun teyidini verdik ama El Salvador’a gidişinizin evrakları lazımmış vize için.” Süratle düşünüyorum. El Salvador’a otobüsle geçeceğiz. Otobüsü Guatemala acentesi ayarlayacaktı. Her şeyin tamam olması gerekir. Onun için bize bu teyidi Guatemala verebilir. O acentenin adresi ve telefon numarası lazım. Mete’de olabilir ama şimdi bu saatte Türkiye’de Dolphin Tur kapalı.. Hah, hatırlıyorum. Evet Mete Guatemala ve Costa Rica acentelerinin adres ve telefon numaralarını lazım olur diye bana yazdırmıştı. Guatemala, El Salvador ve Honduras’taki turlarımızın organizasyonunu Guatemala acentesi, Costa Rica’ya uçtuktan sonra ise Costa Rica acentesi organize edecekti. Ben nereye yazmıştım o adresi? Evet bir programın arkasına. O programa dün bakıp masanın üstüne koymuştum. Zaten hemen çıktığımız için masa dağınıktı. O kağıt kolay bulunabilir.


Düşüncelerim bu noktaya gelince “Sophia” diyorum ”Eğer benim 7011 nolu odama girerseniz yatak ucundaki masanın üzerinde bir kağıtta Guatemala acentesinin adres ve telefonları var. Onlara telefon edip bizim grubun, Guatemala’City’den sonra otobüsle San Salvador’a gideceklerini ve bu organizasyonun kendilerince yapıldığına dair yazıyı sana fakslamalarını ister misin? Sen de, senin Guatemalaya uçuşumuzu gösteren yazın ile birlikte büyükelçiliğe fakslarsın. Tamam mı?”
Sophia, tamam dedi ama telefonun başından ayrılamamamı çünkü otelin beni arayacağını ve sölü iznimi aldıktan sonra odamın kapısını açabileceklerini söyledi. Gruba bir süre daha burada olduğumuzu bildirip telefonun başında beklemeye başladım.
Bana baştan söyleselerdi ya, vize için bu evrakın da gerekli olduğunu. Ona göre Türkiye’den hazırlık yapardım. Aslında bu benim de işim değil ya. Dolphin Tur ne işlere salıyor beni. Şimdi Allah’ın Yucatan’ının bir köşesinde nelerle uğraşacağıma, nelerle uğraşıyorum.
15 dakika kadar sonra otelin resepsiyonundan aradılar. İzin istediler. Telefonda güvenlik için gerekli kimlik araştırmasını yaptıktan sonra telefonu kapattım. Hugo bana Sophia’nın şimdi bizi tekrar arayacağını ve beklememiz gerektiğini söyledi. Gene beklemeye başladık. Grup huzursuz. Ben daha huzursuz. Dakikalar geçiyor telefon yok. Hugo’ya “sen ara” diyorum. “Lokanta artık aratmıyor” diyor. Telefon kartı da yokmuş. Dün Mehmet Ali’yi aramak için aldığım 50 pesoluk kartı hatırlıyorum.. Onu kullanıyoruz. Sophia, odamdan adres ve telefonların kendisine geldiğini ve bu işle uğraştığını söyledi. “Siz geziye devam edin akşama görüşürüz” dedi.
Otobüs Chichen İtza’ya doğru giderken özetledim Nihal’e. O da “Bizim şu anda yapacağımız bir şey yok Atila. Takma kafana. İnşallah Sophia çözer onları. Gel biz gezimize bakalım şimdi” diye teselli etti.
Yol kenarında bir Maya mezarlığı gösterdi Hugo. Küçük evcikler yapmışlar. Hatta bazıları iki katlı.
Hugo benim çok meraklandığımı ve fotoğraf çektiğimi görünce “Mayalar, gelenekleri gereği ölülerine böyle evler yaparlar” diye açıklama yapıyor.


Bu mezarlar gerçekten benim çok ilgimi çekti çünkü bu tür mezar aslında bir Orta Asya geleneği. Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarına kavuştuğu yıl İzmir Ticaret Odasını temsilen Orta Asya Cumhuriyetlerine, bu meyanda Kırgızistan’a gitmiştim. Bir gün kara yolu ile Kazakistan’ın o zaman ki başşehri Alma Ata’ya gidiyordum. Yolda bu tür mezarlıklar görünce şoförden durmasını rica ettim. Ev şeklinde büyük mezarların hepsi kendine göre bir anıt. Fotoğrafını çektim. Kırgız şoförüm “Taç mahallerimizin resmini çekeysin” dedi Kırgız şivesi ile. Mezarlarına Taç Mahal diyorlarmış. Oysa bizim aklımıza Taç Mahal denildiğinde hep o Hindistan’da Şah Cihan’ın kendisine 16. çocuğunu doğururken ölen 19 yıllık karısı Mümtaz Mahal adına yaptırdığı dünya harikası anıt mezar gelirdi. Demek bizim Türk’lerin mezar şekli imiş bu, adı da Taç Mahal. Mogol hükümdarının eşi için yapılan mezara da o gerekçe ile Taç Mahal denmiş. Demek burada Mayalar da bu tür mezar yaptırıyorlarmış.


Zaten artık bütün tarihçilerin hemfikir olduğu gerçek M.Ö. 7000 yılına kadar Asya ile Amerika’yı birbirine bağlayan Bering boğazı geçişe elverişli imiş ve oradan gelenler bütün Amerika kıtasına yerleşmiş. Bugün burada yaşayan yerlilerin ataları Orta Asyalılar. Zaten tipleri de çok benziyor, adetleri de.
Chichen İtza harabelerinin girişini, benim görmediğim senelerde çok değiştirmişler. Çok modern bir yer olmuş. Biletleri aldığımız ana binada, harabelerin büyük bir maketini yapmışlar. Burada da sağ bileğimize biletli olduğumuzu gösterir bir plastik bant takıyorlar. Meksikalılar pek sevmişler bu bileğe plastik bant takma işini.
Topluca höyük alanına yürüyoruz. Burada en büyük yapı olan Kastello’nun önünde Hugo bize bilgi verecek. Etrafta çeşitli kalıntılar. Ortada dev piramit Kastello. Her taraf yemyeşil çim. Güneşe göre münasip bir şekilde toplanıp Hugo’yu dinliyoruz.
“Chichen Itza bölgedeki en önemli 4 Maya yerleşim yerinden biridir. Mayalar şehir-devletler kurmuşlardı. Onun için bu şehir-devletleri, en büyük şehirlerinin adı ile anılır. Palanque, Tikal, Coba; Uxmal. Bu devletler birbiri ile ticaret yapmışlar, savaşmışlar, yarışmışlar. Chichen İtza’da MS 432 yılında sona eren yaşam, Mayaların bölgeye gelişi ile tekrar başlar ve 10-12. asırlarda en üst seviyesine ulaşır. Bu mayaların güneyden Tikal’den geldikleri bilinmektedir. Tikal şu anda Guatemala sınırları içerisinde kalmıştır.” ( Bu seyahat programında Tikal’i göreceğiz kısmetse.)

Chichen İtza’nın muhteşemliği ve büyüklüğü inanılmaz. 6 km karelik bu alanda yüzlerce yapı varmış Bunlardan ancak 20-30 adedi toprak altından çıkarılmıştır. Şehir surlarla çevrili idi. ( Bu arada parmağı ile duvar kalıntılarını gösteriyor Hugo.) 1224 senesinden sonra Mayalar burasını terk ettiler. Terk etme nedeni olarak arkeologların üzerinde birleştiği bir teori yoktur. İspanyollar burasını terk edilmiş bir şekilde buldular.”
“Chichen İtza’da en önemli yapı bu Kastello’dur. İspanyollar buldukları bütün Maya mabetlerinin ortasındaki en büyük yapıya Kastello yani kale demişlerdir. Bu yapı 35 m. yüksekliktedir. Tüylü yılan tanrı Kukulkan’a adanmıştır. Bunun altında bir tapınak piramit daha vardı. Sonra üstüne bunu daha büyük olarak yaptılar. Gördüğünüz eski bir tapınağın üstüne inşa edilen ikinci bir yapıdır.” Hugo daha sonra iç mabede giden merdivenlerin kapısını işaret ediyor.
Bu piramitlerin en üstünde bir mabet yeri var. Mayalar bu odacıkların içine tapındıkları heykelcikleri koyarlarmış. Bütün Maya piramitlerindeki bu odacıklardaki heykeller çalınmış. Şimdi hepsinin en tepesinde boş bir odacık görüyorsunuz. Fakat içerideki ikinci piramit son yıllarda keşfedildiğinden oradaki heykeller aynen kalmış. Müzeye de götürülmemiş. Biz bütün anlatımlar bittikten sonra, Hugo’nun gösterdiği kapıdan çok karanlık bir tünele girerek iç mabedin yosun tutmuş basamaklarından, yukarıdaki eski piramidin tapınak odacığına tırmandık. Odada bulunan Jaguar heykelinin gözleri ve üzerindeki benekler yeşim taşından, dişleri çakmak taşından yapılmıştı. Jaguar’ın ve önünde bulunan taştan yapılmış messenger heykelinin resimlerini çektik. Şu anda iç yapı tamamen dış yapı ile kamufle edilmiş durumdadır. Tapınak odacığına çıkış ve inişimizde gerçekten zorlanıyoruz. Hem hareket edilecek alan çok dar, hem de içeride çok sıcak ve aşırı nemli bir hava var. İçerisi havasız olduğundan, kapı önündeki bekçi, ancak belli sayıda insanın içeriye girmesine izin veriyor. Arada bir de mola verilip içeriye kimse alınmıyor ve tam bir havalandırma sağlanmaya çalışılıyor.
Hugo devam ediyor. “Kastello’nun yapımı yine güneşin hareketlerine göredir. Gün ve gecenin eşit olduğu gün bu merdivenlere düşen gölge yılan biçimindedir. Ve şurada tek başına duran taş Kukulkan’ın başı olur.” Tam anlamadık ama bize o gün çekilen resmi gösterdiğinde hayrete düştük. Piramidin dört bir tarafının orta yerinde tepeye giden merdivenler var. Bu merdivenlerin sağ ve solundaki korkuluk duvarının yüksekliği en altta 2.5 metre kadar. En üst basmakta sıfır oluyor.Merdivenin genişliği 15 metre civarında. İşte bu merdiven duvarlarının birinin en altında toprak üzerinde bir oyulmuş taş var. Gün ve gecenin eşit olduğu an bu merdivenlerden duvara akseden gölge sanki kıvrılarak tepeden aşağıya inen bir yılan ve o taş parçası da tam yılanın başı gibi oluyor. Daha da hayran kalıyoruz bu esere. Bu ne hesaplama, ne matematik ve astroloji bilgisi.
Hugo, önce anlatımlarının tamamlanmasından sonra serbest zaman vereceğini söylüyor. Böylece grubun fotoğraf çekmek için dağılmasını önlemeye çalışıyor. Biz de topluca gezimize devam ediyoruz.
Kastello’nun karşısındaki meşhur top sahasına giderken önce ona bitişik olan kartal ve jaguar mabedinin önünde duruyoruz. Kartalın gökyüzünü, jaguarında karanlıklar dünyasını, ölümü temsil ettiğini anlatıyor. Bu mabedin dört duvarı oyma taştan kafataslar ile süslenmiş. Sonra top sahasına gidiyoruz. Top sahası denilen yer ortada çim bir saha. Sahanın sağ ve solundaki iki kenarı meyilli duvarlar var. Duvarların üzerinde ve orta bölüme denk gelen yerlerinde karşılıklı delikli birer taş var. Büyük delikli değirmen taşı gibi. Takımlar topa el ve ayaklarını değdirmeden baldır ve kalçalarını kullanarak vuruyor ve topu bu deliklerden geçirmeye çalışıyorlar. Her iki takımın da bir kaptanı var. Yenen takımın kaptanı yenilen takımın kaptanının kafasını kesip dolaşıyor ve galibiyetini kutluyor. Sahanın kenarındaki duvarda taş oymalarda bunu resmeden rölyefleri hayret ve üzüntü ile izliyoruz.


Chichen İtza’da 3 tane messenger ( haberci – postacı) heykeli var. Bu heykellerin anlamı çözülmüş değil.


1000 sütunlu savaşçılar mabedi savaştan önce askerlerin toplanıp dua ettikleri yermiş. Bu messenger heykellerinden biri, bu mabedin tam tepesinde duruyor.
Şimdi sıra kutsal kuyuya gitmeye geldi. Kutsal kuyuya giden sacbeb üzerinde yürüyoruz. Bu yol Maya’ların “Sacbeb” dedikleri beyaz yol. Kastillo’nun kutsal kuyuya uzaklığı 1000 metre kadar var. Yağmur ormanlarının içinden geçtiği için kenarları yükseltilmiş 10-12 metre genişliğinde taş döşeme yol. 1000 senedir bozulmamış ve hizmet veriyor. Bütün Maya şehir-devletleri bu sacbeb’lerle birbirine bağlı.
Yucatan yarımadasında yerüstü nehri yok. Bütün nehirler yer altından gidiyor. Yüz binlerce yıl önce yer üstünde akan nehirler yeraltına doğru kaçmaya başlayınca yerin altına girdikleri delikleri girdap hareketi ile açmış, büyütmüş ve üzeri açık bir kuyu haline getirmiş. Kuyular çeşitli derinliklerde ve çeşitli çaplarda. Yeraltı nehrinin yatağının yüksekliğine göre. 5 metre olan da var 60 metre olanda. Yukarıdan bakıldığında yer altı suyunu görebiliyorsunuz. Yatak eğer tam altından geçiyorsa suyun aktığını bile görebilirsiniz. Yoksa kuyuya bakar gibi bir manzara var.
Buradaki kutsal kuyu 23 metre çapında ve 25 metre kadar derinlikte. Altından akan bu nehir yağmur tanrıçasının gözyaşları olarak kabul edilirdi. Suyun tekrar eski seviyesine ulaşması için kurak dönemlerde kuyuya, ya değerli taşlar (altın, turkuvaz, gümüş ..vs.) atılırdı veya insan kurban edilirdi. Burada araştırma yapan önce Meksikalı dalgıç Pablo Romero bu armağanları ve iskeletler buldu. Sonra Fransız araştırmacı Kaptan Cousteau da bu kuyuya özel bir denizaltı indirmişti. 50 kadar iskelet bulunmuştu.
Kuyu dönüşü bir saat serbest zaman verildi. Grup çeşitli resimler çekti. İşte biz bu süreden yararlanarak hem Kastello’nun tepesine çıktık, hem de iç piramide girdik. Saat 4.30 da toplandık. Programda olmamasına rağmen bu civardaki en güzel kuyulardan biri olan İk-Kıl’a gitmeye karar verdik. Öğle yemeğini yediğimiz lokantada “Mavi Kutsal Kuyu” anlamına gelen İk-Kıl’ın muhteşem bir fotoğrafını görmüştüm.
Bu yer meğer bizim dönüş yolumuz üzerinde imiş . Onun için zaman kaybetmedik. Herkes 2 dolar olan giriş ücretini kendi ödedi. (Bu gibi durumlarda 10 pezo 1 dolar kabul ediliyor.)

Burada aslında bir otel var ve kuyu bu otelin bahçesinde. Kuyunun kenarından baktığınızda olağanüstü bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. 20 metre kadar aşağıda masmavi bir su. Yandaki sarmaşık ve ağaç dalları suya uzanan ibrişimler gibi. Onar kişilik gruplar halinde bir tünel merdivenden orta platforma inmeye izin veriyorlar. En alta giden merdivenler güvenlik gerekçesi ile kapanmış. Aşağıda çok su olduğunu söylediler. En son sıra bize geldiğinde gördüğümüz manzara karşısında Nihal ile ben büyülendik. Yukarıda kuyunun ağzı ve gökyüzü, aşağıda koyu mavi su ve suya karışan damlaların çıkarttığı ses. En alttan da manzara çok güzel olmalıydı diye düşündüm. Ziyaretçilerin aşağıya inmelerini önlemekle görevli delikanlıya biraz bahşiş verince bariyeri kaldırarak benim aşağıya inmeme izin verdi. Çok karanlık olduğu için fotoğraf makinesinin flaşını kullanıp önümü gördüm. En dibe geldiğimde ayağımı suyun içinde buldum. Allah’tan derin değilmiş. Bizi neden buraya bırakmadıklarını anladım. Su üstüne kurulan köprülerden tehlikeli bir biçimde geçerek tam ortadan da bir iki poz fotoğraf çektim. Ayni metotla geri döndüğümde yolcularımız otobüste bekliyorlardı. Daha sonra digital kameramızın ekranında, kuyunun dibine inişimde yolumu aydınlatmak için flaşı kullanmak isterken bilmeden çektiğim resimlerin çok güzel çıktığını görüyor ve bu değerli fotoğraflara çok seviniyoruz.


Bir Maya köyünde su ihtiyacımızı giderip yola devam ettik. Cancun’da otelimize vardığımızda saat gece 10’a geliyordu. Hugo yarın sabah acele etmememizi saat 10 da çıksak yeterli olacağını söyleyince uyandırma vermedim. Herkes odasına giderken Mürşit bey biraz kırıktı. Hafif ateşi var gibiydi. Umarım sabaha bir şeyi kalmaz. Grupta bir kişi bile hasta olsa insan huzursuzlaşıyor.
Haliyle gecenin bu saatinde Sophia’dan haber yoktu. Bizde artık tam yatmaya gidecekken Bülent Güzeliş’in serzenişi ile karşılaştım. Odasını değiştirmemişler. Bu sefer, henüz ayrılmamış Hugo’dan yardım istedim. Otel tamamen dolu olduğu için yapacak hiçbir şey yok dediler. Yaklaşık yarım saate yakın uğraşmamız sonucu devreye giren Genel Müdür gerçekten odaların dolu olduğunu ancak “hayvan bile yatmaz burada” dediği için Bülent Güzeliş’e iki alternatif teklif etti. Ya sizi komşu bir otele götürelim bu akşam. Taksi ile eşyalarınızı taşıtırım ve sabah ta tekrar geri getiririm. Veya odanızı yarın değiştirmemize izin verirseniz size bu akşam eşinizle birlikte akşam yemeği ısmarlayayım. Ismarladığı akşam yemeği kişi başı 40 dolar değerinde idi. İsteksiz bir tarzda akşam yemeğini kabul eden Güzeliş’e ben ve Hugo iyi geceler deyip ayrıldık. Nihal ile Mete’ye mail atıp, gezimizin bundan sonrasında bir problem olup olmadığını sormak için karşıdaki alışveriş merkezine gittik ama saat 10 da internet kafeler kapanmıştı.
Bu sefer odamızın balkonunda birer kadeh içki içerek uykuya daldık.


Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin