HOCAM
Daha önce APS ile yolladığınızı söylediğiniz mektupları henüz almadım. Bugün 581995 tarihli mektubunuzu aldım.
Bu nedenle tanrıların neden üçüncü şahıs çoğul kullandıklarının ayırımına vardım. Tanrıçalar da aynı yolu izliyorlar. Böylece tümceler, geçmişe, geleceğe, bugüne şamil oluyor. Mevhum oluyor.
Kapsamı düşünce sınırıyla örtüşüyor.
Bizim zamanımızın en büyük mutsuzluğu, sözümona, zamanın kıtlığıdır. Toplumlarımız gelirleriyle zekalarının büyük bir bölümünü, işleri daha çabuk yapmanın yollarını bulabilmek uğruna harcarlar! Ama bundaki amacın ne çıkarsız bir bilim tutkusu ne de daha ulu bir bilgeliğe ulaşmak kaygısı olmadığını sezeriz. İnsanoğlunun en büyük ve son hedefinin kusursuz insanlığın doruğuna erişmek değilde bir şimşek, bir yıldırım olup çakmaktır sanki.!
Sizin öğreti, aydınlanma konuşmalarınızı her kes ama herkes anlıyor, seviyor, zar zor lise bitirmiş kişiler anlıyor da Ethem anlamıyor. İyi, yüksek şeyler konuştuğun gerçek! Ama salt absoli içerik metalik geçirgen olmayan petekler içinde çok çok titizlikle, bin emekle sıkıştırılmış gibiler. Galen veya dedektör gibi. (Galen, silisyum kurşun ve kömür karışımıdır. Onu alır geçirimsiz bir nesneye asarsanız binlerce gözeneğinde sayısız radyo dalgaları saklı durur. Eğer bir yine yalıtılmış ince bir iğneyle frekans ayarlı yine bir runkof bobini ucuyla dokunur ayarınızı sabitlerseniz değişik dalgaların yayınını alırsınız. Gözeneği değiştiridiğiniz sürede değişik yayınlar karşınızda olur.)
İşte ele.
Tanrıçalar anlaşılmaz, tapılır, sevilir.
Bir paragrafınızda benim yazdıklarımı (duyarak yazdıklarımı) özentili buluyorsun imajını verdinki, yanıt vermem için hazırlık gerek diyorsun. Çok büyük iltifat ettin, ve belkişde tam tersi, sıradan buldun.
İkisini de kabul etmiyorum.! Size olduğum gibi ulaşabilmek için doğaçlama, paldırküldür yazdım, çünki size yazacak o kadar çok şeyim varki.... Yazdıklarımı okumağa kalkasam bozulur diye korkuyordum.
Yine inanıyorumki, yazmak için masaya oturmak, yüzmek için suya girmek gerekir. Aslında insan da bir galendir. Yeterki gözenek gözenek araştıran dinleyen olsun.
Sartre varoluşçuluğun kısa tarifinde her nesnenin bir özü (sürekli nitelikler topluluğu) ve bir varlık (yani varoluş, dünyada etkin bulunuş)’ı olduğunu söyler. Çoğu kimse özün önce; varoluşun sonradan geldiğine inanırlar.
Hayır.! Çünkü O özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak kendini belirler. Hasan gibi. Hepimiz gibi.
Bir kişi felsefi anlamda acı çekiyorsa, Sartre Ca, özü büyür. Yaşamak budur bence. Yoksa solucanın bile karnı doyuyor.
Sözün özüne gelirsek sayın beyefendi, çok şeyler taşımağa soyundunuz, dayanın başaracaksınız.
Siz varlığınızın bilincinde olduğunuz sürece, soluk almak doğal sıradan motorunuz olarak rölantide emrinizde olacaktır.. Gaz pedalından sakın ayağınızı çekmeyiniz. İyi yiyip içiniz. Bilirsin benzin de gerek.
Her zaman böyledir: Yerinde sayanlar yürüyenlerden daha çok ayak patırdısı ederler. Seni yine çalışmaktan alıkoydum.
Eh ne yapayım seviyorum. Hep seninle olmak istiyorum. Öperim.
Lütfen yanıt vermeğe kalkıp benim düştüğüm yanılgıya bir de sen düşme.
E. Aydın, 7Ağustos1995
ÖĞRENCİSİNDEN ETHEM AYDIN'A MEKTUP
Mayıs ayının ilk haftası geçti bile. Havalar kararsız. Ya bulutlu ya rüzgarlı. Güneşin bile tadı yok. Adana'ya emekli sandığına gitmem lazım. İki aya yakın zamandır gitmemek için sebep uyduruyorum. İçerlikliğim senden. Gelirsem seni ziyaret etmem lazım, oraya gelip sana görünmeden geri dönmek var ama buda kendime yalan söylemek olur.
Kontur'un otobüsü herhalde uzun bir yoldan geliyor. İçerisi sıcak ve yapış yapış insan kokuyor. Klima çalışıyor, hafif bir sesle radyo çalıyor. Başımı cama yaslıyorum. Otobüs trafik lambalarında durup kalkıyor. Ne ağaçlar ne gerilerdeki mor renkli toroslar, ne de onlara kontras sağlayan yeşil sarı regarenk tarlalar, bahçeler birşey ifade etmiyor. Beynimin ta içlerinde biryerlerde bir kadın bir şarkı söylüyor ayrılık üzerine, aşk üzerie. Bir türlü susturamıyorum. Beynim ne kadar gereksiz şey varsa tekrar tekrar anımsatıyor bana. Resim oyunu oynamaya, doğayı tuallerle gözlemeğe, parçalara ayırmağa başlıyorum. Beynimdeki müzikte anılarla yavaşlıyor, öteleniyor.
Adana'ya az evvel yağmur yağmış.Yerler su içinde. Köprünün altıdan geçip emekli sandığına doğru gidiyorum. Dudaklarımda istemeden alaturka bir şarkı var. Buram buram efkar kokuyor. Sağ ayağımdaki çorap ıslanıyor. Demekki su kağıtlardan ve kartonlardan yukarı işlemiş. Ayaklarıma bakıyorum. Ayaklarımda benim gibi yıpranmışlar. Kötü ve çirkin görünüyorlar. Şarkı daha bir yükseliyor beynimde. Çelik kutunun içinde yukarı çıkıyorum. Görevlilere evrakları veriyorum. Devlet memuru olmanın gizli çalımı ve aşağılayıcı bakışlarıyla bakıyorum.
AÇS'nin sanat galerisine gidiyorum. Açılacak bir serginin telaşı var. Sema önce hatırlamıyor sonra abartılı sesle odasına alıyor. Genç bir öğrenci var yanında. Sergi açmam için başvumamı istemişlerdi. Dilekçeyi ve birkaç fotoğrafımı veriyorum. Güncel şeylerden, krizden, sanattan bahsediyoruz. Birşeyler ikram ediyor. Beynimin ta derinliklerinde şarkılar çoşuyor, bir ses bir güç "gitme sakın gitme" diyor "üzüleceksin gene kırılacaksın" diyor.
Köprünün yayalara ayrılan kısmından değil araçlara ayrılan kısmından yürüyorum. Göğsümde o erotik ağrıyı duyuyorum. Küçük ısırıklar artıyor. Köprünün en üst noktasında duruyorum. İki yönden gelen araçları seyrediyorum. Kaç kez geçtim, neler neler düşündüm, neler yaşadım. Bir anfor oluşuyor beynimin içinde. Bulutların arasından çıkan güneş gözlerimi yakıyor. Büyük bir sessizlik oluşuyor önce, sonra yine şarkılar beynimin her yanını kaplıyor.
Kapın yarı aralık. Yerinde oluşuna seviniyorum. İki gençle konuşuyorsun. Herzamanki karışık feylozofça sözler. Ben feylozof yakıştırmasını sevmiyorum söylüyorsun. Beni gördüğün için sevinmedin. Hatta hafif bir rahatsızlık duygusu kaplıyor yüzünü. Huzursuzlanıyorsun. Gençlerle konuşmayı uzatıyor kahveden sonra ki hiç yapmadığın şeylerden biri çay hazırlıyorsun. Kitaplara bakıyorum. Duvardaki resimleri izliyorum. Kitapların kalitesi ve çokluğu içimi sızlatıyor. Yarınlarda ne olacak bu kitaplar. Sanane diyorum kendi kendime. Kayıt ediciye bakarak konuşuyorsun. Çekim bitiyor. Gözüm saatte. Geldiğimden beri yirmi beş otuz dakika geçmiş hiçbir şey konuşmadık. Bir öğrenci kız arka tarafta eşyaları düzeltiyor. İletişim lisesinde okuyor diyorsun. Gazanfer'den bahsetmek istiyorum. Sözü değiştiriyorsun. İstanbul'daki sergiyi anlatmak istiyorum. Geçiştiriyorsun. Benim dışımdaki sözleri ediyorsun. Sıkılıyorsun. Sorunlarım olduğunu biliyorsun. Anlatmamdan korkuyorsun. İstemiyorsun. Yıllar önce gülerek bana anlattığın oyunu sahneye koyuyorsun. "Konuşma benim insiyatifimden çıkıyorsa ve konuşmayı kesmek istersem hemen tavlayı çıkarırım" demiştin. Aynı oyunu oynuyorsun benimle. Hayır diyorum. Kalkıyorum. Eski bir heykelimi geri veriyorsun.
Tren bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor. Karşımda oturan kız bir roman okuyor. En ön vagonda gidişe ters yönde oturuyorum. Aynı yaşamım gibi. Bitiş, giderken arkamı zamana dönmüşüm. Herşeyi geçtikten sonra görüyorum. Gözlerimi yumuyorum. Sana kızıyorum. Gelmemem gerekirdi diyorum. Beynimde o sırada bir kahkaha yükseliyor. Batan güneş tarlaları renk oyunlarına boğuyor. Tuval oyunlarına tekrar başlıyorum. Küçük ısırıklar kaplıyor göğsümü. Keyfalıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Herşeyin bitmesini istiyorum.
Herşeyin bir de sonu vardır.
Saygılarımı sunuyorum.!
E. Aydın, 18Eylül1995
Dostları ilə paylaş: |