Orta amerika gezisi



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə7/16
tarix27.10.2017
ölçüsü1,32 Mb.
#15475
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   16
7 Şubat Havana Şehir turu

Sabah kahvaltıdan önce 20. kattaki ofisten Mete’den mektup gelip gelmediğini kontrol ettim. Yoktu. İnternet bağlantısı da hala kopuk. Odadaki memure kahvaltımızı 20. kattaki salonda alabileceğimizi söyledi. Meğer 19 ve 20. katta kalanların kahvaltı salonu diğerlerinden farklı imiş. Elit bir kahvaltı ettikten sonra saat 9 da şehir turuna başlamak için lobiye indik. Dostlarımız bizi kahvaltıda göremeyince merak etmişler ama onlara ayrı bir salonda kahvaltı ettiğimizi söylemedik.


Bizi biraz meraklandırdıktan sonra 9.30 da otobüs geldi. Otobüste yine belli kişiler öne oturunca beklenen isyan çıktı. Hep arkada oturanlar artık yer değişmenin sırası geldiğini bunun böyle devam edemeyeceğini söylediler. Beste “Ama ben not tutuyorum önde oturmam lazım” deyince Huri “Bizde not tutuyoruz. Atila beyin sesi buraya geliyor merak etmeyin” dedi. Rahatsız olan ayağını bahane eden Selen hanım’a da “Siz uçakta arkada ara koltukta çok güzel oturdunuz. Bu otobüste mi bacağınız ağrıyor” gibisinden cevap verildi. Herkesin ikili ikili oturmasını rica ettim. Arkayı boş bıraktık. Sonra bir liste yaptık . Bugünden itibaren en ön sırada oturan mevcuda göre en arka olan 7. sıraya gidecekti. 7 sırada oturandan itibaren herkes bir ön koltuğa kayacaktı. Bu düzen bugünden itibaren uygulanmaya konacaktı. Gerçekten kalan günlerde bu sıraya harfiyen uyuldu ve çok rahat ettik. Otobüs 13 sıralı idi. 7. sıradan arkası serbest bölge. Tek oturmak isteyenler bu koltuklara geçebileceklerdi. Önde oturmaya alışanlar biraz homurdandılar ama adil olanı buydu. Keşke ilk günden itibaren böyle yapsaydık. Bir daha tur lideri olursam ilk günden itibaren bu uygulamaya geçeceğime, yolcuların sabırlarının taşmasını beklemeyeceğime, kendi kendime söz verdim.
Bugünkü rehberimiz Paula ince zayıf bir kızcağız. O da üniforma gibi dünkü rehberin aynı, etek bluz giymişti. Bu daha uzun boyluydu.
“Bugün 5 saat süreli şehir turuna hoş geldiniz. Benim adım Paula. Şehri dolaşırken size bu şehir ile ilgili bilgiler vereceğim. Önce batı yönünde şehrin sonundaki yeni mahalleyi göreceğiz. Sonra orta bölgeyi gezeceğiz ve daha sonra da eski şehre yani Havana’nın merkezine gelerek turumuzu 14.30 da tamamlayacağız.”
Otobüsümüz batıya doğru yöneldi. Takip ettiğimiz yol geniş bir yol. Bir yere geldiğimizde bir tünelle nehrin altından geçtik. Bu nehir El Mandares. Bundan sonra çok güzel villalar başlıyor. Yol numaralandırmaları Amerikan sistemi. Paralel caddeler ve onu kesen sokaklar. Caddeden gidiyoruz. 1. cadde sahile en yakın olanı. 5. cadde ise otobüslerin geçtiği ve dün de bizim havaalanından gelirken kullandığımız yol. İşyerleri ile dolu. Burasını o kadar Amerikanvari yapmışlar ki ayni New York’ta olduğu gibi 5. cadde ile 42. sokağın kesim noktasında iki tane aslan heykeli koymuşlar. Bu bölgede hep villalar var. Bunlar genellikle Amerikalıların ve eski zenginlerin evleri imiş. Ama ihtilalden sonra hepsi kaçmış. Bu binalara da devlet el koymuş. Şimdi yönetimin önde gelenleri buralarda oturuyormuş..

“Sağda Havana tenis kulübü . Bunun yanındaki yer eski Akvaryum. Şimdi biraz ileriye daha büyüğü yapıldı. Karayiplerin en büyük akvaryumu burasıdır. Bütün balık ve deniz canlılarını görme imkanınız yanında yunus balıklarının da gösterileri izlenebilir. Bu gördüğünüz otel Melia oteller zincirinin Küba’da yaptırdığı dördüncü oteli. Geçen hafta hizmete girdi”


Çok güzel bir beş yıldızlı otelin önünden geri dönüyoruz. Dönüşümüzde El Mandares nehrini köprü ile geçiyoruz.
Eskiden bu nehrin diğer tarafında büyük bir ormanlık alan vardı. Burası yasak bölge idi. Ülkede afyon ve diğer kaçakçılık bu bölgeden yapılırdı. Kaçakçılığı kontrol altına almak için devlet burayı yasak bölge ilan etti. Böylece Havana‘ya karadan girilemez hale geldi. Girişler tamamen kontrol altına alındı. Ama 1898’den sonra bu ormanlar kesilerek bu villalar yapıldı. Şimdi yanından geçmekte olduğumuz mezarlık İspanyollar tarafından 1772 de yapılmış Kristof Kolomb mezarlığıdır. Şu anda buraya gömülmek yasaktır. Ancak hükümet izni ile büyük adamlar gömülebilir.” Burada gömülü olan Küba meşhurlarının isimlerini sayıyor.. Sonra devam ediyor. “Havana’da 4 adet mezarlık vardır ama burası en büyük olmaya devam etmektedir. Kastro’nun devrim şehitleri de buradaki şehitlik bölümünde yatmaktadır.”
Şehrin orta bölümündeki Cumhuriyet Caddesinden Devrim Meydanına gidiyoruz. Burada otobüsü park edip meydana inip bilgi alıyoruz.. Devrim Meydanı çok kocaman bir meydan. Bütün törenler burada yapılırmış. 22 katlı TV binasının altı müze. Önünde dev bir Jose Marti heykeli var. Bu binanın arkasındaki parkta ise Lenin’in taş üzerine oyulmuş dev bir heykeli var. Meydanın diğer tarafında modern bir tiyatro binası ve diğer yönlerde çeşitli bakanlıkların binaları. Savunma bakanlığının üzerinde metal çubuklardan yapılmış dev bir Che Guevera silueti var. Eskiden bu binada Che’nin çalışma odası varmış.
Otobüse binip eski şehre doğru gidiyoruz. 1728 de kurulan Havana üniversitesi bütün öğrenci hareketlerine önderlik etmiş. İspanyollar devrinde esas olarak hukuk ve felsefe eğitimi Havana Üniversitesinde şimdi fen bilimleri ağırlıkta. Arkadaki ana kapıya uzanan büyük merdivenlerde öğrenci hareketleri sırasında yüzlerce öğrenci ölmüş.
Havana Üniversitesini geçip sahile doğru giden yolda çok büyük ve modern binalar var. İşte burası da ihtilalden önce yapılmış zengin mahallelerinden. La Rampa yokuşu ile sahile inip limana doğru yol alıyoruz. Bütün meydanlarda heykeller var. Rehberimiz tek tek bu binalar ve heykeller hakkında bilgiler veriyor.
Sahile çıkıp sağa, limana doğru döndüğümüzde işte karşımızda Havana şehrinin sembolü Morro Deniz Feneri göründü. Havana çok korumalı bir limana sahip. Genişliği 250 metre, derinliği 12 metre olan bir boğazdan içeriye 1 km uzanan deniz, iç kısımda çok genişliyor. Ayrıca üç büyük kanal halinde biraz daha içerilere de giriyor. Bizim Haliç’in içeriye girişi gibi. Bu her kol bir başka amaçlı yükleme işlerinde kullanılıyor. Kolların birinden ülkenin bütün ham şeker ihracatı yapılıyor. Diğer kollar, petrol, kömür, buğday gibi diğer malların yükleme ve boşaltılmasında kullanılıyor. Limanın girişinde iki kaleden birisi Morro kalesi. Buna Morro Şatosu da denir. 16. yüzyılda yapılmıştır. Morro bir tepenin üzerine yapıldığı için önündeki feneri ile çok haşmetli. Bunun yanındaki Cabanas kalesi Morro’yo güçlendirmek için 18. yüzyılda yapılmıştır. Devrimden sonra Castro burasını siyasi suçluların yattığı hapishane olarak kullanmıştır.
Morro kalesinin karşısında liman girişinin batı yakasında daha küçük bir kale olan La Punta var. Karayip denizinde korsanlar cirit atarlardı. Gece limanı emniyete almak için körfezin iki ucu arasına bir demir ağ gerilir ve giriş çıkış kapanırmış. Limanın artık kapalı olduğu, Müslümanların oruç açmalarını belirtir gibi bir top atışı ile duyurulurmuş. Bu düzen devrime kadar sürmüş.

İç körfeze doğru sapmayıp doğruca eski şehir’e doğru gidiyoruz. Burada Havana’nın eski surlarının izlerini küçük kaleciklerde görmek mümkün. Havana hem kolonial devrin hem de daha sonra modern yapıların iç içe olduğu bir şehir. Uzun seneler hep surlar içinde sıkışıp kalmış. Ama bir İspanyol vali, surların batı bölümünü yıkıp buraya geniş bir cadde açınca şehir nefes almış ve hızla batıya doğru büyümeye başlamış. Bu caddenin adına Prado demişler. Bağımsızlıktan sonra buraya zenginler evler yaptırmışlar ise de sonra zenginler daha sakin yerlere, yani biraz önce gezdiğimiz sonradan iskana açılan 42.caddenin olduğu yerlere taşınınca bu binalar otel, mağaza ve işyerleri olmuş.


Havana 1519 da kurulmuştur. Daha önceleri adanın güneyine yerleşen İspanyollar bataklık ve hastalıklardan kaçarak çok korumalı liman olabilecek buraya yerleşmişler. Hele Sebastian de Ocombo adlı kaşif, uzunluğu 1500 km. yi geçen bu kara parçasının etrafında bir tam tur atıp burasının bir ada olduğunu kesinleştirince Küba ve dolayısıyla Havana şehri, İspanyolların Yeni İspanya adını verdikleri Orta Amerika’da kurdukları hakimiyet için bir anahtar rolü üstlenmiştir. 1604’ten itibaren Küba genel valileri Havana’da oturmaya başladılar. Biraz sonra onların ikametgahlarını görecektik.
Rehberimiz bizi şimdi Capitol’ün olduğu ana meydana götürdü. Şimdiye kadar Havana’ya gelen çok arkadaşım olmuştu ama hiç kimse bana burada Amerikanın başşehri Washington DC deki meclis binası Capitol’ün ayni mimaride yapılmış bir modelinin olduğunu söylememişti. Gerçekten şok oldum. Sanki Washington’da idim. Amerika’nın bütün eyaletlerinin başşehirlerinde Senato ve Meclisin toplandığı yer olan Capitol’ler genellikle hep aynı mimaride yapılmıştır. Yalnız bazıları büyük, bazıları daha küçüktür. Amerikalılar burasını sanki bir eyaletleri gibi ele aldıklarından 1900 lü yıllarda bu binayı yaptırmışlar. İçine girmek için 50 basamaklı çok geniş mermer merdivenlerle çıktığınızla sağınızda çalışmayı, solunuzda adaleti temsil eden iki heykel var. İtalyan heykeltıraş Angelo Stani’nin eserleri. Girişte Rotando yani daire şeklinde kubbeli salonda 17 metre boyunda 3. heykel var. Yerler tamamen mermer, tavanlar ise maun ağacı işlemeli. Kubbenin tam merkezinde 22 karatlık bir elmas burasının “0” noktası olduğunu gösteriyor. Küba’da bütün mesafelerin başlangıç noktası. Bu bina şimdi bir müze. O gün kapalı olduğu için müze bölümünü gezemedik.


Kapitol’ün etrafındaki meydan çok hareketli. Buraya turist getiren iki otobüsün de Türk turistleri getirmesi ilginç. Sömestr tatilinden yararlanarak 7 günlüğüne gelen Türklerle ayak üstü sohbet ettik. Hatta Mürşit Kodaman bir dostunun kızını görünce şaşırdı. Hatıra resim çektirdi. Dünya ne küçük.


Capitol’ün merdivenlerinin başında, 50 sene önce bizde de olan körüklü ahşap, fotoğraf makinesi ile vesikalık çeken zenciler bize nostalji yaşattılar. 1959 da devrimden bir yıl öncesine kadar burada iş yapan Amerikalılar ve zenginler Amerikan arabaları getirirlerdi. Ancak ülkeden kaçarken bıraktıkları 1956-1957 model Chevrolet’ler ve diğer otomobiller halen dolmuş veya taksi amaçlı kullanılıyorlar. Universal Studio’larında bunlardan 3 tane var da herkes gidip resim çektiriyor. Her halde buraya gelen Amerikalılar deli oluyorlardır diye düşünüyorum.
Diğer ilginç bir görüntü, bir belediye otobüsü. Önde tır motoru, arkada yolcuların bindiği araç. Mutlaka ayrı ayrı imal edilmiş. Arkadaki yolcu bölümü çok garip. Bizdeki körüklü otobüsler iki bölüm ya , burada üç bölüm var. Orta bölümü diğer bölümlerden 1 metre kadar alçak ve içeride bu bölümlere merdivenle inilip çıkılıyor. Herhalde 150-200 kişi alıyordur. Onu da ancak böyle güçlü bir motor çekebilir.
Dolmuş durakları tam yolun ortasında. İnsanlar yolun ortasında kuyruk olmuşlar dolmuş bekliyorlar. Her iki tarafta da trafik olduğundan tehlikeli bir ortam diye düşünüyorum ama onlar alışmış.
Capitol’ün yanındaki Dostluk Meydanından arka tarafa dönünce şehrin en eski puro fabrikalarından biri olan 1845 yılında kurulmuş olan Partagas Real Fabrika de Tabaccos’ta puro yapımı ile ilgili bilgi alıyoruz. Fabrika üretim sistemi herhalde ilk günkü gibi. Yalnızca puroların dış yapraklarının sarımını işçi kızlar bacaklarında değil, masa üstünde gerçekleştiriyorlar. Havana civarında yetişen tütün Küba’nın en eski ihraç maddesi idi. Boyu 40 – 50 santimi bulan tütün yaprakları bizdeki pazı’yı veya Karadeniz’deki kara lahana yapraklarını andırıyor. İşçiler çalışırken onlara kitap okuyan kişinin bulunduğu masa, tütün sarıcıların tam ortasında. Bütün fabrikaların üretimi olan purolardan yılda 13 milyon adet puro ihraç ediliyormuş. Ayrıca üzerinde termometresi olan puro kutuları da fabrikanın satış mağazasında satılıyor.
Tekrar limanın olduğu yere gidiyoruz. Limanda birçok gemi var. İşte Maine adlı gemi burada havaya uçmuş. Çok güvenli olduğu için Orta Amerika ülkelerinden, Meksika’dan tutun da Bolivya’ya kadar bütün ülkelerden gelen gemiler bu limana gelinceye kadar korsan saldırılarından kurtulmuşlarsa burada tekrar gerekli hazırlıkları yapıp Meksika Körfezinden Avrupa’ya gitmek üzere okyanusa açılıyorlardı. Havana limanı iyi bir durak ve toplanma yeri idi. Aynı yöne gidecek gemiler ki, korsanlara karşı daha kuvvetli olmak için birbirini beklerdi. Burası bir nevi buluşma yeri idi. Eski gümrük binası hala ayakta. Yan tarafında da San Fransisko kilisesi ve meydanı.
Havana’da iki tarihi ana meydan var. Bir tanesi ilk gelenlerin yaptırdığı nispeten daha küçük meydan. Burada, önünde Şeyba ağacı olan bir küçük kilise, yanında eskiden İspanyolların hazine dairesi olarak kullandığı, Castro’nun ilk dönemlerinde öğretmen evi, şimdi otel olarak kullanılan bir bina ile karşısında valinin oturduğu ev. Valinin evi muhteşem bir konak. Konağın önündeki parke taşlı yoldan günün her saati geçen arabalar valinin uykusunu bozduğu için yolun bu kısmı ahşap kaplama yapılmış. Belki de dünyanın ahşap olan tek ana caddesi burası.


Daha sonra Havana gelişmiş bir başkent olunca daha büyük bir katedral yapılmış ve bir meydan daha düzenlenmiş. Bu katedral ve etrafındaki çok eski yapılar aynen muhafaza edilmektedir. Onlardan birisi halen su dağıtım merkezi, diğeri ise şehir müzesidir.

Bu meydandan ayrılıp el sanatlarının satıldığı pazar yerine doğru giderken iç limana giriş kanalı üzerinde kurulmuş diğer bir kale olan Castillo De Real Fuersa’yı görüyoruz. Şu anda Seramik müzesi olarak kullanılmakta. Eskiden burada İspanyol askeri komutanı ikamet edermiş.

Havana Amerikalıların dinlenme ve kumar merkezi olmuş yıllarca. Buraya amerikan mafya’sı el atmış ve bu şehri tam bir kumar, eğlence, uyuşturucu ve tatil beldesi yapmışlar. Başta Ernest Hemingway olmak üzere birçok ünlü Amerikalı Havana’da ev almışlar. Hemingway 1930 larda balıkçılık için geldiği bu sularda gecesini Havana’da otelde geçirirmiş. Yaya yaptığımız bu turda bir mola vermek için bu tarihi otele giriyoruz. İçerisi çok serin. Küçük yuvarlak tahta masalar ve sandalyeler var. Ortada büyük bir bar. Rehberimiz burada “Majito” içkisini denememizi öneriyor. İçinde rom ve taze nane dalı olan ferahlarıcı bir kokteyl. Hemingway’in favori içkilerinden biri imiş. Hemingway’in kaldığı 510 nolu oda bugün müze olarak muhafaza ediliyor. “İhtiyar Adam ve Deniz”’i burada yazdığı söylenir.

Bütün dünyada Mafya babalarının diktatörlerle anlaşması çok kolaydır. İkisinin de amacı paradır. Mafya babaları 1901 Platt anlaşmasına göre Amerikan hükümetinin iç işlerine karışma haklarından da yararlanarak diktatörlere de kazançlarından hisse vererek Havana’yı yozlaştırmışlardı. Amerikalıların eğlence, kumar ve kaçakçılık merkezi haline getirilmişti Havana. Dün gece gittiğimiz ünlü gece kulübü Tropicana’nın da ilk kurucusu bu mafya teşkilatı imiş meğer. İşte Castro’nun devirdiği diktatör Batista’nın kaçarken yanında götürdüğü 40 milyon dolar da mafya ile işbirliğinden elde edilmiş.

Havana sokakları çok neşeli. Her yerde müzik çalan gruplara rastlamanız mümkün. Fal bakanlar, saçlarını ördürenler ... neler neler. Hatta bir ara Mürşit ve Bilgi Kodaman çifti kendilerinde anısı olan bir parça çalınınca valinin konağının karşısındaki tahta yolda dans edip epey alkış topladılar.

Saat 14.30’da rehberimiz bizi şehrin ortasında bırakıyor. Aslında zamanımız kalsa idi bizi biraz daha yaya olarak gezdirecekti. Ancak saat tam 14.30 da bize veda etti. Burada her şey devletin denetiminde. Onun dışında iş yapmak yasak. Otobüsümüze ekstra para bile versek bizi bir yerlere götüremez. Eskiden Rusya’da olduğu gibi.

Artık gruba serbest saat verme zamanı geldi. Çünkü herkesin yapmak istediği faklı işler var. Bazıları mutlaka bir şeyler satın almalıyım diye dükkan arayacakmış. Huri mutlaka “Devrim Müzesini gezeceğim” diyor. Bazı dostlarımız acıkmış önce yemek diyor.

Dağılmadan önce, ertesi sabah saat 3 te uyandırma vereceğimizi, 3.30 da valizlerin kapı önüne çıkartılmasını ve kahvaltıya inilmesini, saat 4 te de havaalanına hareket edeceğimizi bildiriyorum

Biz de Nihal ile şehri keşfe çıkıyoruz. Bu şehrin ara sokaklarında dolaşmak tam tarihin içinde dolaşmak gibi insana çok değişik duygular veriyor. Önce La Floridita Bar’a gidiyoruz. Burası dünyaca ünlü Daiquiri kokteylinin icat edildiği bar. Dünyada hemen her barmenin bildiği birkaç ortak kokteyl vardır. Bloody Mary, Margarita, Martini, Whiskey Sour, Black Russian, Singapur Sling ... gibi. Daiquiri’de bunlardan biri. Hele Amerikalılar bunu çok severler. Floridita bar’da bu kokteylin ilk yapıldığı yer olarak çok turist çekiyor. Zaten o sefahat devrinde de burası dolar taşarmış.

Daiquiri’nin hazırlanışı : 1. Bir adet limon suyu 2. Pudra şekeri 3. Rom münasip miktarlarda bir blenderde buz ile karıştırılır ve ağzı geniş martini kadehi gibi kokteyl kadehinde servis yapılır. Bir de bir grup canlı müzik yapıyordu. İki barmen Daiquiri yapmaya yetişemiyorlardı. Burada da rom olarak Havana Club kullanıyorlar. Dün gece Tropicana’daki gibi. Daiqiuiri İlk keşfedildiği zaman Rom olarak Bacardi Rom kullanılırmış. Bacardi Rom dünyada en fazla satılan içki markası. Rom şeker kamışından yapılır. Küba’da da şeker kamışı çok olduğu için rom’da ucuza elde edilen bir içki. Havana Limanında uzun yola hazırlanan gemiciler burada rom stokunu da yapıp öyle yola çıkıyorlardı. Korsanların hep rom içmesi de bu adalarda en çok üretilen içkinin rom oluşundan kaynaklanır.

Bacardi Rom, Küba’da imalata başlamış ve Küba’nın dünyaya tanıttığı bir marka. Ancak 1959’da devlet her şeye el koyunca sahipleri olan Amerikalılar fabrikayı kendi toprakları olan Puerto Rico’ya taşımışlar. O adada da şeker kamışı bolca ekildiğinden rom üretimine ara verilmeden devam edilmiş. Şimdi bu barda da artık Havana’nın en ünlü markası olan Havana Club kullanılıyor.

Tam İkinci kadehleri ısmarlamıştık ki Kodaman ve Güzeliş aileleri baskın yaptılar. Onlarla beraber de bir şeyler içtik. Ben Singapur Sling kokteylinin icad edildiği, Singapur’da Raffles otelinin Long Barında da çok keyif almıştım. Sonra geçenlerde tekrar gittiğimde o barın yıkıldığını ama ticari amaçla başka bir salonun Long Bar diye açılıp çalışmaya devam ettiğini üzüntü ile görmüştüm. O küçük, otantik, tarihi Raffles Otelinde Singapur Sling içmiş olmanın mutluluğunu hep yaşarım. Şimdi de burada Daiquiri içmek bize öyle keyif verdi.

Daha görülecek yerlerimiz olduğu için kendimizi sokaklara attık. Bir manavın önünde kuyruk vardı. Ne satılıyor diye baktığımda içeride bir iki kasa içinde yalnızca patates ve ıspanak satıldığını gördüm. Bizde pazara çıkartsan kimsenin almayacağı kadar sağlıksız görünüşlü bu sebzeleri almak için kuyruk vardı. Ayrıca dükkana da dükkan demek için bin şahit ister.

Sokakta rastladığımız ilkokul ve orta okul çocukları bir örnek üniformalarını giymiş cıvıl cıvıllardı. Çocuklar her yerde güzel.

İspanyollarda evlerinin üzerine duvarına resim yapmak hayli yaygın bir davranış. Buradaki o küçük iki katlı evlerin bazılarında gayet güzel çok renkli resimler var ama Los Mercaderes sokağında üç küçük eve toplu bir resim yapılmış. Kum üzerine boyama. Eski kovboy resimlerindeki kahverengi tonları hakim. Bu mural’da ta eski devirlerden bugüne Küba tarihinin bütün önemli şahsiyetleri sanki toplu bir baloda imişler gibi resmedilmiş. Yan tarafta da kimlikleri yazılı.

Eski Havana sokaklarındaki sokak tabelaları da çok güzel. 15X15 boyutundaki üçerli iki sıra 6 seramik üzerine kenarı çiçek bordürlü özel olarak yazılmış sokak isimleri bu şehre ayrı bir hava veriyor. Calle del Obispo, Başpiskopos’un Katedrale giderken yürüdüğü cadde imiş. Calle Los Mercaderes tüccarların olduğu sokak ... gibi.

Havana’nın koko taksileri bir alem. Bizim eski üç tekerlekli triportörler. Üstüne sarı sanki Hindistan cevizi kabuğu biçiminde kaporta yapılmış. Sıkışılırsa üç kişi bile alıyor. Görünüşleri çok şirin ama eski amerikan arabaları ve bu koko taksiler şehrin havasını çok kirletiyor. Neyse ki deniz kenarı ve rüzgarlı hava var.

Sokak kitapçılarında komünizm ile ilgili kitaplar ağırlıkta. Ama hemen her köşede bir kitap satıcısına rastlamak mümkün.

Akşam üzeri olmuş. Limandayız. Günün yumuşayan renkleri ile yüzyıllardır yaşadığı çalkantılardan sıyrılmış gibi görünüyor Havana bize. Nihal ile gözümüzü grubun renklerinden ayırmadan Pazar yerine doğru yürüyoruz. Bu son gecemiz ve meşhur Havana pazarını görmeden gitmek olmaz. Pazar yerinin girişinde bizi ilk karşılayan gerçekten çok güzel yağlı boya tablolar. Nihal “Aman Allahım ne güzel tablolar” diye haykırarak tablolara doğru yöneldi. Bu pazar yeri gerçekten harika el sanatları ile dolu ve oldukça büyük görünüyordu. Daha girişte takılırsak tamamını görmemiz imkansızlaşacak.

Gözü başka bir tezgahtaki sığır ve manda boynuzlarından yapılmış eşyalara takılan Nihal tablolara doğru yürümekte ısrar etmeden boynuz tezgahına yöneldi. Esmer tenli delikanlı boynuzdan yapılmış çay bardağı büyüklüğündeki oda takımını göstererek İspanyolca anlatmaya başladı. Anlamadığımızı anladıktan sonra da devam etti anlatmaya. Nihal “Ne güzel şeyler bunlar alsak kırmadan götürebilir miyiz?” Diye düşünmekte.

Başka bir tezgahın sahibi bıyıklı, şişman atlet fanilalı bir Kübalı’nın tezgahındaki ağaç işçiliği bizi hayran bırakmıştı. Karımın otantik eşyalarla ilgilenme hızına yetişemiyordum. Tanrıya şükür ki alış veriş hızı ilgilenme hızında değil. Başka bir el sanatları harikasına odaklanmadan burada biraz oyalanmaya karar verdim. Nihal tüm çeşitlere dokunarak nasıl yapıldıklarını öğrenmeye çalışıyordu. Sevimli Kübalı yanında karısı kendi yaptığı ağaç işlerini gururla anlatıyordu. Üzerinde iki renkli yapraklarıyla 60-70 cm yüksekliğinde ahşaptan yapılmış bir çiçek ilgimizi çekince tezgahın sahibi hemen çiçeğin yapraklarını, sapını, gövdesini ayırmaya başladı. Meğer çiçeğin her bir parçası ayrı ayrı ahşaptan oyularak birleştirilmiş. Başka neler var diye bakınıyoruz. Bir balerin dikkatimizi çekiyor.15-20 cm boyunda. Başı, ayakları, kaidesi ayrı ayrı oyularak çok zarif bir balerin haline getirilmiş. Biz pazarlık etmeye hazırlanırken “Neler alıyorsunuz bakalım” diye seslenen Saadet ve Sayhan’a el sallayıp balerinimiz ve çiçeğimizi gösteriyoruz. Söylediği fiyattan hiç inmiyor satıcımız. Akşam olması belki de çok az satış yapmış olması etkilemiyor söylediği fiyatı. Günlerini verdiği el emeği ahşap işleri belki de çocuğu gibi onun, elinden gelse hiç satmayacak ama ille şu geçim derdi. Duygulanarak ısrardan vazgeçip alıyoruz ikisini de. Çiçeğimiz kaidesinin altındaki sanatçısının el yazısı tarihi ve imzası ile şu anda salonumuzda en sevdiğimiz köşelerde duruyor.

Pazar toplanmadan biraz daha gezebilme telaşı ile sanatçımızın elini sıkıp ayrılıyoruz. Pazarın içlerine doğru yürürken ahşap bebekler, masklar, biblolar, boynuz süs eşyaları, el örgüsü masa örtüleri, dantel bluzlar, hamaklar daha neler neler. Boynuzdan yapılmış eşyaların olduğu bir diğer tezgahın satıcısı toplu, 35-40 yaşlarında gösteren, güler yüzlü bir kadın. Tezgahında pek çok buffalo boynuzu, üzerleri oyularak Kızılderili profili haline getirilmiş. Bir tanesini beğeniyoruz. O sırada gözüm, deniz kabuğundan gövdesi ve duyargaları boynuzdan iki küçük salyangoza ilişiyor. Nihal’in bu hayvanları ne kadar çok sevdiğini bildiğimden bu iki güzel parçayı da yanına koyarak hepsini birden alıyoruz. Pazarlığı gene beceremedik. İstedikleri fiyattan bir kuruş aşağıya inmiyorlar. Oysa Salvador buraya gelmeden önce “aman üçte bir fiyatından fazla vermeyin” demişti. Ne gezer. Bir dolar bile indiremedik fiyatları. Ama istedikleri de öyle yüksek fiyatlar değil ki. Esas Amerikalılar buraya akın etsin de fiyatları o zaman görürüz. Paketlerimizi kucaklayıp yürümeye başladığımızda bazı tezgahlar toplanmaya başlamıştı bile. Hızlı hızlı yürümeye devam ettik. Pazarın sonuna doğru bir tezgahta, tüylü başlığıyla bir kızılderili başı gördük. Dikkat edince bunun bir sığırın çene kemiğinden yapılmış olduğunu anladık şaşkınlık ve hayranlık içinde. Tezgahın başındaki kız, sahibi olmadığını bir arkadaşının yerine baktığını söyleyerek hiç inmiyor söylediği fiyattan. Çaresiz onu da alıp Mürşit beylerle buluşacağımız lokantaya doğru yürümeye başlıyoruz. Ertesi gün Sayhan “Biliyor musunuz biz pazarda ne aldık? Sığırın çene kemiğinden .....” diye bizim kızılderiliyi anlatmaz mı? Onlarla aynı zevkte olmamıza nasıl şaşırdılar.

Akşam olunca Havana’nın bütün sokaklarından müzik sesleri geliyor. Her lokantanın, her barın canlı müzik yapan grupları var. Afrika’dan getirtilen zenciler Küba’ya ayrı bir hava, neşe, eğlence ve hoşgörü getirmişler. Sokaklar kalabalık. Halk sanki bir komünist ülkede değil de herhangi bir Latin ülkesinde yaşıyor gibi. Aynı hava New Orleans’ın French Quarter denilen eski mahallesinde de vardı. Orada her küçük barda caz yapan zenci grupları dinleyebilirdiniz. Burada yine zenciler var. Gene barlar ufak ufak mekanlarda. Ama müzik tam Latin müziği.

Benim önce Mete’ye detaylı bir mail atmam gerekir. O kilisenin yanındaki güzel otele gittik. İkinci kattaki barda internet var dediler. Bar tezgahında içki içenlerin yan tarafına 3 tane makine de koymuşlar. Oyuncağını bulmuş çocuklar gibi seviniyorum. Mektup kutumun hafızasını kurtarmak için gelen mektuplara bakmadan işyerimden gelenler hariç hepsini siliyorum. Mete’ye bu güne kadar olanları anlatan bir mektup yazıyorum. Epey içimi boşaltıyorum. Ama artık son günler. Yarın Guatemala’ya varınca artık ben de düşünmeyi bırakacağım. Mete’ye uzun uzun anlatıyorum olanları. İnşallah şu Salvador’un parasını göndermişsindir de Cancun’da problem yaşamayız. Sanki Küba’dan rahatça çıkacakmışız gibi.

Bir saat kalmışız bilgisayar başında. Şimdi sözleştiğimiz Kodaman ailesini Yarış’ın bana tarif ettiği lokantada bulamadık Meğer onlar ana katedralin olduğu meydandaki lokantada bizi bekler dururlarmış. O gece buluşup akşam yemeğini beraber yemek kısmet değilmiş. Bizde o dar kolonial devrin sokaklarından Capitol’ün olduğu meydandaki parkta oturduk bir süre. O insanları seyretmek ne zevkli. Çocuğunu gezdirenler, bir köşede kafa çekenler, hatta kavga eden bir kadın ile bir erkek ... Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz ama otele dönüyoruz




Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin