KANTO
420
421
KANUN-I ESASİ'NtN İLANI
İNCİR DİKTİ
OCAĞIMA
Ti
r> ı r
intrcfeüction
ıi-i/ffa J r r ı r- ı r tp
j\ U i
\ı ijj j ^ ^ j
yo vouK l i gim beni ter «juiöı di'
dönemde toplumdaki cinsel kültürün değişmesine katkıda bulunmuş "altkültür musikisi" örnekleridir.
Kantolar geleneksel çalgıların da kullanıldığı kemanlı, trompetli, trombonlu, klarnetli, baterili 4-5 kişilik küçük bir orkestra eşliğinde söylenirdi. Oyunun başında sahnenin bir köşesinden kantocu kızlardan biri çıplak denilebilecek bir biçimde tüller içinde hoplayıp zıplayarak ortaya gelir, göbek kıvırır, şarkı söylerdi. Minyon Virjin Hamm'ın Davulumun içi narcıl/ Eğlen beyim açıl, saçıl/Ben seninim, sen benimsin / Göz önünde durma kaçıl güf-teli kantosuyla coşan kalabalıklar, Üstü açık faytonda / Gezerim piyasada /Harf atanm kızlara /Bırakırım merakta (Yâr için terelelli hah hah vay) güfteli kantoyla dans eden Matmazel Violet'in naz, işve ve cilvelerine hayran kalırlardı. Bu şarkıları söylerken takındıkları tavır ve edalarla ilgi toplayan kantocu kızların yüzlerce, binlerce hayranı vardı. Kanto söylenirken localardan, parterden, paradiden gümüş çeyrekler, mecidiyeler, altınlar sahneye yağdırılırdı. Kel Hasan Efendi'nin, Abdürrezzak Efendi'nin tiyatroları yanında, yalnız gündüzleri temsil veren Sahne-i Âlem ile Naşit'in tiyatrosunda sahneye çıkan, zamanın ünlü kantocuları arasında Kamelya, Peruz, Küçük Peruz, Nemzur, Şamram, Deniz Kızı Eftalya, Selanikli Madam Viktorya, Büyük Amelya, Küçük Amel-ya, Bayzar, Küçük Eleni, Büyük Virjin, Küçük (ya da Minyon) Virjin, Giselle, Matmazel Flora, Tereza, Marika, Luçika, Violet, Rozika hanımlarla Todori, Aşod ve Şevki beyler sayılabilir.
Bir kısmı notaya da alınıp Şamlı Selim (Kudmani) tarafından 1905'te yayımlanan ve çoğu taş plaklara okunan en ünlü kantolar arasında Küçük Virjin'in söylediği "Zi-
Ünlü kantoculardan Peruz Hanım. Nuri Akbayar koleksiyonu
Şamram Hanım Ara Güler fotoğraf arşivi
bo aynalı zurna çalar" (hicaz), "Çeri başı" (hüzzam), "Dere tepe gezeriz" (nikriz), "Felek bana" (nihavent), "Bu çimenlik" (karcığar), "Bir güzelin sevdası" (hicaz); Şamram'ın söylediği "Küçücükten beni" (mahur), "Gördüm küplü dilberini" (rast), "Benim kocam hanendedir" (rast), "Çingeneyiz biz" (saba), "Garip gönlüm" (nihavent), "Çalışkandır çingeneler" (nikriz); Peruz'un söylediği "Niçin beni" (uşşak), "Eyvah canan" (hicaz), "Bir yâr sevdim" (karcığar), "Yeter artık" (hicaz); Tereza' mn söylediği "Haydin bakalım" (nihavent); Küçük Eleni'nin söylediği "Ferid Cemal tbn-i..." (rast); Büyük Amelya'nın söylediği "Rutina Rutin" (rast), "Indel Hubbi" (rast), "Çingene derler bize" (nihavent); Marika' mn söylediği "Yandım efendim" (nihavent); Giselle'in söylediği "îpek mendil" kantoları dönemlerinin en gözde parçalarıdır.
Bir dönemi şarkıları ve danslarıyla etkilemiş ve adlan birer efsane kahramanı gibi anılmış olan bu sanatçıların temsil ettikleri "kanto devri", başlıca iki döneme ayrılabilir: 1850'lerden Cumhuriyet'e kadar süren Galata-Direklerarası dönemi; 1923' ten 1945'e kadar süren dönem.
Örneklerinin taş plaklara bolca aktarıldığı bu ikinci dönemde kantoların toplumdaki başta kadın-erkek ilişkileri olmak ü-zere yeni hayat ilişkilerini ve çok çeşitli güncel konuları işlediği görülür. Fokstrot, çarliston, tango gibi dönemin moda musiki türlerinin de bu çeşit konuları kantoya benzer bir biçimde ve hep kanto adı altında sunduğu dikkati çeker. Özellikle taş plaklardaki kayıtlarıyla kantonun bu son dönem örneklerini seslendiren sanatçılar arasında Hafız Burhan'dan Mahmure Handan, Süheyla Bedriye, Bayan Şükûfe, Bayan Leyla, Müzeyyen Sermet'e ve daha nicelerine kadar uzanan bir dizi isim yer alır. Günümüzde ise Nurhan Damcıoğlu ile Huysuz Virjin (Seyfi Dursunoğlu) kanto
geleneğini yaşatmaya çalışan/başlıca sanatçılardır.
Başlangıçta makam kaygısı pek gözetilmeden bestelenen kantolann daha sonraki örnekleri Türk musikisi makamlarıyla bestelenmiştir. Rast, nihavent, hicaz, segah, karcığar, suzinak gibi sıkça kullanılan makamlar yanında, gülizar (Şamram' m söylediği "Bir kız gördüm" kantosu), rahâtülervah ("Delalik ya..." Arap kantosu), şedaraban ("Ara min allim" Arap kantosu), nihavend-i rum ("Bir kuzu ceylan") gibi daha az işlenmiş makamların da bulunduğu çok geniş bir makamlar paletinin kanto bestecilerince kullanıldığı görülür. Kullanılan ritimler yönünden de benzeri bir çeşitliliği görmek mümkündür. 2 ve 4 zamanlı nim sofyan ile sofyandan, 9 zamanlı aksak-evfer ve 10 zamanlı aksak semaiye uzanan bir usul zenginliği dikkati çeker. Kantolann gerek Türk musikisi makam ve usulleriyle bestelenmeleri, gerekse geleneksel şarkı ve türkülerdeki kuruluş şeması ile gösterdiği sıkı benzerlikler yönünden, Batılılaşma akımları içinde bile Türk musikisi beste şekillerinin yapısal kuruluşundan kopmayan bir kitle musikisi zevkini yansıttığı söylenebilir. Kasap havası ile çiftetelliden fokstrot ve çarlistona kadar çeşitli raks-dans unsurlarını yapısında bulunduran türün uzun zaman toplumun her kesimine seslenebilmesi, bu ezgilerde biçim ile öz arasında dengeli bir ilişki kurulmuş olmasıyla açıklanabilir.
Kantolar güftelerinin konularına göre çeşitli adlarla sınıflandırılmış, bazıları da özel adlarla anılmıştır. Aşktan söz edenler sevda kantosu, hülya kantosu, muhabbet kantosu; sözleri Arapça olanlar Arap kantosu; konusu Çingenelerle ilgili olanlar to-di kantosu; rakstan söz edenler köçek kantosu; ayrılıktan söz edenler firkat kantosu adlarıyla anılmıştır. Bazı kantolara da gül kantosu, köpek kantosu, eyvah kantosu, öcü kantosu, Acem kantosu, Laz kantosu, efe kantosu, sitem kantosu, çoban kantosu gibi ayrı ayrı adlar verilmiştir. Bunlar a-rasında özellikle çoban kantoları, kanto musikisine vurgun külhanbeyleri arasında çok tutulmuştur. Nitekim 1875-1900 arasında en ünlü kantocu kızların repertuvarın-da birkaç çoban kantosu mutlaka yer almıştır. Sahnedeki çoban gerçek bir çobanın her türlü rahatlıktan yoksun, yorucu günlük hayatı içinde değil, büsbütün farklı bir kimlikle, seven yahut sevilen, güçlü kuvvetli, güzel, boylu boslu, aşka susamış, masum ve "yalnız bir delikanlı" tipi o-larak çizilmiştir. Bu kantolarda çobanı çoğu kez, Büyük Virjin, Peruz, Şamram, Küçük Eleni gibi zamanın ünlü şarkıcı, dansöz ve oyuncularından biri canlandırırdı. Duettolarda, yani iki kişinin karşılıklı söyledikleri şarkılarda Peruz yahut Büyük Virjin gibi tiyatronun bir numaralı yıldızları çobanı; onun gölgesindeki kantocu da (Peruz'un yanında Şamram yahut Küçük Peruz, Büyük Virjin'in yanında Luçika) sevilen köylü kızını oynarlardı. Bu duettolarda çok seyrek olarak bir aktör çoban rolüne, yıldız kadın oyuncu da sevilen kız rolüne çıkardı; Küçük Amelya ile Todo-
Şamram'ın rast kantosu:
Ocağıma incir dikti Yavukİuğum beni terketti Dört senelik emeklerim Eyvah boşuna mı gitti
ri'nin, Küçük Eleni ile Aşod'un bu rolleri paylaştıkları olmuştur. Bazen de çobanla sevişen kızın babası rolündeki "kötü a-dam" ağa da sahneye çıkardı; böyle bir kantoda Peruz, çoban; Şamram, kız; Şevki de, kızın babası rollerini oynamışlardır. Kanto bestelemenin pek makbul olmayan, hafif bir iş sayılması yüzünden, kanto bestecilerinin kimler olduğu hakkındaki bilgiler epeyce sınırlıdır. Bununla birlikte, bu döneme özgü kanto tutkusunu, el-yazısı defterine güftesi ile bestesi kendine ait bir kantoyu yazdıktan sonra yanına "Bilmem ki bunu yazmış olmak yakışık a-lır mı?" diye bir not düşen besteci-şaire Leyla Hanım'm (Saz) tutumundan anlamak mümkündür. Kanto bestelemiş ünlü besteciler arasında Muallim ismail Hakkı Bey' in (rast kanto, yürük semai, Gülistan'da var bir fidan / Koparmağa kıyamaz insan), Udi Selanikli Ahmed Bey'in (hicaz kanto, Al eline kalemi kanarya / Yaz başına geleni kanarya), Kemani Bülbül Salih Efendi'nin (hüzzam kanto, "Pek biçareyim yoktur emsalim /Allah aşkına göster cemalin) adları sayılabilir. Bibi. A. Rasim, Muharrir Bu Yal, Ankara, 1969; ay, Şehir Mektuplun, I-IV, ist., 1992; ay, Ramazan Karşılaması, ist., 1990; Sevengil, Eğlence; M. R. Gazimihal, Musiki Sözlüğü, ist., 1901; B. Arpad, Direklerarası, ist., 1974; S. Y. Ataman, Dûmbüllü ismail Efendi, ist., ty; M. Belge, "Kantolar", Tarihten Güncelliğe, ist., 1983; B. Aksoy, "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Musiki ve Batılılaşma", TCTA, V, 1223; Amicis, istanbul; Öztuna, BTMA, I; R. Anhegger-C. Ünlü, "Sözlü Taş Plaklar", TT, S. 85-87 (199D; C. Ünlü, "Sözlü Taş Plaklar", TT, S. 94 (1991). RUHÎ AYANGtL
*
y -ı*-
<4ı*
in d (ı r
frf ı ru
dcvrth fent-
Paralarımı hep yedi Ben seni istemem dedi Dün ben burada yokiken Aşırdı sandığı sepeti
S. Y. Ataman, Dûmbüllü ismail Efendi, ty
KANUN-I ESASİ'NİN İLANI Kanun-ı Esasi'nin, yani ilk Osmanlı anayasasının 23 Aralık 1876'da istanbul'da ilanı, olağanüstü koşullar altında ve 19. yy' daki tüm reform girişimleri gibi büyük devletlerin baskısı altında meydana gelmiş bir olaydır. Tanzimat ve Islahat fermanlarından sonra Meşrutiyet'in kurulması da devletin dış bunalımların zorlaması altında yöneldiği bir tutum olmuştur. Bu arada, gerçekten demokrasi ve reform isteyen a-zınlık II. Abdülhamid istibdatı altında e-zilmiş ve dağılmış, ancak kısa sürede rafa kaldınlan Kanun-ı Esasi'nin geri getirilmesi bundan sonraki 30 yıl boyunca ülkenin temel sorunlarından biri haline gelmiştir.
1876'nın son günlerinde aralarında ingiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve italya' nın bulunduğu devletlerin temsilcileri Ka-sımpaşa'daki Bahriye Nezareti'nde toplanarak Osmanlı ülkesindeki ıslahat meselesini, yani özünde Osmanlı Devleti'nin Bal-kanlar'dan tasfiye edilmesi konusunu görüşmeye başlayacaklardı. Tersane Konferansı demlen bu toplantı başlarken II. Ab-dülhamid'in planı Meşrutiyet'in ilanını a-çıklamak ve böylece siyasal haklarına kavuşan Hıristiyanların kendi ıslahatlarını kendilerinin yapacaklarını söylemekti. II. Abdülhamid ekim ayında Kanun-ı Esasi'yi hazırlayacak komisyonun kurulmasını emretti. Komisyon 16 mülkiye ve 10 ilmiye mensubu ile ferik (korgeneral) rütbeli iki askerden oluşuyordu. Bunlar Midhat Pa-şa'nın yamsıra Süleyman Paşa ve mabeyin başkâtibi Küçük Said Paşa tarafından ha-
zırlanan tasarıları da değerlendirdiler. Buna göre Meclis-i Umumi halk arasından seçilen Meclis-i Mebusan ile padişah tarafından atanan Meclis-i Ayan'dan oluşacaktı. Merkeziyetçi özellikler taşıyan anayasanın ilk maddesi Osmanlı Devleti'nin bölünmez bir bütün olduğu idi. Resmi dil Türkçe, devletin dini ise islam olarak belirtiliyor, ancak din özgürlüğü ve klasik özgürlüklere yer veriliyordu. Vekillerin atanması ve azli padişahın yetkisinde olup, hükümet de meclise karşı sorumlu değildi. Öte yandan 113. madde padişaha, devlet güvenliğini bozanları ülke dışına sürme yetkisi veriyordu.
Kanun-ı Esasi'nin ilanından 4 gün önce, yani 19 Aralık günü Mütercim Rüşdî Paşa istifa ettirildi ve Midhat Paşa oyunu sahneye koymak üzere sadrazam oldu, 23 Aralık günü ise Batılı devletlerin temsilcileri Tersane Konferansı'nda bir araya geldiler. Aralarında İngiltere Hindistan Bakam Lord Salisbury ve Rus temsilcisi Ignatiev de bulunuyordu ki, ilerideki gelişmelerde bunların rolü daha ön planda olacaktı. Konferansın açılış hazırlıklarının yapıldığı sırada büyük bir gümbürtü ile toplar atılmaya başlandı ve Hariciye Nazırı Saffet Paşa salona girerek şaşkın temsilcilere Kanun-ı Esasi'nin ilan edildiğini, dolayısıyla konferansın artık Osmanlı ıslahatı için çalışmasına gerek kalmadığını bildirdi. Ne var ki konferans bu durumdan hiç de etkilenmiş görünmedi ve bir şey olmamış gibi çalışmaya devam etti. istanbul'daki gelişmeler ise aynı gece fener alayı düzenlenmesi, küçük bir kalabalığın Dolmabah-çe Sarayı önünde toplanıp "Padişahım çok yaşa, yaşasın Kanun-ı Esasi" diye bağırıp dağılmalarından ibaret oldu. Sonuç olarak çalışmalarını sürdüren Batılı devletlerin temsilcileri Sırbistan'da eski düzene dönülmesini, Karadağ'a toprak verilmesini, Bos-na-Hersek ve Bulgaristan'da istinaf mahkemeleri kurularak yargıçlarının 6 devletin güvencesi altında ömür boyu görevlendirilmesini, Bulgaristan valisinin Hıristiyan olmasını, aşarın kalkmasını, vilayetlerde milislerin Hıristiyan ve Müslümanlardan nüfus oranlarına göre seçilmesini, Rumeli'ye yerleştirilen Çerkezlerin Anadolu'ya geçirilmesini ve Müslüman mülkiyetindeki bazı toprakların Hıristiyan çiftçilere verilmesini istediler. Kısacası bu durum Türklerin Rumeli'den tasfiyesinden başka bir şey değildi. II. Abdülhanıid'in oyunu işe yaramamıştı.
Kanun-ı Esasi'yi ilan ederek istediği sonucu alamayan II. Abdülhamid, Batılı devletlere karşı yumuşak bir tutum izlemeye başladı. Yeni anayasa ile bağdaşabilecek ıslahat önerilerinin kabul edildiğinin bildirilmesini istedi. Ayrıca Bulgaristan'da işlenen suçlan inceleyebilecek bir uluslararası komisyon da kurulabilecekti. Ne var ki aynı günlerde istanbul'un havası farklıydı. Bir yandan meşrutiyetçiler, diğer yandan da Islamcı-Osmanlıcı gruplar, Batılı devletlerin müdahalelerine karşı giderek artan bir tepki içerisindeydiler. Bu nedenle Midhat Paşa II. Abdülhamid'in teslimiyetçi politikasına uyum göstermedi. Konfe-
KAPAIIÇARŞI'>KANUNIESASİ KIRAATHANESİ 422
423
KAPAIIÇARŞI
23 Aralık 1876'da Babıâli'de Kanun-ı Esasi'nin ilan edilişim izleyen kalabalık.
F. Muhtar Katırcıoğlu arşivi
rans ise Osmanlı isteklerine göre ufak tefek birkaç değişiklik istisna tutularak koşulların kabulü için Osmanlı hükümetine bir hafta süre verdi. Yanıtın olumsuz olması halinde temsilciler ve elçiler toplu halde istanbul'u terk edeceklerdi. Lord Salisbury bu durumda Rusların savaş açacaklarım ve Osmanlı Devleti'nin sonunun geleceğini söyledi. Gerçekten de reformlarla Osmanlı Devleti'nin yaşayabileceği doğrultusundaki ingiliz görüşü artık yerini, ne kadar çabuk parçalanırsa o kadar iyi olur, yoksa simde elde edebileceğimiz avantajları bir daha bulamayabiliriz, şeklinde ifade e-dilebilecek bir başka görüşe bırakmıştı. Ancak ingiliz desteğinin çekilmesine rağmen İstanbul'daki antiteslimiyetçi tutum etkisini sürdürdü ve konferans son oturumunu 20 Ocak 1877'de yaptıktan sonra dağıldı. Temsilciler ve elçiler kenti terk ettiler. Öte yandan II. Abdülhamid Midhat Paşa'yı yok etmeye karar vermişti. Konferans dağıldıktan sonra kendisini çağırarak 113. maddeye göre sadrazamlık mührünü elinden aldı ve İtalya'ya sürgün edilmek üzere Izzeddin Vapuru'na gönderdi. Yine de halkın tepkisinden korkarak vapuru bir süre bekletti a-ma herhangi bir tepki görmeyince hareket emri verdi. Midhat Paşa Kanun-ı Esa-si'yi ilan eden topların gümbürdemesinden 43 gün sonra sürgüne gidiyordu.
II. Abdülhamid oyunu hemen bozmamak için 20 Mart 1877'de Meclis-i Mebu-san'ı açmak zorunda kaldı. 24 Nisan günü ise Rusya savaş ilan etti. Yeni meclisin 180 Müslüman ve 60 gayrimüslim üyesi, açıldıktan kısa bir süre sonra böylesi büyük bir olayla karşı karşıya geldiler. İki cephede devam eden savaşlarda Osmanlı orduları Plevne gibi büyük savunma savaşlarına rağmen yenildiler ve Ruslar Yeşilköy'e kadar geldiler. 3 Mart 1878'de Ayastefa-nos Antlaşması(->) ile Osmanlı Devleti tarihindeki en ağır antlaşmalardan birisini imzaladı. Ancak Rusya'nın Balkanlar'daki
kesin hâkimiyetinden korkan Batılı devletler, müdahale ederek Berlin'de bir konferans topladılar ve antlaşmanın koşulla-rmn değiştirilmesini sağladılar. Bu arada II. Abdülhamid meclisi dağıttı ve Kanun-ı Esasi'yi rafa kaldırdı.
Bibi. S. Aksin, "Siyasal Tarih", Türkiye Tarihi 3-Osmanh Devleti 1600-1908, îst, 1988; İ. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, îst., 1987; E. Kedourie, England and the Middle East the Destruction of the Ottoman Empire, Londra, 1987.
M. TANJU AKAD
KANUNIESASİ KIRAATHANESİ
Tepebaşı'nda Meşrutiyet Caddesi üzerinde bulunan eski bir kıraathane.
Kuruluşu 19. yy'm sonlarına rastlayan kıraathanenin cephesi mermer oymalı ve art nouveau ahşap süslemeli bir dekora sahipti. 1893'te Cafe de la Paix adıyla faaliyet göstermekte olduğu biliniyor. 19. yy Paris kafelerine özenilerek inşa edilen, cephe ve iç bezemeleriyle de aynı özenmenin izlerini yansıtan binanın alt katındaki bu kahvehane II. Meşrutiyeti (1908) izleyen yıllarda sahip ve ad değiştirmiş, La Cons-titution adıyla faaliyetine devam etmiştir. Ancak bu yeni adın Türkçesi olan "Kanu-nıesasi" halk arasında daha fazla yaygınlık kazanmış, Cumhuriyet döneminde kıraathane bu adı almıştır.
Kurulduğu dönemin kahvehane ve bilardo salonu özelliklerini taşıyan Kanunı-esasi Kıraathanesi, müşterilerine diğer oyun araçları yanında kahve, çay ve nargile servisi de yapardı, iç mekân büyük ölçüde yan yana dizilmiş bilardo masalarına ayrılmış olduğundan, bilinen kahvehane-kı-raathane düzeni burada yoktu. Masalar karşılıklı iki uzun duvarın önlerine sıralanmış, duvarlar ise aynalarla bezenmişti.
1980'li yılların başında kapanan kıraathanenin yerine Beyaz Saray adıyla bir gece kulübü açılmış, bu sırada binanın giri-
şindeki eski ahşap süslemeler sökülüp a-tılmış, mermer dekor ise gece kulübünün vitrin ve siperliği ile belli belirsiz bir duruma gelmiştir.
Bibi. Ç. Gülersoy, Tepebaşı. Bir Meydan Savaşı, İst., 1993, s. 110-111.
İSTANBUL
KAPAIIÇARŞI
Nuruosmaniye ile Beyazıt arasındaki alanı kapsayan çarşı.
Yapılış Aşamaları
Bu kubbeli binalar ve kiremitle örtülü tonozlu caddeler, 250 yıllık bir zaman dilimi boyunca oluşmuş bir bütünlük halindedir. Çarşının nüvesi, II. Mehmed (Fatih) (hd 1451-1481) tarafından -camiye çevirdiği Ayasofya'ya bir gelir kaynağı olmak ü-zere- yaptırılan yan yana 2 taş bedesten ile kurulmuş, onları zamanla çevreleyen a-çık pazarlar, yine zamanla üstleri kiremitli tonozlu çatılarla örtülerek, bir yollar ve galeriler manzumesi haline gelmiştir.
Anılan binalardan Cevahir Bedesteni adını taşıyanının kapısı üstündeki taştan bir kartal figürü, özellikle Hammer(->) gibi yabancı yazarlarda, binanın Bizans eseri olduğu kanısını uyandırmış, onlardan yayılan bu inanç, Osman Ergin, Celâl Esad Arseven ve M. Z. Pakalın gibi yerli yazarlara geçmiştir. Bir kuştan daha ciddi olan belgeler ise, çarşının ilk çekirdeğini oluşturan iki bedestenin, II. Mehmed'in eseri olduğunu yeter kesinlikle kanıtlamaktadır.
Önce, II. Mehmed'in kurduğu vakfın ana senedinin Arapça nüshasında, "Darü'l Bezzâziyeti Cedîdeti'l-mârifeti" ibaresi, binanın yeni bir yapı olduğunun açık kanıtıdır. II. Mehmed dönemi tarihçisi Tursun Bey, "515 Bezzâzistan ve çarşular ve bazar-gâhlar yaptılar" ifadesini kullanır. Bizanslı Kritovulos, "Sarayın kurbünde haricen surlarla takviye ve tahkim ve dahilen güzel ve şeffaf taşlarla tezyin edilmiş bir çar-şû-i kebîr vücuda getirildi" der. Evliya Çe-lebi'nin yazdığı ise hem kesindir, hem de biraz daha ayrıntılıdır:
"Esnâf-ı Bedestân-ı Atik, İstanbul'un izdiham ve güzide yerinde, Âl-i Osman ha-zîne-i azîmi bir bezzâzistândır ki, güya Kal'a-i Kahkaha'dır. Cemî erbâb-ı seferin, vüzerâ ve ayanın mallan buradadır ki, zemininde nice yüz demir kapılı mahzenleri vardır. Sene 857/1453 tarihinde Ebü'l-feth Sultan Mehmed Gazi' nin binasıdır ki, şeddadî binadır. Cânib-i erbaası taşrasında..."
İki bedesteni, bir Osmanlı (ve II. Mehmed dönemi) eseri olarak görme dikkati, önce Alman sanat tarihçisi Gurlitt'e(-»), sonra Ekrem Hakkı Ayverdi'ye(->) aittir. Ay-verdi ayrıca, daha eski bir yapı olan Edirne Bedesteni ile mimari niteliklerin paralelliğini de ortaya koymuştur. Böylece kesinleşen bilgiler, belki Bizans'ın üstü açık bir pazarının yerine veya daha zayıf ihtimalle kapalı bir çarşısının harabesi üstüne, II. Mehmed'in kendi döneminin üslubunda ve birkaç yıl ara ile 2 adet çarşı binası inşa ettirdiği, ayrıca yine bir dizi yanılgının aksine, bu iki yapının baştan be-
Barttlet'in
deseninden bir
gravürde
19. yy'm
başlarında
Kapalıçarşı.
Pardoe, Bosphorus
Nazım Timuroğlu
fotoğraf arşivi
ri taştan yapılmış olduğudur. Cevahir ve Sandal bedestenleri adlarım taşıyan bu iki ana yapının çevresini daha ilk yıllardan itibaren, sergi ve tezgâh türünden bir ticaret dokusu çevrelemiştir. 15. ve 16. yy'da bunların miktarının, günümüz Kapalıçar-şı'smm üçte biri oranında olduğu, verilen dükkân sayılarından anlaşılmaktadır.
Günümüzde 30,7 hektar yüzölçümüne oturmuş ve 61 sokaktan oluşan çarşı, başlangıcından bu yana geçen 400 küsur yıl boyunca şu bellibaşlı değişimleri geçirmiştir:
1546 yangını, çarşıya epeyce zarar verdi. Bu olayı, bir görgü tanığı olarak Pierre Gilles(-0 ayrıntılı olarak kaydetmiştir. Yangınlar, başlıca risk faktörü halindeydi. Çünkü çarşı kagir olmakla beraber, tahtadan bir evler dünyası ile çevrili bulunuyordu. 1589 kışında bütün şehir alevler içinde yanarken, ateş çarşı içine atlamamışsa da, çevresini küle çevirmişti. 1618 ve 1652 yangınlarından sonra 1660 afeti, tanık yazar Mehmed Halife'nin ifadesi ile "geceleri a-levlerden dolayı nur gibi gündüze, gündüzleri de dumanlardan dolayı geceye çevirirken", bedestenlere de büyük zarar verdi. Bu yazar, o zamana kadar ahşap çatı ve kiremitle kaplı olan üstlerinin, yangından sonra kagir tonozla örtüldüğünü de kaydetmektedir. 1695 ve 1701 yangınları, Eski Bedesten'den çıktı. Lale Devri'ndeki yangından sonra Sadrazam Damat ibrahim Paşa, Sandal Bedesteni'ni büyük ölçüde onarttı. 1750'de Mercan'dan çıkıp çarşı içine de giren yangın, büyük hasara sebep olduğu gibi, tarihte ilk kez yeniçerilerin yağmasına da yol açtı. O zamana kadar her açıdan, güvenliğin bir sembolü sayılan bedestenler, imparatorluğun ilk batış işaretlerinden biri olarak -hem de devlet
güçlerince girişilen- yağma ve çapula uğradılar. 1766 depreminden l yıl sonra Hassa Başmiman Ahmed Ağa eliyle onarım yapıldı. 1791'de Uzun Çarşı Caddesi'nde çıkan yangın, binaların o tarafa bakan han kısımlarını yaktı. 1826 Hocapaşa yangını, çarşı içine de sıçradı. 1894 büyük depremi büyük yıkıma yol açtı. II. Mehmed döneminden bu yana şehir 12 kez büyük ölçüde sallanmışken, o depremlerin çarşının masif bünyesini fazla etkilediği tarihte yazılı değildir. 1894 sarsıntısı ise birçok kubbe ve tonozu yere indirdi. Bu olay hakkında, yakın bir tarih olduğu için, daha fazla bilgi sahibiyiz.
Nafıa Nazırı Mahmud Celaleddin Paşa' nın yönetiminde ve kısım kısım yapılan onarım çalışmaları sırasında, çarşının sınırları daraltıldı; Çadırcılar, Kürkçüler kapıları kaldırıldı, Çadırcılar Caddesi'nin üstü açılarak çarşı dışında bırakıldı. Daha önceleri iç kapı durumunda olan Dua Pazarı, Bat Pazarı (halk dilinde Bitpazarı), Yorgancılar ve Koltukçular kapıları, dışa açılan kapılar durumuna sokuldu, Lütfullan Sokağı yıktırıldı, kapısı örüldü, çarşı içinde kalan Sarnıçlı Han, Paçavracı Hanı, Ali Paşa Hanı tamamen, Yolgeçen Hanı da kısmen çarşının dışında bırakıldı. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasını birleştiren anacad-denin (Kalpakçılar) iki ucuna, birer kapı yaptırıldı. Nuruosmaniye Kapısı Türk neo-klasiği stilinde, saçağı stalaktitlerle süslü, sivri kemerli taş bir cepheye sahiptir. Alınlığına da Abdülmecid'den (hd 1839-1861) bu yana yerleşen bir zevkle, silahlı, kitaplı, bayraklı bir Osmanlı arması yerleştirilmiştir. Altında bu onarımı belirleyen kitabesi vardır. Beyazıt Kapısı üstüne ise, II. Ab-dülhamid'in (hd 1876-1909) kendi tuğrası konulmuştur. Altında da bir satır okunur:
"el-kâsibu habîbullah" (Tanrı ticaret yapanı sever).
Yeni duvarlann yapımı sırasında içlerine demir putreller konulması usulü de bu restorasyonda uygulandı. Duvarlara ve tonozlara kalem işi süslemeler yaptırıldı.
2 yıl süren tamirat binayı kurtarmakla beraber, klasik hüviyetini ve dükkân düzenini değiştirmişti. Çarşıdaki ilk yozlaşma ve Batı etkisi ile yapılan ilk değişiklikler bu restorasyonun sonucudur.
1954 yangınından sonraki tamirler 5 yıl sürmüş, son kısmın bitirilme töreni 28 Temmuz 1959'da yapılmış, 10.000.000 TL'ye (o zamanki kurla 3.000.000 dolar) çıkan restorasyonun 6,000.000 TL'sini devlet; 4.000.000 TL'sini belediye karşılamıştı. 1894-1898'de olduğu gibi, restorasyon harcamalarının tutarı, çarşı içinde hepsi ö-zel mülkiyet niteliğinde bulunan dükkânlara, yüzölçümleri oranında bölüştürülmüş ve sahiplerinden, 10-15 yıl kadar bir süre içinde taksitlerle tahsil edilmişti.
1979 başında gazeteler, çarşının onarımı için bir kanunla 15.000.000 TL'lik (yaklaşık 1.000.000 dolar) ödenek verildiğini haber veriyorlardı. Eski restorasyonlardaki harcamaya göre bu yetersiz bir fondu, e-ğer çarşı sakinlerinden kaynak toplamak yoluna gidilseydi, yeterli bir onarım yapılabilecekti.
1960'lı ve 1970'li yıllarda çarşı, istanbul' un geçirdiği büyük ekonomik değişim ve sosyal sarsıntılardan kendi payını aldı: Dükkânlar, italyan butikleri başta olmak üzere Batı çarşılarının özentisi olan zevksiz ve kalitesiz kopyalarla donatıldılar, yabancı isimler takındılar, yollar sade dükkân cephelerine değil, tonozlu kubbeler boyunca yol üstlerine konulan içi ışıklı pleksiglas reklam panolan ile silme dolduruldu. Boy-
Dostları ilə paylaş: |