İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə66/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   75

ANSteLOPEDÎSÎ

— 1659 —


AYVAZ (Üsküdarlı)



dır? Köroğlu hikâyelerine oğlunun maceraları karışan Üsküdarlı bir Kasabbaşı yaşamış mıdır? Kat'î bir şey söylenemez. Köroğlu hikâyelerinde Türkmen kabilelerinden birçoğunun isimleri vardır ve bu hikayelerdeki maceralardan pek çoğunun Türkmenlerle ilgisi vardır. Öte yandan, XVIII. yüzyıl başlarına aid bir vesikada «Ürîsüdar Türkmen!» adı ile bir aşirete rastlıyoruz; Ayvaz'm, Üsküdarlı Türkmen aşiretlerinden bir güzel delikanlı olması ihtimali de böylece varid oluyor.

Köroğlu ile birçok arkadaşlarını XVI, yüzyıl sonlarının ünlü Celâlileri arasında göste-




Bir Köroğlu Hikâyesi kitabînin kapağında Ayvaz

Köroğlumm ardındaki yahu yüzlü gene



(Resim: Hâlid)
ren vesikalar (okuyunuz: Pertev Naili Bora-tav, Halk hikâyeleri ve halk hikâyeciliği, S. 193 ve devamı) vardır. Celâlilerden bahseden hicrî 996 tarihli bir hükümde Köroğlu hikâyelerinde adı geçen şahısların adlarını hatırlatan isimler arasında ivaz adlı bir Celâliden de bahsedilmektedir. Ama vesikada bunun Köroğlu ile ilgisini gösteren herhangi bir kayıt yoktur. Bununla beraber yine bu çeşit vesikalardan birinde, hicrî 988 tarihli hüküm, Bolu civarında zuhur etmiş şaki Köroğlu'nun «çektiği» (yani zorla kaçırdığı) bir «emred oğlan» dan bahsediliyor. Belki de bu, hikayelerdeki Ayvaz'm tarihî simasıdır. t

Burada, «Tevatür ile Meşhur Köroğlu Hikâyesi» nden güzel Ayvaz üzerinde birkaç metin parçası kaydedelim.

Köroğlunun Ayvaz elinden mey içerken söylediğidir:

Bugün bir keyfiyetim var Ayvaz mey doldur mey

doldur

Arada bir işretim var Ayvaz mey doldur mey

doldur

Kolunda kolbağı mercan Sana kurban olsun bir can Elinde fağfuri fincan

Ayvaz mey doldur mey doldur

Kır at görünmez haşadan Ben korkmam beyden paşadan Altın yaldızlı şişeden

Ayvaz mey doldur mey doldur

Köroğlu'nun Ay-vaz'ı Üsküdardan kaçırdığını söylediğidir:



Seni Üsküdardan aldım Şükür muradıma erdim Şimdi Çamlıbele geldim Hele mey doldur mey doldur

Köroğlunun Ayvaz ağlarken söylediğidir:



Oğlum Ayvaz Kasabbaşı gelmez mi Hanım ninen saçlarını yolmaz mı Hani benim Han Ayvazım demez mi Başı telli Han Ayvazım ağlama

Ayvaz'm güzelliğini ve tuvaletini tasvir eden parçalar:



* Benden selâm olsun oğlum Ayvaza
Çifte benli sim bilekli zorbaza


*• kaput giymiş sırma yakalı

Atı al yeleli kulak küpeli •k Ayvaz'm gül rengi gülden tazedir •k Oğlum Ayvaz bir hoş bakar

Ateşi bağrımı yakar

  • Âlem gülse Ayvaz gülmez
    Ela göz yaş mıdır nedir


  • Şimdi görürsün kendini
    Gülden kırmızı rengini
    Görmedim bunun dengini
    Gelür gürleyi gürleyi


  • Yataktan kalkmış bir arslan
    Gelür horlayı horlayı
    Buluttan çıkmış ay gibi
    Gelür parlayı parlayı


  • Tıfh jıevreste civandır

Pertev Naili Bortav

Rumî 1341 milâdî 1925 de İstanbulda Sûdi Kütüphanesi tarafından basılan ve kapağında «yanlışlarını düzelten Sin. Te. Ha» diye işaret edilen bir Köroğlu Hikâyesinde Üsküdarlı Kasabbaşmm oğlu Ayvazın kaçırı-lışı sahnesi şöyle nakledilmiştir:

«Köroğlu bir gün Çamlıberin karşısındaki yaylaya bir oba Türkmenlerin çadır kurub oturduklarını gördü, çadırın birinden bir kız çıkıp tekrar içeri girdi, Köroğlu hemen bin can ile o kıza âşık oldu. Kızı babasından helalliğe istemek üzere atına binerek yaylaya vardı. Kızın babası Köroğlunun kıyafetine bakarak bunun bir dağ haydudu, kanlı gözlü, bed yüzlü cellâda benzer herif olduğunu gö-rüb anladı, bir hile ile başından savmak isteyerek:

— Behey ağam! Ben kızımı senden âlâ


sına mı vereceğim, canıma minnet 'ki senin
gibi pehlivan damadım olsun, lâkin sen yal
nız başına dağlarda iskân etmişsin, böyle yer
lerde bir kızın münasebeti olamaz, size arka
daş olmak için bir delikanlı lâzımdır, hem si
ze hizmet ider hem yoldaş olur, dilediğin ye
re beraber gider... dedi.

Bunun üzerine Köroğlu:

— Söylediğin pek münasib, fakat bu va
sıf da bir delikanlı nerede bulmalı?..

Dedikde kızın babası:

— İstanbulda Kasabbaşının bir oğlu var
dır, dünyada bir misli görülmemiştir. Duaya
güzeli odur; anın cemâlini bir kere gören âşık
olur, tamam size lâyıkdır, adma Ayvaz der
ler., dedi.

Köroğlu :

— Pek güzel ama anı nasıl almalı?
deyince:

— Bu iş kolaydır, sana bir sürü koyun


ile bir de dört boynuzlu koç vereyim, onları
alub Üsküdara gidersin, koyunları Ibrahim-
paşa Çayırında bırakıp kendin Kasabbaşının
dükkânına varırsın, bir sürü getirdim görü
nüz dersin, o sırada oralarda gezinen çocuğun
kulağına kuzum sana görmeğe seza dört boy
nuzlu bir koç getirdim dersin, çocuk bunu
işidince babasına sizinle beraber çayıra var
mak için recaya başlar, eğer pederi götürme-
mek isterse efendim ben küçükbeyi .atımın,
terkisine alınm, size hiç zahmeti olmaz diye
rek Ayvazı terkiye bindirdiğin gibi kaçıp ge
lirsin., dedi.

«Köroğlu bu tedbiri pek beğendi. Türk-menden koyunları alıp doğru Üsküdara geldi, ve onun dediğini yaptı. Köroğlu Ayvazı terkisine alıp Üsküdardan babası ile beraberce İbrahimpaşa Çayırına geldiler, Kasabbaşı sürüyü temaşa ederken Köroğlu:



Kasabbaşı Kasabbaşı Sürü senin Ayvaz benim..

Dayüb atını mahmuzladı, malûm olduğu


veçhile at yelden tez gider. Kuş gibi uçar ol
duğundan gözden nihan oldu. Kasabbaşı oğ
lunun kaçırıldığını görünce can başına sıç
radı, çobanlara bu adamın kim olduğunu sor
du: ••••

— Efendim buna Köroğlu derler, Çam-


lıbelde haydutluk eder..

dediklerinde bîçâre pederin gözlerinden yaşlar döküldü. Doğruca Paşakapusuna varub keyfiyeti anlattı. Paşa, Kasabbaşıya tesliyet idüp :

— Merak etme, Timurlenkoğlu Kenanı
bu haydudun peşinden gönderelim, ottun hak
kından gelir, biz de ardı sıra askerle varır Ay
vazı kurtarırız! dedi.

Kenan haydudun arkasından yola revan oldu.

Köroğlu Ayvazı alıp kaçmağa başladıkda Ayvaz korkub ağlamağa, güzel gözlerinden

AYVAZ ALİ (Kayıkçı)

— 1660 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1661 —

AYVAZ ALİ (Kayıkçı)





Dedi ve Ayvaz Aliyi yalının harem kapısına götürüp bir dadıkalfaya teslim eyledi. Kalfa da pırpırı oğlanı her birinde yüz adet mum yanar dört büyük avize ile tenvir edilmiş bir mükellef divanhaneye çıkardı ki, ziynet ve şaşaası kayıkçının gözlerini kamaştırdı. Ortada altın sini ile sofra kurulmuş, üstündeki nimetler ne sayılır, ne tarif edilir, bir kuş sudu eksik... Bir tarafta hanende ve sazende cariyeler... Ortada pervane gibi dönen hizmetkâr halayıklar... Sofranın başında da hanım sultan oturmuş ki, kayıkçı Samur Ayvaz Alinin o dilbaz güzel kızla beraber yalıya getirdiği altmış beşlik hâtûndur... Amma yüzünde aklık, yanağında allık, gözünde sürme, kaşında rastık, saçlar kınalı, iğne, küpe, yüzük, bilezik, gerdanlık mücevherden yana da kuyumcu dükkânı gibi...

Ayvaz Ali, yer öpüp el pençe divan durunca hanım sultan bir kahkaha attı:

— Benim yalınayaklı şehbazım!.. dedi. Bu sofra ve bu meclis senin içindir... Şöyle
inci gibi yaşlar dökmeğe başladığından Kör-oğlu Ayvazı teselli ve teskin için şu beyitleri okudu:

At ardından Ayvaz bana sarılır Baban şimdi Ayvaz sana dardır Ayağına giymiş çizme sarıdır Başı Bağdad şallı Ayvaz ağlama Ağlayyub da beni yoldan eyleme

Sonra arkasına gelir gider var mı diye bakdıkda Kenanın geknekde olduğunu gördü, korkmadığını göstermek için Ayvaza şöyle söyledi:

Ayağına çağşır giymiş mavidir Kenan gelse o da sana maildir Sen güzelsin dünya buna kaaildir Başı Bağdad şallı Ayvaz ağlama Ağlayub da beni yoldan eyleme

Anan seni benim için besledi Bana bunu seni bilen söyledi Köroğlu da Ayvazını diledi Başı Bağdad şallı Ayvaz ağlama Ağlayub da beni yoldan eyleme



AYVAZ ALİ (Kayıkçı Güzeli) — Bir meddah hikâyesi kahramanıdır.

Samurkaş Ayvaz Ah' İkinci Sultan Mahmut zamanında Sirkeci iskelesindeki kayıklardan birinde sabahtan akşama denize kürek çalan bir kayıkçı şehbazı idi. Henüz on sekiz yaşında bir nevcivan olup samur kâkülü alnına dökülmüş, karanfil bıyıkları yeni yeni ter-leyüp bükülmüş, bakışları merdâne, hal ve tavrı levendâne, kayıkçılar arasında güzellikte bir tane idi. Kıyafeti dahi kıyafet idi: Yalınayak, baldır bacak çıplak... Sinesi üryan, kollar sıvalı... Belde Trablus kuşağı, başta keçe külah üstüne şal sarılmıştır...

Günlerden; tur gün ikindi vakti altmış, altmış beşlik bir kadın ile ferace altına yeni girmiş on dört yaslarında gönce gül misali bir kız, Samurkaş Ayvaz Alinin, kayığına bindiler. Nereye gideceklerini' söylemedikleri gibi, Ayvaz Ali de nereye götüreceğini sormadan iskeleden açıldı. Kadınlar ırz ehli göründüklerinden delikanlı yüzlerine bakmıyordu. Amma yaşlı 'kadın pırpırı oğlanı göz hapsinde tutuyor, kayıkçı güzeli de bunu hissediyordu. Limandan açılıp Sahpazarı açıklarına geldiklerinde Ayvaz Ali nihayet başını kaldırıp:

— Nereye gideriz nine hatun? Diye sorunca kadınların ihtiyarı:

— Kuruçeşmede Sultan yalısına!...
Dedi.

O sırada güzel kız da söze karışıp Alinin asla beklemediği lâubalilikle:

— İnci tanesi terlerin ile gümüş bazu-
larının hakkını bahşişiyle alırsın kayıkçı gü
zeli!...

Dedi.


Bre meded!... Ayvaz Ali aklını oynata-yazdı... O zamanlar yeniçerilerin zorbalıkta ve türlü türlü rezalet ve edebsizlikte azgınlık devri idi. Samurkaş Ali de yeniçeri ocağına kayıtlı yoldaşlardandı. Ortalık da kararmak üzereydi...

Henüz on sekiz yaşında idi amma, Samurkaş Ayvaz Ali için Sahpazarı önünde kayığı alarga edip akıntıya vermek ve palasını çekip: «Sesinizi kısın, yoksa kıtır kıtır keserim» diye tehdit ettikten sonra kadınları Marmara açıklarına götürmek ve tazesi ile gök ile deniz arasında dilediği gibi muhabbet etmek işten bile değildi. Fakat kendisine âdeta ilânı aşk eden kızın sesinde öyle bir sihir, füsun ve halâvet vardı ki:

— Sultanım!... Ayağına yüz ve göz sü
reyim... Size para ve pul lâfı eden yoktur...
Emir sizden, itaat da benden!..

Dedi, dedi amma evvelki hicabı da ter-keyledi. Gözlerini kızın, yaşmak altında bir çift siyah elmas gibi parlıyan gözlerinden ayıramadı. Kürekleri aheste aheste alırdı. Her ne hal ise, karşılıklı tebessümler, göz süzmeler ve iç çekmelerle Kuruçeşmeye geldiler.

O sırada akşam ezanı okunuyordu. Kadınlar yalıya çıkarken güzel >kız:

— Şahbazım... Vakit geç oldu... Kayığı


nı yalının kayıkhanesine çek... Bu gece ya
lımda misafir ol!...

Dedi.


Burada da bir «ya hey!...»

Samurkaş Ayvaz Ali içinden: «Hele bakalım... Bu gece gün doğmadan neler olacak!» diyerek kayığını Kuruçeşmedeki • Sultan yalısının kayıkhanesine çekti...

Kayıkhane zifirî karanlık... Ayvaz Alinin karnı da iyice acıkmış, zil çalardı ve: «Kadınlar, hele o güzel kız beni unutacak değildir...» diye düşünürken elinde fener ile bir hırvat uşak geldi:

— Buyur bakalım delikanlı... Seni Fe-


rahnâz Sultan Hanımefendimiz ister...

yanıma gel de seninle şarabı erguvan nuşe-delim... Ve şu fâni dünyada felekten bir gece çalub kendimizden geçelim..

Kayıkçı oğlan da içinden: «Zannrnı, bir batakhaneye düştük... Burada emre itaat gerektir...» dedi ise de azıcık nazlanmayı da nevcivanlıkşânından bildi:

— Sultanım efendim... Ben bir yalına


yaklı kayıkçı bekan garibim... Sen efendimle
bir sofrada oturup şarabı erguvan nûşetmek
ne haddimdir!...

Dedi. Hanım sultan:

— Yok... Yok... Ben bu gece sen şehba-
zımın elinden bâdenûş olurum...

Dedi ve Samurkaş Ayvaz Aliyi dizinin dibine oturtarak saz ve söz ile bir kaç saat muhabbet eylediler ve altın tas ile şarabı erguvanı dolu dolu içtiler... Vakta ki keyifler tamam oldu... Hanım Sultan:

— Haydi nevcivanım... Şimdi yatmak
zamanıdır Odamıza gidelim!...

Deyince Samurkaş Ali:



Kayıkçı Ayvaz Ali (Resim: Sabiha Bozealı)

AYVAZ ŞAH (Küpeli)

— 1662 —


istanbul

ANSİKLOPM5İSİ

— 1663 —

AYVERDİ (Ekrem Hakkı)




— Aman efendim... Bana izin... Ben ka
yıkhanede kayığımın içinde yatarım...

Dedi. Hanım Sultan da o anda gazaba geldi:

— Kaldırın şu kopuğu karşımdan!...

Diye bağırdı. Meğer kapı ardında beklerler imiş... Dev gibi iki uşak Samurkaş Ayvaz AMndn yakasına yapışıp hanım sultanın huzurundan çıkardılar... Sille ve yumruk ve tekme il: «Sen ne kopuksun ki sultanımıza karşı naz edip hatırını rencide edersin bre mel'ûn!» diye sürükliyerek yalının mahzenine attılar.

Mahzen zifirî karanlık olup içi küf kokardı ve zemini dahi dört parmak su idi, oğlanın ayakları su içindeydi. Bir müddet feryat ve istimdat ettiyse de kendi sesini yina kendisi işitirdi...

Kayıkçı güzel Ayvaz Ah" yalının mahzeninde kâh bağırdı, kâh sustu, kâh ağladı ve böylece saatler ve belki de günler geçti... Gözüne uyku girmez, susadıkça da, mahzenin o pis suyundan içerdi, amma açlıktan başı dönerdi... Bir ara eü duvarda bir demir halkaya rastladı: «Acaba nedir M?» diye yoklayınca halkanın çakılı olduğu taş yerinden oynadı ve o anda delikanlının tuvana vücuduna taze can geldi. Ayağını duvara dayayıp halkaya yapıştı ve çekti ve o taşı yerinden çıkardı... Baktı gördü ki, bir yol açılmıştır.. Hemen içine daldı ve sürüne sürüne ilerledi. Biraz sonra, aman Allahım, ne görsün!... Dört duvarı, zemini ve tavanı taştan bir oda... Ortada bir direk... Direkte âfeti devran bir güzel kız bağlı... Ferahnâz Hanım Sultan elindeki bir kırbaçla o güzel kıza vurur:

— Söyle kahbe... Babanın hazinesi ne
rede:

— Kıyma bana dadıcığım!..


Diye yalvarır...

Ayvaz Ali ıbunu görünce kendisini tutamadı, hemen içeriye dalıp hanım sultana çullandı. İhtiyar kadın neye uğradığını bilemedi. Kayıkçı güzeli evvelâ başından yemenisini alıp acuzenin ağzını tıkadı ve belinden Trablus kuşağını çözerek hanım sultanın elini ayağını muhkem bağladı. Direkte bağlı olan 'kız:

— Sen kimsin delikanlı? İn misin, cin
misin?...

Diye sordu. Ayvaz Ali:

— Ben ne inim, ne cinim... Senin gibi
şu acuze kahbenin tuzağına düşmüş bir garip
kayıkçıyım... Ya sen kimsin?...

Dedi. Kız:

— Ey benim halaskarını, şehbazım... Ben
Arslan Paşa kızı hanım sultanım... Adım Fe-
rahnâzdır. Bu yalı dahi benimdir... Şu bağla
dığın kadın ise benim dadım idi... Paşa ba
bam iki sene evvel öldüğünde beni bir hile ile
buraya getirip kapattı. Kendisi hanım sultan
olup yalıyı zaptetti. Beni çoktan öldürürdü
amma babamın gizli hazinesini söyletmek için
öldürmüyor. Her gün bir sefer gelir, beni
böyle kırbaçla döver... Amma ben ölümü göze
aldım... Hazinenin yerini söylemem...

Dedi. Delikanlı hanım sultanı bağlı olduğu direkten kurtardı ve yerde yatan dadı kadının belinden anahtarları aldı, kapıyı açıp zindandan çıktılar ve dadı kadın sahte sultanı içerde bırakıp kapıyı tekrar kilitlediler. Kızın rehberliği ile kimseye görünmeden kayıkhaneye gittiler. Alinin kayığı orada dururdu. İçine atlayıp doğruca Beşiktaş sarayına varıp Sultan Mahmudun huzuruna çıktılar, macerayı naklettiklerinde Padişah yalıyı bastırdı. Dadı kadını cellâda verdiler, cürüm ortaklarını da tersane zindanı ile Babacafer zindanına attılar. Ferahnâz hanım sultan da halaskarı kayıkçı güzeli Samurkaş Ayvaz Ali ile evlenip Kuruçeşmedeki Arslanpaşa Yalısında safayi hatır ile caa sohbetleri ettiler...

AYVAZ ŞAH (Küpeli) — Onyedinei Asır ortasında namlı köçeklerden, meşhur Ahmed Kolu'nun oyuncularından Balatlı «âfitab misal» bir Çingene oğlanıdır. Hayatı hakkında ba§-ka bir kayda rastlanmamışdır (B.: Ahmed

Kolu).


Bibi.: Evliya Çelebi, I.

AYVAZYAN (Apraham) — Ermeni mu-harrirlaerinden; 1846 yılında İstanbulda doğmuş ve 5 Eylül 1909 da Yedikule Ermeni has-tahanesinde ölmüştür.

A: Ayvazyan Kumkapı Ermeni Mektebin de okuduktan sonra henüz 19 yaşında iken Harputta muallimlik yapmış, az sonra İstan-bula dönerek biraderi Kevork Ayvazyanla birlikte 1869 da «Mamul» (Basın) isminde erme-nice mizahî bir gazete çıkarmıştır ki 1880 tarihine kadar neşredilmiştir.

A. Ayvazyanın 8-10 kadar ve ekserisi manzum ermenice eseri vardır. Ayrıca 1893 de neşredilmiş üç ciltlik «Ermeni Biyografileri Silsilesi» namı ile ermenice tarihî bir telifi vardır. Lâkin: bu eserin mevsuk olmadığı ve daha fazla kulaktan dolma malûmatı ihtiva ettiği söylenir.

A. Ayvazyan İstanbul Ermeni cemaatinin muhtelif idare işlerinde de çalışılmıştır. Kevork M. Pamukcuyan

AYVAZYAN (İskuhi) — Tanınmış bir ermeni kadın ses san'atkârıdır. Dr. Nişan Ay-vazyan'ın zevcesi ve heykeltraş Agop Arab-yan'ın da teyzesidir. 1900 de Beyoğlu'nda vefat etmiştir.

Emsalsiz kudrette bir «Forte chanteuse» olan Madam Ayvazyan, İtalyada ve Paris Konservatuarında tahsil görmüştür. «Semiranıis», «l'Arlesienne», «Huguenots», «Mineon», «Tra-viata» gibi operalarda büyük başarılar elde etmiştir. Aynı zamanda değerli bir pianist olan Madam İskuhi ressamlıkda da istidat göstermiştir. Bir müddet Avrupa'da kalmış olması hasebiyle fransızcaya ve itâlyancaya da ana lisanı kadar vukuf kesbetmiştir. Kevork M. Pamukcuyan

AYVAZYAN (Kapriyel Başpiskopos) —

Ermeni aslından büyük Rus deniz ressamı Ohannes Aivazowsky = Ayvazyan'ın büyük kardeşi ve Rus Ermenileri üdebasından (B.: Advazowsky). İki ciltlik tir Osmanlı tarihi vardır, 1841 de basılmıştır. 1857 Mayısında İs-tanbula gelmiş, kısa bir müddet kaldıktan sonra Kırım'a geçmiştir.



Kevork M. Pamukcuyan

AYVAZYAN (Nişan Efendi) — İstanbul' un namlı ermeni tabiblerindendir. 1844 de doğmuş ve 24 Ağustos 1907 de Beyoğlunda vefat etmiştir.

1870 de İtalyada diplomasını aldıktan sonra İstanbul'a dönerek, 1874-1877 yılları zarfında Yedikule Ermeni Hastahanesinde başhekim olmuştur, ve uzun yıllar İran Sefarethanesinde hizmette bulunmuştur. 1901 de Beyoğlu Belediyesi Sıhhiye Dairesine âza seçilmiştir. Üçüncü rütbeden Osmanî ve Mecidî nişanları ile de taltif edilmiştir.

Kevork M. Pamukcuyan

AYVERDİ (Ekrem Hakkı) — Yüksek mühendis, inşaat müteahhidi, Türk yapı san'atı-nın harap olmuş şaheserlerinin tamir ve restorasyon işinde mütehassıs kıymetlerden; bu ansiklopedinin ve müellifinin pek asîl dostu, deyni şükranımızı ifadede kalemimizin âciz kaldığı bir necabet timsali (B.: İstanbul Ansiklopedisi), İstanbul Ansiklopedisi'nin kıy-kalem arkadaşaşı; 1899 birinci Kânununda İstanbulda Şehzadebaşında Kalenderhane mahallesinde doğdu; piyade kaymakamlarından İsmail Hakkı Beyin oğlu, seçkin kadın romancımız Samiha Ayverdi'nin ağabeyidir. Orta tahsilini Darüttedris ve Hâdikai Meşveret mektepleriyle Vefa Sultanisinde yaptı, Vefa Sultanisinin onbirinci sınıfından mühendis Mektebine imtihanla girdi, 1920 de diploma alarak bir buçuk yıl kadar fen işlerinde çalıştıktan sonra serbest meslek hayatına atıldı.

Bir kısmı taahhüt eseri, bir kısmının plânları da kendisinin olmak üzere yaptığı binaların belli foaşlıcaları şunlardır:

Elhamra sineması (Mimar Kiryakidis ile beraber), Veznecilerde Sevhan ve Ceyhan apartmanları (üniversite inşaatı istimlâkinde yıkılmıştır), Gureba Hastahanesindeki iki anfi dershane, Gureba Hastahanesinde cerrahî, üçüncü dahiliye, göz - kulak, radyoloji ve kadın hastalıkları pavyonları, Haseki Hastahanesinde tedavi kliniği, Cerrahpaşa hastahane-sinde göz kliniği, Süleymaniyede Biyoloji enstitüsü (proje Prof. Egli'nin'dir), Üniversite Rasathanesi, Taksim Belediye gazinosu, Kadıköy Halkevi, Taksim gezisi. Barbaros anıdı, Üniversite merkez binası rektörlük dâiresi ittihaz edilmiş Hünkâr kasrı ve Profesörler evi olan şehzadeler köşkü ve tak - kapunun ahşab kısımları haricen m u h a f a-za edilerek beton-lanması ve restorasyonu ve kütüphaneler tesisi



eserleri de

Tamir ve restore ettiği san'at Ekrem Hakkl Ayverdi

(Resim: Sabiha Bozcalı)




1664

1665 —
AYVERDİ (Sâmiha)

şunlardır: Edirne'de Sultan Selim, Üç Şere-feli, Bayazıd, Muradiye Camileri, İstanbulda Bâlipaşa, Sultan Selim, Mihrimah, Davud-paşa Camileri, Gazenfer Ağa Medresesi; Top-kapı Sarayında: Mutfaklar, Orta Kapı, Hazine, Kubbealtı, Baltacılar koğuşu, harem dairesi, -ki Topkapı Sarayında altı yıl çalışmıştır. Kuyucumuradpaşa ve Hasanpaşa Medreselerinin restorasyonu ve enstitü hâline ifrağı, Beykozda İshakağa Çeşmesinin ve Çarşambada İsmailefendi Camiinin, Mercanda İbrahim-paşa, Balatta Ferruhkethüdâ Camilerinin res-torasiyonlarını yapmıştır.

Projeleri Evkaf Hey'eti Fenniyesi tarafından hazırlanmış camilerden Boyacıköy Camimi 1925 de, Heybeliada Camiini de 1935 de yeniden inşa etti.

1950 den sonra müktesebâtı mimâriyesi-ni kâğıd üzerine dökmeğe başlıyarak Türk mimarî tarihine ve İstanbula âid makaaleler ve monografiler yazdı; bu yolda neşriyatta buluanan müesseselerde çallşdı. 1960 da İstanbul Fetih Cemiyeti reisi, istanbul ve Yahya Kemal Enstitüleri âzası bulunuyordu

Ekrem Hakkı Ayverdi, san'atkâr kızkarde-şiyle beraber, Fatih - Edirnekapı Caddesinde, semtin en güzel yapısı olarak tanınmış bir evde oturur. Evi, sahip olduğu san'at koleksiyonları ile bir müzecik halindedir; bu koleksiyonların başlıeaları da şunlardır:

1 — Hat koleksiyonu.

Ekrem Hakkı Ayverdi, bu koleksiyon hakkında: «Bilâtereddüt muazzam bir koleksiyondur, toplamak imkânını bulmakla ve hâlen sahibi olmakla övünürsem, zevkimin coşkunluğu gururuma hamledilmemelidir? diyor.


  1. — Kalem, kalemtraş, divit, kubur, ya
    zı kutuları ye çekmeceleri -koleksiyonu,

  2. _ XVI - XIX uncu asır Türk işleme
    leri koleksiyonu,

  1. — Bir miktar ok ve yay,

  1. — Beykoz mamulâtı yaldızlı cam eşya
    ve çeşmi bülbüller,

  2. — XV inci asırdan itibaren İznik ve
    Kütahya mamulâtı toprak avâni,

  1. — Çiniler,

  1. — Bir miktar tablo (bu arada Şevket
    Bey'in İkinci Selim türbesi, Ali Rıza Beyin
    Kalender köşkü, su kemeri, iki peyizajı, Ha
    lil Paşa'nın Natürmortu, Şeker Ahmet Paşa'
    nm natürmortu),

İSTANBUL

9 — XIX uncu asır Türk mobilyasından birkaç parça,

Ekrem Hakkı Ayverdi, uzun boylu, melih yüzlü ve hakikaten zarif insandır. Tarih ve edebiyatımız üzerinde bilgisi olgun, imanı sağlam, ecdat yadigârlarına ve hâtıralarına fevkalâde hürmetkar, millî an'anelere sadık, has mânasiyle münevver bir iş adamıdır. Meslekî faaliyetinin dışında, uzlet ve inzivayı alâyişe tercih ederek yaşar.

Kitaplar


XVIII. asırda lâle,

Fâtih devri mimarî eserleri Yugoslavyada Türk eserleri

XIX. asırda İstanbul haritası --
Fâtih devri hattatları

Fâtih devri mimarisi

Fâtih devri sonlarında İstanbul Mahalleleri, şehrin iskân ve nüfusu.

İstanbul ile ilgili makaleler

^ Asma Köprü hakkında (Akşam gazetesi, 1952)

Boğazkesen Hisarı (Turink Klüb Belleteni, 1953) İstanbulda birinci osmanlı kitabesi (Fâtih-İstanbul dergisi, 1953)

Ayazma Camii (İstanbul Ansiklopedisi) Azebkapusu Camii (İstanbul Ansiklopedisi) Babı hümâyûn (İstanbul Ansiklopedisi) Bağdad Kasrı (İstanbul Ansiklopedisi) Fâtih Camii (İslâm Ansiklopedisi) İstanbul Çarşısına mersiye (Milliyet gazetesi, 1954) İstanbul Çarşısı nasıl tamir edilmeli (Milliyet gazetesi, 1954)'

İstanbul mucizesi (İstanbul Mecmuası, 1956) Husrevpaşa Türbesi (İst. Enstütüsü dergisi, 1955) İstanbul fethinden sonra yapılan ilk iki cami (Havadis gazetesi, 1957) Boğaz Tüneli (Havadis gazetesi, 1957) Gazanferağa manzumesi (İst. Enstitüsü Mecmuası) Fâtih devri sonlarında İstanbul Mahalleleri (Vakıflar dergisi, 1958).

AYVERDİ (Sâmiha) — Devrimizin seç kin münevver kadınlarından, roman müellifi; 1906 (1321) da İstanbulda Şehzadebaşında, Kalenderhane civarında doğdu, babası piyade kaymakamlarından İsmail Hakkı Bey; anası, Fatma Meliha Hanımdır; mimar Hakkı Ekrem Ayverdi'nin küçük kardeşi olan Sâmiha, Ayverdi, romanlarında, son yarım asrın İstanbu-lunu, pitoresk dekorları ve pek cazip ve orijinal tipleriyle yaşatan kalem sahiplerindendir; İstanbul Ansiklopedisi tarafından gönderilmiş bir mektuba cevaben çok ciddî bir tahsil ve terbiye ile geçen çocukluk hayatını şöyle anlatıyor:

ANSİKLOPEDİSİ



Sâmiha Ayverdi (Kesim: Sabiha Bozcali)

«Çocukluk hayatım, dadımın söylediği ninnileri m â n a l a n d ı r-m a k endişesiyle başlıyan bir düşünce ve tetkik atmosferine sarılı olarak geçmiştir. «Yusufçuk» isimli son kitabımın içinde, bu tefekkür havasında kendini ve etrafını dinleyen çocuğun şöyle bir tasavvuru var:

«Küçük bir el, geçmiş bir hayat sahnesinin perdesini açıyor. Karlı, soğuk: bir kış gecesi. Büyük, loş bir odanın içinde kumral bir çocuk dolaşıyor. Tavanın bir noktasından dökülen ağır, geniş bir cibinlik içindeki yatağı, karanlığa gizlenmiş bir sevgili gibi onu bekliyor. Fakat çocuğun yeşil gözleri bu gece ona karşı pek kayıtsız.

Uzun beyaz geceliğinin içinde bir kat daha soluk ve zayıf görünen çocuk, bu akşam, üstünde her zaman soğuk ellerini ısıttığı sobaya da yaklaşmıyor. Yalnız genzinin pek iyi tanıdığı bir odun ve küf kokusundan, sobanın henüz yakılmış olduğunu düşünüp geçiyor ve odada yalnız olmasından istifade ederek mum iskemlesinin yanında duruyor.

Burada, odayı masalların efsanevî kalıbına döken bir mum yanıyor, çocuk, her zaman olduğu gibi düşünceli. Bu tefekkür sik-leti, onun küçük başını çok defa bir yana çeker ve bu bükülmüş basta bir düşünce hummasını göremiyenler, bir hüznün izini ararlar. Fakat çocuk bu gece, her vakit boynunu büktüren o başından büyük düşüncelerine dalmış değil. Sadece, odada yalnız olmasından faydalanarak, elini şamdana uzatıyor ve en sevdiği oyunu oynamaya başlıyor.

— Mum dibi, mum ortası, mum tepesi, pırrr...

Diye saydıktan sonra, parmağını sür'atle alevden geçiriyor ve elinin yanmaması sırrının, su saydığı tekerlemede olduğunu işitmiş olduğundan, aynı sözleri sıralarken, aynı hareketlerde de devam ediyor.

AYVERDİ (Sâmiha)

Çocuk, zevkine daldığı bu oyunu oynarken, ne sadık bir köle gibi kımıldamadan bekliyen yatağını, ne yavaş yavaş üstü ısınan sobayı düşünebiliyor.

Ama o, sade bunları değil, bir aşk alevinin yalımını ok hızı ile atlayıp insanın, kendisi ona iftira edip yakıcılığını inkâr ettiğini de bilmiyor ve düşünemiyor.

Kimbilir, belki de hayat, ona ileride sade bunu düşündürmeği kararlaştırmış olduğu için, çocukluğun şu hayal ve efsane çağında onu rahat bırakmayı istemiş ve ateşle bir oyuncak gibi oynamasına göz yummuş olacak.»

Bir buçuk yaşından itibaren sahne sahne hatırladığım çocukluğumda, farkında olmaksızın böyle yakalamış olduğum tabloları, üst üste biriken senelerden sonra birdenbire inkişaf edivermiş buldum.

Şehzadebaşı gibi İstanbulun karakteristik semtlerinden birinde geçen çocukluğum ve babamın dostlariyle dolup boşalan selâmlığımız, hattâ uşak, aşçı ve mahalle bekçilerinin uğrağı olan koğuş saf alan, bize cömertçe iz bırakıp geçen mazi levhalarındandır. Bahusus, ekseri ihtizar halindeki hastalarla sönmek üzere olan ışıklarda görülen bir son parlayış ve zindelik nevinden, eski İstanbul hayatı da can çekişen günlerini yaşarken, pek yakın bir akraba konağı, bu son ve ani canlılığın bütün vasıflarını önüme sermiş 'bulunmakla, bana bol, sahih ve hakikî fırsatlar vermekten geri kalmamıştır.

Ben, belki bir yaradılış tekazası yüzünden maziye çok bağlıyımdır; belki İstanbu-lu da bunun için çok severim. Bütün mer-dümgirizliğime rağmen beni böyle kolay kolay söyletebilmenizi, biraz da, memleket kültürüne tercihan İstanbul kapısından, bu hayran olduğum yoldan girişinizde aramak icap gibi görünür.

Eserlerimi yazdırtan saika gelince, toprak altına gömülmüş bir tohumun zamanı gelince inkişafı nevinden, günün birinde kendimi bu tarlada sürmüş bulduğum zaman buna ben de şaştım. Ezel tasarrufu beni o tarlanın bir köşesine gömmüş olabilir; fakat onun sürüp gelişmesinin saiki, lütfedin de benim sırrım olarak yine bende kalsın.

Otobiyografi cihetine gelince, hiç bir eser hakikî hayata ayna tutmadıkça aldatıcı sanat

AYVERDİ (Sâmiha)

.— 1666 —

İSTANBUL

ANSîKLOPBDİSİ

1667 —

AYYILDIZ (Hakkı Râif)




olmaktan kurtulamaz; fakat şu da muhakkak ki, yaşanmış sahneler ve hakikî hayat çizgileri, değirmen taşının arasına buğday olarak girip un olarak çıkan tanecikler gibi, hayli tebdil ve tağyirden sonra ortaya çıkar. Bence «Batmıyan Gün» ün «İrfan Paşa» sı ve «Yaşayan Ölü» nün «Gerçek Çelebi» si, üstlerinde durulacak birer tiptir.

Maamafih bazı kitaplarda ikinci derecede olan tiplerin daha dikkatle işlenmiş olduklarını söyliyeceğim. Bahusus «İnsan ve Şeytan» da bu örneklerden bir hayli vardır.

Bu küçük eser, eski İstanbulun hususiyetleri ve İmparatorluğun payitahta bahşetmiş olduğu imkân ve imtiyazların belirtileri ile örülüdür.

Keza, yeni neşredilmiş olan «Mesih Paşa İmamı» nda da İstanbul başka cephelerden kendini gösterir ve Mesih Paşa İmamı Hâlis Efendi hem kitabın merkezî şahsiyeti hem de ilmiye mesleğinin örnek tipidir.

Ben gerçi İstanbulu kitaplardan, arşivlerden, bîr tetkik ve çalışmanın hazırladığı imkânlar penceresinden de seyrettim; ama onu tanımaklığım, bir İstanbul tiryakiliği, bir İstanbul düşkünlüğü, yaklaştıkça uzaklık duyulan bir anlaşılmaz hasret, bir yatışmaz iştiyak yüzündendir.

Evet, o söylemekle tükenmiyecek büyük hasret ki, bizi gözle görülür, elle tutulur her türlü sevgi sınırlarından aşırır. Ama sözü bu vadiye sürüklemek, dereleri ırmakları gülleş-tiren bir bendin taşını koparmak kadar tehlikelidir. Onun için biz yine, bir eşik taşı gibi rastgele basıp geçtiğimiz İstanbul şehrine dönelim.

Size son olarak, baştan aşağı ve semt semt İstanbulu söyliyen «İstanbul Geceleri» isimli eserin ilk sayfasını yazayım:

«Asya ile Avrupanın ortasında, boşluğa kurulmuş muazzam br örümcek ağı gibi, her telini bir kıtaya iliştirmiş olan bu şehrin manevî göklerinde dolaşmak, onun kıldan ince ipek tellerini koparmadan, örselemeden bir taraftan öbür tarafa geçmek için bir örümcek mahareti nerede?

Sanırsınız ki İstanbul, meyvalarının altına çarşaf tutulup silkelenen bir ağaç gibi, asırlar boyunca dallarında 'budaklarında oldurduğu ne varsa, çelimsiz bir insan gücü, mü-tevazi bir teşebbüs, münferit bir hamle ile

döküp bitirecektir. Onu gövdesinden tutup sarsacak ve haşmetli mazisini, lezzetleri, zevkleri, hüsranları, mürüvvetleri, hülyaları, hakikatleri, hulâsa bütün çeşnıi ve hasiyet terkibi ile eteğine indirecek kuvvetli bazu nerede?

Nerede bu şehri fedaice benimsemiş, nerede onun hâkim hüviyetini can gibi gizlemiş, nerede onun irfanına, tabiatiyle tarihin işbirliğinden örülmüş mazisine hasretle yanmış serdengeçti nerede? Nerede o adam ki, bir yürek dağının tek solukta söylediği bir kaside gibi, onun beyanında tükenircesine feryad etsin, içinden, tâ içinden vurulmuşların ateşi ile coşup, bir sevdalının bağrı gibi yansın ve tütsün..»

Sâmiha Ayverdi'nin bize gönderdiği mektup burada bitiyor. Bu Ansiklopedi, ki müellifinin yegâne medarı iftiharı her an için aczini idrakidir, burada kemali hicab ile, kıymetli romancının «İstanbul Geceleri» ni 1944 den evvel yazmış olacağını tahmin etmektedir (B.: İstanbul Geceleri; Batmıyan Gün).

Devrimizin, kıymet hükümlerini ibzal et-miyen titiz bir münekkidi Refi Cevat Ulunay, Sâmiha Ayverdi'nin eserlerine tahsis ettiği bir makaleye «Bir mistik edebiyat numunesi» serlevhasını koyarak şu satırları yazıyor:

«Sâmiha Ay ver di, hikâyelerinde, bize binlerce senelerdenberi binlerce büyük dimağların nesirle, şiirle, musiki ile, tabiatle, aşkla, hicranla, elemle terennüm eyledikleri büyük Şark felsefesinin zevahir çalılıklarına gizlenmiş hakikat kaynaklarını arzediyor. Geçmiş ve gelecek ehli aşka kafilesi arasında bu değerli Türk kadınının bir mevkii olduğuna ve olacağına şüphe etmiyorum».

Eserler ve müellifler üzerindeki hükümleri muhakkak ki, pek manalı olan Necip Fâzıl Kısakürek de, meşhur «Çerçeve» lerinden birini Sâmiha Ayverdi'ye ayırmıştır; kıymetli şair:

«(Mabette bir Gece), (Ateş Ağacı), (Batmıyan Gün), (Aşk Buymuş), (Yaşıyan Ölü), (İnsan ve Şeytan) isimli, hikâye ve roman, birkaç kitabını gördüğüm bir kadın muharrirden bahsetmek isterim: Sâmiha Ayverdi...

Bu kadın muharrirden gözüme çarpan ilk hususilik, onun şahsî muarefe ve sun'î şöhret tertiplerinden hiçbirisine kıymet vermeden, mütevazı bir kütüphane vasıtasiyle yalnız üst-

üste eser vermesi oldu. Bu kadın muharrir, ne eciç bücüç Babıâli aynasında boy gösteren endamı, ne de (Yemiş) iskelesinin (Dolmuş) kayıkları gibi açıkgöz yazıcılar zümresinde mevki almak istiyen edasiyle, daha tek satırını okumadan, insana olgun bir nefes kifayeti vâdediyordu.

Sâmiha Ayverdi'ni» bazı satırları ile temasa gelir gelmez, onda cins istidatlara aid soylu çilenin bütün izlerini gördüm. Açıkgöz ve günbirlik şöhret avcılarının daima kolaya, hafife kaçan, göz alıcı ve alâka çekici âdi hokkabazlıklarına karşılık, onda, derin bir nıeta-fizika ihtirası, mavera humması, eşya ve hâdiselerin düğümünü ruhta ve müessirlerin müessirinde ariyan hakikî insan hamlesi, kaleminin dokumalarındaki mihrakı şekillendiriyordu.

Sâmiha Ayverdi, maddî eşyanın bittiği, deri üstü hâdiselerin tükendiği ve zahir ufuklarının sona erdiği noktaya bitişik âlemin serden geçti meczubudur.» diyor.

AYYAR — Hüseyin Kâzım Bey Büyük Türk Lûgatmda: «Serseri, çapkın; hilekâr; kurnaz» diyor; ve tasrih eylemeden Nedim'in bir hamamiye ile başladığı meşhur kasidesinde üryan bir nevcivan ağzından yazdığı beyti misal olarak kaydediyor; Nedim'in bu beytinde kullandığı «ayyar» sadece çapkın, hattâ «sevimli külhanı» manasınadır:

Nedîm nâmına bir şâiri cihan varmış :

Kemendi zülfüme düşsün ilâhi ol ayyar..

Şu kıt'ada da «düzenbaz» yerine kullanılmıştır:

Sürmeli gözlerin, ayyar bakışın Perçemin yanına çiçek takışın Koca yaz aldatdın beni ey fettan Bakalım ne cefâ eylersin kığın

İstanbul masallarında biri kadın, «Ayyar Zeli-ha», biri de erkek «Ayyar Hamza», halk muhayyilesinin yarattığı son derecede kuvvetli «hilekâr, kurnaz» tiplerdir.

Ayyar Haraza mıdır üstadın canım Elinde topaca döndüm civanım

AYYILDIZ (Hakkı Râif) — Bu satırların yazıldığı sırada emekli Tuğgeneral, coğrafyacı; Cumhuriyet ordusunun asker muallimlerinden ilk general; Mir'at-i İstanbul müellifi merhum Mehmet Raif Şey'in ikinci oğlu;

6 Haziran 1894 de îs-tanbulda Çengelkö-yünde doğdu ki, «Mir'at-i Mekteb-i Harbiye » müellifi ve Kuleli Askerî İdadisi kitabet muallimi Kolağası Esad Bey doğumuna şu tarihi söylemiştir:

Cevheri Kenzi belâgattir



General Hakkı Raif

Ayyıldız (Resim: Nezih)



bu tarihi Es'âda

«Doğdu İsmail Hakkı

yümn ile ikbal ile»

1312


İlk tahsilini Çengelköy Havuzbaşı mektebinde yaptı, oradan Beşiktaş Askerî Rüştiyesine girdi, 1912 de piyade mülâzimi sanisi olarak diploma aldı, Selanik beşinci kolordu nişancı alayına tâyin edildi ve bu alayla Balkan Harbine iştirak etti. Birinci Dünya Harbinde birinci kuvvei seferiye ile İran ve Kafkas cephelerinde bulundu, bu askerî birlik 51 inci fıkra adini alarak Irak harekâtına iştirak ettiğinde mülâzimi evvel oldu; General Townsend kumandasındaki İngiliz ordusuna karşı yapılan kanlı ve şerefli Selmanpak meydan muharebesinde, Delâbihâ takip muharebesinde ve Kûtülammare kuşatma ve Felahiye müdafaa muharebelerinde bulundu, iki defa yaralandı. İstiklâl Savaşına Elcezire cephesi emrinde olarak iştirak etti. 1926 da Harbiye Mektebi piyade bölük kumandanlığında bulundu. Babasının vasiyeti üzerine yüzbaşı iken İstanbul Darülfünununun Edebiyat Fakültesinin coğrafya zümresine girdi ve 1928 de diploma aldı, Erkânı Harbiyei Umumiye Coğrafya Encümeni İktisad Şubesi Müdürlüğüne tâyin olundu; 1930 da binbaşılığa terfi etti ve askerî muallim sınıfının ihdası üzerine Üniversite mezunu olarak bu sınıfa ilk geçen muallim oldu. 1935 - 1939eyılları arasında Kuleli ve Maltepe Askerî Liselerinde coğrafya muallimliği yaptı, 1943 de Millî Savunma Bakanlığı zat işleri öğretmenler ve hâkimler şubesi müdürlüğüne tâyin edildi, 1944 de generallik stajı için Bursa Askerî Lisesine coğrafya öğretmeni oldu ve 1947 de general oldu ve Askerî Liseler Eğitim Müfettişliğine tâyin edildi. 1951 yılı sonunda (44 yıl l ay fiilî, 11 yıl

AYYILDIZ (M. Mazhar)

1668


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

1669 —

AYYILDIZ YASAĞI





de «Ayyıldiz Sineması» görülür. Cadde burada 103 numaralı evden başlayıp park karşısında 129 numaralı binaya kadar, yani mendirek ucundaki fener ile rıhtım arasındaki sandal çekeği ve kalafat yeri karşısındaki es-Mden otel olan merdivenli binaya kadar sürer (1945).

İhsan Hamamîoğlu

AYYILDIZ KIRTASİYE MAĞAZASI —

Ankara Caddesinin eski ticaret müesseselerinden biridir. 1914 de Ali Şükrü Bey tarafından tesis edilmiş, 1916 da, Ali Şükrü Beyin Trabzondan mebus seçilmesi üzerine devren satılmış, 1936-1937 arasında da şimdiki sahibi Bay Mehmed Mazhar'a intikal etmiştir. Bu mağazanın müessisi olan Ali Şükrü Bey, Birinci Büyük Millet Meclisinde İkinci Gurup


harb zamları ile itibarî olmak üzere cem'an 55 yıl l ay hizmet üzerinden) emekliye ayrıldı. Birinci Cihan Harbinden harp ve kılıçlı gümüş liyakat madalyalarını ve İstiklâl Savaşından kırmızı kordelâlı istiklâl madalyasını taşır. Harplerdeki fedakârlığından ve Üni-versite tahsilinden dört yıl kıdem zammı ile taltif edilmiştir. Komşu devletler coğrafyasına ait seri halinde kıymetli bir telifin sahibidir. Bu satırların yazıldığı sırada, 1959, alfa-ibetik, resimli ve haritalı büyük bir Türkiye Coğrafya Ansiklopedik lügati hazırlamakta idi. Orta boylu, tıknaz, gayet tatlı dilli, sevimli, hoş sohbet, meclisi ara, çocukluğundan beri arkadaşları ve muhiti ve bilhassa talebeleri tarafından çok gevilmiş, elinden gelen iyiliği kimseden esirgemiyen temiz, necip bir simadır. Muallimlik hayatında talebesine, bilgi vermesinden maada şahsan iyi asker örneği olmuş ve birçok gencin yetişmesinde büyük tesiri görülmüştür. \

AYYILDIZ (Memmet Mazhar) — Ankara Caddesinin seçkin kırtasiye tüccarlarından, Ay Yıldız kırtasiye mağazasının sahibi. 1891 de Ordu'da doğdu, babası aslen Rizeli yelken gemisi kaptan ve sahiplerinden Yunus Kaptan isminde bir zat olup îstanbula gelmiş, Kartal Maltepesinde yerleşmiş ve Mehmet Mazhar henüz Kartal Rüşdiyesinde talebe iken vefat etmişti, çocuğun mektebe devam arzusu çok şedid olmasına rağmen, babasını kaybeden ailenin geçim kaygusuna düşmesi üzerine, Mehmet Mazhar, Darüşşe-faka Kütüphanesi sahibi Hüseyin Beyin yayanına çırak-tezgâhtar olarak girdi; patronu Ebüzziya Tevfik Beyin yanında yetişmişti, bu meşhur gazetecinin o sıralarda menfası olan Konyadan îstanbula avdeti, genç kitapçı çırağına yeni bir meslek yolu açtı, Tevfik Bey çok zeki ve çalışkan bulduğu Mehmet Mazharı kendi matbaasına mürettip olarak aidi, bu .işi sür'atle 'kavrayan genç, yıllar boyunca Tasviri Efkâr Matbaasının baş mürettipliğine kadar yükseldi. İstanbul Ansiklopedine tevdi edilen hâtıralar arasında şöyle bir fıkra nakledilmiştir:

Birinci Cihan Harbi arifesinde, Goben ve Breslav harp gemilerinin Almanyadan satın alındığı haberi, İstanbul basınına, sadaret, yaveri tarafından gece yarısından sonra haber verilmişti.

Matbaada yazı kadrosundan kimse kalmamış, saat 3,30 idi, basmürettip Mehmet Mazhar da yıkanmağa gidiyordu, mühim haberi alır almaz mürettiphaneye koşmuş, haberi büyük bir baslık altında tertip etmiş, makiniste de, mesuliyeti üzerine alarak 50.000 nüsha basmasını söylemişti; ertesi sabah, hükümetin yarı resmî gazetesi olan Tanin, haberi atlamış, çırpınarak ikinci baskısını hazırlar iken, sokaklarda Tasvir, yağma edilircesine satılıyordu.

Mütareke yıllarında, Anadoluda.ki Millî Hükümetin evrakı matbuasını basan ve bunları gizlice Anadoluya kaçıran teşkilâtta çalıştı, sansür tazyiki altındaki yorucu mesai ile yıprandığını görünce birikmiş parası ile Ay Yıldız Kırtasiye mağazasını aldı; burada da bir ara Anadoluya adam ve silâh kaçırma suçu ile 2 numaralı divanıharbe verildi ise de deliller bulunamadığından beraat etti.

AYYILDIZ CADDESİ — Heğbeliada, adanın başlıca çarşı boyu, en işlek yoludur. Vapur iskelesinden çıkılmca sağa düsen bahçeli lokanta ve birahane ile köşesindeki pastacı dükkânından sağa doğru başlayıp rıhtım boyunca devam eder; solda Düzayak sokağı kavşağına kadar, rıhtım île cadde arasında dar ve uzun bir yapı adacığı vardır. Kısmen paket taşı ve kısmen asfalt olan bu uzun caddenin üzerinde ilk görülen binalar şunlardır. İki yanı fidan dikili, sağlı sollu karakol, ada idare bucağı -komiserliği, tatlıcı, eczahane; hepsinin de önlerinde rıhtıma muvazi bahçeleri ve bu caddeye açılır ayrıca kapıları bulunan aile gazinosu ve bahriye gazinosu gibi gazinolar, dondurmacı dükkânı vesaire...

Cadde, aile gazinosu önünden rıhtıma doğru bir dirsekle bağlanır.. Sağda bir yeşil saha ve'sonra bir meydancık vardır... Cadde çarşı boyu hüviyetini muhafaza eder, müteaddit olarak sağlı sollu şu dükkânlar sıralanır:

Lokanta ve birahane, boyacı, kunduracı, bakkal, kitapçı, fırın vesaire.. Cadde, sağda bir kahvehane önüne kadar asfalt, ondan sonra paket taşı döşeli kısım da burada nihayet bulur, cadde bundan sonra eski paket taşı ve arnavut kaldırımı döşeli olarak devam eder. Cadde sağa tatlı bir kavis ile kıvrılır ve rıhtıma çıkar.. Sağ taraf rıhtım boyu, caddenin nihayetine kadar bir park olarak tanzim edilmiştir. Düzayak sokağı kavşağından az ileri-'

diye vücud bulmuş muhateftin liderlerinden olup muhalefetin naşiri efkârı olan Ankara-daki Tan gazetesinin de başmuharriri idi. Laz Osman Ağa ve adamları tarafından kaçırılıp öldürülmüştür.


Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin