2. Şubat Mexico City ( Akşam Cancun’a uçacağız)
Sabah tam saat 6 da lobide idik. Zaten valizleri açmaya fırsat olmamıştı. Açamadan tekrar aşağıya indirdik. Bize gösterilen lobinin yanındaki kahvaltı salonu kapalı idi. Herhalde çok erken geldik, birazdan açılır diye bekliyoruz ama açılacağı yok. Resepsiyona neden açılmadığını soruyoruz. Kızcağız kahvaltı salonunun bir alt katta olduğunu ve servise başladığını söyleyince topluca bir alt kata iniyoruz.
Mürşit beyler ve diğer dostlar dün geceki lokantadan çok memnun kalmışlar. Yemekler, şarap, müzik ve danslar şaheserdi diyorlar. Meksika’ya geldiğimizi anladık diyorlar. Ben de çok memnun oldum tabi.
Kahvaltımızı ederken Pablo da geldi. Kahvaltıdan önce tur programını bir daha gözden geçirdik. Her şey yolunda. Pablo’ya bir de fotokopi ihtiyacımız olduğunu, fotokopiler çekildikten sonra tekrar bu otele gelmemiz gerektiğini programı ona göre ayarlamasını söyledim. “Galiba Pazar günleri açık olan bir yer biliyorum. Piramitler dönüşü uğrarız” dedi.
Otobüs hareket etmeden önce gruba bilgi vereyim istedim. Gece bütün evrakları hazırladığımızı, yalnızca şimdi ismini okuduklarımın visa kartlarının fotokopilerine ihtiyacımız olduğunu söyledim. İsim listesini okuduğumda başta Saniye hanım olmak üzere üç dostumuz “Ama biz visa kart kullanmayız ki. Hep nakit öderiz. Hayatımızda visa kart çıkartmadık.” Demezler mi? Şimdi ne olacak? Mehmet Ali bey iyice tembih etmişti her şey tamam olsun diye. Bakalım buna nasıl bir çözüm üreteceğiz.
Şehir turuna saat tam 7.30 da başladık.
Otelimizden çıkıp Reforma caddesine ulaştığımızda eğer sola dönse idik bir km ileride Chapultepec tepesine gidecektik. Sağa dönerek Zocalo’ya doğru gittik. Reforma caddesi Chapultepec‘i Zocalo’ya bağlıyor. Antropoloji Müzesi Chapultepec’te olduğu için şehrin bu çok büyük ve önemli tepesine tahminen saat 12’den sonra geleceğiz. Şimdi Reforma caddesinde önce çok büyük bir taş kolon üzerinde altın kaplamalı şehri koruduğuna inanılan meşhur melek heykelinin fotoğraflarını çekiyoruz. Bu heykel şehrin sembollerinden biri. Biraz ileride caddenin ortasında Kristof Kolomb’un heykeli. Bizim Kolomb dediğimiz kaşifin İspanyolca adı Cristobal Colon’dur. Kolonileştirme ve koloni sözcüğü bu büyük kaşifin adından gelmektedir. Ayrıca Colombus ‘ta ayni kaşifin soyadının diğer bir dilde söylenişi olup 12 Ekim Meksika’da Colombus Day olarak milli tatil günüdür.
Bu güzel caddede kaldırım çalışmaları devam ediyor. Bunlar da kaldırımları tekrar tekrar yapıyorlar galiba.
Buralarda anıttan bol bir şey yok. Bütün kahramanlarının anıtlarını görüyoruz sırayla.
Zocalo’ya yaklaşırken Opera ve Güzel Sanatlar Sarayı diye adlandırılan binayı görüyoruz. Bu devasa beyaz mermer opera binasının yapımının 1904 senesinde başladığını söyleyince aklıma ister istemez dolaştığım yerlerdeki opera binaları ve yapım tarihleri geliyor.
Dostlarıma, gittikleri tarihi şehirlerin, Merkez Postane binalarını ve merkez tren istasyonlarını dolaşmalarını tavsiye ederim. Çünkü eski yönetimler hep bu yerlere özel önem göstermişler ve muhteşem abideler dikmişlerdir. Daha sonraları bir zamanlar Avrupa devletlerinin kolonileri olan ülkeleri gezerken, opera binalarının muhteşemliğine dikkat etmeye başladım. Amazonların tam göbeğindeki Rio Negra ile Salamos nehirlerinin birleşip Amazon nehri adını aldığı Manaus şehrinde, Vietnam’da hem başşehir Hanoi’de, hem de Ho Chi Minh ‘te, Arjantin’in başşehri Buenos Aires’te, Brezilya’nın başşehri Rio de Janerio’da, Cordoba’da, Mendoza’da, Delhi’de ve daha birçok şehirde muhteşem Opera binaları gördüm. Şimdi eskiden koloni olan ülkelere gidecek dostlarıma bir de bu şehirlerdeki opera binalarını gezmelerini öneriyorum. Ama dikkatimi çeken husus ne biliyor musunuz? Bu opera binalarının tamamının yapımının 1890 – 1910 seneleri arasında oluşu. Bütün Avrupa ülkeleri o devirde sömürgelerinde çok büyük bir opera yapım faaliyetine girişmişler. Dünyayı o yıllarda tahayyül edebiliyor musunuz? Yüzlerce opera binası yapılıyor her yerde ve hepsi de birer sanat abidesi.
Otobüsümüz dar bir sokaktan geçip ana meydana geliyor. İspanyolların inşa ettiği bütün şehirlerde ana meydanın etrafında Kilise ( Başkentte ise katedral), Valinin oturduğu hükümet binası ( başkentte ise parlamento binası – Palacio Nacional) ve merkez çarşısı vardır. Burada da düzen aynı ama bu meydan çok büyük. Ortasındaki Meksika bayrağının, dünyanın dalgalanan en büyük bayrağı olduğu söylenir. Malezya’nın başşehri Kuala Lumpur’daki bayrak direğinin dünyanın en büyük bayrak direği olduğunun söylenmesi gibi. Bugün fazla rüzgar olmadığı için bayrağı tam dalganırken göremiyoruz bayrağı.
Sabahın erken saati olduğu için meydan bomboş. Otobüsümüz tam katedralin önünde park etti. Meydanda, Katedral ile Palacio Nacional’in köşe yaptığı yerden, 20 metre kadar içeriye doğru gidince Aztek’lerin meşhur Templo Mayor kalıntılarını önüne geliyoruz. Şu anda UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilip koruma altına alınan bir bölge. Önce 1974 te metro kazımı sırasında, başka bir görüşle 1978 de telefon idaresinin yaptığı kazı sırasında ortaya çıkarılmış. Burada ilk bulunduğu zamanki Tenoctitlan’ı gösteren kapartma bir maket var. Önünde durup incelerken sanki o devirlerde imişiz gibi bir hisse kapılıyoruz. Tenoctitlan Aztek’lerin başşehri. Texcoco gölünün tam ortasında. Gölün çok yeri sığ olduğu için merkezindeki Templo Mayor’un olduğu adaya 90 derecelik açılarda 4 yönden 4 yol var. Bu yolların arasında göldeki kara parçalarının üzerinde yerleşim merkezleri. Sokaklarda ulaşım sandallarla sağlanıyor. Ancak çevreden bu dört yol vasıtasıyla meydandaki kanlı mabede geliniyor. Bu mabet Kan içici savaş tanrısı Huitzilopochtli’ye adanmış. Basamakları bile taştan kafatasları ile süslenmiş.
Bu mabedin taşları da kırmızı. Bu kırmızı rengin elde edilişi de ilginç. Kaktüslerin üzerinde yaşayan Koçiniya isimli bir parazit var. Bunların bıraktığı küçük yumurtaları sıkınca içinden kırmızı , tam kan renginde bir boya fışkırıyor. Bu boya taşa işledikten sonra rengi hep aynı kalıyor. İşte şimdi katedralin üzerinde gördüğümüz bu taşlar sltı- yedi yüz sene önce boyanmış. Aztekler bütün mabedlerinide taşları bu böcek yumurtaları ile kırmızıya boyamışlar.
Savaş sırasında yakalanan esirler bu mabede tanrıya kurban edilirmiş. Tüm toprakları ve diğer kabileleri hakimiyeti altına aldıktan sonra Aztek'ler çeşitli sebeplerden dolayı (mesela çoktandır yağmur yağmıyorsa, hafif deprem olduysa, ay tutuldu ise ...vb) bu kabilelerden belli miktarda erkek veya dişi, genellikle de savaşçı kurban göndermelerini isterlermiş. Tabi Aztek kralının isteklerine karşı gelemedikleri için bu kabileler, üzgün üzgün sevdiklerini ölüme yollarken Aztek'lere de kin beslerlermiş.
Burada meydandaki maketin önünde Pablo’dan bize biraz daha bilgi vermesini istiyoruz ama o “Piramitlere doğru giderken otobüste anlatırım. Hem de zaman kazanırız “diyor. Ana katedralin, bu mabedin taşları kullanılarak inşa edildiğini söylüyor. Onun için bu katedral de kırmızı. Templo Mayor’un toprak üstündeki taşları gerek katedralin gerekse diğer binaların yapımında kullanılmış, yerin altındaki bölüm ise 1974’ten beri yer yüzüne çıkarılmaya başlanmış. Burada ve diğer başka höyüklerde bulunan 3.000 kadar Aztek eserleri şimdi yan taraftaki Museo del Templo Mayor’de sergileniyor.
Meydana geri dönüp hızla katedrale girip çıkıyoruz. İlk 1573 senesinde yapımı başlayan katedral, 300 sene boyunca yapılan eklemelerle şimdiki dev görüntüsüne kavuşmuş. Meydanın etrafındaki binaların resimlerini çekiyoruz. Yapımında binlerce yerli köle olarak çalıştırılmış. Bu meydan önce Aztek’lerin, sonra İspanyolların seremonilerde kullandığı batı yarımkürenin en büyük meydanı. Karşıda Hükümet Konağının, Ulusal Saray’ın (meclisin olduğu bina), ve şimdi hafif hafif rüzgarın etkisi ile uçuşmaya başlayan bayrağın resmini çekip otobüsümüze dönüyoruz.
Fotokopi işini hatırlattığımda, Pablo, piramitler dönüşü benim bildiğim bir fotokopici var oraya gideceğiz diyor ama şu anda şehirden geçerken hiç açık dükkan göremiyorum. İnşallah onun bildiği dükkan açıktır.
Ayağı rahatsız olan Selen hanım önde şoförün arkasında birinci sırada oturuyor. Hemen arkasında Sevnur hanım. Benim arkamda Beste hanım. Not tutuyorlar. O sırada Pablo anlatmaya başlayayım mı diyor ama ben hemen dostlarımın dikkatini sokakta geçen Volkswagen’lere çekiyorum.
“Bakın dostlarım etraftaki Volkswagen’lere.”Üstü beyaz diğer yerleri fıstık yeşili rengine boyalı bir çok vosvos dolaşıyor etrafta. Bunlar taksiler.” Bizim bildiğimiz eski tip vosvoslar. Herkes ilgi ile bakıyor. “Bu vosvosların üretimi 1973 yılında Almanya’da durduruldu. Almanlar fabrikayı Meksikalılara sattılar. O tarihten bu yana bizim bildiğimiz ve çoğumuzun çok sevdiği kaplumbağalar burada üretiliyor. Bunlar belki son 2002 modelidir. Bütün Meksika’da bu kaplumbağaları taksi olarak kullanırlar. Her şehrin rengi ayrıdır. Burada beyaz – yeşil, Cancun’da mavi, Acapulco’da kırmızı renktedirler.”
Herkes bu taksi vosvosların resimlerini çekiyor. Pablo’da bu ilgiyi pek anlamıyor. Bizim taksilerimize bu insanlar niye böyle ilgi gösteriyor diye merak ediyordur. Kısaca anlattıktan sonra devam ediyorum.
“Bu taksiler üç kişiliktir. Şoförün yanında koltuk yoktur. O bölüm bagaj için ayrılmıştır. Üç kişi de arkaya oturur. Bagaj yok, çocuk var ise onu boşluğa, yere oturtabilirler. Böylece 4 yolcu da alabilir.”
Tüm grup şaşkın. Keşke bunlar bizde de üretilse diyorlar. Bilmiyorum ama galiba fabrika satılırken Meksika’ya ihraç yasağı konulmuş ki biz ithal edemiyoruz.
Bu bilgileri verdikten sonra Pablo’ya anlatması için işaret veriyorum. O da başlıyor:
“Şu anda Mexico City D.F. den çıktık ve Meksika eyaletine girdik. Kuzeye doğru gidiyoruz. Teotihuacan buradan 33 km ileride. Hidalgo eyaletinde.Yani biraz sonra Meksika eyaletinden çıkacağız. Bir eyaletten diğer eyalete geçerken büyük tabelalar vardır. “
Benim ilk geldiğim sene önce bu yol daracıktı. Piramitlere bir buçuk saatte ancak gidebilmiştik. Şimdi ise otoyol yapılmış. Bilet gişelerine girip bu kalan yirmibeş km yi otoyoldan gidiyoruz hem de yirmi dakikada. Eskiden bildiğim otoyol fiyatlarını Pablo ile bir daha kontrol edip lafa giriyor ve bilgi veriyorum “Burada otoyollar çok ama çok pahalıdır. Eskiden otoyolun her kilometresi bir amerikan doları olarak hesaplanırdı. Yani otoyolda yüz km gitmek için yüz dolar ödemek zorundaydınız. Ama yüksek enflasyon ve paranın değer kaybetmesinden ötürü bu ücret şu anda bir km ye altmışbeş cent gibi imiş. Yani biz şu geçtiğimiz yirmibeş km için yirmi dolara yakın para ödeyeceğiz.” Aslında belki inanılacak gibi değil. Türkiye’de mesela İzmir’den Çeşme’ye 75 km kadar bir otoyol vardır. Yalnızca 1 milyon öderiz. Yani 65 cent . Onların 1 km için ödediğini biz 75 km için öderiz.
“Peki bu kadar pahalı da gene giden oluyor mu? “ diye soruyor Nurşan. “Evet oluyor. Çünkü bu yol dışında yollar o kadar çok kasisle doludur ki. O kasisler de o kadar yüksektir ki eğer otomobilde üç kişiden fazla iseniz mutlaka birkaç kişinin inmesi gerekir. Zaten her kasis başında bir satıcı tezgah kurmuştur. Kasisin hemen ilerisinde lastik tamircileri, aks tamircileri.. gibi küçük sanayi kuruluşları vardır. Meksika’da bu kasislere “Uyuyan Polis”, Brezilya’da “Aks kıran” adı verilir. Parasız yola girenler öyle pişman olurlar ki yol bitmez oralarda. Onun için bu paraları vermeye istemeyerekte olsa razı olurlar.”
Gerçekten ilginç bir husus. “Ben de inanamamıştım ilk geldiğimde. Ama yüz kmlik Acapulco – Mexico City arasında 35 km yi iki saatte geçtikten sonra tekrar otoyola girdim ve kalan bölüm için paşa paşa o zamanki tarife ile yüz dolara yakın para ödedim. Görmek istediğim çok yere de gidememiştim bu pahalılık yüzünden. Bu kasisler yüzünden otoyolun olmadığı ve gerillaların çok olduğu Tabasco eyaletinin altındaki Chiapas bölgesinde gece seyahat çok tehlikelidir. Ana yolda kasis için durakladığınızda silahlı soyguna uğrarsınız. Hızlı geçmeye kalkarsanız zaten aksınız kırılır ve yine soyulursunuz. Onun için Chiapas bölgesindeki meşhur Palanque tapınağını görmek isteyenlere gece seyahat etmemeleri önerilir.”
Pablo, bilgi vermek için beklerken ben böyle lafa girip girip anlatıyorum ama yerli rehber bunları anlatmaz ki. Bizim ilgimizi çeken hususları bizden iyi bilemez ki. Onun için sık sık Pablo’nun sözünü kesip bu ekstra bilgileri veriyorum.
Nihayet söz sırası Pablo’ya geliyor. O da Meksika’nın tarihini anlatıyor. Şimdi gittiğimiz Teotihuacan’ı ziyaret etmeden bu bilgilere sahip olmak gerekir.
“Meksika’ya ilk insanların Kristof Kolomb’tan 20000 yıl önce geldiği biliniyor. M.Ö. 1200 ila M.S. 1521 yılları arasında buralarda çok gelişmiş bir medeniyet vardı. İlk medeniyet M.Ö.1200 yıllarında doğuda Meksika körfezi kıyılarında Vera Cruz ve Tabasco bölgelerinde Olmek’lerle ortaya çıktı. MÖ 300 yıllarında Oaxaca’da Zapotek’ler medeniyete katıldılar. M.Ö. 200 ila M.S. 200 yılları arasında medeniyet merkezi Izapa idi. M.S. 250 yıllarından sonra Yucatan yarımadasında Mayalar tarafından basamaklı piramitler yapılmaya başlandı. Orta Meksika’da büyük bir medeniyetin Teotihuacan’da doğuşu MS 250-600 yıllarında oldu. Bunu Toltek’lerin Tenoctitlan ve Tula medeniyetleri izledi. 14 yy başlarında Tenoctitlan’a Aztekler yerleşti.”
Sıkı not alan Selen hanım tam duyamamış ki tekrar soruyor “Piramitleri ilk kim yaptı?”
“Buralarda iki tür arkeolojik kalıntı vardır. Mabetler yani tapınaklar ve piramitler. Zapotek ve Olmekler tapınaklar, Teotihuacan’lılar ve Mayalar piramitler inşa ettiler. Şimdi ziyaret edeceğimiz piramitleri Teotihuacan’lılar inşa ettiler. Mayalar ise Cancun’un bulunduğu Yucatan yarımadasında ve güneye doğru Guatemala’da, Honduras’ta kurdukları şehir – devletlerde piramitler inşa ettiler. Doğuda Meksika körfezinin kenarındaki Vera Cruz’un 200 km kuzeybatısında El Tajin şehrinde bulunan piramitlerin Maya soyundan gelen El Tajinler tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Çünkü burada da Maya piramit kompleksinin bir parçası sayılan top sahaları bulundu.”
Bu şekilde eski Meksika tarihi biraz daha açıklandı ama kalanını gelecek günlerde diğer piramitleri gördükçe daha iyi öğreneceğiz.
Zocalo’yu gezerken anlatamadığı, Tenoctitlan’ın kuruluş efsanesini burada anlatıyor Pablo.” Aztek’ler kuzeyde yaşarlardı. Göçebe idiler. Durmadan yer değiştirirlerdi. Yıllar boyu gezicilikten bıkan Aztek’ler artık sabit bir yerde yerleşmek istiyorlardı. Büyücülerine sordular. ‘Bizim kavmimiz için en uygun yer neresidir?’ diye. Büyük büyücü Tanrılarla konuştu ve dedi ki “ Güneye doğru yürüyün. Bir gün bir kaktüs göreceksiniz. Üzerinde bir kartal duruyor olacak. O kartal gagasında bir yılan tutacak. Bunu gördüğünüz yer, sizin yerleşeceğiniz yerdir.”
Bu efsane bütün gruba ilginç gelmişti. Pablo devam etti “ Aztek’ler yürüdüler yürüdüler. Yıllarca. Geçtikleri yerlerde yerleşik kavimleri vahşice öldürdüler. 1325 senelerinde tam burada, biraz sonra göreceğimiz iki piramidi gördüler. Ama bu yöre terk edilmişti. Sonra bir göle geldiler. Texcoco gölüne. Göl sığ idi. Yürüdüler. Ortada bir ada vardı. Adanın üzerinde bir kaktüs. Kaktüsün üzerinde de gagasında bir yılan tutan kartal. Evet . Büyücülerinin dediği yere gelmişlerdi. Burada yerleşip Tenoctitlan şehrini kurdular. Büyük bir mabet inşa ettiler. Bu mabet, biraz önce gördüğümüz Templo Mayor idi. Aztek’ler yerleşik düzene geçince güney Guatemala’ya kadar uzanan bir imparatorluk kurdular. Ta ki İspanyollar gelinceye kadar.”
Amma güzel hikaye. Demek batıda Aztek’ler , doğuda Mayalar hakimiyetlerini sürdürüyorlardı. Ya İspanyolların gelişi? Onun hikayesi?
Pablo şimdi onu anlatıyor. “Aztek büyücüleri 1519 yılında doğudan beyaz garip bir hayvan üzerinde bir beyaz adam gelecek diye kehanetlerine devam ettiler. Bu Tanrı Quetzalcoatl’un kendisidir. (Quetzalcoatl tüylü bir yılan tanrıdır. Buna Aztek’ler gibi Mayalarda inanır.) Tanrı geri gelecektir dediler. Aztek'lerin başında Kral Moctezuma II vardı. O sene beyaz garip bir hayvan üzerinde ( O sırada Amerika kıtası henüz at ile tanışmamıştı.) tüylü şapkası ile birisi geldi. Bu beklenen, büyücülerinin söylediği ”Tüylü Yılan Tanrı” olmalıydı. Onun için İspanyol istilacı Hernan Cortez, büyük bilgi, saygı ve ikramlarla karşılandı. Kendisinin de şaşırdığı bu karşılanmada Moctezuma II, kendisine altından yapılmış değerli eşyalar sundu ve Cortez’i sarayda ağırlamak istedi. Cortez’in buraya geliş sebebi zaten altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerdi. Gözleri parladı. Buraya tamamen hakim olmalı ve bütün bu madenlere sahip olmalıydı. Kral 2. Moktezuma’nın sarayında o akşam verdiği ziyafette İspanyol askerleri, kralı tutuklayıp hapsettiler ve hazırlıksız yakaladıkları savaşçı Aztek'leri büyük bir katliama uğrattılar. Katliam iki yıl süre ile devam etti. “
“Aztek kralları çevredeki kabileler üzerinde bıktırıcı bir baskı kurmuşlardı. Sık sık onlardan tanrılarına kurban edilmek üzere savaşçılar ve kadınlar isteniyordu. Aztek’lerden bıkan düşmanları, İspanyollara yardım ettiler. İki sene içinde Aztek’lerin çok büyük bir bölümü katledilmiş ve Tenoctitlan şehri ve mabetleri yerle bir edilmişti. Avrupa’dan gelen çiçek, tifüs gibi salgın hastalıklara karşı Azteklerin bağışıklılıkları da plmadığı için katliamlar ve bu salgın hastalıklar sonunda yirmibeş milyon nüfus seksen sene içinde bir milyona indi.”
“Meksika sözcüğü Aztek’lerin kendilerine, Aztek sözcüğü ise İspanyolların Meksikalılara verdiği isimdi. Hernan Cortez buradan Panama’ya kadar olan bölgeye Yeni İspanya dedi. Şu anda Templo Mayor adı verilen büyük Aztek mabedi yıkıldı ve onun taşları ile yerine bugünkü Zocalo meydanındaki büyük Katedral inşa edildi. Göl dolduruldu. Atlar ve at arabaları getirildi. Yerlilere karşı katliamlar hiç durmadan devam etti. Katliam o derece büyük boyutta idi ki Papa bile dayanamayıp Yeni İspanya’da yaşayan yerli halkın “ Hayvan değil İnsan “ olduğunu ve bu şekilde öldürülmemeleri gerektiğini içeren bir bildiri yayınladı.”
O sırada otoyoldan çıkıp uzakta kendini gösteren piramitlere doğru gidiyorduk. Pablo bu yörenin özelliği lav taşı Obsedian’ı işleyen bir fabrikaya uğramayı teklif etti. Bu taştan yapılan hediyelik eşyalar gerçekten çok ilginçti. Biz de ilk geldiğimizde bunlardan epey almıştık ve çok memnun olmuştuk. Ayrıca rehberlerin komisyon almak için durdukları bu yerlerde o yörenin kültürünü görmek mümkün oluyordu. Tuvalet molası için de bu yerler biçilmiş kaftandı.
Otobüsümüzü park edince bizi, şişman , güler yüzlü , burada yetkili olduğu belli olan tipik bir yerli bayan karşıladı. Kendisini tanıttıktan sonra bizi bir kaktüsün başına götürüp bilgi vermeye başladı.
“ Baylar bayanlar, hepiniz fabrikamıza hoş geldiniz. Size Agave ve Obsidiyan ile ilgili bilgi vereceğim. Birincisi bu gördüğünüz Agave denilen kaktüs biz Meksikalılar için çok değerlidir. Papirus Mısır için önemli ise Agave de Meksikalılar için aynı derecede önemlidir. Şimdi size bu bitkiden neler elde ettiğimizi ve bizim için neden önemli olduğunu anlatacağım.”
Agave, bizim bildiğimiz, Türkiye’de de bolca olan kaynana dili dediğimiz kaktüs cinsi. Ne marifetleri varmış acaba?.
“7 yaşına gelen Agave bitkisinin, Narsis dediğimiz çiçeği çıkmadan, tam ortasındaki yaprağı kesilir. Bu sırada dış yaprakları ellenmez. Gördüğünüz gibi ortasında bir sıvı birikir. Biriken bir litre civarındaki sıvıyı alınca 24 saat içerisinde tekrar ayni miktar sıvı toplanır ve bu işlem 15-20 gün devam eder. Bu sıvı tatlıdır.” Hepimize tattırıyor. Gerçekten hoş bir tadı var. “Bu sıvı alınır ve bundan çeşitli mamuller yapılır. Olduğu gibi satılırsa afrodizyak özelliği vardır. Bekletilip özel bir cins likör yapılabilir. Bu sıvıdan yapılan şampuanlar saçı, kremler cildi besler. Agave’nin yaprakları çok yararlıdır. Bu kıvrım kıvrım yaprağı açtığınızda içinden çıkan zar kurutularak parşömen kağıdı olarak kullanılırdı. Mısırdaki gibi bizde de hiyeroglif alfabe kullanılırdı. Bizde papirus yerine bu kağıtlara yazı yazılırdı.”
Bizim kaynana dilinin ne marifetleri varmış böyle. Devam ediyor.” Bu yaprakları ezerek içindeki usareyi alırsanız Aleo Vera gibi kırışıklıkları giderici merhem yapılır.”
“ Ayrıca yaprakları kaynatılıp damıtılarak Teqilla elde edilir. Kökü damıtılarak Mezcal denilen içki elde edilir. Mezkal ve Teqilla’nın yalnızca imal teknikleri farklıdır. “
Bülent bey sor bakalım bunlar Teqilla’daki kurdu yiyorlar mı? Soruyorum. Bayan tebessümle cevap veriyor. “Teqilla’da katiyen kurt olmaz. Kurt mezkal’de olur. Agave nin yanında yetişen otlarda ve Agave’nin üzerinde büyüyen Gusano isimli kurtlar lezzet versin diye Mezcal'e konur. İçki dağıtılırken o Gusano kime gelirse şanslı sayılır. Bu kurt çok lezzetlidir.”
Bu agavenin meziyetleri bitecek gibi değil. Bazı dostlarımız dinlemeyi bırakıp hediyelik eşyalara bakmaya başladılar bile. Ama yetkili anlatmaya devam ediyor. “Yaprakların ucundaki bu sivri bölümü böyle kırıp kopartmadan çekerseniz, bu sivri diken lifleri ile birlikte gelir. Atalarımız bununla dikiş dikerlerdi.” Gerçekten iğne ve iplik beraber geliyor. İnanılmaz bir şey.. “ Ayrıca bu iğnelerle balık ta avlarlardı.”
Bilgi veren yetkili bayanımız, grubun dağılma ihtimaline karşı Agave’nin meziyetlerini kesip hemen Obsedian denilen lav taşlarına doğru gitti. Anlatsa belki daha ne meziyetleri vardı bu kaktüsün. Sonradan oğlumun anlattığına göre Teqilla dünyanın sevdiği bir içki haline gelince Agave tarlaları tükenmeye başlamış. Tarlalar tükenince üretim azalmaya başlamış. Onun için Teqilla fiyatları on sene öncesine göre 3-4 misli pahalanmış. Şimdi yeni yeni agave tarlaları geliştiriliyor ama onlardan verim alması hayli zaman gerektirecekmiş.
Bahçede büyük yığınlar halinde duran siyah renkli taşların önünde durup bilgi vermeye başlıyor. “Bu taşın adı Obsidiyan’dır. Lav taşıdır. Yerin derinliklerinden çıkartılır. Bu bölgenin taşıdır. İki ana cinsi vardır. Güneş ışığında rengi değişen cinsi ve de daha cam özelliği olan, ışıkta parlayan, simsiyah kalan cinsi. Bu simsiyah cinsi bıçak, ok ucu gibi silah yapımı ile süs eşyaları yapımında kullanılmıştır. Eski insanların mızrakları Obsediyan’dan yapılırdı. Onun için ticari değeri büyüktü. Güneydeki şehirlere, ta El Salvador’a kadar, belki de daha da güneylere bu mamuller satılırdı. Teotihuacan bu ticaretten büyük gelir elde ederdi.”
“Diğer cins Obsedian güneş altında altın, gümüş ve gökkuşağı olmak üzere üç ayrı renge dönüşür. Bunlar daha ziyade süs eşyaları, masklar ve heykel yapımında kullanılırdı. Maya ve Aztek Mabetlerinde bulunan maske figürlerinde diğer değerli taşların da işlendiğini görüyoruz. Bu buluntularda kullanılan Yeşim taşı yalnızca Guatemala’da üretildiği için Teotihuacan’lıların, Guatemalalılarla, turkuvaz ise Arizona’dan geldiği için Amerikalılarla ticari alışverişte bulunduklarını bilmekteyiz. Bu eski masklardan esinlenerek bugün Obsediyan ve yeşim, lapis lazuli, turkuaz, malakit ... gibi diğer değerli taşlarla yaptığımız maskları içeride bulabilirsiniz. Burada önemli olan bu taşların elle mi yoksa makine ile mi işlendiğidir. Bizde elle işlenmiş çok değerli ama piyasaya göre çok ucuz olmayan mamuller bulabilirsiniz” deyip içeriye davet ediyor.
İçeride bayanlar muhteşem heykelciklere bakarken biz erkekler de ikram edilen agave içkilerinin tadına bakıyoruz. Likör gibi tatlı olanı neyse ama diğeri bana Vietnam’da içtiğim tadı bana pek garip gelen pirinç rakısını hatırlattı.
Bu taşlardan yapılmış eşyaların bazılarının anlamları var.. Ay tanrıçası bayanlara, güneş tanrısı erkeklere uğur getiriyor. Rengarenk kaplumbağalar uzun ömür timsali. Aztek savaşçıları, şaman büyücüleri, çeşitli masklar, kral başlıklarının yanı sıra bir diğer bölümünde de Tasco bölgesinden çıkartılan gümüşlerle, altınlarla bu obsediyan taşlarının birleşimi süs eşyaları satılmakta. Hepsi birbirinden ilginç şeyler. Bugünlerde pek turist olmadığı için bizi kaçırmamak istemiyor ve fiyatları bir hayli aşağıya çekiyorlar. Alışverişe bir daldık ki sormayın. Sanki programın tamamı burada alışverişmiş gibi. Oysa ne sıkışık bir gün 6 saat sonra uçakta olmalıyız. Gene fotokopiler gelince aklıma acaba bu işyerinde fotokopi makinesi var mı diye sordurdum. Yokmuş. Belki 3-5 km ilerideki kasabada olabilirmiş. Burada 1 saate yakın zaman harcadık. Agave ve obsediyan’ı iyice tanımak imkanını elde ettik. Herkes aldıkları eşyalardan öyle memnun ki. Burada bir de işe yaramaz diye atılan simsiyah obsediyan parçalarına isim yazdırmak mümkünmüş. Bunlar gerçekten çok özel bir Mexico hatırası oldu.
Artık piramitlere gitme zamanı geldi. Otobüsümüz bizi 10 dakikada otoparkın olduğu yere getirdi. Karşımızda iki muhteşem piramit duruyor. Burası Orta Amerika’nın Giza’sı olarak biliniyor. Dünyanın 7 harikasından biri olan ünlü Keops piramidi ile Kefren ve Mikerinos’un piramitleri Giza’dadır.
Teotihuacan Meksika tarihinin abidevi yeri. M.Ö. 100 ila M.S. 650 seneleri arasında varolmuş ve M.S. 300 yıllarında zirveye yükselmiş bir kent. 250.000 insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Zengin obsediyan kaynaklarını ticarete dönüştürmüşler. Güneyde Guatemala’nın Tikal şehir-devleti ile kuzeyde Amerika’nın Arizona bölgesi arasında büyük bir ticari imparatorluk kurmuşlardır. Teotihuacan 7. yüzyılda ormanların yok olmasından dolayı gelen kuraklık, yangınlar ve yağmacıların baskınları sonucu tarihin derin karanlıklarına gömüldü. Aztek’ler kuzeyden gelip kaktüs üzerindeki kartalı ararken Teotihuacan’dan geçtiler. Burası terkedilmişti. Bu büyük piramitleri gören Aztek’ler buraya “Teotihuacan” yani “Tanrıların yaratıldığı yer” dediler. Tanrının da evreni burada yarattığına inandılar.
Teotihuacan’da dört km lik bir yol var. Yolun bir ucunda Ay piramidi ve onun çevresinde o zamanki rahiplerin yaşadığı saraylar, diğer ucunda kutsal tüylü yılan ve yağmur tanrılarına adanmış iki mabet bulunuyor. Bu yol, üzerine yapılan basamaklı mezarlardan dolayı “Ölüler Caddesi” diye adlandırılmış. Yolun orta kısmına rastlayan yerin 50 metre gerisinde Güneş piramidi yükseliyor. Otopark Güneş piramidine yakın. Bazı dostlarımız “İşte karşıdan görülüyor “ diyerek Güneş piramidine çıkmak yerine o civardaki alışveriş tezgah-larında kalnayı tercih ettiler.
Bu piramide Güneş Piramidi denmesinin nede-ni düzlemi ve açıları tama-men güneş hareket-lerine göre düzenlenmiş oluşu. Köşeleri ekinoksu gösteri-yor. Yani gün ve gece eşit olduğunda gölge oluşmu-yor. Ayrıca pleiades takım yıldızı hesaplaması da dikkate alınmış. Güneş Boğa burcuna girdiği zaman tam tepeden 6 yıldızın yani sıra kayıp yedinci yıldız görülüyor. (Bu ince hesaplamaların Maya tapınaklarında olduğunu duymuştuk. Demek burada da ayni hesaplamalar yapılmış) Bu piramidin bence en önemli özelliği tabanının eninin ve boyunun Mısır’daki Keops piramidi ile tıpatıp aynı oluşu. Yüksekliği de tam yarısı. Bu kadar eşitlik göz önüne alındığında ya bunların mimarları aynı veya bilinmez bir tarzda ayni teknolojik hesaplamayı yapmışlar. Hayretler içinde kalmamak mümkün değil. İster istemez Eric von Daniken’in teorisi geliyor akla. Piramidin yönlendiği ana nokta, batıya bakıyor. Tam güneşin battığı yere. Güneş, her gece jaguar olur ölür ve yerin altına girer. Sonra yine her sabah doğar ve bu reenkarnasyon devam eder durur. Güneşin doğmadığı, havanın kapalı olduğu günlerde uğursuzluk gelecektir, tanrı adak istemektedir inancı ile insanlar kurban edilirmiş. Ertesi gün gene doğmaz ise bir gün önce edilen kurban sayısının az olduğu düşünülür. Zaten piramidin taşları üzerinde bulunan elleri bağlı iskeletler ve binlerce kafatası, bu kurbanların günümüze ulaşabilmiş izleri.
Güneş piramidinin yüksekliği 68 metre. 215 basamakla en tepeye çıkılıyor. Mısırda piramitlere çıkmak yasak olduğu için bazı dostlarımız çok dik te olsa bir piramidin tepesinde olmak duygusunu tatmak için soluk soluğa tepeye tırmanıyorlar. Orada resimler çekip Teotihuacan’ı tepeden izliyoruz. Muhteşem bir manzara. Karşıda ay piramidi. Onun yüksekliği 45 metre. Eskiden her yeni kral gücünü göstermek üzere kendisinden önceki piramidin üzerine onu yıkmadan bir piramit daha inşa ederlermiş. Ay piramidinin incelenmesinde şimdiye kadar üst üste 12 piramidin yapıldığı anlaşıldı.
Bugünlerde güneş piramidinin içinde bir yol olup olmadığı araştırılıyor. Geçen senelerde bulunan bir dehlizin bir süre gittikten sonra sonlandığı görülmüş. Ama aramalar halen devam ediyor. 1994 de de buradan çıkan bazı objeleri sergilemek üzere yörede bir müze kuruldu. Ama esas parçaların Mexico City’deki Antropoloji müzesinde sergilenmekte olduğunu öğrendik. Birkaç saat sonra bunları görme imkanına kavuşacağız.
Şehre dönerken Meksika tarihi ile ilgili bilgileri tercüme etmeye hiç keyfim yok aslında. Saat 12 ye geliyor. İnşallah Mehmet Ali pasaportları almaya otele gitmemiştir, diye düşünüyorum. Daha fotokopi işini çözemedik ki.
Fotokopici bulma ümidi ile otoyolu başka bir çıkıştan terk ediyoruz. Yolda geçerken Pablo bize, gecekonduları gösterip ne olduklarını sordu. “Gecekondu” diyoruz. Bildiğimize şaşırıyor. Amerikalı turistlerin şaşırmasına o kadar alışmış ki, bizim bilmemize şaşırdı. Amerika’dan gelen turistler için yeni bir şey. Onlar şaşırıp kalıyor ama bunlar bizim bildiğimiz gecekondular.. Ancak buradaki ismi değişik. Paraşüt. Bir gecede tepeden inme inşa edildiği için bu adı takmışlar. Güzel de bulmuşlar aslında.
Bu sırada Nihal “Buldum” diye heyecanla haykırdı.
Ben de şaşırdım “Neyi? Kaybettiğin küpeni mi?”
Kızdı. “Ne küpesi ? Visa kartlarına çözüm buldum. Hani şu kartı olmayan 3 kişinin fotokopi işine.”
“ Nasıl?” Ben de şu akıllı eşim ne buldu diye merak etmiştim.
“”Bak. Kartı olmayanlar yerine üç ayrı kişinin visa kartlarının fotokopilerini çeker onların akrabası diye yazarız. Böylece hiçbir eksik evrak olmaz”
Doğru, vallahi. Bence de zaten öyle tek tek detaya bakmazlar. Şöyle baştan savma bakarlar evraklar tamam mı değil mi? diye. Çok titizlenmezler. Üstüne teyzesi, yeğeni, baldızı .. gibi açıklayıcı bilgi de yazdık mı tamam. Akıllı bu bizim hanım. Ne güzel çözüm buldu. Artık rahatladım ve bu formül üzerine bir oh çekip sırtıma yaslandım. Pablo’nun açık olacağını tahmin ettiği iki yer de kapalı olunca, bizim otelin yanındaki otelden söz ettim. Tarif de ettim. Ona da uygun gelince tekrar Zona Rosa’ya gittik. Tam bizim Royal otelinin yanında park edip bir otele girdik. Burası benim dün gece uğradığım yer değil. Tarifime göre bu otel sanmış Pablo. Burası da 5 yıldızlı bir otel. Belki burada da vardır diye içeriye girip soracağız.
Hiç kimsenin otobüsten inmemesini ve isimlerini okuduklarımın visa kartlarını hazır etmelerini söyledim. İçeriye girdiğimde resepsiyondaki kızlar müşteri gelmiş gibi sevindi. Derdimi anlatınca yüz ifadeleri değişti. Oda numaramı sordu. Burada kalmadığımı söyledim. “O zaman olmaz” dedi. Sorumlu birisini istedim. Ön büro şefine sıkıntımızı anlattım. Büyükelçiliğin memurunun bu fotokopileri beklediğini söyleyince inadı kırıldı ama bu seferde “kart başına yarım dolar isterim” dedi. Ne isterse istesin. Şu anda sorunu çözmenin parasal değeri ölçülemez diye düşünerek otobüse koştum. Kendime yakın bulduğum Nurşan ve Yarış’a birer fazla çekeceğimi ve nedenini anlattım. Tabii diyerek destek oldular. Yarış’la birlikte kartları sıraya koyup resepsiyondaki görevliye verdik. Arkalı önlü çekmesini söyledik. Fotokopi odası üst katta imiş. Bize lobide beklememizi söylediler.
Bu arada otelin restoran’ında öğle yemeğinde yemek müziği yapan mariachi grubunu dinledik. O Aslında Mexico City’nin Garibaldi bölgesi bizim çiçek pasajına benzer. Orada bütün gece mariachi ekipleri lokanta lokanta dolaşıp şarkı söylerler, para toplarlar. Lokantaları daha otantik olduğundan mahalli yemekleri de yiyebilirsiniz. Ama dün gece güvenlik gerekçesi ile Pablo bize tavsiye etmedi. Son senelerde hırsızlık vakaları daha da artmış.
Biraz sonra fotokopiler geldi. Nihal, Yarış ve ben fotokopiler gelince pasaportları, evrakları ile birlikte tek tek sınıflandırıp hazır ettik. İki büyük torbaya doldurduk. Hemen köşedeki bizim Royal otelin resepsiyonuna bıraktık. Görev tamamlandı. Bir de Mehmet Ali’ye telefonda ulaşabilse idik iyi olurdu ama sonra gene deneriz diye otobüse dönerek tura devam ettik.
Şimdi ziyaret edeceğimiz Chapultepec Parkı (veya Ormanı) Mexico City’nin en önemli köşelerinden birisi. 6000 dönüm büyüklüğünde. Burası piknik alanları, joging ve bisiklet pistleri, ... gibi spor aktivitelerinin yanında çocuk bahçeleri, müzelerle dolu bir yer. Günün her saatinde ve haftanın her gününde tıklım tıklım. Zaten parkın bir bölümünde zenginlerin ikamet ettiği evler var. Rehberler çok para kazandıkları için burada ev satın alabiliyorlarmış. Pablo’da idealinin ileride çok para kazanıp buraya yerleşmek olduğunu söylüyor. Aztek krallarının ve daha sonra gelen İspanyol yöneticilerinin oturduğu kale de burada. Ayrıca bir zamanlar Aztek kralı 2. Moctezuma’nın sahip olduğu hayvanların bulunduğu yer şimdi Hayvanat Bahçesi olarak hizmet görmekte.
Zamanımız kısıtlı olduğu için otobüsten inmeden bir tur atacağız. Sonra müzeye gideceğiz. Öğle yemeğimiz müzede. Bu arada Meksikalılarca çok önemli olan Çocuk Kahramanlar anıtının önünde duruyoruz. Galiba bu anıtla ilgili bir şeyler anlatacak Pablo. Yüz ifadesinden de belli ki burası onun için ayrı bir anlam taşıyor.
“Meksika 1821 de bağımsızlığını kazandı. O sırada 4 milyon km. topraklara sahiptik. İspanyollar burada, işgalden sonra 16-19.yüzyıllar arasında tam bir ırk ayırımcılığı uyguladılar. Madencilik, ticaret ve tarım ile yalnızca İspanyol anne ve babadan doğan CRİLLO’lara mahsustu. Irk ayırımcılığında crillo’ların altında MESTİZO’lar ( İspanyol ile yerli/ Afrikalı esir çocukları) ve onların da altında yerliler ve Afrika’dan getirilen esirler vardı.
“Meksika'nın ilk bağımsızlık hareketi 16 Eylül 1810’da rahip Hidelgo’nun bağımsızlık çanını çalıp ‘kötü yönetime ölüm’ çağrısı ile başladı. Bu çan şu anda Zocalo’daki National Palacio’dadır ve her yıl 16 Eylül’de çalınarak bayram kutlanır. Çan çalınırken Halk üç kere ‘Yaşa Meksika’ diye bağırır.”
Biz bir türlü bu anlatılanlarla abide arasında ilgi kuramadığımızdan soruyoruz. “Bu 6 sütunlu, üzerinde Küçük kartalcıklar bulunan abide ile ne ilgisi var? Bağımsızlık savaşında şehit olanların anısına mı yapılmış bu abide?” .
“Şimdi oraya geleceğim” diyor Pablo. “Bunu daha iyi değerlendirmek için bu kısa izahatı vermem gerek.” Diye devam ediyor. “Bağımsızlık bayrağı 1811 de öldürülen Hidalgo’nun yerine geçen başka bir rahip Jose Maria Morales’e geçti. 1813 te kongre toplandı ve bağımsızlık ilan etti ise de 1815 te yakalanıp öldürüldü. O sıralarda İspanya’nın Fransa ile başı dertte idi. Buralara asker gönderecek hali yoktu. 1821’de Cordoba anlaşması ile bağımsızlığımızı kazandık. Bağımsızlığımızı bu derece kolay kazanmamızda ABD’nin yardımı çok oldu. Bağımsızlıkla beraber ilk ortadan kaldırılan 1571’de kurulduğundan beri bütün şiddeti ile uygulanan engizisyon mahkemeleri oldu. İspanya’da bu mahkemeler zaten çoktandır kalkmıştı.”
“Kurulan “Yeni İspanya”nın başşehri şimdi ABD topraklarında kalan Santa Fe idi. 1824’te de anayasa ile Amerikan usulü federatif yapı kabul edildi. Bundan sonra iç huzursuzluk hiç bitmedi. Generallerin ihtilaller ile başkanlıkları ele geçirmesi ülkemizi hep zayıf kıldı. Bir örnek vermek gerekirse 24 senede iktidar 36 kez el değiştirdi. Ancak Katolik kilisesinin ve başkanın gücü hep muhafaza edildi. 1829 da kölelik kaldırıldı.”
“Köleliğin kaldırılışı çoğunluğu Amerikalı olan o sıralar Meksika’ya bağlı Teksas’ı endişeye düşürdü ve Teksas bağımsızlığını ilan etti. Başkan Santa Anna her ne kadar Alamo’da Teksas kuvvetlerini yendi ise de bir ay sonra mağlup oldu ve Teksas'lılar bağımsızlıklarını kazanıp “Yalnız Yıldız” “Lone Star” Cumhuriyetini kurdular. Bunu fırsat bilen ABD kongresi harp ilan edip Teksas’ı işgal etti. İşgale başlamışken Kaliforniya, Utah, Kolarado ve New Meksiko’nun bir bölümünü de ABD’ye kattı. Yapılan anlaşma ile bu topraklar ABD’ye bırakıldı. Bırakılan topraklar 2 milyon km olup, aşağı yukarı o zamanki Meksika’nın yarısı kadardı. Başkan Santa Ana 1853 te Gadsden Bölgesinin de satış anlaşmasını imzalayıp 48.000 km2 lik toprağı da bu sefer satma yoluyla ABD’ye bıraktı.”
“ABD ile bizim çok kanlı savaşlarımız oldu. Bu savaşlar sırasında Amerikan istilasına karşı koymaya çalışan altı genç Meksikalı küçücük bedenlerine bayrağımızı sarıp kendilerini siperlerin önüne attılar. Hepsi aynı anda öldürüldüler. Ama biz bu altı genci ulusal kahraman ilan ettiğimiz için onlara bu abideyi diktik. Bu altı sütun o altı genci simgeler. Biz komşumuzun saldırganlığını ve bizim ülkemizin yarısını silah zoru ile elimizden almalarını hiç unutmadık”
Hepimiz buğulu gözlerle dinliyorduk bu öyküyü. Dünyanın bir yerlerinde neler oldu, neler oluyor? Meksika tarihi konusunda epey bilgi edinmiştik.
Şimdi doğruca müzeye ve öğle yemeğine gidiyorduk. Müze girişinden itibaren çok haşmetli. X-Ray’de çantalar sıkıca kontrol edilip ön binadan arka bahçeye geçiyoruz. Bahçenin ortasında üstünden sular akan dev bir şemsiye var. Üstünden aşağıya sular akıyor. Herhalde sıcak günlerde halk serinlemek için kullanıyor burasını. Avlunun üç tarafı arkeolojik eserlerin bölüm bölüm sergilendiği salonlarla çevrili. Sol taraf Maya Medeniyetleri salonu, karşıda Aztek medeniyetleri salonu ve sağ tarafta diğer medeniyetler (Olmek, Toltek, Mixtek) salonu var.
Müzeyi gezmeye başlamadan önce öğle yemeği için soldaki merdivenlerden inip bahçe içindeki lokantaya gidiyoruz. Maya Medeniyetleri salonunun tam altına isabet eden yer. İç kısımda bize ayrılmış masalarda açık büfe öğle yemeğimizi alıyoruz. Bu bizim ilk Meksika yemeğimiz. Taco’dan tutunda fajita ...vb tüm Meksika yemek çeşitleri var. Yemekten sonra saat 15.30’a kadar müze gezmek için serbest zaman veriyoruz. Saat 15.30 da havaalanına gitmek için büyük duş fıskiyesinin altında buluşacağız.
Maya Medeniyetleri bölümü kapalı idi. Biz zaten bundan sonra hep Mayaların oldukları yerlerde gezeceğimiz için çok üzülmedik. Ayrıca yalnızca diğer salonları görmek için bile zamanımız yetersizdi. Bu müzeyi içimize sindirerek gezmek için sabah erken saatinde gelip akşama kadar kalmak gerekirmiş. Aztek bölümünde neler yoktu ki. 7 numaralı odada meşhur Aztek taş takvimi “Piedra del Sol” ün haşmeti karşısında büyüleniyoruz. Meksika’ya giden tüm turistler bu taş takvimden mutlaka alırlar. Bizim evde de ilk gelişimde aldığım bir Aztek Takvimi vardı ama bu müzeye gelmediğimden orijinalini görmemiştim. Tula harabelerinden orijinal stelealar, Vera Cruz'da bulunan dev taş Olmek kafa heykeli, 8. yüzyıldan Maya kralı Pacal’ın Palanque’de bulunan muhteşem mezarı. Neler neler. Moctezuma II. nin Hernan Cortez ile karşılaştığı zaman başında olan dev tüylü şapkası, başlığı. Gerçekten etkileyici ve ürkütücü. Krallar giydikleri bu başlığa çok önem verirlermiş. En muhteşem başlık kralda olurmuş. Hükümranlık alameti. Hernan Cortez, Moctezuma II’nin kafasını kesmiş ama bu başlığı atmaya kıyamamış. Saklamış.
“Orijinal mi?” diye soruyoruz Pablo’ya.
Başını iki yana sallayarak üzgün bir ifade ile “Maalesef değil. Orijinali Avusturya da, Viyana’daki müzede.”
“Avusturya ile Moctezuma’nın başlığı arasında ne ilgi var?” diye soruyoruz.
Anlatıyor “Meksika’da 1861 de sona eren iç savaşta liberaller galip geldi. Amerikan iç savaşından yararlanarak Monroe doktrinine rağmen İngiliz, İspanyol ve Fransız birleşik kuvvetleri Vera Cruz’u işgal edip Meksika’ya büyük borç anlaşması imzalattılar.”
Şu Avrupalılar, beyazlar bir alem. İnsafsız, acımasız sömürgeciler. O yıllarda kendi iç savaşlarını sona erdirince tekrar gözlerini eski sömürgelerine dikmişler. Hem de bu sefer ortak olarak. Hep beraber. Menfaatleri olduğunda birleşmesini çok iyi bilirler. Ayrıca onlara çok zor geliyor yıllarca sömürdükleri topraklardan vazgeçmeleri. Nasıl olmuştu Vietnam’da. Fransızlar 1859’da Vietnam’ı işgal ettiler. Hatta Laos ve Kamboçya’yı da işgal ederek Hindi Çini (İndo-China) diye bir bölge tanımlayıp buraya bir komutan ve yönetici atamışlardı. İkinci Dünya savaşı sırasında Japonya’ya yenilip Vietnam Japonya’nın işgaline terkedilmişti. Savaş biter bitmez Japonlar buraları terk edince Fransızlar, bağımsızlık isteyen Vietnamlılara asker yollayıp burasını tekrar sömürmeye kalkmışlardı. Ne de olsa babalarının topraklarıydı. Ama Ho Chi Minh önderliğinde Vietnamlılar 9 sene savaşarak bağımsızlıklarını kazandılar. Hatta bu savaşın zora girdiğini görünce Amerikalılardan yardım isteyip Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları bombadan bir tane de buraya atmalarını istemişti Fransızlar. Ne kadar insan öleceği umurlarında değildi. Önemli olan sömürgeyi kaybetmemek.
Demek Fransızlar bir yandan uzak doğuda sömürgelerini arttırmaya çalışırken bu arada Meksika’ya da göz dikmişlerdi.
Ben bunları düşünürken Pablo anlatmaya devam ediyor. Tercümem gecikince özür dileyerek tekrar ettirdim ve sonra tercümeye devam ettim.
“Bir sene sonra İngiliz ve İspanyollar kuvvetlerini geri çekerek meydanı Fransızlara bıraktılar. 3. Napolyon Meksika körfezi kıyısındaki Vera Cruz’dan içerilere doğru kuvvet yollayıp Mexico City’yi işgal etti. Akrabalığından dolayı Avusturya Arşidükü Maximillan’ı Meksika İmparatoru ilan etti. Maximillan 3 sene Chapultepec’teki şimdi müze olan kalede sefa sürdü. Bu kale, yerlilerin, yani Azteklerin İspanyolların işgaline karşı direndikleri en son mevki idi. Moctezuma II burada yaşardı. İspanyollar burasını yazlık saray, barut imalathanesi, askeri okul gibi amaçlarla kullandılar. Maximillan ise karısı Charlotte ile burada kaldığı sürece imparator gibi yaşadı. Moctezuma II’nin tarihi başlığı bu sarayda korunuyordu. Buna hayran kalan Maximillan onu kendi ülkesine, Avusturya’ya gönderdi. Onun için bu ünlü tarihi başlık şu anda Avusturya’dadır. Ancak 1867 de Amerika’nın da yardımı ile Meksika bu işgale son verdi. Maximillan öldürüldü. Kocasının cenazesini gemi ile Fransa’ya götüren imparatoriçe Charlotte delirdi.”
Evet bu muhteşem başlığın hikayesini de öğrenmiş olduk. Zamanın daraldığını fark edince diğer salonları hızla gezip tam kadro 15.30 da buluşuyoruz. Huri bu müzeyi görmüş olmaktan dolayı çok mutlu. Teşekkür edip duruyor. Park eden otobüsümüze haber veriyoruz. Gelip bizi kapı önünden alıp havaalanına doğru hareket ediyoruz. Tam Chapultepec’ten ayrılırken Pablo tepedeki biraz önce hikayesini anlattığı kaleyi gösteriyor. Şimdi müze olduğu için gezilebilen bu kaleyi inşallah bir dahaki sefere gezeriz diyerek ayrılıyoruz. Zaten bizim dijital kameranın pili de bittiği için resim alamadık ne tepeden, ne müzeden. Bir daha gelmek şart oldu buralara.
Otobüsümüz bizi havaalanında dün aldığı yerde bıraktı. Burası galiba tur otobüslerinin indirme bindirme yeri. Tekrar ayni koridor ve merdivenlerden geçecektik. Bu sefer dostlarımıza bir iki hamal bulup valizlerini taşıttık. Ayrıca ilgili kontuarı bulup biletlerimizi almak ta epey işmiş. Nedenini bilmiyorum ama tek tek herkesin bileti ile ilgili en az üçer imza attım. Önce arkamda ayakta bekleyen dostlar, sonra beklemekten yorulunca oturacak yer aradılar, oturacak yer de olmadığı için çömeldiler. 20 dakika sonra ise işlemler hala bitmediğinden hepsi duvar dibinde oturup muhabbete devam ettiler. Bizim kelli felli kodaman yolcularımız böyle kot pantalonlu öğrenci oturuşundan bir memnun kaldılar ki. Çok uzun süredir belki ilk defa havaalanında yerlere oturup gülüşüyorlardı. Ben de imza atmaya devam ediyordum. Sonunda salimen biniş kartlarını aldık. Uçağa binmeye yarım saat vardı. Hangi kapıdan bineceğimizi tespit edip dükkanlara dağıldık. Cancun iç uçuş olduğu için pasaport kontrolü yok. Zaten isteseler pasaportlar da yok ki.
Pablo’dan ayrılmadan Mehmet Ali’yi bir daha arıyorum. Cevap yok. Tuna hanımın da cebi kapalı. Pasaportların alınıp alınmadığını öğrenemiyorum. Sonra aklımıza otel geliyor. Otele telefon ediyorum. Türk Büyükelçiliğinden bir beyin gelip bıraktığımız iki torbayı alıp gittiğini söyleyince yine bir Oh çekiyorum. Bu ana kadar her şey umduğumuz gibi güzel geçmekte.
Kısa günde amma iş başardık ha. Dün akşamdan beri yaşananlar gerçekten macera idi. Şoförümüz ve rehberimiz de uyumlu insanlardı da, bugün turumuza piramitleri de ekledik ve gerçekten Mekxico City’deki zamanımızı çok iyi değerlendirdik. Görülmesi gereken yerlerin önemli bölümünü gördük. Turumuza bu bölümü ekledikleri için rehberimize ve şoförümüze verilen bahşişi yüksek tuttuk ama, İstanbul’a döndüğümde Mete, Meksika’daki acentemiz Best Day Travel’in sahibi Salvador’un bunun için adam başı 12 dolar hesaba eklediğini duyunca çok şaşıracaktım.
Grubumuz da ahenkli, nazar değmesin. O uzun uçak yolculuğundan sonra ne güzel saat 5 te uyanıp 6 da kahvaltıya indiler. Kutluyorum onları. Bugünkü işbirliğimize gösterdikleri duyarlılıktan dolayı otobüste kendilerine gösterdikleri anlayış ve işbirliğinden dolayı teşekkür ettim.
Pablo, Cancun’da havaalanında bir yetkilinin bizi bekliyor olacağını söyledi ve kalan günlerimizin güzel geçmesini dileyerek ayrıldı. Aldığı bahşişten de çok memnundu. Sevnur hanım bu bahşiş toplama işini güzel organize ediyor. Sağ olsun.
Mexico City ile Cancun arasındaki uçuşumuz bir saatten biraz fazla sürdü. Yolculuğumuz rahat geçti. Nasıl geçtiğini anlamadık bile. Valizlerimizi almak için beklerken genç, güzel pırıl pırıl standart giyimli havaalanında görevli kızlar, hepimize içinde Cancun ve çevresi ile ilgili broşürlerin olduğu küçük poşetler dağıtıyorlardı. Şöyle bir göz atıyorum. Poşetlerde hem reklam broşürleri hem de bu arada Cancun’un haritası, tarihi, görülecek yerleri, ... gibi faydalı bilgiler de var Hawaii’ye veya Hong Kong’a inerseniz ve de daha başka havaalanlarında bu sistem mevcut. Çok ta etkileyici oluyor aslında.
Bu sefer de eksiksiz olarak gelen valizlerimizi alıp koridordan dışarı çıktığımızda bizi buradaki acentemiz Salvador’un yardımcısı Sophia karşıladı. İsmini Mete’ye çektiği maillerden biliyordum.Sophia’nın üzerinde Best Day Travel yazılı T-Shirt ve lacivert bir etek var. 35 yaşlarında, güler yüzlü, tombul bir Meksikalı. Bizi doğruca otobüsümüze götürdü. Valizlerimizi otobüsün geniş bagajına yerleştirip hareket edince Sophia, bizi yine ayni T-Shirtleri giymiş iki genç kız asistanı ile tanıştırdı. Kızlar gençlikleri ve güzellikleri ile bizim grubun pek hoşuna gitti. Bu genç kızlar havaalanında transfer işlerinde yardımcı oluyorlarmış. Bizim gruba önem verdiği için Sophia kendi gelmiş. Gece olduğu ve bundan başka karşılanması gereken grupları da olmadığı için kızlar da bizimle birlikte aynı otobüste şehre, evlerine geri dönüyorlarmış.
Hava karanlık. Otelimize doğru giderken yolda ışıklardan başka hiçbir şey göremiyorduk. Bundan yararlanarak Sophia bize bilgiler vermek istedi.
“Cancun’a hoş geldiniz” diye söze başladı. “ Burada kalacağınız günlerde size ben yardımcı olacağım. Umarım çok güzel günler geçireceksiniz. Cancun 600.000 nüfuslu bir şehir. 1974’te 2.000 kişilik küçük bir köy idi. Bu köy tam deniz kenarında değildi. Ancak dört km ilerisinde bir iç deniz gibi gölcük yani lagün ve bu lagün ile denizi ayıran 7 şeklinde, en geniş yeri bir km olan 22.5km lik uzun bir sahil şeridi vardı. Bu sahil şeridine çok sistemli bir şekilde planlama ile oteller, alışveriş ve eğlence merkezleri ile 10.000 kişilik bir convention center yapıldı. Havaalanı büyütüldü. Bugün geliri yalnızca turizmden oluşan 600.000 insanın yaşadığı bir şehir oldu. Yüz bin civarında yatak kapasitesi ve binin üzerinde lokantası bulunan Cancun gerek Yucatan yarımadasındaki Maya medeniyet kalıntılarına yakınlığı gerekse Karayip denizinin muhteşem güzelliği yüzünden çok popüler bir yer. İkliminin de 12 ay denize girilebilir olmasıyla, hemen her zaman otellerde doluluk oranı % 95’in üstündedir. Yılda 2 milyon turist geliyor. Turistlerin % 90’ı Amerikalı. Los Angeles ve San Fransisko gibi Amerika’nın batısında yaşayanlar gerek sularının güzelliği, gerekse ucuz yaşam dolayısıyla Meksika’nın batısındaki Acapulco’ya giderlerdi. Amerika’nın doğusunda yaşayanları da çekmek ve bu bölgede turizmi arttırmak için Cancun pilot bölge seçildi. Amaç yalnızca Amerikalıları çekmek olduğu için burada her şey onların beğeneceği tarzda düşünülmüştür.”
Sonradan dükkanlarda da göreceğimiz gibi bütün fiyatlar dolar olarak yazılmış ve de bunlar bize göre değil, hayli pahalı ama her halde Amerikalılara ucuz geliyor.
Yolda bir yerde durup “Bu noktadan Cancun’un gece ışıkları çok güzel görülür. İsterseniz aşağıya inip manzaraya bakabilirsiniz” diyor ama otobüsten kimse aşağıya inmiyor. Yorgunluktan kalkacak halleri kalmamış. Nasılsa 4 gün daha buradayız. Görürüz bu manzaraları diye düşünüyorlar. Yola devam ediyoruz. Bu arada solumuzda lagün, sağımızda oteller. Hepsi birbirinden büyük otellerin ön cephesindeki odalar Karayip denizi, arka cephesindeki odalar lagünü manzaralı.. Bütün büyük otel zincirlerinin resortları var burada. Hatta Melia’nın 3 tane varmış.
Bizim kalacağımız otelimiz Tucancun Resort, çok büyük bir tesis. Hemen arkasında, burasının en büyük alışveriş merkezlerinden bir olan Tucancun Shopping Mall var. Bell-boylar valizleri birkaç basamak yukarıda ve sağda, resepsiyonun olduğu lobiye taşıdılar. Bize ayrılan odaların anahtarlarını Sophia tek tek verdi.
Bu otelin bir uygulaması var. Herkesin bileğine plastik bant takıyorlar, çıkartılamayan cinsten. Bizim gruba beyaz plastik takmaya çalışıyorlar. Ben kendime taktırmayınca, başta Bülent Güzeliş olmak üzere birkaç dost daha itiraz ediyor. Onlar bunları takmazsanız otele almayız diyorlar. “Güvenlik için şart” diyorlar. “Bakın burası açık, kapımız yok. Ayrıca deniz sahili de kilometrelerce umuma açık. Binlerce giren çıkan, gelip geçen içinde kimin bizim müşterimiz, kimin değil olduğunu anlamak için bunu takmamız gerek” diye mantıklı bir açıklamada bulunuyor. Biz de fazla ısrar etmiyoruz. Ama bakıyorum bizim otelde kalan diğer turistlerin bazılarının kollarında sarı, bazılarınınkinde mavi bantlar var. Vardır bir sebebi diye düşünüyorum. Üstelik bizim beyazlar daha güzel .
Ahahtarını alıp koluna bantı takılan odasına doğru gitmeye başlıyor. Otel çok büyük. Herkesin odası farklı bir bölümde. Kahvaltı salonu hemen resepsiyonun karşısında imiş. Ertesi gün Chichen-İtza’ya gideceğimiz için saat 8 de otobüste olmamız gerektiğini bildiriyorum. Saat 7 de uyandırma, 7.30 kahvaltı ve 8 hareket diyorum. Yolcularımız odalarını bulurken ben de Sophia ile programı konuşmak istiyorum.
O sırada yanımıza gelen tipik bir mestizo ile tanıştırıyor Sophia bizi. “Hugo. 4 gün boyunca sizin rehberiniz olacak arkadaşımız. Bu da Atila bey. Tur lideri.”
Yucatan yarımadası Maya kalıntıları ile dolu. Mayaların Orta Amerika’da bıraktığı yüzlerce tapınak ve piramitten en meşhur olan 8 taneden üçü burada. Chichen Itza, Coba ve Uxmal. Programımızda olmayan Coba’yı serbest denen üçüncü günde görmeyi planlıyorum. Bu arada muhteşem Uxmal’i de ertesi günkü Chichen Itza programına eklesek diye düşünüyorum.
“Çok zor” diyor Hugo. “Uxmal, Chichen-İtza’ya 200 km. Buradan da Chichen-İtza 200 km. Eğer Uxmal’e gidersek yarın en az 800 km yol yapacağız ve iki yeri doğru dürüst gezemeyeceğiz. Onun için içimize sindirerek yarın Chichen-İtza ve yol üzerindeki diğer yerleri görelim“.
Hugo haklı. Bu yolun uzunluğu benim aklımda yanlış kalmış. Sanki daha yakınmış gibi geliyordu bana. 800 km yol yapmak çok yorucu olur. Grubun yaş ortalamasını da göz önünde tutmalıyız. Hele önümüzdeki günlerde de program yüklü olduğu için enerjimizi tasarruflu kullanmakta yarar var. Israr etmiyorum.
Sophia bir de para meselesini halletmek istiyor. Onu ben de istiyorum . Hele paraları yanında taşıyan Nihal, daha da çok istiyor.
Sophia ile tam konuya girecek iken dertler başlıyor. Odasını beğenmeyenler dökülüyor. Önce Sayhan’lar. “Bize çok kötü kokan bir oda vermişler. Her taraf küf kokuyor. Lütfen gelip bakın” diyorlar. Gidip bakıyorum. Tam deniz kenarında süit daire. İçeride küf kokusu var. Eşi Saadet de “Küçük olsun, manzarasız olsun ama kokusuz olsun” diyor. Ama o odayı, yani oda diyte verilen daireyi görünce keşke bize de böyle bir oda verilmiş olsa diye içimden geçiyor.
O sırada “Biz bu odada kalamayız. Bizi taa dibe izbe bir yere atmışlar. İki kadın biz orada korkarız. Ana binadan yer bulun bize diye Betül hanım geliyor. Resepsiyon oda bulmakta zorlanıyor. Bizim odamız ana binada imiş. Betül’lerle değişiyoruz. Meğer onların beğenmediği oda deniz kenarındaki suitlerden biri imiş. Çok seviniyoruz. Sonra Bülent Güzeliş, arkadan Hüsniye Hanım, arkadan Yarış’ın odasını beğenmeyen Bilgi hanım..... Programı ve işleri konuşmak mümkün değil. Tüm otel dolu olduğu için en son Bülent Güzeliş’e çözüm bulunamıyor. Sabah değiştiririz sözü alıyoruz. Artık herkes odasında istirahata çekiliyor.
Oda sorunları bitti derken Betül hanımın seslendiğini duyuyorum. Onların derdi klasik. Nereden telefon edebileceklerini soruyorlar. Resepsiyondaki beye soruyorum. O da aşağıda yol kenarında bir umumi telefon kulübesini gösteriyor. Bengi’nin bu kadar güzel İngilizce’si ve İspanyolca’sı varken neden en basit şeyleri bana sordururlar, anlamıyorum.
Artık Sophia ile hesaba oturabiliriz. Önce şu 21.000 dolarlık çekten ve 7000 dolar nakitten kurtulmam gerek. Sophia’da paraları almaktan memnun. Guatemala vize paralarını ödedikten sonra da bizde 4250 dolar nakit kaldı. Biraz hafifledik.
Sophia’nın Mete’ye gönderdiği programda:
1. gün Tam gün yemekli Chichen – İtza turu ,
2. Gün tam gün yemekli Xcaret turu var .
3. gün serbest diye belirtilmiş.
4. gün zaten Küba’ya uçacağız.
3. serbest günde Tulum ve Koba harabelerine tur düzenlemelerini istiyorum. Sophia’da memnuniyetle kabul ediyor.”Tamam. Kolay “diyor.
Ayrıca Sophia’ya Guatemala vizesi ve pasaportlarımızın durumu ile ilgili bilgi veriyorum.Salı akşamına kadar pasaportların Cancuna ulaşması halinde Küba vizesini bir günde alabileceklerini söylüyor.
Böyle komünist ülkeye bir günde vize almak? Bizim hiç alışık olmadığımız husus olduğundan pek aklımız kesmiyor ama Sohia öyle diyorsa inanmaktan başka çare yok.
Bu arada bizim Meksika’daki programımız ile ilgili görüşlerimi söylüyorum. ”Sophia, neden bir gece Mexico City’ye zaman ayırdınız da buraya 4 gün? Mete bey size ne kadar mail yolladı bir gün daha Mexico City’de kalmak için. Hem de buraya pasaportlarımızla, Guatemala vizesi alınmış olarak gelmiş olacaktık? Uçaklarda yer mi yoktu?”
Yüzüme şaşkın şaşkın baktı “Yok. Bizden böyle bir şey istenmedi ki? İstense idi sorun değildi. Hem Mexico City’de her şey buradan daha ucuz.”
“Mümkün değil. Mailleri ben gördüm. Hatta Mete en sonunda size telefon etti. Patronunuz Madrid’de imiş.”
Patronunun bilgisayırına virus bulaştığı için açamadıklarını ama kendi maillerine yollasa idik bunu rahatlıkla halledebileceklerini ve bir daha ki sefere patrona yolladığımız mesajların bir kopyesini kendisine yollamamızı rica etti Bu arada Küba programımızın organize olduğunu endişe edilecek hiçbir husus kalmadığını söyleyerek beni rahatlattı.
Sophia ve Hugo ertesi sabah görüşmek üzere bize iyi geceler dileyip ayrılıyorlar.
Bizim odamız da tam okyanus kıyısındaki villaların daire şeklinde olanlarından. Hani Betül hanımın ve Sayhan beyin beğenmediklerinden. Bizim odada Sayhan beyin odasında duyduğumuz küf kokusu yok. Bu otel aynı zamanda devre mülk grubuna ait imiş. Onun için bazı odaları böyle büyük. Otel tamamen dolu olduğu için fiyat farkı istemeden bizim gruba bu odalardan üçünü vermişler. Alt katta da Kodaman ailesi kalıyor. Uyumadan önce balkonumuzda birer kahve içelim diyoruz ama kahvemiz yok. Hemen karşıdaki çarşıya gidip kahve ve su ihtiyacımızı saat 10 da dükkanlar kapanmadan alıyoruz. Çarşıda bizim gruptan yolcularımızla karşılaşıyoruz. Burasının çok pahalı olduğunu söylüyorlar. Fiyatlar Amerikalılara göre. Yalnız süper markette su ucuz. Burada 4 gece kalacağımız için 5 litrelik bir plastik bidon alıyoruz. Süpermarketin son müşterisi bizdik.
Odamızın mutfağında tüm mutfak gereçleri var. Kahvemizi de almışız. Gece balkonumuzda okyanusun dalgalarının sesini dinleyerek güzel birer kahve içip çok dolu ama başarılı bir gün geçirmenin huzuru ile yatıyoruz.
Dostları ilə paylaş: |