Bibi. Evliya, Seyahatname, I, İst., 1976, s. 314; İSTA, V, 2589-2597; Erdoğan, Bahçeler, 167-170; Eldem, Köşkler ve Kasırlar, II, 124-150, 212-222; N. Arslan, Gravür ve Seyahatnamelerde İstanbul, îst, 1992, s. 124-135.
TÜLAY ARTAN
BEŞİNCİ VAKIF HANI
İstanbul'da 1911'de, Vakıflar İdaresi'ne ait bir dizi işhanı ile aynı yapı programı çerçevesinde tasarlandığı için Vakıf Hanı adı ile anılan bu öğrenci yurdu, Şeh-zadebaşı'ndan, Vefa'ya inen Dede Efen-
di Caddesi üzerindeki Vefa Lisesi bahçesinde yapılmıştır.
1848'de eğitime başlayan, 1890'da yüksek bölümün açılmasıyla gelişen ve II. Meşrutiyet döneminde programı yeniden düzenlenen "Darü'l-Muallimin" öğrencilerini barındırmak için, beş katlı bir bina olarak planlandığı halde, Cumhuri-yet'in ilanına kadar ancak ilk üç katı biti-rilebilmiştir. 1923'te üstten iki katı eksik olarak işletmeye açılan bina, aynı yıl adı "Yüksek Muallim Mektebi", daha sonra da "İlk Öğretmen Okulu" olarak değiştirilen bu eğitim kurumuna uzun yıllar servis vermiş, 1950'lerin başında ise bitişiğinde kurulan "Vefa Erkek Lisesi"ne yatakhane binası olarak devredilmiştir.
Beşinci Vakıf Hanı
Yavuz Çelenk, 1993
I. Ulusal Mimarlık Dönemi'nin ünlü kuramcılarından Mimar Kemaleddin Bey(->) tarafından, bu yılların geçerli mimarlık ilkelerine göre tasarlanmış olan Beşinci Vakıf Hanı, zaman içinde değişikliklere uğramış, ilk planlandığında zemin katta yer alan büyük toplantı salonu üçe bölünerek burada bir kantin ve iki adet yatakhane oluşturulmuştur. Büyük bir yemek salonuyla, mutfak, çamaşırlık ve ısı merkezini içeren bodrum katına arka bahçeden ayrıca bir servis girişi yapılmıştır. Üst iki katta yatakhaneler ve bunlarla ilgili servisler bulunmaktadır.
Hanın Dede Efendi Caddesi'ne bakan ön yüzü kesme taşla, diğer duvarları tuğla ile yapılmış, döşemelerde volta döşeme sistemi kullanılmış, sonradan yapılan betonarme çatı döşemesinin ü-zeri kiremit kaplı, ahşap, kırma bir çatıyla örtülmüştür.
Binanın tüm cepheleri orta doğrultulara göre simetrik bir biçimde düzenlenmişlerdir. Ön ve yan yüzler, zemin ve birinci kat döşemeleri düzeyinden geçen sürekli taş kuşaklarla, yatay olarak üçe bölünmüştür. Bu bölünme arka cephede görülmemektedir. Ön cephede birinci ve ikinci kat pencereleri, yüzeyden girintili düşey panolar içinde, bir bütün olarak düzenlenmişlerdir. Bu cephenin bezenmesi için, çıkmalar ve köşe sütunçeleri altında kaba yönü taş konsollar, kemer köşelerinde dairesel taş çıkıntılar bırakılarak hazırlık yapılmış, ancak inşaatın yarım kalması nedeniyle bunların yontulması gerçekleştirilememiştir.
Bu yarım kalmış haliyle bile izleyeni
BEŞİR AĞA
174
775
BEYATII, YAHYA KEMAL
belirli ölçüde etkileyebilen Beşinci Vakıf Hanı 20. yy'ın ilk çeyreğinde kentin çehresini değiştirmeye başlayan yeni mimari anlayışın ilginç örneklerinden biridir.
Bibi. Ergin, Maarif Tarihi, II, 486; M. Kemal (inal), Evkaf-ı Hümayun Nezareti'nin Tarih-çe-i Teşkilatı, İst., 1919, s. 234; S. Çetintaş, "Mimar Kemalettin Mesleği ve Sanat Ülküsü", Güzel Sanatlar, S. 5 (1944), s. 160-173; Yavuz, Mimar Kemalettin, 186-187.
YILDIRIM YAVUZ
BEŞİR AĞA
(?, Mora -'1752, İstanbul) Hafız Beşir Ağa, Morali Beşir Ağa, Hattat Beşir Ağa olarak da bilinir. Hacı Beşir Ağa'nın(-*) ölümünden sonra darüssaade ağası olmuştur, istanbul'un bazı semtlerine çeşmeler yaptırmış, bazı eserlerin kitabelerim yazmıştır.
Mora muhassılı Ahmed Paşa'nın kölesi olan Beşir Ağa, gençliğinde tüfek atıcılığı, pehlivanlık ile ilgilenmiş ve hat (güzel yazı) eğitimi görmüştü. Yeteneklerinden dolayı Ahmed Paşa tarafından 1724' te saraya verildi. O sırada veliaht olan Şehzade Mahmud'un (I. Mahmud) dairesinde hizmet etti ve şehzadenin güvenini kazandı. 1730'da I. Mahmud padişah olunca musahib-i şehriyari, ertesi yıl da hazinedar-ı şehriyari oldu. Önceki darüssaade ağası Hacı Beşir Ağa'nın ölümü üzerine 4 Haziran 1746'da bu göreve getirildi. Fakat Hacı Beşir Ağa gibi, sağduyulu bir siyaset izleyemedi. Güvendiği Süleyman adlı yakın adamı aracılığı ile her işe müdahale etti. Görevde bulunduğu atlı yıl boyunca sadrazamlığa "çırak-ı has" diye tanımladığı, kendi sözünden çıkmayacak kişileri getirtti. Sözünü dinlemeyen sadrazamı padişaha azlettire-mezse İstanbul'un bir köşesinde sabotajla yangın çıkarttırıyor ve felaketin, sadrazamın uğursuzluğundan kaynaklandığını halk arasına yaydırtarak amacına ulaşıyordu. Bu nedenle herkes kendisinden korkmaktaydı. Kamu görevlerini elde etmek isteyenler Beşir Ağa'ya yüklü rüşvetler vermekteydiler. Sadrazam ve vezirler ise mevkilerinin saygınlığını bir tarafa bırakıp Beşir Ağa'nın eteğini öpüyorlardı. Beşir Ağa'nın sıradan adamları
bile yüksek düzeydeki kamu görevlerine, hattâ din bilginlerine açıkça hakaretler etmekteydiler. Kendisi ve adamları hakkında giderek yaygınlaşan nefret ve korku, kapıkulu ocaklarını da etkilediğinden Patrona Halil Ayaklanması'na benzer yeni bir isyanın çıkması olasılığı doğdu. I. Mahmud, gizli uyarılar sonucu Beşir Ağa'yı ve adamlarını Haziran 1752' de hapsettirdi. Bu olaydan sonra sadrazamlığa getirilen Bahir Mustafa Paşa ise padişahı ikna ederek Beşir Ağa'yı Kız Kulesi'nde idam ettirdi.
Genellikle olaysız geçen L Mahmud dönemi (1730-1754) için yegâne bunalım ve İstanbul'u rahatsız eden durum, Beşir Ağa'nın altı yıllık terörü olarak gösterilir. İdamından sonra ise darüssaade ağalarının, saray içinde ve hükümet çevrelerinde etkinlikleri bir daha söz konusu olmamıştır.
Beşir Ağa Üsküdar'daki Nasuhî Dergâhı haziresine gömülmüştür. Kendisinden sonra darüssaade ağalığına getirilenin de bir başka Beşir Ağa olması, ilginç bir rastlantıdır.
Bilim adamlarını, hattatları koruyan Beşir Ağa, başta Mercan'da ve Sultanahmet'te olmak üzere İstanbul'a yeni çeşmeler yaptırmış, Kalenderhane Camii'ni onartmıştır.
İyi bir hattat olan Beşir Ağa önce Hasırcılar İmamı Hafız Mustafa'dan sülüs ve nesih ile celi sülüs yazı yazmış; Mumcu-zade Mehmed'den de icazet almıştır. Celi sülüste ustaydı. Yazısının harfleri ve kompozisyonu zamanına göre ileridedir. Bu yüzden celi sülüsün gelişmesinde rolü önemlidir. Bilinen eserleri şunlardır: Ayasofya'mn Bâb-ı Hümayun tarafındaki imaret kapısı ile ambar olarak kullanılmış olan Bizans yapısı Skeufilakion'un kapısı üstündeki kitabeler (1743), Aya-sofya karşısında köşede su terazisine bitişik çeşme kitabesi (1747), Bursa'da Emir Camii'nin dışındaki iki çeşmenin kitabesi (1743), Hacı Beşir Ağa Külliye-si'nde dış duvara bitişik çeşmenin kitabesi (1744), Şehzadebaşı'nda Kalenderhane Camii (1747) ile Topkapı Sarayı'n-da Şehzadegân Mektebi (1748) kitabeleri, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Emanet
Ayasofya'mn
karşısındaki
suterazisine
bitişik
çeşmenin
kitabesi
Beşir Ağa'nın
eseridir.
Elif Erim/TETTV Arşivi
Hazinesi no. 2080, 2801'de bir kıt'a yazı, Güzel Yazılar Bölümü'nde no. 726' da bir hilye.
Bibi. Siciü-i Osmanî, II, 20; Uzunçarşılı, Saray, 177; Mustafa Nuri Paşa, Netayicül-Vu-kuat, III-IV, Ankara, 1980, s. 54, 315; M. Ç. Uluçay, Harem, II, Ankara, 1985, s. 125; Topkapı Sarayı Arşivi Kılavuzu, 1. Fas., İst., 1938, s. 73-74, Müstakimzade, Tuhfe, 142; Rado, Hattatlar, 150.
NECDET SAKAOĞLU
BEŞİR AĞA (Hacı)
(?, ?- 3 Haziran 1746, istanbul) Büyük Beşir Ağa, Darüssaade Ağası Beşir Ağa, Şeyhülharem Hacı Beşir Ağa adlan ile de tanınır. Darüssaade-i Şerife ağası ya da kızlarağası denen saray haremağala-rınm en ünlüsü ve bu görevde en uzun süre kalanıdır. İstanbul'da, Babıâli'de cami, medrese, sıbyan mektebi, kütüphane ve sebil birimlerini kapsayan bir külliye, bir tekke, Eyüp'te bir darülhadis, aynı yerde bir çeşme ile kütüphane, Emir İmam Mahallesi ile Sarıyer'de çeşmeler, Topkapı Sarayı içinde de adıyla anılan bir cami yaptırmıştır.
Yaşamının ilk evresi, Osmanlı sarayına alınan öteki zenci köleler gibi bilinmeyen Beşir Ağa'nın, Darüssaade Ağası Yapraksız Ali Ağa'nın aracılığı ile saraya girdiği biliniyor. Sarayda, onun koruması altında okuma yazma öğrenen ve -yazıya düşkün Şehzade Ahmed'in (III. Ahmed) dairesinde hizmet gören Beşir Ağa, kültüre ve kitaba ilgi duydu. 1703'te III. Ahmed tahta çıkınca musahib-i şeyriyari oldu. 1705'te Dâye Hatun'u hacca götürdü ve kendisi de hac farzım yerine getirerek bundan sonra Hacı Beşir Ağa olarak anıldı. Dönüşünde harem hazinedar ağalığına yükseldi. 1713'te Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ile Kıbrıs'a sürüldü. Aynı yıl Mısır'a yine sürgün olarak gönderildi. 1714'te şeyhülharem olarak Medine'ye atandı. 1717'de İstanbul'a döndü ve darüssaade ağalığına getirildi. Bu görevi ölümüne kadar aralıksız sürdürerek bir rekor sahibi olmuştur. Eyüp Bahariye' sindeki yalısında öldü ve Eyüp'teki türbesine gömüldü. 1730'daki Patrona Halil Ayaklanması(->) sonrasında da makamını koruyabilmesi, Beşir Ağa'nın sağduyulu ve yetkin kişiliğiyle açıklanabilir. Ölümünde 90-94 yaşında olduğu biyografisini veren bazı kaynaklarda yazılı ise de bu yaşlardaki bir kişinin, sarayın en önemli görevini yürütmesi mümkün olamayacağından herhalde doğru değildir.
Darüssaade ağası ya da resmi olmayan sanıyla kızlarağası, Osmanlı sarayının en yüksek amirlerindendi ve pro-koldeki yeri vezirlere eşitti. Haremeyn-i Şerifeyn nazırlığı görevini de üstlenmiş olmaları saygınlıklarını artırmıştır. Bu makama getirilenlerin pek çoğu, okuryazarlığı olmayan, erkekliklerini yitirdikleri için de ruhsal rahatsızlıkları bulunan zencilerdi. Hacı Beşir Ağa, bunlar arasında, kitaba, kamu yararına hizmete, politikaya düşkünlüğü ile apayrı bir kişi olarak ortaya çıkmaktadır. Darüssaade
ağalığının saray duvarları dışındaki etkinliğine ve yapıcılığına da en çok katkısı bulunandır. Hacı Beşir Ağa'nın, kendinden önce ve sonra aynı göreve atananlarla ortak bir özelliği, cami, çeşme, sebil vb yaptırmak gibi hayır işlerine olan tutkusudur. Bu zümre, edindikleri büyük servetleri bırakacakları aileden ve çocuktan yoksun oldukları için adlarını yaşatmak amacıyla İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de, Kahire'de, Bursa'da, Edirne'de pek çok eser yaptırmışlardır. Haremeyn Evkafı'nı yönetmeleri, İslam dinine aşın bağlılıkları nedeniyle de Hz Muhammed'in "Ölenlerin hesap defterleri durulur. Yalnız, bilim öğreten, su getiren, ağaç diken, cami yapan, kitap bırakan ve hayırlı evlat yetiştirenlerin sevapları kıyamete kadar yazılır" hadisine uyarak cami, mektep, sebil, çeşme yaptırdıkları görülmektedir.
Hacı Beşir Ağa'nın, darüssaade ağalarının saraydaki etkinliklerinin dorukta olduğu bir dönemde bu göreve gelmesi, harem yaşamına düşkün III. Ahmed (hd 1703-1730) ile I. Mahmud (hd 1730-1754) katında daha fazla söz sahibi olmasına olanak vermiştir. Özellikle I. Mahmud, atamalarını Hacı Beşir Ağa'nın önerileriyle yapmıştır. Buna bir örnek olarak Sadrazam Kabakulak İbrahim Paşa'nın (22 Ocak 1731-10 Eylül 173D görevden alınışı gösterilir. Devlet işlerine karışan Hacı Beşir Ağa'yı, I. Mahmud'a şikâyet eden İbrahim Paşa, Mısır'da uzun zaman kaldığını, kara Araplardan bir akıllı adama rastlamadığını, hükümet işlerini kızlarağasının düşüncesine göre yürütmesinin yanlış olacağını, ama kendisine uymasa bu kez de başına bir iş geleceği için çekindiğim söylemiş; padişah da Hacı Beşir Ağa'nın görevden alınıp Mısır'a sürülmesi için buyruk vermiştir. Ancak, hakkındaki bu kararı, sadrazamın kayınpederinden öğrenen Beşir Ağa, I. Mahmud'un annesi Saliha Sul-tan'a başvurarak kararı geri aldırmış, İbrahim Paşa'nın da sadaretten azlini başarmıştır. Bu olaydan sonra yönetim üzerindeki etkisi daha da artmış, dış politika konularıyla da ilgilenerek İran-Os-manlı ilişkilerini, yetkili bir diplomat gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
Hacı Beşir Ağa'ya ödenek olarak her ay sunulan bin altından ayrı devlet erkâ-nınca, İstanbul halkından saraya işi dü-şenlerce ve taşradan gelenlerce sunulan hediyeler ve rüşvetler onun muazzam bir servet edinmesini sağlamıştı. Topkapı Sarayı Arşivi'ndeki belgeler arasında yer alan tasarruf senetleri, mülknamesi, vakfiyesi ve vakıf muhasebe defterleri de onun serveti konusunda bir fikir vermektedir. Hacı Beşir Ağa, bu büyük olanağı, İstanbul'a yaptırdıklarıyla birlikte Medine'de bir medrese ve kütüphane, Kahire' de bir sebil ve mektep, Ziştovi'de medrese ve kütüphane yaptırtarak, ayrıca Bağdat'taki İmam-ı Azam Camii'ne kitap bağışlayarak, yalısındaki kütüphaneye de nadir yazma eserleri toplayarak değerlendirmiş ve adını ölümsüzleştirmiştir.
Hacı Beşir Ağa'nın çağdaşı olan saray teberdarlarından Derviş Abdullah'ın 1115/1742'de tamamladığı yazma Risâ-le-i Teberdariye fi Ahvâl-i Ağâ-yı Dâ-rü 's-Saade adlı eser, zencileri, zenci hadım kölelerin hizmet ettikleri sarayları, bunların yaşamlarıyla ilgili gizli kalmış bilgileri içerir. Hacı Beşir Ağa'nın isteğiyle Ahmed (Resmî) bin İbrahim'in kaleme aldığı Hamîletü'l-Küberâ ise Osmanlı sarayındaki ilk zenci darüssaade ağası olan Habeş Mehmed Ağa'dan Hacı Beşir Ağa'ya değin kızlarağalannın yaşamlarını içermektedir.
Osmanlı sarayında Beşir Ağa adıyla görev yapan başka darüssaade ağalan, Eski Saray ağası, hazinedar ağa vb vardır. IV. Mehmed'in (hd 1648-1687) yazı hocası Hoca Beşir Ağa, Hacı Beşir Ağa' dan sonra darüssaade ağası olan Beşir Ağa(->) I. Abdülhamid döneminde (1774-1789) darüssaade ağası olan Beşir Ağa, III. Selim döneminde (1789-1807) Eski Saray ağalığı yapan Zireli Beşir Ağa bunlardandır.
Bibi. Müri't-Tevarih, I, 24, 123, 124; Siciü-i Osmanî, II, 20; Mustafa Nuri Paşa, Netayi-cü'l-Vukuat, III-IV, Ankara 1980, s. 54, 315; Ahmed Resmî, Hamîletü'l-Küberâ, Süleyma-niye Ktp, Esad Efendi Bölümü, no. 3876, vr 48-49; Uzunçarşılı, Saray, 172-183; M. Ç. Uluçay, Harem II, Ankara 1985, s. 43, 118, 124, 125; Uluçay, Padişahların Kadınları, 107; Topkapı Sarayı Arşivi Kılavuzu, I. Fas., 1938, s. 73-74.
NECDET SAKAOĞLU
BEŞİR AĞA TÜRBE-SEBİLİ
bak. EYÜB SULTAN KÜLLİYESİ
BEŞİR KEMAL
bak. PELİN, BEŞİR KEMAL
BEYATLI, YAHYA KEMAL
(2 Arahk 1884, Üsküp - l Kasım 1958, istanbul) Şair ve yazar. İlköğrenimini Üsküp'te özel okulda, ortaöğrenimini Üsküp ve Selanik idadilerinde yaptı. 1902'de İstanbul'a geldi. Kayıt dönemi geçtiği için hiçbir okula yazılamadı. İlişki kurduğu çevrelerden etkilenerek II. Abdülhamid yönetimine karşı olan bazı aydınlar gibi Avrupa'ya kaçtı. Temmuz 1903'te Paris'e gitti. Bir süre Fransızcası-nı ilerlettikten sonra Ecole Libre deş Sciences Politiques'e devam etti ve ünlü tarihçi Albert Sorel'in derslerini ilgiyle izledi. Paris'te kaldığı yıllarda Fransız edebiyatı ve özellikle Fransız şiiri konusunda bilgi sahibi oldu. Dönemin önemli edebiyatçılarıyla dostluk kurdu. 1912'de İstanbul'a döndü. Darüşşafa-ka'da edebiyat ve tarih, Medresetü'1-Vâ-izîn'de medeniyet tarihi öğretmenliği yaptı. Daha sonra İstanbul Darülfünu-nu'nda medeniyet tarihi, Batı edebiyatı ve Türk edebiyatı tarihi dersleri okuttu .(1915-1923). Bu dönemde başta Yeni Mecmua olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde şiir ve yazıları yayımlandı (1918'den başlayarak). Milli Mücadele' ye katıldı. Lozan Konferansı'nda Türk delegasyonunda çalıştı. Sırasıyla Urfa
Beyatlı, son yıllarında. Gözlem Yayıncılık Arşivi
milletvekilliği (1923); Varşova (1926), Madrid (1929), ek olarak Lizbon (1931) elçilikleri; Tekirdağ milletvekilliği (1935-1942); CHP sanat danışmanlığı (1942); İstanbul milletvekilliği (1943-1946); Ka-raçi (Pakistan) büyükelçiliği yaptı ve 1949'da emekli olarak İstanbul'a yerleşti. Ömrünün son dönemlerini geçirdiği Park Otel'de hayata gözlerini yuman Beyatlı'nın mezarı Rumelihisarı'ndadır. Beşiktaş'ta Barbaros Bulvarı yanındaki parkta da bir heykeli vardır.
Sağlığında simlerini ve yazılarını ki-taplaştırmayan Beyatlı'nın eseri ölümünden sonra 1958'de kurulan ve İstanbul Fetih Cemiyeti'ne bağlı Yahya Kemal Enstitüsü'nce derlenerek yayımlandı. Bu enstitü bünyesinde Yahya Kemal Müzesi açıldı (1961). Ayrıca Yahya Kemal'i Sevenler Cemiyeti de kuruldu (1958). Enstitü, şiirlerini Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgânyle (1962), Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963), Bitmemiş Şiirler (1976) adlı kitaplarda toplamıştır. Deneme, makale ve anıları ise Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyasî Hikâyeler (1968), Siyasî ve Edebî Portreler (1968), Edebiyata Dair (1971), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Tarih Müsâhebeleri (1975), Mektuplar-Makaleler'd&n (1977) oluşmaktadır.
Beyatlı, şiirlerinde ve yazılarında İstanbul'a büyük yer ve önem veren şair ve yazarlardan biridir. Özellikle şiirde bir "İstanbul şairi" olarak nitelenebilir. Beyatlı'nın İstanbul'a bakışı ve İstanbul' u işleyişi, Divan şairlerinin ve kendinden önceki şairlerin tutumundan birçok yönlerden farklıdır. Divan şiirinde ve Divan şiiri dışında kalan Beyatlı öncesi
BEYATII, YAHYA KEMAL
176
177
BEYAZ RUSLAR
"Bebek Gazeli", "Perestiş", "İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel", "Şerefâ-bâd", "Bir Sâkî", "Mükerrer Gazel", "16 Mart 1920", "Hisar Gazeli", "Ali Emîrî'ye Gazel", "Çubuklu Gazeli", "Göztepe Gazeli", "Çamlıca Gazeli", "Fazıl Ahmed'e Gazel", "Tanbûrî Cemil'in Ruhuna Gazel", "Üsküdar Vasfına Gazel", "İsmail Dede'nin Kâinatı", "Abdülhak Hâmid'e Gazel". Kitabın şarkılar bölümündeki şarkıların çoğunda yine İstanbul söz konusu edilir.
Beyatlı'nın deneme, makale ve anılarının toplandığı Aziz İstanbul'da, yer alan yazılar onun İstanbul'a bakışının kapsamını ve sınırlarını belirler. Şiirlerinin oluşmasına neden olan ve şiirlerin temelinde yatan düşünceler bu yazılarda daha somut, daha kapsamlı bir biçimde ortaya çıkar. Her şeyden önce Beyatlı
şairlerde İstanbul bir bütün olarak ele alınmamış, bu şehre belli bir anlayış, dünya görüşü açısından bakılmamıştır. Daha önceki şairler İstanbul'u çoğunlukla bir arka görünüm olarak kullanmışlar, belirli olayları, bazı semtleri ve zaman zaman da şehrin doğal güzelliklerini ya da yapısını konu etmişlerdir. Oysa Beyatlı İstanbul'a belli bir tarih anlayışı içinde yaklaşır ve yaşayan bir varlık olarak bu şehri ele alır. Beyat-lı'nın şiirlerinde tarihle anılar, doğal güzelliklerle yapısal güzellikler, manevi yaşayış ile maddi yaşayış birbirini bütünler ve destekler. İstanbul, Beyatlı'da bir Türk-İslam şehri olduğu ölçüde so-mutlaşır ve hayat bulur. Bir bakıma İstanbul Beyatlı için "fetih"ten sonra vardır. İstanbul Türk'ün olana kadar geçirdiği dönemlerle ilgisi, tarihsel bütünlüğü bozmama kaygısından doğar. Ona göre tarih adeta İstanbul'u Türk'e sunmak için yüzyıllar boyu hazırlanmıştır ve İstanbul Türk'ün olduktan sonra kendi hayat tarzını bulmuştur.
İstanbul Beyatlı'da tarihiyle, -toplumsal yapısıyla, doğal güzellikleri ve özellikleriyle, anıtsal ya da sıradan yapılarıyla ulusal varlığımızın bir simgesi gibidir. Şair İstanbul'da hem geçmişi, hem şimdiki zamanı yaşar. Bazı şiirlerinde L Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520),
İSTANBUL UFUKTA'YDI
Gurbetten, uzun yolculuk etmiş,
dönüyordum. İstanbul ufukta'ydı... Doğrulduğumuz ufka giderken... Sevdâlı yüzüşlerle, yunuslar Yol gösteriyordu.
İstanbul ufuktan,
Simasını göstermeden önce,
Kalbimde göründü;
Özlentili kalbimde bütün
çizgileriyle.
Binbir kıyı, binbir tepesiyle, Binbir gecesiyle.
Yıllarca uzaklarda yaşarken, İstanbul'u hicranla tahayyül,
beni yordu.
Yer kalmadı beynimde hayâle. İstanbul'a artık bu dönüş
son dönüş olsun. Son yıllarım artık Geçsin o tahayyüllerimin
çerçevesinde.
Bir saltanat iklimine benzer bu
şehirde,
Hülya gibi engin gecelerde, Yıldızlara karşı, Cananla beraber, Allah içecek sıhhati bahsetse.. Bu kâfi...!
Y. K. Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İst., 1974, s. 69-70
bazı şiirlerinde içinde yaşadığı mütareke dönemindedir (1918-1922). Bir yandan yüzyıllar öncesinin Boğaziçi âlemlerini canlandırır, öte yandan "fakir" Üsküdar' m güncel yaşayışını yansıtır. Bunu yaparken tarihi sağlam olarak bilmenin güveniyle ve yaşantıdan gelmese bile keskin bir gözleme, eksiksiz bir kavrayışa, halkınkiyle özdeşleşmiş bir duyum-sayışa dayanan şairliğiyle yola çıkar.
Beyatlı'nın İstanbul'da ancak 28 yaşından sonra yaşamasına rağmen özgün bir İstanbul şairi olmasını Abdülhak Şi-nasi Hisar "aşk"a bağlar: "Nihayet İstanbullu olmıyan Yahya Kemal aşkının sayesinde, vaktiyle 'İstanbullu' dediğimiz bir üslûba, bir şiveye, bir nükteye ererek gönlünün -en ince ruhlu sanatkârlarımız gibi- bu şehrin aşkını çekerek şivesinin hâlis bir üstadı, tam bir İstanbul şairi olmuşdu."
Beyatlı'nın bir İstanbul şairi olmasında aşkın payı olduğu kadar tarih görüşünün, toplum anlayışının, izlenimleri değerlendirmedeki şairce duyarlığının da payı vardır. Bu açıdan bakılırsa, Üs-küp'ten geldiğinde ancak l yıl kadar yaşadığı, tarihsel ve günlük yaşayışına yeterince nüfuz edemediği, ardından 10 yıl kadar uzağında kaldığı ve Paris dönüşünde gözüne bir "köy" gibi görünen İstanbul'u neden Türk tarihinin, Anadolu Müslümanlığının bir simgesi olarak gördüğü anlaşılabilir.
Beyatlı İstanbul'a belli bir tarih anlayışı içinde bakarken İstanbul'u eski yaşantısı içinde de canlandırır. 1912'den sonra yaşamaya başladığı istanbul'u adım adım gezerek tanır. İstanbul, Beyatlı için yalnızca surlar içinde kalan, Osmanlı uygarlığının yarattığı eski şehir değildir. Boğaziçi, Adalar, Üsküdar, Cihangir ve Eyüp de ilgi alanına girer. İstanbul'u tanımak, İstanbul hayatını içine sindirmek için yaptığı şehir gezilerinde çoğu kez yanında bir arkadaşı vardır. Yol arkadaşına bilgi vermekten, açıklama yapmaktan, görüldüğü halde fark edilmemiş bir ayrıntıya dikkati çekmekten hoşlanır. Sermet Sami Uysalla yaptığı sohbetlerden birinde böyle bir gezintinin izlenim-leriyle başladığı bir şiirinden söz ederken şunları söyler: "...Atik-Valde'den Ka-racaahmet'e bir sokak iner. 1934'te, bir ramazan günü, o dar sokakta durdum... Halkı, kerpiç evleri, bakkal dükkânını seyrettim... O intibaı aldım... İşte "Atik-Valde'den İnen Sokakta" isimli şiirimi o intibaımı yavaş yavaş işleyerek bu sene bitirdim..." Bu şehir gezilerinin bir yol arkadaşı da öğrencisi ve dostu Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. Tanpmar Yahya Kemal adlı, ölümü nedeniyle yarını kalmış kitabında bu gezilerden söz eder ve Beyatlı'nın İstanbul'u gezerken "adeta tarihi yaşadığını" anlatır.
İstanbul'un Beyatlı için başka bir yönden önemi vardır. H. Vehbi Eralp "Bu şaire göre, Türkçe, İstanbul evlerinde, İstanbul sokaklarında konuşulan Türk-çedir. Bir mektubunda İstanbul sokaklarında avare dolaşan Tükçeyi şiir dili ha-
line getirdiğini söylüyor" der. Beyatlı'nın "gezme" arkadaşlarından biri olan Eralp de Yahya Kemal İçin adlı kitabında, birlikte Caddebostan'a gidişlerim ve şairin deniz kıyısında bir kahveden kendisine "nefis bir gurup" seyrettirdiğini yazar. İstanbul'un en görkemli camilerinden biri olan Süleymaniye Ca-mii'nin konu olduğu "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" adlı şiir Beyatlı'nın tarih, vatan, manevi dünya anlayışının ifade edildiği anıtsal bir şiirdir. Eralp bu şiir için "Mimarideki Süleymaniye'nin şiirdeki karşılığı sayılabilir" der.
Beyatlı İstanbul'un doğal özelliklerini zaman zaman şiirinde vurgular. "Bir Tepeden" ve "Bir Başka Tepeden" adlı şiirler "yedi tepeli şehrin" bu özelliğini çağrıştırır. "Beyaz karanlık" diye nitelediği sis üzerine yazdığı "Siste Söyleniş" adlı şiiri, gençlik döneminde etkilendiği ve eleştirmekle birlikte hep saygıyla söz ettiği Tevfik Fikret'in "Sis" adlı şiirine bir nazire gibidir. Tevfik Fikret'ten aldığı "beyaz karanlık" nitelemesini kullanmakla birlikte Beyatlı bu şiirinde, Tevfik' Fikret'in aksine İstanbul'un sisten sıyrılıp bütün güzelliğiyle yine ortaya çıkmasını diler ve ister. Bu şiirde İstanbul'un simgesi olan Boğaz ve Boğaz'ın kıyı semtleri olan Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye konu edilir.
Kendi Gök Kubbemiz adlı ilk şiir kitabında yer alan öteki şiirlerin çoğu İstanbul'u kendi tarihi, doğal güzellikleri, şairin yaşadığı ruh hallerinin oluşmasında etkili olan yapıları, mevsim değişimleri bakımından anlatır. İstanbul'un yoksul ve eski semtleri Beyatlı'nın tarih ve millet anlayışını somutlayan ve yaşamakta olan en yetkin örnekleridir. "İstanbul Fethini Gören Üsküdar", "Hayâl Şehir", "Ziyaret", "Atik-Valde'den İnen Sokakta", "Üsküdar'ın Dost Işıkları", "Koca Mustâpaşa" adlı şiirler bu anlayışla yazılmıştır. Şairin İstanbul'da yaşamaya başladığından ölümüne kadar geçen dönemde (1912-1958) henüz doğal özelliklerini yitirmemiş olan Boğaz, Anadolu yakası, Adalar gibi sayfiye semtleri, İstanbul'un Beyatlı'nın güzelliklerine hayran olduğu semtleridir. Buraları konu alan şiirlerinde yer yer daha kişisel ve öznel davranarak gönül serüvenlerini, ruh hallerini, duygularını anlatır. Bu şiirlerde yine de semtlerin "cemaat" niteliğindeki toplumsal yapıları, tarihleri, camileri, evleri söz konusu olur. "Gece", "Akşam Mûsikîsi", "İstinye", "Eylül Sonu" gibi şiirleri Boğaz'i; "Fenerbahçe", "Maltepe", "Bedri'ye Mısralar", "İstanbul' un O Yerleri", "Moda'da Mayıs", "Eren-köyü'nde Bahar", "Viranbağ" gibi şiirleri İstanbul'un Anadolu yakasını ve Adalar'ı mekân alan şiirlerdir.
Beyatlı'nın ikinci şiir kitabı, adından da anlaşılacağı gibi Divan şiiri geleneğini sürdürdüğü, Eski Şiirin Süzgânyle'de ise eski İstanbul'u anma, özlem ve tarih vardır. İstanbul'un fethi, eski eğlenceler, acılı günler, kentle özdeşleşmiş ilginç kişiler şiirlerinin başlıca konularıdır:
U
R
H
Varlık ne kadar enfüsî!
Ne zamandan beri etrafıma bakarken diyordum, toprağın en güzel beldesinde yaşıyoruz. Karşıdan binbir kubbesiyle yükselen bu efsâneler payitahtı... Üs-tâd-ı seki Theophile Gautier'nin, toprakla semâ arasında dalgalanan en güzel hat dediği Boğaziçi... Bu sâhilsaraylar, bu Osmanlı yalıları... Bu harap bahçeler... Kuytu Haliç ve müntehâsında eski Sa'dâbâd... Surlar ve etrafında ölümün servileri... Şehri çepeçevre kuşatan bu surlar... Bu beyaz Anadolu sahili.. Karşısında siyah adalar, acaba bu bir rü'yâ mı? Çünkü bu iklim o kadar seyyâl. Hayâli pek fazla it'âb etmeden, içinde başka bir devri, başka bir beldeyi, başka bir hayâtı tenasüh ettirebiliyoruz. Akşam Haliç kıpkırmızı bir Venedik kesiliyor... Bir uc-dan bir uca göl göl giden Boğaziçi ayniyle İsviçre, Marmara'nın Anadolu sahili de havasında mûsikî titreyen bir İtalya değil mi? Ne kadar seyyâl bir belde.
Maamâfih bütün bir âlem bir toz gibi, bir türlü taayyün edemiyor. Böyle bir memleketin sahilinde yaşarken, muttasıl başka iklimlere seyahati bir saadet biliyoruz. Bâzılarımız gecesi demir bir kapak gibi üstüne kapanan Paris'de hayâtı daüssılayla diliyor. Bâzılarımız bir köşk istiyor ki pencereleri Roma'ya doğru açılsın. Bâzılarımız Kurtuba'da raksları, Britanya'da çanları, Felemenk'de yelde-ğirmenlerini düşünüyor.
Türk eshâb-ı huzûzunu, hâriçte gören bir ruh münekkidi, bu rengin, güzelliği bu kadar bol, bu ziya beldesi ahâlîsinden değil, ufukları çepçevre duvar bir arsada sakin insanlar sanır. Acaba bu içinde yaşadığımız havza bize neden bu kadar dar geliyor.
Şarkın bu ebedî payitahtını bu asırda bir şehr-i medenî yapmak isteyen hayırhahlar var. Diyorlar ki: Eğer bizde de dağlara tırmanan demir yolları, her köşede mutantan bir palas-otel, kadınlarla serbest görüşülen eğlence yerleri, kibar kumar mahâfili, şu ve bu olursa o zaman aklımız, fikrimiz burada olur; zevklerimizi burada sürer, paramızı burada bırakır, hep burada haşr ü neşr oluruz. Hattâ o zaman cenubî Amerika'nın şeker ve pamuk tüccarından, Rusya'nın zadeganından, İngiltere'nin servet sahiplerinden türeyen her dem seyyah sefâhat-perestler ziyayı, aşkı, huzûzu harıl harıl içmek için buraya koşarlar.
Bu temeddünkâr zevatın hakkı var. Bu fikirlerle bu şehir. Nice, Monte-Carlo gibi bir mezbele yapılabilir. Huzûzu yalnız behîmiyyet ve mîdesiyle, sekiz, dokuz, açılan oyun kâğıdlarımn, sun'î beygir koşularının istirâhat-bahşâ otel odalarının muhitinden alanlar için, mutantan bir mev'id-i mülâkaat olur. Herhalde biz böyle bir nasîbi İstanbul'un üstüne yormayız. O îtikaddayız ki bugün toz hâlinde sallanan bu iklîm, asırların uykusundan, bunca san'at beldeleri gibi, bir gün sıyrılacak.
Birçokları diyorlar ki Şark'ı Barbarlar istilâ etti. Hâlâ orada oturuyorlar. Şark'ı bizim ruhumuzda bulamıyan bu gibiler, bizi başka bir iklime mensup sanıyor, asıl toprağımıza gönderiyorlar. Afakî olarak belki Osmanlı payitahtı yoktur. Şark şehirlerinden, târihin kazâsıyle, biz Türkler bir gün çekilsek bile o şehirler Türk kalacak. Çünkü mevcudiyetleri bizim ruhumuzdan bir nebzedir. Lâkin yine taaccübe şayandır ki muasır Türkler, biz, etrafımızda Şark'ı görmeden yaşıyoruz.
Evet varlık ancak enfüsîdir...
Y. K. Beyatlı, Aziz istanbul, İst., 1974, s. 148-150
için önemli olan "Türk İstanbuP'dur. İstanbul'un Türkler tarafından alınmasını bir yazgı gibi önceden belirlenmiş ve değişmez olarak görür. Kitaptaki yazılardan anlaşılacağı gibi Beyatlı Türk tarihi alanındaki geniş bilgisini adeta İstanbul'u tarihteki yerine oturtmak için yönlendirir ve kullanır. Kimi yazılarda düşle tarih, kimi yazılarda İstanbul'un imarıyla ilgili tasarılar, kimi yazılarda İstanbul yaşayışına sinmiş ama birbirine yabancı din ve dünya görüşleri söz konusu edilir: "Türk İstanbul I-II", "Çamlar Altında Musahabe I-II", "Ezan ve Kur'an", "Ezan-sız Semtler", "Kör Kazma", "İstanbul'un imârı". Yahya Kemal "İstanbul'u imardan önce İstanbul'un Türk halkım imar etmeli..." derken belki de şairce bir önseziyle İstanbul'un 1990'lardaki karmaşasını o günlerden görüyordu.
Beyatlı'nın öteki kitaplarının hemen hemen hepsinde konu ağırlığı yine İstanbul'dadır. Beyatlı İstanbul'u vatanın bütün özelliklerini yansıtan ve belki de vatana, sahip olması gereken özellikler konusunda örnek olan bir "belde" olarak görür. Beyatlı için İstanbul Türk tarihini, Müslüman toplumu, bunların ya-nısıra bütün bir Roma-Bizans uygarlığını gözler önüne seren büyük bir sahne gibidir. Eğil Dağlar'daki yazılarda "İstiklâl Harbi" konu edilirken arka görünümde yine İstanbul vardır. Anılarında ise "İstanbul'a İlk Gelişim", "1912'de Pa-ris'den İstanbul'a Geliş" başlıklı yazılardan başka edebi ve siyasi anılarında da İstanbul'dan söz eder.
Beyatlı, şiirleri ve yazılarında İstanbul'u yaşatmak için tarih, mekân ve günlük yaşayış olarak İstanbul'un içinde yaşamış ve İstanbul'u içinde yaşatmış bir sanatçıydı diyebiliriz.
Dostları ilə paylaş: |