Mektubunuzu aldım. Bir solukta okudum. O kadar güzel, zorlamasız, biçemli yazıyorsunki, insan doyamıyor. Aslında siz kendinizi dışlıyorsunuz. İyi okumadığınızı vurgulamışsınız. Başlangıçta olduğu gibi ben buna katılmam. Doğaçlama yazarken bir pınar gibi akıyorsun. Bilmem bunun ayırımında mısın? Ama inceleme yazılarında anlatım çok güçlü olamıyor. Bizler hocalıktan ekmek yediğimiz için hep konuşuruz, iyisini ortaya koyamayız. Yine de kritiklerimizde bazı gerçek payı bulunur. Ondan neden beni bağışlayacağınızı umarım.
Deyeceğim şuki: bir kalem bu kadar güçlü olunca acaba neden yazmakta yavaş olur?
Konu mektup değil, herşey üzerine yazınız. Bolca yazınız. Zira siz bir yazım adamısınız. Yerinizi alınız ister gönül.
Doğaldırki hemen bir daktilo alınız. İyi bir puntası olsun her yazdığınızı en az iki nüsha yapınız birini dosyalayınız. İşte bu, pırıl pırıl yazım eseri şimdi benim elimde, ama sende olmayacak. Üzücü. Yine de Ethem’i dinle hemen taksitle yeni bir daktilo al, ilk taksit de benden olsun.
Ben Ethem Aydın, kendimde olmayan üstünlükleri dostlarımda görmekten mutlu olurum. Bu da çifte mutluluktur.
Bana eleştirel bir çizgide bakılırsa sıradan ve belkide biraz orta yerlerde gözükürüm. Okuduğum okulların da seçkin öğrencisi değildim. Ama yaptığım işe inanıyordum. Nasıl iyi olunur’u da öğreti bana vermemişti. Hep kendimi kalemtıraşın ağzında tutarak biryerlere geldiğimi sanıyorum. Hocalığım ise hep deney çizgisinde geçmiştir. Doğaldırki epeyce yanlışlar yapmışımdır, ilim adına, bilim adına, eğitim adına. Devreye sizin iyiliğiniz, sevginiz, saygınız girince adınız iyiye çıkmış olacaktır.
Bu kısmı sessizce geçelim.
Beni ben yapan etkenlere gelince resmin ve işin, bütün derslerin itici gücü olduğuna hernasılsa inanmıştım (programlarda öyle yazılmış olduğu için). Bunu hiç bırakmadım, şimdi ise daha çok inanıyorum. Derslerime hep hazırlanarak girerdim. Her zaman taze birşeyler getirmeği amaçlamıştım. Bundan neden de çok okurduk. Hala okurum. Sabahları Cumhuriyet gazetesini olabildiğince dikkatli okurum. İki saat yürüyüşten sonra, kahvaltı, bilimsel, ispirtüel inceleme eserlerini el kitabı olarak okur, not alır, üniversiteden gelen arkadaşlarla tartışır, arasıra da yazmağı denerim. Bu benim aşağı yukarı üç saatımı rahat alır. Resim sehpama oturur birşeyler çiziktiririm. Düşünürüm. Bunları hep kendim için yaparım. Gelen sergi davetleri, mektup yanıtları, aşklarım, akşamı bana dolu dolu getirir. Geç zaman gelenlerle de tavla atarım. Kalıyor yemek ve yatmak. Onuda sizler gibi yaparım deyince ve de kendimce inanınca “Ethem sen hiç de fena sayılmazsın” derim. Artı, sizleri düşünürüm, Mut’un geleceğini düşlerim, katkı için kıvranırım, Mersin’de İçel Sanat Kulübünü kollarım, eski ve sizler gibi öğrencilerimi aramak isterim. Yazları yurt gezileriyle değerlendiririm. Ben buyum.
Şimdi de Mut’taki evi bir kitaplık haline getirmek için içten içe, uğrun uğrun düşünüyorum. Kimler ne kadar benimle olur onuda araştırmak istiyorum. Bilirsin deliliğin sonu yoktur. Öperim
E. Aydın, 14Ocak1995
Sevgili Doğan.
Haldun Taner’i okuyana dek, selamı ben karşımdan ve çoğunlukla genç olanlardan beklerdim. O yüzden peteklerde bal eksikliği görürdüm. Sayın Taner diyordu ki, Ben selam verme önceliğimi kimselere kaptırmam. Doğru söylemiş. Böylece çok çok yol aldım, peteklerim balla doldu. Bazı yadsıyanlar olsa bile.!
Taaa geçenlerde Muzaffer bey’den bir mektup almıştım. İçli ve içtenlikli bir mektuptu. Radyonun birinin başına geçtiğini yönetimde özgür olduğunu söylüyordu. Böylece boz bulanık, göz gözü görmez bir zamanda sağduyulu ve Atatürk sevgisiyle dolu bir dostun bu zor işe soyunuşu beni zenginleştirdi, umutlarıma ufuk açtı. Sana getirmek üzere biraz da kitap seçmiştim. Onlara daha biraz ekledim, Mut’a koştum. Doğaldırki, Doğan benim hem öğrencim, hem de baba dostum hem de arkadaşım diyerek kitapları sana verecek ama hocanın kullanımına açık olması koşulunu öne sürecektim. Buna neden hergün akşam mikrofon başında olunca hazır bilgilere gereksinim var diye düşündüm.
Size ulaşmak üzere getirdiğim veya hocaya bıraktığım kitapları önce zimmetine al, sonra da kullanıma açarsın. Zira o kitapları almış sayılacaksın.
Sabahleyin bütün kuşlar bir gürültüyle öterler. Yeni günün başlaması yaşama sevinci gibi gelir bana bu ötüş. Çünkü ben de sabahları cıvıldamaya can atarım. Bu yazım da bir cıvıltıdır.
Karacaoğlan şenliklerine hazırlanıyormuşsunuz. Umarımki çaplı ve kapsamlı olur. Muzaffer beye yazdığım mektubu okursan orada Karacaoğlan ’ın kendisinden bir mesaj vardı, duyumsal.
Seninle daha çok baş başa kalabilirim ama posaya mektup atma zamanıdır şimdi. İsterimki bir an önce size bu sava bu iyi haberler ulaşsın. Sizleri öper başarılar dilerim.
E. Aydın. Yandan çarklı Mut’lu, 28Eylül1995
DOĞAN'CIĞIM
SONUN BAŞLANGICIKASIM1996
Uzun uzun, pratikler yüklediğin disketi aldım. Dersimi aldım.
Diyorsun ki, şu geçmişle hesaplaşmakla zaman yitirmeyelim, sevişelim! Çok doğru ve yerinde bir öneri. Teşekkür ederim.
Senin Aralık'ta resim sergin var, davetiyenizi alıncada bunca yoğun çalışmalara ayırman gereken zamanın büyük bir bölümünü doldurduğumdan utandım. Davetiye bir posta sonra elime geçtiği için ben masumum! Yazmış olmanızın büyük bir alicenaplık olduğunun ayırımındayım. Buna da ayrıca teşekkürler.
Bazen oluyor, üçyüzelli binlik bir öğrenci deneyimine karşın anten akordunda, firekansta bir sapma olmuş; bunun adına da çizgi, senin dilinde yaşlanmak dersek iyi olacak, dostluğu arındıralım çelikleşsin, öylesi böylesinden daha kıymetli olur düşünmüştüm. Hocam, zaman zaman izleri örttü ve örter diyorsun o da bir başka güzel.
Artık, madde madde gündeme girmenin de gereği kalmadı, yolumuza duyumsadığımız ve düşündüğümüz çizgide devam edelim diyorsunuz. Ben de öyle düşünüyorum. Budrosların yerinde benim bir Müderrisoğlu dersanem vardı, bütün işlemlerini resmi prosüdürü yerine getirmiştim, yıllar sonra hala sayısıyla öğrenci sayısı orantılı değil diye ve öğrenci dinlence yeri, bayrak direği yok diye kapanmıştık. Ondan olsa gerek kuruluşta titizliğimin nedeni.
Serginiz için başarılar dilerim. Turan Erol beyin ön yazısı çok çok doşuma gitti.
İyi yolculuklar Selami...Öperim.
E. Aydın, 1996
DOĞAN AKCAAKÇAM.
1919 larda; Tarsus Fransız işgalinde. Sokağa çıkma yasağı var. İşgalciler her evin gereksinimini eksiksiz her sabah dağıtıyorlar.
O zaman evler tek kat, damdan dama geçiliyor ve beş on kişi bir komu damda konuşuyorlar.
Yahu şu Fransızlar ne kadar iyiler, Osmanlı hiç bizi adam yerine komaz, ne içer ne yer diye dertlenmezdi. Şu rahatımıza bak, huzur içinde yaşayıp gidiyoruz der.
Diğeri aklım erdiğinden beri, ne evimiz ne barkımız oldu, şu cephe şu cephe benim, kırım kırım kırılırdık; babalar dedeler gitti dönmedi, dönenlerimizde, işte gördüğünüz gibi malul, eksikli, elinden bir iş gelmez oldu. Bahtımız öksüze çıktı.
Bir diğeri Donuna güvense yine savaşa girer ya...
Orta yaş biri Saray Amerika’ya haber salmış derler, onları isteyen ülema da çokmuş.
Çanakkale savaşlarından gazi bir topal Hepiniz iyi deyorsunuz da, şu işsiz güçsüz, damlarda, geçirdiğimiz kaçamak kaçamak buluşmamızda sizi yaşıyoruz, rahatız mı dersiniz, sonrada bu vatan bizim deyorsuz, gafes kuşu gibi durabilirmi Yörük. Şu aşağıdaki sokaklar, dereler, tepeler, Toroslar bizim değimliydi, asırlardan beri sınır boylarında ölen, şehit olanların hiç mi akılları yoktu? Şu mezarda yatanlar varya, gakıp yüzümüze tükürürler böyle konuşursanız!
Bir kolu dirsekten, ayağı kalçadan olmayan ak sakallı bir yaşlı konuşur Duyup dinlediğime göre, Sarı Paşa denen biri varmış, Çanakkale’den onu tanıyanlar söyledi, girdiği savaşlarda hiç yenilmemiş, simdi de bütün yurdu kurtarmak için tekmil gavırlara kafa tutmasaymış, çeteler de onun emrindeymiş, bizlerde buralarda sivtinip duracağımıza, çetelere girelim, hiç olmasa çocuklarımızdan, atalarımızdan utanmadan ölürüz,der. Doğan o gece Tarsus’tan yirmi kişi dolma tüfeklerle çetelere katılır. Fazla duygulandı yazamayacağım merak ettiyse Karboğazı olayını tarihten oku.
İster inan ister inanma, konuya neden böyle girdiğimi unuttum.
Sabahleyin kağıda düştüğüm günlük program o kadar kabardı ki, hepsini kenara ittim ve işte seninleyim. Seni Mersin Lisesi’nden, Mahmudiye Mahallesi’nden, babanızın öğretmenlerle not teması istediği, bana testere talaşı ayırırsınız, daha Türklü incelikli yaklaşımlar. İyi şeylerdi.
Bundan sonraki yaklaşımlarımız ise, ya doğrudan yada entegre iyilik, dürüstlük adına hep sıcak olmuştur. Tabii bu benim değerlendirmem bana görece oluyor. Siz ise, hemen hemen hep buruk ve bana dolaylı karşısın.!. Hemen estağfurullah dersen bu dürüstçe bir yanıt olmaz.
Şunu da söyleyeyim, ben yalnızca doğanın ilgisiyle, sevgisiyle var değilim. Sevgisizliğiyle de yoksun kalmıyorum.
Ben doğuşumdan beri sevgiyle oynadım. Ailem bunu iyi keşfetmişti. Beni tepe tepe gücümün üstüne işlerde kullandılar.
Devlet, o bindokuzyüzkırklı yıllarda, savunmasından keserek bir resim öğretmeni yetiştirmeye çalışması, onun her türlü gereksinimini üstelemesi, benim için entegre bir sevgiydi; karşılıksız bırakmadım.
Otuz yıl kendime dair bir çizgi çizmeden, aptalcasına, gücüm yettiğince devletin milli eğitim programları çerçevesinde, bazende programı delerek sizlerle zevkle ve zorluklarla çalıştım. Bunu da ben söylüyorum. İnanarak söylüyorum. Köy enstitülerinde ve liselerde ayrıcalıklı çalışmamla; şimdileri, sizleri görerek, bilinçsiz ama isabetli bir çalışma yaptığımı vesika edilmiş görüyorum.
İstiyorum ki, nerede nasıl bir hata işlediğim ki, Doğan bıkmadan, usanmadan beni dışlamağa devam ediyor! Çünkü Doğan benim için önemlidir. Senin emekli sınıfına girmeden öncesini belleğimde bulamıyorum. Sonrasında ilk temasımız Ticaret Odası Galerisi’nde başlar.
Orada senden çok senin başarını istiyor projeler üretiyorum. Sanıyorum benim en çok endişe ettiğim ve sana sık sık israrla söylediğim çizgiden kuruluş yarım kaldı.
İkinci yakın ilişki, biraz ters yoruma müsait: Ak Kahve Salonların’da açtığınız iki bölümlü sergi. Bir salonda, kusursuz iyi yerleştirilmiş Doğan Akça, ikinci salonda beni özendirdiğim, öbür salondakilerle nitelik bakımından eşdeğer olmayan eserlerle birazda derme çatma dengesiz, Rafet ve Doktor’un sergisi. Siz programda belirtilen tarih ve zamandan bir gün önce açtınız, ziyaretçi potansiyelinizde yüksekti.
Programlı açılsın seranomisi gereği senin salonun ışıklarını söndürttüm, giriş kapınızın önüne masa koyarak potokol kişileri oturttum. Nuri Abaç, Hasan Kavruk, Hüseyin Sevim, ve hatırlayamadıklarım.
Bu bir sergiydi, ben de öğretmeniniz olarak ve sizi deneyimli seven kişi olarak, dengeyi sağlamaya çalıştım. Siz bana bir taraf gibi baktınız. Ben hepinizi, siz badi badiyken sevdim; ana babalar da böyle doğrudan ve entegre sevmezler mi, yani genede hep sevmezler mi?
Buraya kadar ve bundan sonrası da senden bekliyorum, dürüst ve açık olabilirsen sevinirim. Konuşmanızı değil yazmanızı arzu ediyorum. Eğer değer bulursan zaman ayırabilirsen. Bilirsiniz bazı bitkiler yapraklarından beslenirler. Öperim.
E. Aydın, 25Kasım1996
SEVGİLİ DOĞAN
Alo dediğinizde sevindiğimden çok, şimdi düşünceliyim.
Bana göre Doğan, eski yazının da eşliğinde, arşivlere yönelmiş tam bir dinezor Belge ve bulguların loş ışığında, iğneyle kuyu kazmaya eğilmiş, uzmanlaştıkça uzmanlaşmış, uzmanlaştıkça verimliliği artmış, artacak sabırlı sabırlı bir gönül adamı idi. Yolu belli, işi zor olmasına karşın özverisi, Mut aşkıyla yollara çıkmış yücelip gidiyordu.
Mut'ta doğup; sucusundan, saracından, berberinden, kasabından, yemenicisinden, aşçısından, müftüsünden, imamından, eşrafından, memurundan, dilencisinden, hırsızından, sarhoşundan, aylak gezenine kadar herkes mutludur. Şöyle veya böyle hizmetleri olmuştur. Hepsi de sıradan değil, saygıdeğerdir. Herbirinin yazılmamış bir romanı vardır.
Sırasında bir ağaç diken de kahramandır.
Lütfen, elinize bir kağıt kalem alınız: En eski mezarlıktan başlayarak, başlık yazılarını okuyunuz. Önce bildiklerinizi, sonra da soruşturduklarınızı düşününüz. Hepsi de büyüktür, hizmet vermişlerdir, hatta kahramandırlar.
Duygularınızın labirentlerinde yolu, doğruyu yitirmez yazabilirseniz, bu yerinde adil bir yapıt olur.
Amma velakin ömür yetmez.
Seçici olunca; Birinci adamı arayacaksın, sonra hiç kimse ikinci adamlığı hazmedemez. Bana göre, mühacir Şükrü, içinde bulunduğu zamanın ve toplumun tam aradığı, bir acil servisti, büyüktü.
Konumu savunmaya kalksam sayfalar almaz. Gerçek payı, bir yönüyle hep vardır. Dikkat edilirse, tarihler hep yanlış yazılır.
Tarihi yapanlarla yazanlar ayrı ayrı duygu, düşünce burgaçlarında konuyu saptırırlar.
Yalnız Atatürk'ün büyük nutku tam bir tarihtir. Zira eser tarihi, yapana aittir. Bunu dünya da böyle söylüyor.
O, dünya klasiği, Neşri bey'i, ikincil, üçüncül veya sıradan yazarsan, yanlış yaparsın, hakkını versen, gücenen gücenene.!
Yine bana göre büyüklük, anonim olmakla belirir ki, ona da senin sabrın el vermez.
Sizin bu hazırlığınızı, Hüseyin bana aktarmıştı ve sormuştu: Müderris hoca rakı içer miydi?!!!
Cofiliyle sen güreşirken, ayağın pencere pervazına çarptı, çattt diye kırıldı. O, ne güçlü bir kırılıştı.!!!!
Ethem Aydın'a iltifaten, sn hocam dersin. –Beni dinlersen bu konuyu bir araştırmaya ve incelemeye al.
Benden özgeçmiş istiyorsun. Belli ki, kitaba benim abuk sabuk yazdıklarımı koyacaksın ki yanlış olur.
Bu durum Hüseyin içinde öyle olacak ki, oda yanlış.
Bizler henüz yaşıyoruz, olduğumuzdan çok, oluşacağımız da hesapta olmalı. Henüz erken.
Hem bizler Mut’lu bile sayılmayız. O sevgili Mut'a ne verdik ki.! Bir, sevgili Doğan'ın yanında esamemiz okunsa ayıp olmaz mı?
O, hakiki bir Mut hemşerisi, özverili bir isimsiz kahramandır.
Soruyorum; Gerçekleri bu açıklıkta yazabilecek misin?
Yine soruyorum; Neden kitap yazıyorsun?
Arşiv için kimse para vermez. Satmak için yerel anılara, derlemelere gir. Arap Reşit'in düğün çekişi, berber Fuat'ın zeybeği, Hüseyin'in, Alaaddin'in doğmatik espirileri, alonun küfürleri, Mut'un sarhoşları, v.s.v.s.
E. Aydın, 7Haziran2000
Dostları ilə paylaş: |