6 Şubat Cancun’dan Küba’ya gidiyoruz
Sabah çok zinde uyandık. Gene muhteşem bir görüntü dışarıda. Bugün daha da geç kalktığımız için plaja gelenleri gördük. Biraz da güneşin etkisi ile sabah sabah mayosunu giyen turistler, o bembeyaz pırıl pırıl kumlara uzanmaya başlamış. Bundan önceki günlerde tura gideceğimiz için odamızı erken terk ediyorduk. Onun için plajda hiç böyle uzananları görmemiştik. Nihal günün ilk kahvesini balkonumuzda içmeyi önerdi. Aman ne güzel. Bu denizin suyu neden bu renk acaba? Posterlerde gördüğümüz cam göbeği, turkuvaz renginde sular. Şu anda da hafif dalga var denizde . Durgun olduğu zaman herhalde keyfine doyum olmaz. Deniz suyu altındaki oluşuma göre renk alıyor. Burasının turkuvazı çok güzel ama Güney Afrika’da Cape burnuna yakın Simon kasabasında yine böyle bir deniz kenarında kalmıştık. Oradaki koyu laciverde de bayılmıştık. Deniz, su her yerde ayrı güzel. Onun için dünyanın hemen bütün başşehirleri, önemli merkezleri hep, ya nehir, ya da deniz kenarında kurulmuştur.
Artık bu güzelliği de terk etmek zamanı geldi. Ne güzel 4 gün geçirdik burada. Tam bir tatil oldu. Sonunda da her şey hallolunca insan daha da mutlu oluyor. Odayı terk etmeden telefon ederek Mürşit beyin durumunu soruyorum. Bugün daha iyiymiş. Ona çok seviniyorum. Zaten adamcağız iki gün turları kaçırdı bari Küba’yı ağız tadı ile görse.
Valizlerimizi de hemen toplayıp resepsiyona bıraktık. Bizim grubun valizleri hep bir arada. Nasılsa acelemiz yok. Bu sefer kendimize güzel bir omlet ve de yağda yumurta ısmarladık. Ağız tadı ile bir kahvaltı edelim dedik. Sonra yine terasta son kahvelerimizi de yudumladık.
Saat 10 da otobüsümüz hareket etti.
Havaalanı zaten çok uzak değil. Bu arada Salvador Küba biletlerimizin ve vizelerin tamam olduğunu söylüyor. “Nasıl oluyor bu Küba vizeleri? Nasıl bu kadar çabuk alınıyor?” diye soruyorum. Salvador da cevap veriyor. “Amerikalıların Küba’ya gitmesi devlet politikası olarak yasak. Küba’ya gittiğinin ispatlanması halinde 1500 dolar ceza ödemek zorunda. Onun için pasaporta damga vurdurmak riskli. Cancun’a gelen Amerikalıların bir çoğu Küba’ya gitmek istiyor. Küba’da turist gelsin istiyor. Onun için Küba Hükümeti burada bir konsolosluk açtı. Pasaport bilgilerine göre ayrı bir fiş hazırlıyorlar” Aynı bizdeki araç taşıt pulu ebadında. “Bunu hemen hazırlayıp veriyorlar. Girerken bir parçasını, çıkarken öbür parçasını alıyorlar. Hepsi bu kadar. Sizlerin bütün pasaport bilgileri bize gelmişti. Biz de sizin Guatemala vizelerinizi beklemeden Küba vizelerinizi alıverdik.”
Amma kolaymış ha. Ben eski alışkanlık, sabah vizeye götürecekler, form dolduracaklar... belki bizi çağıracaklar .... gibi bir sürü gereksiz şeyler düşünerek boşuna huzursuz olmuşum. Bilsem bu kadar huzursuz olur muydum.
“Peki dönüşteki Guatemala yani Flores uçuşumuz? Onun biletleri hazır mı?”
“Hazır değil. O büyük problem. Benim o biletleri alacak param yok. Onun için Mete’nin bana para göndermesi gerek.”
Olur mu öyle şey. Benim verdiğim nakit 7000 doların içinde Flores bilet bedelleri de vardı?
“Onları ben sizlerin ekstralarınızda kullandım.” Diyor. “ 12 dolar Mexico City’de piramitler turu, 60 dolar kahvaltılar, 76 dolar Coba- Tulum turlarına ödedim. Param kalmadı. Sende varsa ver yoksa Dolphin Tur’dan bekleyeceğim. Gelmezse biletlerinizi alamam”
Bir kere huzursuz olmadan, bir şeyleri düşünmeden seyahat edemez miyim?
“İlk fırsatta Mete ile haberleşmeli” diye düşünüyorum.
Havaalanı çok kalabalık. Gelirken de böyle kalabalıktı. Uçaktan inen yolcuların elinde birer Cancun broşür torbası. 4 gün önce bizde böyle gelmiştik Cancun’a.
Salvador çok becerikli bir adam. Her şeyi çok güzel organize etti. Valizlerimizi de hamallara taşıttı. Pek rahat ettik. Herkese tek tek biniş kartlarını dağıttıktan sonra bizi, pasaporttan geçişe uğurlarken bir daha tembihlemeyi unutmadı. “Mete’ye söyle bilet paralarını yollasın. Yoksa çok zor. Sizi dönüşünüzde burada ben karşılayacağım. Havana’da havaalanında bizim acentemiz sizi karşılayacak. Bunlar sizin oradaki voucher’larınız.”
Küba için verdiği dönüş biletlerini sayıyorum. Tamam. Voucher’ler da tamam. Üzerlerinde havaalanına gidiş ve dönüş transferler ve şehir turu yazıyor. O da tamam.
“Hani otel voucher’ı?”
“Onu sizi karşılayan verecek. Oteliniz hazır.” diyor Salvador. İçimden inşallah deyip teşekkür ediyorum.
Pasaporttan geçtikten sonra grubuma saat 12.20 de 6 nolu kapıdan uçağa bineceğimizi tekrar hatırlatıp Duty Free Shop’larda iyi alışveriler diliyorum. Yolcularımız 6 nolu kapıyı kolayca bulurlar diye düşünüyorum. Nihal ile “Biz kapımıza gidelim orada da mutlaka dükkanlar vardır“ diyorum ve 6 numaralı çıkış kapısına yöneliyoruz. Okları takip ediyoruz. Aman ne karışık. Yukarılara çıkıp koridorlar geçiyorsunuz, sağa , sola dönüyorsunuz. Sonra yürüyen merdivenle alt kata iniyorsunuz. Sonra gene çeşitli koridorlardan geçip yürüyen merdiven ile tekrar üst kata çıkıyorsunuz. Kapıların bulunduğu salon burası. “Burası da çok karışıkmış. Grubu özellikle şu bizim yaşlıları bırakmakla iyi etmemişiz” diye konuşuyoruz Nihal’le. Bu kapıyı bulmak bizim bile 15 dakikamızı aldı. Diğerleri kolay sanıp son ana bırakırlarsa geç kalabilirler vallahi.
Korku dağları bekler denir. Ben de önce mevcutların sayımımı yapıp eksikleri tespit edip merdiven başında beklemeye başladım. Aşağıdan bakıp yukarıda beni gören dostlarımızın sevinci gerçekten görülmeye değer. Uçağa alınmamıza 10 dakika kala eksikler üçe indi. Bahadır ile Selen gelince onlar da bu kapıyı bulma maceralarını anlattılar. Ama bu hikaye biraz daha ilginç. Bir görevli şifreli kapıları açarak buldurmuş yollarını. En son Şermin hanım da söylene söylene geldi. Bir ara uçağı kesin olarak kaçıracağı korkusuna kapılmış.
Uçuş süresi 1 saat 25 dakika. Kalkıştan biraz sonra yemek servisi başladı. Böylece öğle yemeğimizi de yedik. Uçakta Selen hanım normal koltuklarda oturdu. Rahatsız ayağını hafifçe yana uzatarak idare etti. Ama bazı dostlar “Gördün mü ne güzel arka sıralarda oturabiliyor. Otobüste hep önde oturmak istiyor bir de” gibisinden dedikodu yapıyorlar.
Havana’ya inince valizlerimizi almadan bizi bir otobüse bindirerek arka tarafta bir hangara götürdüler. Burası pasaport polisinin olduğu yer imiş. Üç ayrı sıra var. Üçe bölünerek sıralarda kuyruğa girdik. İşler o kadar ağır ilerliyor ki inanılmaz. İlk dostumuz yarım saat sonra, en son ben bir saatten fazla bir zaman sonra işimi bitirebildim. Yaptıkları da hiçbir şey yok. Yalnızca o pulun yarısına damga basıp kalan kısmını bize geri veriyor.
Bir problem çıkmadan girdik ya. Mesele yok. Valizlerimiz bizden çok önce gelmiş. Yine eksik yok. Dışarıda da bir bey elinde Best Day Travel yazısı ile bekliyor. Otobüsümüzde uzakta değil. Her şey yolunda.
Bize verilen programa göre bugün uçaktan inince şehir turu yapacaktık. Yarın da başka bir tur alacaktık. Eğer böyle geç gelmese idik Havana’nı dışında 3 saatlik bir mesafede bir tatil şehri Varadero’ya gidecektik. Varadero bizim tatil kasabaları gibi bir yer. Tarihi hiçbir özelliği yok. Yalnızca yeşillik ve çiçekler ile çok güzel bir deniz, plaj. Ama eğer yüzlerce km gidip adanın çok içerlerine girilirse belki bazı güzellikler görmek mümkün. Fakat bu durumda bizim Varadero’ya bile gidecek zamanımız yok.
İşlemimiz bitip otobüsümüze bindiğimizde saat 15.30 a geliyordu. Burası da Meksika ile aynı saat dilimini paylaşıyor. Küba daha da doğuda olduğu için burada hava daha da erken kararıyor. En mantıklısı şehir turunu yarına bırakıp bugünü serbest bırakmak. Küba’da Havana’dan daha ilginç bir şehir duymadım. Aslında Küba, görülecek çok ilginç bir güzelliği olmadığı için benim şahsen hiç ilgimi çeken bir yer değildi. Onun içinde şimdiye kadar buraya gelmeye hiç çalışmadım. Dünyadaki her yer görülmeli bakış açısından Havana’ya gelmemiz iyi oldu. Bir de böyle kısa süreliğine gelmek çok iyi. Grupla da kısa bir mütalaa yaptık. Varadero iptal. Yarın doya doya Havana’dayız.
Bizi otele kadar götürecek rehberimiz bir bayan . Genç bir Kübalı. Üniforma gibi kıyafetini giymiş. Gülerek “Ben Manuella. Havana’ya, Küba’ya hoş geldiniz. Ben 40 dakika sürecek bu transferiniz sırasında Küba hakkında sizlere bilgi verecek, sorularınızı cevaplayacağım. Başşehrimiz Havana’ya yarın turunuz var. Havana ile ilgili bilgileri yarınki rehber arkadaşımız şehri dolaştırırken verecektir. “ diyor ve ülkesi hakkında bilgi veriyor.
Manuella bu bilgileri verirken çok gururlu olduğu her halinden anlaşılıyor. “Küba Cumhuriyetinin nüfusu 11 milyon, yüzölçümü 111.000 km karedir. Başşehrimizin nüfusu iki milyonun üzerindedir. Küba’nın 60’ı İspanyol kökenli, %22 si karışık, %11 i ise Afrika kökenlidir. Bizde Çinli nüfus % 1 oranındadır. Resmi dil İspanyolca olup resmi dinimiz yoktur. Ama halkımızın % 47 si Katolik, % 4 ü Protestan’dır. Burası bir komünist cumhuriyet olup fert başına milli gelir 2000 dolar civarındadır. Ülkemizde enflasyon yoktur. Dolar ile bizim para birimimiz aynıdır. Burada para değiştirmeye ihtiyacınız yoktur. Dolarlarınızı kendi paramızmış gibi kullanabilirsiniz.”
Bu kısmı tam anlamamıştım. Ama sokaktaki işlemi görünce anladım. Bütün fiyat değerleri peso üzerinde. Küba pesosu. Kübalılar kendi bütçelerine göre onu peso olarak ödüyor. Ama turistler aynı miktar dolar veriyorlar. Aslında çok basite indirgenmiş bir sistem.. Ama herhalde ithalat ve ihracatta farklı kurlar uygulanıyor.
“Bizim ülkemizin en önemli sanayi, şeker sanayidir. Bunun yanında tütün çok önemlidir. Bizim purolarımız dünyaca meşhurdur ve ülkemize döviz kazandırır. Bizim Avrupa, Rusya, Çin ve Latin ülkeleri ile ticaretimiz vardır. Turizm yeni gelişmektedir. Çok yakın olmamıza rağmen ABD’den turist çok az gelmektedir. Miami – Havana uçuşları başlarsa bu tablo çok değişebilir.”
Evet eğer ABD, Küba’ya girmek serbest der ise buralarda izdiham yaşanır. Şu anda da Küba’nın turizm potansiyeli böyle bir patlamaya hazır değil. İyi ki Küba’yı bugünlerde ziyaret ediyoruz.
Daha Havana şehrinin evlerini görmüyoruz. Umarım bu tarih bölümü otelimize gelene kadar biter.
“Küba’ya ilk yerleşenlerin M.Ö. 3500 yıllarında Güney Amerika’dan gelen balıkçılar ve avcılar olduğu bilinir. 1492 de Kristof Kolomb karşıdan adayı gördü ise de uğramadı. !514 te İspanyol Diego Valazquez adayı işgal ettiğinde burada Arawak yerlilerinden Taino’lar yaşıyordu. İspanya Kralı adına 7 yerleşim bölgesi kurdu ve kendisine karşı direnen Taino şefini ve direnişçi lider Hatuey’i kazıkta ölüm cezasına çarptırarak örnek olmasını istedi. Encomienda sistemini getirdi.Bu sistem zorla çalıştırma ve vergi alma ile birlikte Hıristiyanlaştırma metodu idi. İspanya’da daha önce Emevi’lere uygulanmıştı. Bu sistem yerlileri yok etti. Valazquez’in derdi İspanya kralına daha çok mahsul götürmek ve buradakileri Katolik yapmaktı. Her elli kişiden bir akıllı kişi seçiliyordu. Bu kişiye İspanyolca konuşma ve okuma öğretiliyordu. Sonra İncil ve diğer dini kitaplar okutulup ezberletiliyordu. Onun görevi bu öğrendiklerini diğerlerine öğretmekti. Öğrenmek istemeyen veya vaftiz olmak istemeyen ibret olsun diye kazıkta ölüm cezasına çarptırılıyordu. Ayrıca yerlilerin çok çalışması gerekiyordu. Bu bir çeşit kölelikti. Elde ettikleri mahsul de vergi olarak ellerinden alınıyordu. Bunları yöneten İspanya’dan gelmiş yöneticiler vardı. Ölümler yüzünden azalan grupları bir diğerine devrediyorlardı.”
“Bu sistemin acımasız ve kontrolsüz uygulanması ve beyazların getirdiği hastalıklar sonunda yerli nüfus 100.000 den 5.000 e düştü. Bunun üzerine Afrika’dan köleler getirtilmeye başlandı. Ancak buraya getirtilen köleler ABD’nin aksine ailesi ile birlikte getirtiliyordu. Şu anda ülkemizde bulunan zenci nüfus o sıralar Afrika’dan gelenlerdir. Kölelik kaldırıldıktan sonra bile yakın zamanlara kadar zenciler ikinci sınıf vatandaştılar. Onların parklara bile girmesi yasaktı. Fidel Castro gelince şimdi onlar da eşit haklara sahip oldu.”
Amerika’ya getirilen köleleri düşündüm. Onlar ne zor şartlarda ve ailelerinden kopartılarak getirtilmişlerdi. En sağlıksız koşullarda canlarının hiçbir değeri olmadan getirtilmişlerdi. Ancak Afrika’da köle tacirlerine yardım edenler yine orada yaşayan zencilerdi. Hiç olmazsa Küba’ya getirilenler aileleri ile getirtilmişti. Bu ne de olsa bir şeydi
Ama aslında bu beyazlar çok acımasız diye düşünüyorum tekrar. Sen kalk ta Avrupa’dan gel ve burada kendi halinde yaşayan insanlar Katolik olmadı diye kazığa bağlayarak öldürt, katliam yap. Zaten o savaşçı Hatuey ölmeden önce “Ben ne bu adada sağlığımda ne de cennette İspanyol görmek istemiyorum” demiş.
Bizim rehber kız papağan gibi anlatıyor. Ona bir görev verilmiş, o da dersini iyi ezberlemiş. Komünist sistemin gereği midir nedir, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım cinsinden anlatıyor. Aslında cici bir kız. Sarı bluzu, lacivert kısa eteğiyle zarif giyimli. Bu üniforma olmalı. Ya devletin ya da bağlı olduğu acentenin. Ama burada özel sektör olmadığı için hepsi devlet memuru.
“Küba bağımsızlığına 1898’de kavuşmuştur. 1959 devrimi ile de yeni hükümetimiz oluşmuştur. Bugün Küba’da işsizlik çok azdır. Enflasyon sıfırdır. Ülkemiz hızla gelişmektedir.”
Galiba artık otelimize çok yaklaştık diye kısa kesiyor. Zaten şu anda deniz kenarındaki bir bulvardan gidiyoruz. Sağ tarafımız deniz sol tarafımızda yerleşim yerleri. Buraların neler olduğunu yarın göreceğiz. Ta karşıda çok büyük bir bina var. Otelimizin o olduğunu işaret ediyor . Otelimiz çok güzele benziyor.
Bu bizim rehber kızımız kısa kesti ama biliyoruz ki bu karayip adalarında Avrupalıların çok uğraşıları oldu. Bu bölgenin tamamen İspanyolların eline geçmesi İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi diğer sömürgeci ülkeleri çok rahatsız etti. Avrupa, İspanya’dan aldığı bir çok ürünün buralardan geldiğini biliyordu. Bu da onların iştahını kabartmıştı. Yaptıkları öncü tetkiklerde bu bölgede bir çok ada olduğunu ve bunların tamamının zaten İspanya’nın kontrol etmesinin mümkün olmadığını kestirince 1655 te İngilizler Jamaika’yı işgal etti. Bu arada Hollanda’lılarda birkaç adayı işgal ettiler. Fransızlar 1697de Haiti’yi. Sonra ufak ufak Martinique, St. Thomas, St. John ,,, gibi diğer adaları, sahilleri, Güney Amerika’nın kuzeyindeki Guyana’yı ....
Hatta 1762’de Avrupa’da İspanyanın zayıflamasını fırsat bilen İngiltere Küba’yı işgal etti. Bu işgal 11 ay sürdü. Bu kısa zamanda bile şeker kamışı tarlalarını geliştirdi Buraya bir çok köle daha getirdi. Fakat bu sırada Amerika’da bağımsızlık hareketlerinin başlaması üzerine İngiltere oradaki isyanla uğraşmak için adayı tekrar İspanyollara bıraktı.
Amerika’nın bağımsız devlet oluşu Küba’ya yepyeni ve çok önemli bir Pazar kazandırdı. Tütün ve şeker üretimi arttı. Üstelik 1791 deki Fransız yönetimindeki Haiti’de çok kötü çalıştırılma şartlarına başkaldıran kölelerin şeker kamışı üretimini durdurması Küba’nın bu pazarda rakipsiz olmasını sağladı.
Bu pazarlarda şeker için İspanyol ve Kübalılara muhtaç olan İngiltere şeker kamışının en çok üretildiği yerlerden biri olan Hindistan’ı işgal edince sorununu epey hafifletti. Ancak oradaki şeker kamışları Küba’daki gibi verimli değildi. Küba’da 4-5 metreye yanaşan boyları yanında Hindistan’da verim düşüktü. Ama İngilizler Güney Afrika’yı işgal edince Durban şehrinin kuzeyindeki Dragensberg bölgesinde aynı iklim olduğunu fark edip burada da şeker kamışı üretmek için faaliyete geçtiler. En yakın sömürgesi olan Hindistan’dan gemiler dolusu Hintli getirerek üretime geçtiler. Şimdi o bölgede çok miktarda şeker kamışı yetiştirilir. Hint asıllı nüfus yoğunluğu da yüksektir. Şeker kamışı çok havaleli olduğundan fabrikaya taşıma sorundur. Çok yerde bu iş için dekovil hatları kurulmuştur. Güney Afrika’da ise doğal gaz borusu gibi geniş borularla hava emmeli bir sistemle tarlalardan doğruca Durban’daki fabrikaya kamışlar getirilir.
Bu sırada gene İngilizler Brezilya’da Sao Paulo kenti civarında büyük ama çok büyük tarlalarda şeker kamışı yetiştirdiler. Buraya da Afrika’dan köleler getirdiler. Yalnızca Brezilya’da bu şeker kamışından şekerin yanında elde edilen alkol o kadar çoktur ki bu alkol sayesinde alkolle çalışan otomobiller üretmişlerdir. Böylece Brezilya petrol yönünden Arjantin’e bağımlılığını azaltmıştır. Alkol ile çalışan otomobillerin sayısı toplam sayının nerdeyse %50 sidir. Brezilya da bir benzin istasyonuna girdiğinizde pompacı sorar Alkol mü? Benzin mi?
Ünlü Venezuella’lı bağımsızlık hareketlerinin öncüsü Simon Bolivar ile 1810’larda Latin Amerika ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin Küba’ya etkisi olmamıştır. 1821 den sonra bu yörede yalnızca Puerto Rico ve Küba, İspanyol sömürgesi olarak kalmıştır. Zengin İspanyollar bağımsızlığını kazanan sömürgelerden kaçıp Küba’ya yerleşmişlerdir. Burada yine İspanya bayrağının altında kendilerini emniyette hissetmişlerdir.
Küba’da ilk bağımsızlık hareketi 1868 de başlayıp 200.000 ölü bırakarak 10 yıl sonra başarısızlıkla sona ermiştir. Bu arada birçok isyancı ABD’ye sürgüne gönderilmiştir. Bunun için bağımsızlığa giden ikinci hareketin temelleri ABD’de atılmıştır. O sırada Amerika’da yaşamını sürdüren ünlü ve saygın gazeteci, şair Jose Marti bağımsızlık mücadelesini organize etmeye başladı. Bugün Küba’nın en büyük milli kahramanı olarak anılan Jose Marti, dünyaca ünlü tanınan Küba şarkısı Quantanamera’nın da yazarıdır.
Amerika bu hareketlere Küba’dan gelen şekere ek vergi koyarak alımı azaltıp Küba ekonomisini bozarak katkıda bulunmaya çalıştı. 1895’te Jose Marti ve Generali Máximo Gómez Küba’ya çıktı ve 3 yıl süren çok kanlı ve ülke ekonomisini mahveden bağımsızlık savaşı başladı. 1896 da Jose Marti şehit düştü. İspanyollar bu hareketleri bastırmak için isyancılara yardım ettiğini düşündükleri köyleri ve tüm tarlaları ateşe verdiler, köylüleri toplama kamplarına topladılar. Baktılar ki işler iyiye gitmiyor kısmen yönetime katılma gibi tavizler de vermeye çalıştılar ama halk tam bağımsızlık istiyordu. Fakat bu kolay değildi.
Jose Marti, ABD de yaşadığı yıllarda Amerika’nın Küba üzerinde emelleri olduğunu biliyordu ve bunu eleştiriyordu. Bunu bir tehlike olarak görüp uyanık olmaları gerektiğini söylüyordu. Amerika’nın istilacı politikasından rahatsızdı. ABD, Meksika topraklarının yarısını savaşla kendi topraklarına katmış, Florida’yı İspanyollardan, Luisiana’yı Fransızlardan satın almıştı. 1867’de de Alaska’yı Ruslardan satın alıp bir eyalet olarak topraklarına dahil etmişti. Kuzeyde ve kendi kıtasında işgal edebileceği veya satın alabileceği her yeri alınca gözünü bu bölgelere diktiğini Jose Marti görmüştü. Nitekim haksız da çıkmadı.
Vatandaş Kane filminden hatırladığımız New York Time gazetesinin de sahibi olan William Hearst kamuoyunun adayı istediğini bildiği için gazetesinde bunu körükleyen yayına hız verdi. O sırada ABD etrafındaki adaları kendi topraklarına katmayı hedeflemişti.
1898 Ocağında Havana limanında “Maine” adlı bir Amerikan savaş gemisi demirliydi. Gece, her nasılsa gemi mürettebatının tamamı tam kadro sahilde iken gemi havaya uçtu. Bunun kendilerine bir saldırı olduğunu ileri sürerek Amerika harbe katıldı. Bu İspanyolların adadaki hakimiyetinin sonunu getiren yolun başı oldu.
ABD ile İspanya’nın savaşı Küba adası ile sınırlı kalmadı. Maine gemisinin havaya uçurulması bahanesi ile açılan savaş çok önemli stratejik diğer adalarda da başladı. Birincisi Küba adasına yakın olan Puerto Rico adası. San Juan şehri, kalesi ve tarım ürünleri ile ünlü. Karayip denizlerinde önemli bir kontrol noktası. Diğeri Guam adası. Büyük Okyanusta Hawaii ile Asya arasında küçük ama bir basamak olarak çok stratejik bir nokta. Bir diğeri de Filipinler. Amerika, Küba’da İspanyollara karşı savaş ilan edince İspanyol toprakları olan bu adalara da derhal kuvvet gönderdi.
Aynı sene Hawaii takım adalarında da gelişmeler oluyordu. Hawaii takım adalarındaki yönetim zaten Pearl Harbour askeri deniz üssü dolayısıyla fiilen Amerika’nın ellerinde idi. Bununla beraber Hawaii yönetimi ülkesini hukuken de Amerika toprakları yapmak için ABD kongresine başvurmuştu. Kongre de bu müracaat üzerine aldığı bir kararla Hawaii’yi artık ABD toprağı olarak ilan etmişti.1898 senesinin sonuna gelindiğinde Hawaii, Guam ve Puerto Rico ABD topraklarına katılmış, Küba işgal altına alınmıştı.
Filipinler de Amerikan egemenliğine geçmişti ama buradaki manzara daha değişik. Zaten bağımsızlık isteyen Filipinliler, bu savaşta Amerika’nın yanında İspanyol’lara karşı savaştı. İspanyollar mağlup olunca General Aquinaldo 1898de bağımsızlık ilan etti. Bu bağımsızlık ilanı karşısında Amerika başka bir plan uyguladı ve İspanyollarla barış anlaşması yerine satın alma anlaşması yaptı. İspanya 20 milyon dolar karşılığı Filipinlerin tamamını ABD’ye sattı. Bu anlaşma uyarınca da Amerika Filipin’lere yerleşti. Bu bağımsızlık bekleyen Filipinler’de soğuk duş etkisi yaptı. 1942’de Japonya’nın istilasına uğrayan Filipinler Japonya’nın yenilmesi ile tekrar Amerikan istilasına uğradı. Direnen Filipinler tam bağımsızlığını 1946 da aldı.
Aslında diğer adalarda değil ama Küba’da, İspanya bazı muharebeleri kazanmadı değil. Bunların en etkileyicisi daha sonra ABD Başkanı olan Roosevelt ve onun kuvvetlerini San Juan Tepesi savaşında yendikleri muharebe idi. Burada ilginç bir öyküyü anlatmak isterim.
Adada isyancıların başında General Garcia vardı. Roosevelt’in ona bir mektup göndermesi gerekiyordu. İş hayatının temel öğretilerinden olan “Garcia’ya Mektup” işte bu sırada olmuş bir olaydır. Lise çağlarında Hayat dergisinde okuduğum ve daha sonra işletme ihtisası yaparken de karşıma çıkan bu öğretinin hikayesi şu: Roosevelt, o sıralarda Küba’nın bir yerinde mahalli kuvvetleri ile bağımsızlık mücadelesi yürüten Garcia’ya bir mektup ulaştırılmasını ister. Yanına çağırdığı subaya “ Bu mektubu derhal General Garcia’ya vereceksin” der. Bunun üzerine subay başlar sormaya “Kimdir General Garcia? Şu anda nerede? Hemen mi yola çıkayım yarın sabah mı? Kendisi son anda nerede görüldü? “ gibisinden bir çok soru sorar. Roosevelt onun üzerine görevi bir başka subaya verir. Onu yanına çağırır ve “Bu mektubu derhal General Garcia’ya vereceksin” der. O subayda buna benzer sorular sorar. Onun üzerine üçüncüyü çağırır. Bu subayın tepkisi “Baş üstüne komutanım” dır. Birkaç gün sonra hiçbir şey söylemeden elinde Garcia’nın cevap mektubu ile Roosevelt’in yanına girer.
Bu öyküyü bize anlatan profesörümüz sözlerini şu öğüdü ile tamamlamıştı. “Sizler işletmelerde yönetici olarak çalışacaksınız. Size amiriniz bir iş verdi ise o işle ilgili ona soru sormayın. Gerekli bütün detayları başka kaynaklardan araştırıp çözüme gidin. Onun yapacağı bir sürü işi vardır. Her işin bütün detayları ile uğraşamaz. Siz de onu uğraştırmayın. Eğer siz patron veya amirseniz ve altınızdakine görev veriyorsanız her görev verdiğinizde Garcia’ya Mektup’u hatırlayınız. Çok soru sorana yol göstermekle uğraşmayınız. İşinizi büyütmeye zamanınız kalmaz.”
Aslında yıllardır daima hem kendime örnek olarak aldığım hem de etrafımdakilere anlattığım Garcia’nın topraklarında olmak heyecan verici.
Burada ilginç bir husus 12 Aralık 1898’de Barış anlaşması imzalanırken General Garcia dahil hiçbir Küba’lı masada oturmuyordu. Masada yalnızca Amerikalılar ve İspanyollar vardı. Böylece adada yıllar süren Amerikan hakimiyeti başlamıştı. Bir işgalciden öbür işgalciye.
Amerika bu bölgedeki adalardan Puerto Rico’yu ve Guam’ı kendi topraklarına katmasına rağmen Küba’yı işgalle yetindi. Buraya kendi valisini atadı. Vali ileride de Küba’yı kendisine bağlayacak bir çok reform hareketlerine girişti. Bu arada Küba’da yönetimi bir gün Kübalılara bırakacağı için sözde Küba hükümeti Amerika ile 1901 de Platt anlaşmasını yaptı. Bu anlaşmaya göre Amerika Küba’nın içişlerine karışma hakkı elde ediyordu. Bu anlaşmaya göre Guantanamo Körfezinde kurulan deniz üssü halen Amerikan toprağı sayılmaktadır. Fidel Castro rejimi bile bu üsse dokunamadı. Burası halen Amerika’nın elindedir. Bu üs Afganistan esirlerinin getirilip burada hapsedilmesi ile gündeme gelmişti. Amerika Afganistan operasyonundan sonra tutukladıklarını buraya getirdi. Buradaki hapishanenin şartlarının çok kötü olması İnsan Hakları derneklerini faaliyete geçirmiş ama bir sonuç alınamamıştı.
Amerikalılar 1902 den sonra seçimle veya ihtilal ile gelen başkanların hepsini kukla gibi oynattı. 1906 da çıkan isyanı kanlı bastırması Amerikalılara nefreti arttırmasına rağmen Platt anlaşması 1934 e kadar devam etti. Platt anlaşması ortadan kalktığında Amerika zaten ekonomik olarak hakimiyetini kurmuştu. 1933 de başa geçen diktatör Batista Amerikalılar ile sıkı ilişki içinde idi. Nikel işletmeciliğinden şeker kamışı tarlalarına kadar iktisadi hayatın can damarlarının sahibi Amerika idi. Fidel Castro yönetimi ele geçirince Batista devletin 40 milyon doları ile Dominican Cumhuriyetine kaçtı.
Her şey devletleştirilince gerek Amerika’lı yatırımcılar, gerekse 400.000 Kübalı Amerika’ya göç etti. Florida’nın ucundaki küçük ada zincirlerinin en ucunda olan Key West, Amerika’nın ana kara toprağından daha yakındır Küba’ya. Bu yakınlık dolayısıyla göçmen Kübalılar genellikle Florida’ya yerleşmişlerdir. Onun için bu gün Florida’da sanki İspanyolca ana dil de İngilizce ikinci dil gibidir.
İktidarı ele geçiren Castro, adı konmamış komünist rejimi uygulamaya koyunca Amerika’da karşı hareket olarak büyük ambargo hareketine girişti. Castro rejime bir ad vermekten kaçınıyordu. Amerika, devletleştirilen rafinerilere Venezüella’nın petrol vermesini yasakladı. Şeker alımını durdurdu. Bütün bunlar Küba’yı yıldırmadı. Fidel Castro’ya karşı bir hareketi başlatmadı. Bilakis halkı birbirine kenetledi. Sosyalist reformlardan halk memnundu. Zenciler bile artık insan sayılmaya başlamış ve umuma mahsus yerlere girme hakkı elde etmişti.
1961 de Kennedy’nin bu rejimi devirmek için eski diktatör Batista’ya yaptırttığı Domuzlar Körfezi çıkartması başarısızlıkla sonuçlandı. Fidel Castro rejimin sosyalist rejim olduğunu ilan etmesi, Sovyet Rusya’yı çok memnun etti. Amerika’nın açığını Rusya kapattı. Hatta nükleer füze rampaları da yerleştirmeye kalkınca meşhur 1962 krizi patlak verdi.
Ekonomi Bakanı, Castro’nun silah arkadaşı, Che Guevera , 1965’te görevlerini tamamladığını söyleyerek hükümetten istifa etti ve bütün dünyadaki gerilla hareketlerine aktif olarak katılmaya başladı. Rusya’nın da desteği ile Zaire, Angola, Mozambik, Bolivia, Etopia gibi ülkelerdeki gerilla hareketlerini yönetti. (Etopia yani Habeşistan’da bu hareketler 1974’te meşhur Aslanlar aslanı Kral Haile Selasiye’nin devrilip yerine 17 sene sürecek Rusya güdümlü bir hükümetin gelmesini sağlayacaktı.) Che Guevera ,1967 de Bolivia dağlarında öldürüldü. Bu hareketler tüm Orta Amerika’ya önderlik etti. Bütün bu ülkelerde Che, bir kahraman olarak anılır. Bir Arjantin seyahatimizde Cordoba şehrinde Che için açılan bir fotoğraf sergisini yüzlerce Arjantinli ile birlikte izlemiştik.
Halen her şeyin devlet eliyle yürütüldüğü dünyadaki tek komünist ülke olan Küba 1991 den sonra hayli değişmiştir. Marksist – Leninist maddeler anayasadan çıkarılmıştır. Amerika ile ilişkilerin daha da iyiye gideceği umulmaktadır. İlişkilerin düzgünleşme çabalarına Amerika’da yerleşik Küba göçmenlerinin katkısı büyüktür.
Otelimiz eski Havana dedikleri şehir merkezine 8 km uzaklıkta deniz kenarında çok büyük ve güzel bir otel. “ Otel Havana Riviera” 20 katlı. Amerikalı sahibi, oteli 1958’de tamamlamış ve hizmete açtıktan bir sene sonra devrim olunca devlete kalmış. Kendisi de Amerika’ya dönmüş. Döner kapıdan otele girince karşınıza dev bir lobi çıkıyor. Lobinin solundan itibaren gece kulübünün kapısı, bir bar yanında lokanta sonra resepsiyon. Karşı tarafta bir kahve salonu. Piyano eşliğinde denizi seyredip bir şeyler içmek mümkün. Bu kafe en az 200 kişilik. Girişin sağında ise yine ayrı bir bar var. Zaten sağ taraf olduğu gibi deniz manzarası.
Saat 4.30 a geliyor. Güneş birazdan batacak. Oteldeki görevliler bizi güzel karşıladılar da niye bekletip duruyorlar acaba? “Siz bekleyin Halkla İlişkiler Müdiresi gelecek” diyorlar. Gelmiyor. Birisi geliyor. “İşleriniz yapılıyor. Lütfen bekleyin” diyor. Ne işi yapılıyorsa. Allah’tan lobi çok geniş ve çok ferah. İnsanın canı sıkılmaz. İki masada Tropicana gece kulübünün biletleri ile Havana şehir turlarının satışı yapılmakta. Hepimiz Tropicana’ya gitmek istediğimiz için biraz sonra bu kızcağızı da ziyaret edip bilgi alıp rezervasyon yaptıracağım.
Bu arada peşimizi hiç bırakmayan 20. kattaki lokantanın müdürü bir zenci, illa işlettiği lokantasında yemek yiyelim istiyor. Kaç kişi geleceksiniz diye sıkıştırıyor. Daha biz odalarımıza gidememişiz. Onun derdi lokantası ile.
Biraz sonra kendini müdire diye tanıtan bir bayan geldi. Bize otelimizi tanıtacakmış odalarımızın anahtarları hazır olana kadar.”Sizi şöyle bara alayım. Siz hoş geldiniz kokteylinizi yudumlarken ben deotelimizin tanıtımı yaparım” diyor. Çok sevinip gruba kalkalım işareti yapıyorum. O soldaki barın kapısına gidiyoruz. Barın kapısı kapalı. Kadıncağız bir iki zorluyor. Sonuç yok. “Siz tekrar istirahat edin Ben sorumluyu bulurum” diyor. Tam canımız sıkılmaya başlarken gelen bir başka zenci kapıyı açıyor. Kapının açıldığını gördükten sonra içeriye giriyoruz.
Burası güzel, büyük bir bar. Barmen “Hoş Geldiniz “kokteyllerimizi ikram ederken biraz daha zaman geçiyor. Geleli yarım saati geçti. Müdire hanım yanında iki kişi ile geliyor. Biri bizim şef zenci. Onu 20. kat lokanta şefimiz diye tanıtıyor. O da tekrar bize mönüyü ve fiyatları tanıtıyor. Yavaş yavaş canımız sıkılmaya başladı. Hala odalarımıza gidemedik. Buralarda vakit geçirip duruyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Diğer bayan da otelde yapılan bir show’un reklamını yapıyor. Kendi showlarının Tropicana’dan ucuz ve güzel olduğuna ikna etmeye uğraşıyor. Bizi isteksiz görünce biraz daha fiyatları indiriyor.
Müdüre gene izin isteyip kayboluyor. Ben de o sırada gidip Tropicana’daki alternatifleri öğreniyorum. Sonunda 60 dolarlık yemeksiz bölüme karar veriyoruz. 5 dolarda transfer için vereceğiz.
Nihayet oda anahtarlarımız (kart şeklinde) geldi. Bu arada Tropicana için 65 dolarları toplama işim bitti. Show saat 10’da başlıyormuş. Bizi servisler 9 da alacaklar. 9 da buluşmak üzere bardan ayrılırken 20. kattaki lokanta müdürü yine peşimizde.
Bana 19. katta bir oda verdiler. Odalar arasında bir fark yok ama bu kat executive kat imiş. Farkı Business centere yakın oluşu.. Onun için fazla para ödeyen iş adamları burada kalıyorlar. Tam güneş batımı. Nihal fotoğrafları çekerken ben e mail imkanını araştırmak üzere resepsiyona indiğimde bir tek Mürşit Kodaman’ların odasından memnun olmadığını görüyorum. Burada iki gece kalacağımız için Bilgi hanımın ”Şimdi problem çıkarmayalım. Kalalım artık” demesine aldırmadan odalarını değiştiriyoruz. 17. kattaki yeni odalarının manzarası çok güzel.
Havana’ya gelmek üzere uçağa binerken Salvador midemi bulandırdı. “Mete beye acele söyleyin. Para yollasın. Yoksa sizin Guatemala biletlerinizi alamam” diyerek. Hakikaten almazsa ne yaparız? Mete’ye detaylı bir mail atmam gerek. 20. kattaki Business Center’de internet bağlantısı varmış. 19. ve 20. katlar arası kırmızı halı kaplı özel bir dahili merdiven var. Merdiveni çıktığımda yine beni o zenci şef “Hoş Geldiniz “ diye karşılıyor. Meğer o lokanta burası imiş. Beni ısrarla içeriye sokup gezdiriyor. Bilgisayarın bulunduğu oda lokantanın tam karşısı. İçeriye girdiğimde ağzında sakız, mini etekli, iri yarı ama genç bir bayan karşıladı. Hiç duruşunu bozmadan internet bağlantısı olmadığını yarım saat sonra gelmemi söyledi. Yarım saat sonra yine aynı manzara aynı cevap. Saat sekize kadar burası açıkmış. “Yedi buçukta tekrar gelin” dedi.
Yedi buçukta ise kapalı idi. Uğraşarak birilerini bulduk. Bizim kız gitmiş. Bir başka görevli kapıyı açıp bilgisayar bağlantısını yine denedi ama İnternet yok. Bu bayan istersek mektup yollayabileceğimizi mektup alma verme hattının ayrı olduğunu söyledi. Pek anlamadım ama başka otelde olup olmadığını sordum. Yurt dışına tek hat olduğunu ve ana merkezin de bu otel olduğunu söyledi. “Bizde yoksa hiçbir yerde yoktur “dedi. O zaman onun dediğini dinleyip durumu açıklayan uzun bir mail yazıp Mete’den aman diledim. Ne olur parasını gönder de bu adam biletleri alsın . Bak biz vize ve diğer sorunları hallettik. Şu uçuşta takılmayalım diye. Bir de bana hemen haber vermesini söyledim. Görevli bayan mektubu İnternet Explorer üzerinden gönderdiğini söyledi. İnşallah gitmiştir. Gitti ise sabah mutlaka cevap gelir diye düşünerek görevliye iyi akşamlar diliyorum.
Odaya döndüğümde Nihal bana fotoğraf makinesinin ekranından çektiği gün batımı manzaralarını gösterdi. Keşke tam gün batarken iki kadeh bir şey içseydik diye hayıflandık ama şu bitmez tükenmez problemler insanda keyif edecek hal mı bırakıyor. Bir duş alıp zor yetiştik aşağıya saat 9 da.
Saat 9’da hemen herkes aşağıda toplanmıştı. Servis araçlarını beklerken herkes birbirine bu saate kadar neler yaptıklarını anlatıyor. Sayhan beyler bir taksi tutup şehrin merkezine gitmişler. Orada yemek yemişler. Sevnur hanım ve ekibi ile Kodaman’lar 20. katta zenci müdürümüzle yemek yemişler. Bahadır’ın dünden beri midesi ve bağırsakları bozuk. Diğerlerinin karnı tokmuş. Şöyle kordonda bir yürüyelim demişler ama yanlarına tipsiz insanlar takılınca korkup otele geri dönmüşler. Sakın yalnız yürümeyin tavsiyesinde bulunuyorlar.
Saat 9.15’te 15 er kişilik iki minibüs geldi. 15 dakika sonra Tropicana’da idik. Girişi ile, sahne dekoru ile Paris’in Lido’sunu aratmayacak bir tesis. Son derece kaliteli her şey. Kapıdaki 3 resepsiyon memurunun önünde bilgisayarlar oturma düzenini bilgisayardan ayarlıyorlar. Masalarımız gerçekten de 60 dolarlıkların en önü. Hemen adam başı bir küçük veya iki kişiye bir büyük Havana Club Rom ile salatalık ve turşudan oluşan meze tabakları getirdiler.
Burası tamamen açık havada bir mekan. Etrafında büyük pervaneli vantilatörler var. Bugün hava o kadar sıcak olmadığı için çalıştırılmıyor. Ortadaki sahneyi yarım ay şeklinde amfi düzeninde kucaklıyor masalar. Sandalye ve masalar ile masa örtüleri bu show’un kalitesinde değil. Her masa net bir şekilde sahneyi görüyor. Biz sahneye 20 metre kadar uzağız. Ama yerimiz güzel.
1939’un karaborsa ve kaçaklığın çok yaygın oluğu, mafya’nın kumarhaneler işlettiği karanlık günlerde sahnelerini açan Tropicana o günden beri her gece gösterilerine devam ediyor. Meşhur Fransız Lido, Moulen Rouge gibi bir show. 1.5 saatlik olağan üstü gösteride Kübalı dansçıları ve şarkıcıları izledik. Saat 11.30 da biten showdan sonra yarım saat dans müziği çaldılar. Hep birlikte piste çıkıp eğlendik gönlümüzce. Bu iki saat zarfında Havana Club Rom’ları bitirememiştik. Diğer masalarda ayrılanlar kalan içkileri alıp gidiyorlardı. Bizde masamızda kalanları toplayıp minibüsümüze gittik. Dönerken bizim minibüste şarkılar şöleni vardı. Meğer Bülent Güzeliş’in sesi ne güzelmiş.
Dostları ilə paylaş: |