Bakirköy ruh ve siNİr hastaliklari hastanesi



Yüklə 7,48 Mb.
səhifə56/134
tarix27.12.2018
ölçüsü7,48 Mb.
#87102
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   134

BİRİNCİ VAKIF HANI

Sultanhamam'da, Sümerbank (eski Oroz-dibak) mağazasının karşı köşesinde, Şeyhülislam Hayri Efendi ve Vakıf Hanı caddeleriyle Rahvancılar Sokağı'nın çevrelediği arsa üzerinde inşa edilmiştir. 1910'da evkaf nazırlığına atanan Ürgüplü Hayri Efendi'nin, İstanbul'da, boş vakıf arsalarına ya da harap ve yıkık vakıf yapılarının yerlerine gelir getirecek yeni binalar yapılması önerisi üzerine gerçekleştirilmiş bir dizi işhamndan ilkidir. Eskiden Vanî Efendi Medresesi'nin yerine yapılmak üzere, Mimar Kemaled-din Bey(-0 tarafından 1327/1911'de tasarlanan hanın inşaatı 1334/1918'de tamamlanmıştır. Hünkâr şeyhi ve Vani-köy'ün kurucusu Vanî Mehmed Efen-



Birinci Vakıf Ham

Yavuz Çelenk, 1993

di'nin 17. yy'da yaptırmış olduğu eski medrese ise yine Kemaleddin Bey'in tasarımına göre, Gülhane Parkı girişinin karşısındaki Zeyneb Sultan Camii bitişiğine, Birinci Vakıf Hanı ile aynı yıllarda yeniden yaptırılmış olup bugün ilkokul olarak kullanılmaktadır.

Bodrumla birlikte 7 katlı olan han, demir putrellerle güçlendirilmiş taşıyıcı kesme taş duvar ve yine demir, tuğla karışımı volta döşeme sistemiyle gerçekleştirilmiştir. Yanındaki binaya kuzeydoğu yönünden bitişik olan hana Rahvancılar Sokağı'ndan girilmektedir. Hanın zemin katı ticari amaçlı tek bir mekân olarak tasarlanmış olup bugün bir banka şubesi olarak kullanılmaktadır. Şeyhülislam Hayri Efendi ve Vakıf Hanı caddelerinin kesiştiği köşede yapı yüzeyi yuvarlatılarak köşenin önemi vurgulanmış, ayrıca buradan zemin kattaki ticari amaçlı mekâna, üç kemerli bir kapı açılmıştır. Üst katlarda, her katta onardan, toplam 50 adet büro odası bulunmaktadır.

I. Ulusal Mimarlık Üslubu biçimleme anlayışına uygun bir yaklaşımla ve ö-zenli bir işçilikle düzenlenmiş olan hanın cepheleri 2. ve 5. kat düzeylerinden geçen sürekli taş kuşaklarla üçe bölünmüş, her bölüm kendi içinde bir bütün olarak ele alınmıştır. Dışa bakan üç cephenin orta doğrultularına rastlayan ikişer oda, 2., 3. ve 4. katlarda, oymalı taş konsollar üzerinde taşınan kapalı cumbalar biçiminde dışarı doğru taşırılarak yüzeylere hareketlilik kazandırılmıştır. Zemin kattaki mağaza açıklıkları beyaz mermer lentolarla, 1. ve 2. kat pencereleri düz, atkı kemerlerle geçilmiş, 3. katta kemerli, büyük, tek pencereler, daha üst katlarda ise sivri kemerli, üçlü pencereler kullanılmış, üst kat pencere kemerlerinin köşelerine, düz, turkuvaz renkli çiniler yerleştirilmiştir. Yapının yüzey düzenlenmesi demir payandalarla desteklenen, alt yüzleri nakışlı, geniş saçaklarla bitirilmiştir.

Osmanlı klasik çağının mimari öğelerini yansıtan bu görkemli cepheleriyle, Birinci Vakıf Hanı, 20. yy başlarında, batıdaki örneklere göre gerçekleştirilmiş çok katlı yapılarla görüntüsü değişen Sultanhamam ve çevresinde, tarihi yarımadanın geleneksel mimarisine uyum sağlamaya çalışan, I. Ulusal Mimarlık Dö-nemi'nin ilk çağdaş işhanı olarak dikkati çekmektedir.

Bibi. Hüseyin Hüsameddin (Yasar)-tbnüle-min Mahmud Kemal (inal), Evkaf-ı Hümâyûn Nezareti'nin Tarihçe-i Teşkilâtı, İst., 1919; Ergin, imaret Sistemi; Öz, İstanbul Camileri, I; Yavuz, MimarKemalettin.

YILDIRIM YAVUZ



BİRSEL, SALÂH

(1919, Bandırma) Şair ve yazar, izmir St. Joseph Fransız Ortaokulu ve İzmir Erkek Lisesi'ni, 1948'de de istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bö-lümü'nü bitirdi. Öğretmenlik, iş müfettişliği, kitaplık müdürlüğü gibi görevlerde bulundu, Ankara Üniversitesi Bası-

Salâh Birsel

Nazım Timuroğlu

mevi müdürlüğünden emekli oldu. Şiir, günlük, roman, deneme, inceleme dallarında çok sayıda eser verdi, çeviriler yaptı. Dünya İşleri (1947), Hacivatm Karısı (1955), Ases (1960), Kikirikname (1961), Haydar Haydar (1972), Köçek-çelefde (1980) yer alan şiirleri 1986'da Bütün Şiirleri adlı kitapta toplanmıştır. Deneme kitapları Sen Beni Sev (1957), Kendimle Konuşmalar (1969), Şiir ve Cinayet (1975), Kuşları Örtünmek (1976), Kurutulmuş Felsefe Bahçesi (1979), Pof ve Puf (1981), Halley Kimi Kurtarır (1981), Amerikalı Tolstoy (1983), Yapıştırma Bıyık (1985), Bir Zavallı Sarı At (1985), Şişedeki Zenci (1986), Asansör (1987), Kediler (1988), Seyirci Sahneye Çıkıyor (1989), Hafiyeler Önde Gider (1991), Gandhi ya da Hint Kirazının Gölgesinde (1992) başlıklarını taşır. Aralıklarla kaleme aldığı günlükleri Günlük (1955), Hacivat Günlüğü (1982), Yaşlılık Günlüğü (1986), Aynalar Günlüğü (1988) ve Bay Sessizlik (1990), Nezleli Karga (1990), Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu (1991) adlı kitaplarda toplanmıştır. Anı-inceleme-deneme türlerinin bir bireşimi olan Kahveler Kitabı (1975), Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu (1976), Boğaziçi Şıngır Mıngır (1980), Sergüzeşt-i No-no Bey ve Elmas Boğaziçi (1982), Istan-bul-Paris (1983) "Salâh Bey Tarihi" adını verdiği diziyi oluşturan kitaplardır. Tek romanı ise Dön Köşeli Üçgen'dir (1961).

1940'tan bu yana Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde, yemden başlayan gözlemcilik akımının, şiir geleneğimizde başka biçimlerde görünmesine karşılık, bazı tipik kelime kullanışlarıyla romantizmi bozan, onunla alay eden bir söyleyiş ön plana geçer. Birsel, bu ortam içinde ironiyi en usta biçimde kullanır. Bu söyleyiş biçiminde, dış ortam olarak

BİRSEL, SALAH

244

245

BİRUN

HACİVAT GÜNLÜĞÜ' N.D E N

...Dönüşte, Edirnekapı'dan dolandım. Yolda Fatih Medreselerinin onarıldığını da gördüm.

Sevindim.

Nedir bu çalışmalar, bakımsızlıktan inim inim inleyen tarihsel binalarımız, camilerimiz, mezarlık ve bahçelerimiz yanında çokça bir yer tutmuyor.

Gerçi son günlerde Eyüp Sultan Camiini ortaya çıkarmak için yıllar yılı camii bunaltmış o külüstür dükkânları da yıkmaya başladılar. Ama bu da daha çok din duygusuna dayanan bir hesapla yapılıyor.

Oysa, İstanbul ve bütün Türkiye bir estetik görüşü, bir tarih bilinci olan yapıcılarını beklemekte, özlemektedir.

Bütün bunlara karşılık, sokaklarımızı keser, kum ve çakıl sesleri doldurmaktadır. Ellerinde mala tutan adamlar, ustalannın buyruklarına uyarak, Tanrının günü, o güzelim tahta evlerimizi yıkmakta, onların yerine kübizmanm yanlış anlaşılmasından ve yanlış yürütülmesinden ortaya çıkan birtakım eciş bücüş binalar oturtmaktadırlar.

Bundan bir kaç yıl önce, Le Corbusier'nin şehrimize gelip de o ahım şahım evlerimizin yerinde yeller estiğini görmesi bir gazete haberi değildir, sadece.

Le Corbusier'nin işaret ettiği tehlikeyi biz çok önceden görmüş olmalıydık.

Birtakım zevksiz ve aptal ellerin yeditepe üzerine kurulan bu şehrin bütün güzelliğim silip süpürmek için ne denli çabaladığını, ne denli uğraştığını bize yabancı bir mimar mı anlatmalıdır?

Söyleyin, söyleyin Cihangir'den karşı yakaya bakıp da "fakir Üsküdar" diyen şair, bir gün de, Üsküdar'dan bu taraflara bakıp "fakir Cihangir!" demeyecek mi?

Evet, evet bütün şehir bozuluyor, bütün Boğaziçi çirkinleşiyor.

istanbul'a antika eşya gözüyle bakanlar, bir zaman gelecek, onu da yapamayacaklar.

Salâh Birsel, Hacivat Günlüğü, İst., 1982

algıladıkları, yaşanılan çevredir. Bu çoğunlukla istanbul'dur. Aslında günlük-amlarında, denemelerinde ve "Salâh Bey Tarihi"nde istanbul'u bir bütünlük içinde daha geniş planda kullanır. Boğaziçi ve Beyoğlu anlatışları ağırlıktadır.

Şiirimize Sulukule'yi o sokar ("Kaşık Havası"-Kikirikname'). İstiklâl Cadde-si'nde dolaşan insanları, alaysı bir anlatımla inceler. Emirgân'daki akşamüstleri-nin şiirini bulmaya çalışır. Türkiye ise bir geçmiş değil, gelecektir ("Sisten Son-ra"-Kikirikname). Alemdağ'dan Şile'ye yolunuz düşecek, taş taş gülecek / gök gök gerineceksiniz. Ya da Ahmed Ra-sim'i, bu, İstanbul'a en çok yakınlaşan yazarı Ceyo'da otururken düşünür. Ama denemelerine gelince bu çevre, bütünüyle şair ve yazar dostlarla dolup taşar. Bu ortam içinde onlarla birlikte yaşar. Şiirinde, İstanbul hep vardır: "Kaç defa İstanbul oldunuz siz adamakıllı". ("Sevdalı Ases"-Ases) derken bu şehirle bütünleşen, birleşen bir insan vardır. Şaşırtıcı, bazen şaka mı, alay mı olduğuna karar veremediğimiz bir tavır özelliği, Birsel'in şiirinin temel öğesi olmaktadır. ... .Rakı süzmeli / Aşık üzmeli / Şiir düz-meli / Hacivat'ın karısı / Beyoğlu'nda gezmeli gibi söyleyişlerde basit insanın davranışlarına takılan bir gözlem vardır (Hacivatın Karısı). Duygusallıktan hoşlanmadığı da bellidir.



Boğaziçi Şıngır Mıngır bir bakıma -kendi deyimiyle- Boğaziçi'nin gizli tarihidir; Boğaziçi'nin insan haritasıdır. Bir tarih perspektifinden geçirilen Boğaz'ın iki yakasını çeviren bütün semtleri, yalıları, köşkleri, kasırları, bahçeleri, çayırları, buralarda yaşayan kişilerin kimlikle-

ri, bu kitapta vardır. Onları, adeta Kandilli mehtaplarında sandalların içinde görürüz. Eskinin, tarihin oraya vurduğu bir damga vardır ki bu durum İstanbul'un özel yapısıdır. Tatlı bir ironi ile gene Beşiktaş'taki kedilerle köpeklerin karınlarını doyuran Kethüdazade'nin öyküsü yanında oradaki türbeler, mescitler ve ünlüler anlatılır. Kısaca Boğaziçi, en saltanatlı yıllarım padişah sarayları ile buralardaki gezilerde yaşar. Ama, Boğaziçi gerçekten bir ışıktır.

Çarşambapazarı'ndaki Murad Molla Tekkesi, Küçükmustafapaşa'daki Mes-nevihan evleri ve bunların da kişilikleri vardır.

Saraylar, hep Boğaziçi'nin yakından izlenişi, onun İstanbul tarihidir. Gene, "geçmiş yıllarda Boğaz, çiçek ve meyve bahçesi" demektir. Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi'nde Boğaz'ı adım adım tarih içindeki seyriyle sıralar. Sarıyer'deki Fırıldak Bahçe, Boğaz'daki kaynak suları, Büyükdere Piyasa Caddesi, buranın hatunlarının açık başla dolaşmaları, Vaniköy yalıları, mehtabiyelerin yaz aylarında Boğaziçi'm ayağa kaldırışları anlatılır. İstanbul'un tarihini bildiği, bulduğu biçimlerde ve biraz da söylenti çiçekleri serpiştirerek yazar. "Boğaziçi, bir elmas öyküsüdür."



Kahveler Kitabı'nda bu kentin tarihi, kahvelerin tarihi olur. Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu'nda bu açıdan kahve, lokanta, içkili yerleriyle bir kültürün kenti olmaktadır. Denebilir ki hiçbir günümüz şairi, düzyazılarında, onun kadar İstanbul'a sahip çıkmamış; onu, tarih ve sosyal yönleriyle inceleyip tatlı bir Evliya Çelebivari dile getirmemiştir. Aslında ya-

zar, Evliya Çelebi'nin gezi yazıları karşısında daima önünü iliklemiştir (Kuşları Örtünmek).

Böylece "Salâh Bey Tarihi", Istanbul-Paris kitabıyla birlikte mekân olarak kendisine İstanbul'u seçmektedir. Halide Edib'in ilk kadın derneğini Fatih'teki evinde kurduğunu, kadının ilk kez Sultanahmet'teki hastanede görev alışını, Ercüment Ekrem'in Babıâli gazete bürolarındaki dolaşmalarını, o dönemde Be-yoğlu'nun bonmarşeden, terziden geçilmediğini, hep ondan öğreniriz.

Günlükleri, denebilir ki denemelerinin başlangıcı olmuştur. Tuttuğu günlüklerde yaşadığı çevrenin izleri bulunur. "Beyoğlu Geceleri" denemesinde sinema tutkusunu, İstanbul sinemalarını bildirerek anlatır. Bir Zavallı San At okuduklarının, değerlendirilmesidir. Rumeli-hisarı'ndaki Tevfik Fikret'in Aşiyân'ını, Fikret'in kadifeye düşkünlüğünü; çiçeğin Türk yaşamına nasıl sokulduğunu ve İstanbul'daki çiçek bahçelerini (.Kurutulmuş Felsefe Bahçesi); İstanbul şehrinin anahtarlarım birbirlerine vermek için şair dostların Taksim'deki serüveni-. ni; bu arada şiire dair görüşlerini (.Kuşları Örtünmek); yolculukları ve 1940' lardaki Beyoğlu'nu, İstanbul'un sokak satıcılarının, eski günlerin birer kültür elçisi olduklarını, İnci Sokağı'nı tanıtmalarında (Asansör) hep gözlemlere dayalı değerlendirmesi vardır.

Gene edebiyat üzerine konuşmaları kapsayan Sen Beni Sev adlı kitabında bile Emirgân Çay Bahçesi ile Beyazıt'taki Küllük Kahvesi, hep şairin kültür çevresidir.

İSTİKLÂL CADDESİ

Caddelerden İstiklâl Caddesi Havuzdur da havuzdur. Kadınlar da ördekleri Dolaşır şıpıdak şıpıdak

İstiklâl Caddesi'nde dükkânlar İki yandadır da iki yandadır Vitrinlernen incik boncuk Şıkırdatır da şıkırdatır

İstiklâl Caddesi dediğin Antep kilimine benzer Beyazlar yeşiller karalar Fırıldaktır da fırıldaktır

İstiklâl Caddesinde dullar Cımbızlarıyla dolaşır Baldırnan eksik eteknen Fıkırdaktır da fıkırdaktır

Akşamları İstiklâl Caddesi'nde Çiçekler kokulanır da kokulanır Karanfillernen afişler Kıkırdaktır da kıkırdaktır

Caddelerden İstiklâl Caddesi Uzundur da uzundur İstiklâl Caddesinde bekârlar Dolaşır şıpıdak şıpıdak

Salâh Birsel, Kikirikname, îst., 1961

Böylece tuttuğu tüm günlüklerde yaşadığı ortamın getirdiği anılan ve dostlarıyla birlikteliğim, öykü değil gözlem ve değerlendirme olarak vermektedir. Şair, evinden çıkar, Tozkoparan'dan geçip Unkapam'na iner; yolu uzatmak onu eğlendirir; Galata Köprüsü'nün üzerinden mavnaları seyreder; geçmiş günlerden kopup gelen anılar onu iyice bağlar; Eyüp'te, Merkezefendi'de ve Karacaah-met'te, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzyıllar öncesinde bu taşların altında uyandığını sezinler. Edirnekapı'da dolanır. Zeyrek Yokuşu'nda düşüncelere dalar. İstanbul'un yıkılan, harap olmaya yüz tutmuş tarihsel yapılarını, sokaklarını üzülerek görür. Mesaj verir topluma. Denemelerin tümünde sanatın ve toplum olaylarının,sorunların değerlendirmesi yapılır. İstanbul'un semtleri, bu değerlendirme içinde bir çevredir (Hacivat Günlüğü).

Kadıköy, Ayaspaşa, Sirkeci, Süleyma-niye, İstanbul'un ünlü yangınları gibi gerçeklerle şair ne çok yaşar İstanbul'u. Teneke Mahallesi ile Rumeli Caddesi arasındaki sosyal uçurum da İstanbul' un konuları arasına girer (Halley Kimi Kurtarır).

Tüm yazılarındaki doğa, İstanbul' dur; ama, hiç de romantik bir yapıda değildir. İstanbul'un esin veren güzelliği, tarihte ve gününde yaşanan bir kişiliği vardır.

AYHAN DOĞAN



BİRUN

Osmanlı sarayının dış hizmetlerine bakan kadrolara ve hizmet birimlerine verilen ad. Sözcük, Farsça "dış" anlamındadır. "Birun" deyimi 1840'ta Babıâli'nin yeniden örgütlenmesinden sonra kulla-nılmayarak bunun yerine "Babıâli ricali", "rical-i devlet" deyimleri yerleşmiştir.

Resmi adı Saray-ı Cedide-i Âmire olan Topkapı Sarayı'nda, Harem-i Hümayun da denen enderun ile harem dairesi dış dünyaya kapalıydı. Bu iki bölümde yaşayanlar ve padişaha hizmet verenler sarayda yatıp kalkmakta, sarayın iç halkından sayılmaktaydılar. Dışarıda aileleri ve evleri yoktu. Geceli gündüzlü saray disiplini altındaydılar. Örneğin Enderun halkının, haremağalarımn sakal bırakmaları dahi yasaktı. Buna karşılık birun halkı, İstanbul'da evi ve ailesi olan, her gün hizmet için saraya, gelip giden görevlilerden oluşmaktaydı. Bunlar üzerinde Enderun'a uygulanan tarzda bir disiplin de söz konusu değildi. Birun görevlerine atamaları da sadrazam yapmaktaydı. Geniş anlamda birun, sadrazamdan başlayarak tüm yöneticileri, divan görevlilerini, İstanbul'daki asker ocaklarını kapsıyordu. Bunlardan, vezirlerle birinci sıradaki yöneticilere "birun ricali" denmekteydi. Dar kapsamda ise sarayla ilgili güvenlik, kapıcılık, taşımacılık, din, sağlık, vakıf vb işlere bakanlar, sarayın birun halkını oluşturmaktaydılar. Buna göre birun halkı sekiz grubu içeriyordu: İlmiye sınıfına mensup olanlar, Divan-ı Hü-

mayun görevlileri, birun ağaları, rikâb ağaları, eminler, şikâr ağaları, evkaf görevlileri, muhafız ve kolluk hizmetlileri.

İlmiye sınıfından olanlar, şehzade ve padişah hocaları, hekimbaşı, cerrahbaşı kehhalbaşı, müneccimbaşı ve hünkâr imamlarıydı. Sarayın, mülkiye sınıfından dört birun görevlisi şehremini, Matbah-ı Âmire emini, Darphane emini ve arpa eminiydi. Şehremini, hanedan saray ve köşklerinin yapım ve onarımlarını; İbrahim Paşa Sarayı, Galata Sarayı mekteplerinin gereksinimlerini yerine getiren bir örgütün amiriydi. Aynı zamanda saray masraflarının vekilharçlığını yapmaktaydı. Matbah-ı Âmire emini, her gün yüzlerce kişiyi doyuracak türlü yemeklerin, tatlıların hazırlandığı mutfakların, kilar-ı âmirenin buralarda hizmet veren aşçıların, yamakların şefiydi. Örgütünde çok sayıda sakabaşı, has ve harci fırın hademeleri, mumcu, helvacı, ekmekçi, simitçi, sebzeci, yoğurtçu, tavukçu, kasap, bozacı esnafı da bulunuyordu. Bunlar Acemi Ocağı'ndan seçilmekteydiler. Darphane emini, hazinenin gereksinimi olan altın ve gümüş paraların basım ve kesimini gerçekleştirdiği gibi, muhtelif madenlerin işletilmesini, buralardan İstanbul'a gümüş ve bakır hazinelerinin getirtilmesin! de sağlamaktaydı. Başında bulunduğu Darphane, önceleri sarayın dışında iken 18. yy' da sarayın birinci avlusuna taşınmıştı. Arpa emini de birun ricalinden olup Hâ-cegân-ı Divan-ı Hümayun sınıfında yer almaktaydı. Görevi saray ahırlarının yem gereksinimini karşılamaktı. Her ilkbaharda Kâğıthane'deki îmrahor Köşkü'nde arpa emininin padişaha ziyafet vermesi eski bir gelenekti.

Ağayan-ı birun zümresinden sarayla en çok ilişkisi olanların başında, emir-i alem ya da mir-i alem denen, padişahın tuğlarından, bayraklardan, mehterhaneden sorumlu rikâb (üzengi) ağası gelmekteydi. Kapıcılar kethüdası, sarayın orta kapısını (Bâbüsselam) bekleyen ka-pıcıbaşıların amiriydi. Ayrıca Divan-ı Hü-mayun'a ve saray protokolüne ilişkin birçok görevi vardı. Örneğin selamlık alaylarında padişahın yanında bulunur ve halkın verdiği arzuhalleri toplardı. Kapıcılar sınıfı, Bâbüsselam'ı ve Bâb-ı Hümayun'u bekleyenler olarak ikiye ayrılıyordu. Orta kapı kapıcıları "ser-bev-vabin-i dergâh-ı âli" unvanını taşımaktaydılar. 18. yy'da bu san, onursal bir rütbe olarak taşra derebeylerine verilmiş, böylece birun örgütü, İstanbul dışına da sembolik olarak yayılmıştı. Asıl saray kapıcıbaşılarının da birçok protokol, gözetim, bekçilik görevleri vardı. "Serhengân-ı Divan-ı Hümayun" da denen çavuşlar ve bunların amiri çavuşba-şı, divandaki ve saraydaki görevlerinden ayrıca mübaşir sıfatıyla eyaletlere buyruklar götürürler, bazen idam ve müsadere infazlarını gerçekleştirirlerdi. Ça-vuşbaşı, divan oturumlarının, padişaha arzların, ulufe ve galebe divanlarının, cülus ve bayramlaşma törenlerinin yasa-

lara uygun biçimde gerçekleştirilmesini sağlardı. Törenlerdeki alkış denen geleneği de çavuşlar sürdürmekteydiler.

Askeri sınıftan olan şikâr ağalan, padişaha, yakınlıkları nedeniyle rikâb ağalarından sayılmaktaydılar. Sırasıyla çakır-cıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı unvanlı üç şikâr ağası, birun erkâmndandı. Görevleri, padişahların av hizmetlerini organize etmekti. Bunların maiyetinde şikâr halkı denen ve usta avcıları, kuş ve tazı bakıcılarını kapsayan kalabalık bir kadro vardı.

Padişahın sofra hizmetine bakan çaş-nigirbaşı ile çaşnigirler, tıpkı şikâr ağalan gibi Enderun'da yetişip dış hizmete çıkan birun görevlileriydi. Çaşnigirbaşı, saray mutfağında pişen yemeklere nezaret eder, padişahın harem dairesi dışındaki yemek servislerinde hazır bulunur, maiyetindeki çaşnigirler de sofra hizmetini görürlerdi. Yine bunlar gibi, Enderun çıkışlı müteferrikalar, saray hademesi ko-numundaydılar. Baltacılar da devşirme kökenli Enderun ya da Acemi Ocağı çıkışlı gençlerdi. Teberdârân-ı hassa denen bu sınıfın muhtelif bölükleri vardı. Bir bölümü, Eski Saray'da hizmet verdiği için, Eski Saray baltacıları, bir bölümü harem dairesine odun, su servisi yaptıklarından yakalı baltacılar, diğerleri de zülüflü baltacılar olarak anılıyorlardı.

Birun kapsamında yer alan öteki hizmet sınıfları, peykler, satırlar, rikâb solakları, alem mehterleri, çadır mehterleri, hassa çamaşırcıları, hassa terzileri, elh-i hıref-i hassa denen gruptaki sanatkârlardı. Bunlar, sarayın her günkü görevlileri olmayıp belirli zamanlardaki hizmetleri ve sarayın siparişlerini yapan kişilerdi. Peykler, solaklar ve satırlar, cuma, bayram, kılıç alaylarında padişahın göz kamaştırıcı mevkib-i hümayununda özel kıyafetleri, teberleri ile yer almaktaydılar.

Bostancıbaşı'nın komutası altındaki Bostancı Ocağı(->), sarayların dış güvenlik hizmetleriyle birlikte hadaik-i hassa denen saray bahçelerinin bakımından sorumluydu.

Birunun son bir birimi, önceleri ha-sahır, son dönemde de ıstabl-ı âmire denen saray ahırları örgütüydü. 19. yy'a değin mir-i ahur ağanın, bilahare de ıstabl-ı âmire müdürünün yönetimindeki hasahır halkı, atoğlanlan ile salâhurlar-dan (binici-seyis), saraçlardan, nalbantlardan, harbende (katırcı), deveci bölüklerinden oluşmaktaydı. Hasahıra İstanbul dışında hizmet veren yundcular (kısrak yetiştiricileri), korucular (has otlakların korucuları), tayalar ve tay ağalan, sefer ve çayır voynukları da biru-nun uzantıları sayılıyordu.

İstanbul'daki kapıkulu ocaklarının büyük komutanları olan yeniçeri ağası ile sipah, silahdar, azep ağalan, cebeci, topçu, toparabacı, mehterbaşı ağalarına da ağayan-ı birun denmekteydi. Saray örgütünü örnek alan Paşa Kapısı'nda, vezir dairelerinde de daha dar kadrolu birun örgütleri vardı. Sadrazamların birun

BİSİKLET

246

247

BİTKİ ÖRTÜSÜ

Salâhaddin Giz'in objektifinden Beyoğlu'nda bisikletli bir genç kız, 1930'lar. Gökhan Akçura, Bisiklet Kitabı, İst., 1993

ağalarına, dış ağaları ya da bıyıklı ağalar denirdi.

Binin, temeli 15. yy'da yürürlüğe konan Kanunname-i Âl-i Osman'a dayanan geniş bir yapılanma olarak 19. yy'a kadar korunmuştur. Batılılaşma süreciyle birlikte kapıkulu ocaklarının dağıtılması, saray ve yönetim örgütlerindeki değişiklikler sonucunda yerini başka kurum ve kuruluşlara bırakmıştır. Ortalama bir sayı ile 4.000-5.000 kişinin yer aldığı bu yapı, istanbul'un zengin ve orta halli geniş bir kesimini temsil etmekteydi. Saray olanaklarından yararlanan ve saray kültüründen etkilenen birun mensuplarının aileleri, kentin sosyal yaşamında önemli bir yere sahiptiler.



Bibi. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, İst., 1972, s. 140 vd; Uzunçarşılı, Saray, 358-514; Uzun-çarşılı, Merkez ve Bahriye, 339, 364, 369; Pa-kalm, Tarih Deyimleri, I, 236; 1. Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Ankara, 1979, s. 140-142.

NECDET SAKAOĞLU



BİSİKLET

1900'lerde istanbul'da bazı bisiklet acenteleri Tepebaşı'nda beton bir velodrom yaptırarak burada reklam amaçlı bisiklet yarışları düzenlemişlerdi. Halk arasında yapılan bu yarışmalar bir spordan ziyade amatörler arasında iddialı bahislerden ileri gidememiş ve acentelerin bisiklet satmaya yönelik bir teşebbüsü olarak kalmıştır.

II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra bisiklet sporunda ciddi adımların atıldığı görüldü. Bu spor dalına yer veren ilk spor kulübü Fenerbahçe oldu. 1912' de başlayan bu faaliyetin ilk ünlü isimleri olarak Vecdi (Çağatay) ve Şinasi beylerle Alber Efendi ortaya çıktılar. Fenerbahçeli bu üç bisikletçi, İstanbul'da düzenlenen ilk bisiklet yarışlarının şampiyonluklarını aralarında paylaştılar.

1923'te Türkiye İdman Cemiyetleri ît-tifakı'nın kuruluşuyla Bisiklet Federasyonu teşkil edildi. Bu federasyonun başkanlığına getirilen Menemencizade Muvaffak Bey (Menemencioğlu) Türk bisiklet sporunun temelini atan kişi oldu. Türk bisikletçileri bundan sonra daha bilinçli ve daha disiplinli bir çalışma dönemine girdiler. 1924 Paris Olimpiyat Oyunları ile Türk bisiklet sporunda yeni ufuklar açıldı. Yapılan elemeler sonunda Cavit (Cav), Raif ve Cambaz Fahri beyler milli ekibe seçilerek Paris'e götürüldüler, ancak orada yarış bisikleti temin edilemediğinden yarışmalara kanlamadılar. -Fransa'da gördükleri modern çalışma yöntemlerini Türkiye'ye getirerek Türk bisiklet sporunda yeni bir dönem açıldı.

1926'da İstanbul'da ilk Türkiye Bisiklet Şampiyonası yapıldı ve Cavit Bey hem sürat, hem de mukavemet dallarında ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandı. 1927'de İstanbul'da, Taksim Stadı'n-da Bulgarlarla yapılan milli karşılaşma, bisiklet sporumuzdaki ilk milli müsabaka olmasının yanısıra İstanbul'da yapılan ilk uluslararası bisiklet yarışı olarak

men bir yıl sonra 1929'da, Bisiklet Federasyonu lağvedildi. Bu olay Türk bisiklet sporunda büyük bir duraklamaya yol açtı. 1933'te Bisiklet Federasyonu yeniden kuruldu. Yeni federasyonun gayretli çalışmalarıyla bisiklet sporunda büyük bir canlanma oldu. Ancak bu dönemde İstanbul, bisiklet sporunda eski üstünlüğünü yitirmişti. Artık Ankara ve

da önem taşır. Bu karşılaşmada İstanbullu dört bisikletçi, Cavit. kardeşi Galip, Sultanahmetli Tacetfin (Baştürk-men) ve Saridis beyler, milli formayı giydiler.

1928 Amsterdam Olimpiyat Oyunları' na Türk bisikletçileri de katıldılar. Türk bisikletçileri büyük tecrübe kazanmış olarak olimpiyattan döndüler. Ancak he-



Yüklə 7,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   134




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin