Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə1/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Bilinmeyen Osmanlı

Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

Doç Dr. Said Öztürk
(Kitabın özetini Muhterem Fethullah Gülen Hocamızın huzurunda arz ederken Zat-ı Âlîleri’nin değerlendirme, tashih ve tesbitlerini de kaydettik. Okuyacağınız metindeki “M. F. Gülen:” şeklinde başlayıp italik yazıyla devam eden cümleler Hocamızın ifadeleridir. İstifadeye medar olması dileği ve dualarınız istirhamıyla... O. Şimşek)

***

Kitabın ve Özetin Takdimi

Rahmetli Adnan Kahveci, Maliye Bakanı olduğu ilk günlerde Ahmet Akgündüz Hoca’yı Ankara’ya çağırmış; eğitim hayatında Osmanlı Devleti ile ilgili doğru bilgileri öğrenememiş olduğunu; aleyhte öğrendiği bilgilerin yanlışlığını ve tarihimizi toptan inkârın zararlarını ise ancak Amerika’daki tahsil hayatında anladığını; Türkiye’de, Osmanlı’yı batıran kurum olarak bahsedilen ‘iltizam’ usulünü, Amerika’nın vergi toplamada kullanmak istediği modern bir iktisat teorisi olarak mastır derslerinde görünce şaşırdığını ve tekrar Osmanlı’yı incelemeye başladığını anlatmış; “Osmanlı Kanunnâmeleri gibi hacimli eserleri herkesin okuması mümkün değil. Keşke Osmanlı devleti ile ilgili önemli soruların cevaplarını 500 sayfa halinde özetleseniz ve adını da “BİLİNMEYEN OSMANLI” koysanız, ben de en az 500.000 adet bastırıp bütün meraklı insanlara dağıtsam.” demiş.

Benzer istekler üzerine, Osmanlı’nın kuruluşunun 700. yılı kutlamalarını da vesile ittihaz ederek “Bilinmeyen Osmanlı” kitabını yazmaya başlayan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, bu projenin çok yönlü ve zor olduğunu görünce, İktisat Tarihçisi Doç. Dr. Said Öztürk’ten de -özellikle Dördüncü Bölümdeki Osmanlı İktisadı konularında- yardım istemiş ve kitabı beraberce tamamlamışlar. Osmanlı Araştırmaları Vakfı’nca basılan bu eser, tarih, hukuk, kültür, medeniyet ve iktisat tarihi gibi çeşitli alanlarda, Osmanlı Tarihi ve Devleti ile alâkalı olarak sorulan veya bazı kesimler tarafından kasden ortaya atılan 303 sorunun cevabından müteşekkildir ve 528 sayfadır.

Yazarın kitabın tamamındaki fikirleri tek paragrafla özetlenecek olursa, şöyle denebilir: Osmanlı Devleti’ni teşkil eden fertler ma’sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah” denilen şahsiyetler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahısların bulunması da muhtemeldir. Osmanlı’nın, nazarî plânda İslâm’ın bütün düsturlarını kabul ve tatbik ettiği bir gerçektir; ancak tatbikatta bu esaslara muhalefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı’adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her ferdin ya da şahs-ı manevinin olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin de hem çok iyilikleri vardır hem de bir kısım hataları. Ancak 600 küsur sene boyunca hasenâtı seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre zarfında İslâm’ın bayraktarlığı unvanını Osmanlılara ihsan etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli unvan yine kaderin hükmüyle ellerinden alınmıştır. Osmanlıların, en kötü zamanlarında bile, içki gibi İslâm’ın açık bir hükmüne muhalefet etmemekle beraber, içtihadî meselelerde dahi şer’î hükümlere ri’âyet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir. Fakat, maalesef, Osmanlı Tarihi bilinmemektedir; bu konuda ciddi araştırmalara dayanan güvenilir eserler yazılamamıştır; Batılıların yazdıkları ise çoğunlukla mübalağa, çarpıtma, yalan ve iftiralarla doludur.

Hemen her mevzuya bu açıdan yaklaşan Kitab, dört bölümden müteşekkildir. Birinci Bölüm’de, Osmanlı Devleti’nin Siyasi Tarihi; İkinci Bölüm’de, Osmanlı Devleti’nde Sosyal Hayat ve Harem; Üçüncü Bölüm’de, Osmanlı Hukuk Sistemi ve Devlet Teşkilâtı; Dördüncü Bölüm’de ise, Osmanlı İktisadı ve Mali Hukuku ile ilgili önemli soru ve cevaplara yer verilmektedir. Ayrıca Birinci Bölüm’de padişahların hayatlarıyla alâkalı kısa bilgiler serdedilmekte; herbirinin eşlerinin, cariyelerinin ve çocuklarının isimleri zikredilmekte ve -mesela, Fâtih anlatılırken Kanunnâmesinde yer alan kardeş katli ve Yavuz anlatılırken ona isnad edilen Alevi ve Kürt Katliamı iddiası gibi- o dönemin tartışmalı mevzuları da ele alınmaktadır. Bu arada her devrin büyük devlet adamlarının, maneviyat büyüklerinin ve menfi ya da müsbet iz bırakan kimselerin adları da sıralanmaktadır.

Üst üste yüzlerce isim ve tarih zikredildiği, muhtevada itham ve iftiralara karşı savunma havası hakim olduğu ve yüce bir devletin altı yüz senelik hayat serencamesi 500 küsur sayfaya sığdırılmaya çalışıldığı için okunması ve özetlenmesi oldukça zor olan kitapta, en çok kardeş katli, saltanatın verasetle intikali ve bir de cariye meselesinin izahında zorlanıldığı görülüyor.

Kitabı, genellikle Yazar’ın kendi ifadeleriyle özetlerken, bazen birkaç soruyu cem’ edip cevapları ona göre aktaracak ama elden geldiğince günümüzde tartışma mevzuu olan konuların hemen hepsini birkaç cümleyle de olsa hatırlatmaya çalışacağız. “M. F. Gülen:” şeklinde başlayıp italik yazıyla devam eden cümlelerin Muhterem Hocamıza ait ifadeler, onlardan önceki italik yazılı sözlerin takdim sırasında Hocamıza sorduğumuz sorular ve düz metinlerin de hazırladığımız özetin aslı olduğunu hatırlatarak istifadeli olası dileğiyle arz ederiz.

BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI DEVLETİ’NİN SİYASİ TARİHİ

Osmanlıların şeceresi (soy ağacı) ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Osmanlı’ların Türk olmadıkları söylentilerine ne denilebilir?

Bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devleti’ni kuran Osmanlı Hanedanı’nın aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabileceklerini ileri sürmüşler ve hatta kimi tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu’ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.

Yazar, bu türlü iddiaları tek tek serdettikten sonra, özetle şunları söylemektedir: Osmanlılar Türk’türler; ancak büyük devlet olmalarını, sadece kendi kavimlerinden verâsetle aldıkları kuvvet ve kudrete değil, aynı zamanda İslâm’dan aldıkları ve Osmanlı adı altında aynı potada eritmeye muvaffak oldukları din ve dünya görüşüne borçludurlar. Sözün özü Ahmed Cevdet Paşa’nın şu ifadeleridir:

“Devlet-i Aliyye, başlangıçta, her ne kadar bir küçük hükümet şeklinde idi; lakin Türklüğe mahsus olan üstün sıfatlar ile İslâmî şecâ’at ve dindarlığı kendisinde toplamış bir kabile olduğundan, kendisinde İslâm milletinin birliğine vesile olmak gibi bir kabiliyet vardı. Bu Devlet-i Aliyye, diğer devletler gibi, imtiyazlı bir toplum içinden ortaya çıkıp da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet değildir; belki yeni topraklar feth ederek, kendine yer edinmiş ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti dahi, dilleri farklı, tavır ve ahlakları ayrı ayrı çeşitli milletlerin en güzel edeb ve tavırlarından seçilmiş üstün ve güzel bir topluluktur. Bunların dedeleri de, çok eski zamanlardan beri Türkistan’da dahi han ve sultan olarak el-hakk asîl ve soylu bir Türk hanedanıdır”.



Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşiret olmalarına rağmen, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri de varken, Koca Bizans’a nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Aşiretten cihan devletinin çıkmasını ne ile izah edebiliriz?

Bu soruya da bilhassa Batılıların çarpık görüşlerini sıralayarak başlayan yazar, kendi değerlendirmelerini özetle şöyle dile getiriyor: Asıl mesele; Osmanlıların devlet kurma ve idare etmedeki Hak vergisi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan bağlılıklarının sonra da tam olarak devam etmesidir. Evet, etrafını kuşatan onca düşmana rağmen, asırlarca hayatını ve varlığını devam ettiren Osmanlının sırrı, Kur’ân’dan alınan şu fikirde saklıdır: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Bu ruhla Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Bey ölüm döşeğinde aynı ruhu oğlu Orhan’a bir kere daha hatırlatmakta, “Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur, kuru kavga değildir” demektedir. Kosova Muharebesi’ne çıkan Murad Hüdavendigar, “Yâ Rab! Beni din yolunda şehid, ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, aşk u şevk ile koştuğu cihad meydanlarında ölümün yüzüne gülerek bakmış; Avrupa’yı daima titretmiştir.

Evet, Osmanlıların hem Allah’ın kendilerine ihsan ettiği karakter özellikleri, hem İslâm Hukuku’nun hükümlerini doğru bir şekilde uygulamaları ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır.

Bu arada müslümanlara düşman olan Bizans’ın yıkılma noktasına gelmesi, varlığını devam ettirebilmek için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Ortodoks olan Sırplar ve Bulgarlar yüzünden bazen Avrupa’dan destek yerine köstekle karşılaşması da bu vetireyi hızlandırmıştır.

Osmanlı Devleti, başka dinlere ve milletlere ait olsa da, İslâm’a aykırı düşmemekle beraber insanlığa yararlı olan müesseselerin ve kanunların iktibas edilmesinde veya vatandaş olan gayr-i müslim tebaanın kendi inanç ve âdetleriyle başbaşa bırakılmasında hiçbir mahzur görmemiştir.

Bütün bunlara maneviyât erenlerinin gayretleri de ilave edilince, yedi düvele karşı cihad yürüten Osmanlı Devleti’ni durdurmak mümkün olmamıştır.



Devşirme sistemi nedir? Hıristiyan ailelerin çocukları zorla ve zulümle mi alınmıştır?

İslâm’a göre savaş esirleri ganimetlerden sayılmaktadır. Ganimetin beşte biri ise, Kur’ân’ın emriyle devlete aittir. Devlet, bu beşte birlik hakkında, kamu yararına uygun olarak, istediği gibi tasarrufta bulunur. Osmanlı hukukunda devletin Kur’ân’la sabit olan bu beşte birlik hakkına Farsça olarak penç-yek (1/5) ve halk dilindeki ifadesiyle “pençik” adı verilmiştir. İslâm Hukuku’na göre, savaşlarda elde edilen esirler hakkında yapılacak muamele hususunda Müslüman devlet idaresi, en azından şu seçimlik haklara sahiptir: 1) Savaş hukukunun gereği devlet reisi onları öldürtebilir. 2) Müslümanlara hizmet etmeleri için onları köle olarak kullandırabilir. 3) Onlarla zimmîlik anlaşması yapabilir. 4) Hanefi mezhebinde tartışmalı olmakla birlikte, bedel (fidye) karşılığı onları salıverebilir.

I. Murad Hüdâvendigâr, büyük hukukçu Karamanlı Rüstem’in teklifi ve Çandarlı Kara Halil Efendi’nin meşruiyetini izah etmesi üzerine, harpte esir alınan erkeklerden beşte birini devlet hesabına ve asker ihtiyacını karşılamak üzere almayı kanun haline getirmiş ve bu tarihten sonra, bu usule yanlış telâffuzla pençik adı verilmiştir. Devlet, askerliğe elverişli olmayanlardan da pençik resmi (vergisi) almıştır.

İhtiyaca göre üç beş senede bir ve bazen daha uzun fâsılalarla Hıristiyanlardan 14-18 yaş arasındaki çocukların gürbüz ve sağlam olanları alınırdı. Çocukların en asilleri, papaz çocukları, iki çocuğu olanın biri, birkaç çocuğu olanın en güzeli ve sıhhatlisi seçilirdi. Ailenin tek çocuğu alınmazdı. Alınacak olanların boy posuna ve sağlıklı olmasına dikkat edilirdi. Yahudiler hiç alınmazdı. Rus, Çingene ve Acemlerden oğlan devşirmek katiyen yasak idi.

Becerikli ve seviyeli olanlar saray için, gürbüzceleri Bostancı Ocağı için ayrılır, öbürleri Anadolu ve Rumeli ağaları vasıtasıyla Türk köylülerine dağıtılırdı. Buna Türk’e vermek denirdi. Orada muayyen bir müddet hizmet ettikten ve hem İslâm’ı ve hem de Türkçe’yi öğrendikten sonra eşkâli yoklanıp Acemi Oğlanı yazılırlardı. Acemi Ocağı’nda askerî ve meslekî eğitim görenler, kabiliyetlerine göre Yeniçeri Teşkilâtı’na, Enderun Mektebi’ne veya başka yerlere alınırdı. Bunlardan sadrazam, paşa, Sancakbeyi ve benzeri mülkî ve askerî makamlara yükselenler çoğunluktaydı.

Bu devşirmeden kasıt, rızâsı dairesinde kalmak şartıyla önce Müslüman Türk ailelerin yanına verilerek Müslümanlaştırmaktır. Ancak bunun zorla ve cebirle yapıldığına dair bir şikâyet söz konusu değildir. Aksine, devşirmeye tâbi olmayan Yahudi, Rus ve Rumların “Neden bizden de almıyorsunuz?” şeklinde sitemli arzuları vardır. Avrupalıların anlattığı tarzda, küçük çocukların ana ve babalarından zorla alındığı iddiası yalandır; 14-18 yaşları arasındaki delikanlılar alınmaktadır. Devşirme yoluyla Acemi Ocağı’na çocuğunu veren gayr-i müslimler belli vergilerden mu’âf tutulduklarından, kendi elleriyle ve hile yaparak ve hatta devşirme memuruna rüşvet vererek çocuğunu Acemi Oğlanı yapmaya çalışanlar olmuştur. Bütün bunların yanında insan unsurunun girdiği hiç bir işte suiistimal olmaması mümkün görülmediğinden, bu konuda da bazı suiistimaller olmuş olabilir. Nitekim, gerileme döneminde bazı devşirmecilerin türlü türlü zulümler yaptıkları anlatılmaktadır.



(Soru: Devşirme sistemi genel olarak bakılınca yararlı mı zararlı mı bir müesseseydi?

M. F. Gülen: İyi organize edildiği, insanların güzel yetiştirildiği, bir taraftan mükafatlandırıldığı, bir taraftan da kontrol edildiği dönemde yararlı olmuş. Kuvveti ellerinde bulundurduklarından ve bir de kökleri itibarıyla o ayrılık duygusunu tamamen yok edemediklerinden dolayı ta baştan itibaren hükümdarlarına karşı çıkmalar da vuku bulmuş. Fatih de rahatsız edilmiş, Yavuz da rahatsız edilmiş yer yer, Çaldıran’da Yavuz’un çadırına ok atmış yeniçeri.

Soru: Şöyle bir mülahaza var: Anadolu insanı idari kadrodan uzaklaştırıldı, hep Balkanlardan kalan devşirme idari kadroda yer aldı?

M. F. Gülen: Yok öyle değil, o biraz mübalağa. “Az değildir” sözüyle ifade etmek daha uygundur. Kaç tane insan gösterirsin, diyelim Sokullular, Çandarlılar falan.. Anadolu insanı, Türk onlar yani. Sokullu ihanet etmemiş, fakat Çandarlılar Fatih’i de rahatsız etmişler, II. Bayezıd’ı da rahatsız etmişler. Kestirip atmak çok zor.

Hacı Bektaş-ı Veli kimdir ve Bektaşilik nedir?

Osmanlı kaynaklarının kabul ve naklettiklerine göre, Hacı Bektaş-ı Veli diye meşhur olan zat, büyük velilerden biridir. Aslen Şi’îlerin 12 İmam kabul ettikleri şahsiyetlerden İmam Musa Kâzım yoluyla Peygamber’in nesline dayanmaktadır. Horasan’daki Nişâbur şehrinde 645/1247’de doğmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk nüvelerinin atıldığı günlerde Anadolu’ya gelmiş ve Kayseri’ye yerleşmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Ahmed Yesevî ile buluştuğu ve hatta Sultân Murâd ile yeniçeri meşvereti için bir araya geldiği şeklindeki rivayetler tamamen yanlıştır ve asılsız iddialardır.

Hakkında anlatılan çoğu menkıbeler, sağlam kaynaklara dayanmamaktadır. Eserleri, onun Ehl-i sünnete aykırı olmadığını göstermektedir. Bu yönüyle yeniçeri teşkilâtının manevi ilham kaynağı olmuş olabilir. Ancak müntesipleri zamanla, onu Kur’ân ve Sünnet’ten uzak ve tamamen amelden mahrum bir tarikat şeyhi haline getirmişlerdir. Zamanın Bektaşi dervişleri, baştan başa namazdan ve oruçtan uzak, mezheplerinin ne olduğu belli olmayan bir bölük ortada gezenden ibarettir. Hacı Bektaş-ı Veli’ye intisapları sadece sözleriyledir; fiil, amel ve inanç itibariyle onunla alâkaları yoktur. Onun için de bu müridlerini nazara alan halk, Bektaşi ismine akla ve hayale gelmeyecek manaları yüklemiştir.

Bu arada dillerde dolaşan, Sultân Orhan veya Sultân Murad’ın Hacı Bektaş-ı Veli ile bir araya geldiği, Hıristiyan asıllı gençlerden yeni teşkil olunan askere onun eliyle börk giydirildiği, hayır dua edildiği ve hatta yeniçeri adının da Hacı Bektaş tarafından verildiği tarzındaki açıklamalar tamamen asılsızdır. Kisve olarak onun elbisesi tercih edilmiş olabilir. Bu tercihte, onun evladından olan Timurtaş Dede’nin tesiri bulunduğundan ve bazı yeniçeriler de ocaklarını onun manevi himayesinde gördüğünden, yeniçerilere tâife-i Bektaşiyân ve ağalarına da Ağayân-ı Bektaşiyân denmiştir. Sonradan, bu Horasan erenlerinden olması halini kötüye kullananlar ve meseleyi saptırılan Bektaşilik mecrasına çevirmek isteyenler elbette olmuştur. Zaman zaman aldatılan yeniçeri bölükleri de ortaya çıkmıştır. Celâlî isyanlarında bu anlayışın büyük etkisi vardır. Hatta sonradan Yeniçerilerin ahlaken bozulmalarında da bu anlayışın etkisi vardır. Bu menfi etkilerin izlerini Yeniçeri Kanunnâmesinde görmek mümkündür. İşte bu olumsuz yansımalarından dolayı, 1826 yılında II. Mahmûd Yeniçeri Teşkilatı ile beraber, Bektaşi dergahlarını da kapatmıştır.



M. F. Gülen: Merhum N. Fazıl, yazdığı Yeniçeri adlı kitapta Osmanlı askerî tarihini hep kaynayan kazan şeklinde gösterdi. Ve hassaten Yeniçeri’yi yerin dibine batırdı. Halbuki bu tip tarih değerlendirmelerinde insafı elden bırakmamak lâzım. Son dönemlerinde olmuş -keşke olmasaydı- birkaç ciğer-sûz hâdiseyi nazara vererek, koskoca bir tarihi karalamaya gitmemeli. Rica ederim. 600 yıllık o tarih içinde kaç tane kazan kaldırma olayı gösterebilirsiniz? Osmanlı’yı ve Yeniçeri’yi bu açıdan eleştirenler, kendi tarihlerine baksınlar. 50-60 yıl içinde 600 senede meydana gelen isyanların, başkaldırmaların birkaç katını müşahede edeceklerdir.

Osmanlı Padişahlarından içkiye mübtelâ olanlar bulunduğu ve hatta Saray’da gayr-i meşru eğlence sofraları düzenledikleri söylenmektedir. Bunlar hakkında ne dersiniz?

Osmanlı Devleti’nin son on yılına kadar, bütün Müslüman Türk Devletlerinde, İslâm’ın içki için tesbit ettiği ceza aynen tatbik edilmiştir. Bunu şer’îye sicillerinde görmek mümkün olduğu gibi Osmanlı Kanunnâmeleri’nde de görmek mümkündür. Osmanlı padişahları, hem fiilen ve hem de kavlen İslâm’ın getirdiği içki yasağına uymuşlar ve bu yasağa uyulması için gerekli hukukî tedbirleri almışlardır. Bazı sultanlar hakkında söylenen “sarhoş” ve “aile hayatı berbat” gibi ithamlar, tamamen iftiradır ve belli bir vesikaya dayanmamaktadır. Maalesef, Osmanlı tarihi ve edebiyatında geçen bazı tabirler, Osmanlı Devleti’nde içkinin tamamen serbest olduğu mâ’nâsına gelecek şekilde te’vil ve izah edilmek istenmektedir. Ezcümle; “îş ü işret”, bu tabirlerin başında gelmekte ve tarihlerdeki “padişah, îş ü işreti severdi” tarzında geçen ifadeler, içki ve sefâhet hayatı yaşardı şeklinde yorumlanmaktadır. “Sâkî” ve “Şarap” kelimeleri de manası çarpıtılan kelimelerdendir.



Bununla beraber, Yıldırım Bâyezid devrinde içki yasağına karşı hassasiyetin biraz gevşediğini kaynaklar yazmışlardır. I. Bâyezid Han, II. Selim ve IV. Murad’ın gençliklerinde bazen içki kullandıkları, bir kısım Osmanlı kaynaklarında açıklanmaktadır. Hatta bazı kaynaklar, Yıldırım Bâyezid’in Sırbistan Kralı Lazar’ın kızı Marya (Despina) Hanım ile evlendikten sonra, az bir süre için de olsa, içki kullandığını söyleseler de içtiğinin şer’an isbâtı hemen hemen mümkün değildir. Bütün bunlar, Çubuk Ovasındaki Ankara mağlubiyeti sebebiyle ileri sürülen tenkidler kabilinden de olabilir. Mağlubiyetin bir hatadan doğduğu noktasından hareket edilerek, “bu sebep de dinî, siyasî veya malî konulardaki gevşekliktir” şeklinde izah edilmiş olunabilir. Her musibet, bir cinayetin neticesi ve bir mükâfatın da mukaddimesidir. Dolayısıyla Ankara mağlubiyeti elbette ki bir musibettir. Bunda kader-i ilahiye fetva verdirten hatalar mutlaka vardır. Ancak esir alınan Emir Sultân ve Molla Fenari’nin, manevi alemde, Osmanlı Devleti’nin 30-40 sene sonra yeniden şahlanacağını müşahede ettiklerinden, Timur’un “Semerkand’a gidelim” teklifini kabul etmediklerini Osmanlı kaynakları önemle kaydetmektedir.

Soru: Koruk konusuna yer verilmemiş burada?

M. F. Gülen: Evet, verilmemiş. İslam’da, Hanefi fıkhında -Serahsi’nin Mebsutu’nda ifade ettiği gibi- koruk içmek içkiden ayrı tutulmuştur. Devr-i Risalet Penahi’de şarap neyden yapılıyor idiyse, Hanefi fukahası ona asıl şarap diyor. Diğer maddelerden yapılan içeceklere gelince, onlar sekir verdiği zaman ve sekir verecek kadarı mahzurlu sayılıyor; dolayısıyla kimilerine göre o türlü içeceğin bir bardağı mahzurlu olmayabilir. Bir fıkhî temeli var bunun. Eğer bazıları dendiği gibi yapmışlarsa, ihtimal böyle bir koruk içme sözkonusudur. II.Selim, Sarı Selim, Kanuni’nin oğlu, Hürrem’in oğlu, Yıldırım için de bu böyle. Zannediyorum Üstad Necip Fazıl’dan da dinlemişimdir: Yıldırım Han Bursa’daki camiyi yaptırtıyor; Emir Sultan hazretleri diyor ki “Bir eksiği var, dört köşesinde dört tane meyhane olması lazım.” Ondan sonra da -bunlar menkıbe- “Senin yaptığın binanın dört köşesinde olmuş ne mahzuru var, asıl sen Beytullah olan kendi mahiyetini, kalbini kirletiyorsun.” Tabi bunlar sağlam kaynaklara dayanmayan şeyler. Hele bazıları vardı ki, bahsetmiştim daha önce; 58-59’lu yıllarda Reşat Ekrem Koçu diye saygısız bir insan, Osmanlı padişahları için demediği şeyi bırakmıyordu. Osmanlı tarihi yazıyor, görenler görmüşlerdir, herkese bir şey isnad ediyor. O mevzuda, içki mevzuunda, sigara mevzuunda çok hassas, çok titiz, kılı kırk yarar tarzda yaşayan IV. Murad –cennet-mekan– için çok kötü, yakışıksız şeyler söylüyordu, kasıtlı bunlar. Bir taraftan Asya’dan gelen Timur, Osmanlı’yı karalamak için yaymış olabilir böyle şeyleri; çünkü tahribattan başka bir şey yapmamış; adam, gelmiş bir devleti yıkmış, İstanbul’un fethini elli sene geciktirmiş. Evet, bir taraftan onlar yapmışlar, bir taraftan da oryantalistler oynamışlar bu meselelerde. Oryantalizmin tarihini böyle iki-üç asra götürüyorlar da, bir Arap müellifi yazmıştı, sekiz yüz sene öncesine dayanıyor onlar. Haçlı seferlerini müteakip bu defa ilmi, fikri, düşünce olarak, batılı düşüncenin İslam’ın içine sokuşturulması, İslam’a iftiraların, tezvirlerin yaygınlaştırılması, Müslümanlara karşı o kin ve nefretin bir de böyle köpürtülmesi, kabartılması için, lüzumlu görmüşler bunları ve bizdekiler de almışlar, onları yazmışlar.

Yıldırım Bâyezid’in intihar ettiği söylenmektedir. Halbuki intihar dinimizde haram değil midir?

Yıldırım’ın intiharı iddiası, muteber yerli veya yabancı kaynaklarda yer almamaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Fuad Köprülü’nün, bazı zayıf rivayetleri zorlama yorumlara tabi tutarak, bu iddiayı gündeme getirmesinden sonra bu mesele alevlenmiştir.



M. F. Gülen: Tarihte, bizde okutulan resmi tarihte vardır, intihar etti diye. Aslında ona lüzum yok; bakın daha dün Zeynülabidin Ali saltanatı kaybedince adam felç oldu. Yıldırım çok onurlu bir insan, çok güçlü bir insan, iyi bir erkan-ı harb. Orada kendi tayfasının ihanetine maruz kalıyor. Topal Timur, Seyyid Şerif Cürcani ve Saadettin Taftezani gibi dev insanların birini bir yanına almış, öbürünü diğer yanına almış; bunu gören Anadolu’daki değişik kabileler Yıldırım’ı bırakıp karşı tarafa geçmişler. Erkan-ı harbin de esasen başa çıkamayacağı bir şey. Merzifonlu’nun Viyana’da bozguna uğratıldığı, Girayhanlar tarafından arkadan hançerlendiği gibi cephede ardından hançerlenen, terkedilen ve mağlubiyet yaşayan bir insan kahrından ölebilir, beyin kanamasından gidebilir.

Soru: Yıldırım Han’ın aile efradına çok küçük düşürücü muamelede bulunduğu da tarih kitaplarında var, belki onlar da çok onur kırıcı olmuş olabilir?

M. F. Gülen: Uydurma onlar, bizim resmi tarihe inanmamak lazım. Resmi tarihi okumak lazım, ne diyorsa, çoğunlukla doğru onun tersidir.

Tarihçilerin çoğu, Yıldırım gibi dindar bir Padişaha, haram olan böyle bir günahın isnad edilmesinin tamamen iftira olduğunu açıkça beyan etmişlerdir.

Eski ve yeni, yerli ve yabancı tarihçilerin ekseriyeti, Yıldırım Bâyezid’in şiddetli sıtma, nefes darlığı ve keder dolu hayatın tetiklediği çeşitli hastalıkların bir araya gelmesinden vefat ettiğini açıkça ifade etmektedirler ki, yazarın kanaatine göre de doğru olan budur.

Şeyh Bedreddin kimdir? Bir alevî şeyhi mi yoksa ilk komünist midir? İslâm’a aykırı görüşleri bulunan Varidat adlı eserin müellifi olduğu doğru mudur?

Şeyh Bedreddin meselesi, Osmanlı tarihi açısından tam bir bilmecedir. Üzerinde çok söz söylenmiştir. Bir kısım peşin hükümlü tarihçiler Şeyh Bedreddin’i, Osmanlı döneminin Cumhuriyetçisi ve ihtilalcisi diye başlarına tac etmişlerdir.



M. F. Gülen: Daha ziyade sosyalistler, komunistler sahip çıkarlar. Hapishanedeyken de komünistlerle beraber bir arada kaldığımız dönemde, ‘Yav hocam, Karl Marx’tan şu kadar sene evvel, beş-altı asır evvel Varidat’ında ne der.’ diye söze başlar takdir ederlerdi. Varidat’ta esas, materyalizm ve maddecilik nazara veriliyor, hem de komünistçe bir sistem tavsiye ediliyor. Fakat Varidat onun mudur? Hasan Ali Yücel tarafından erken dönemlerde tercüme edilmiş kitaplardan birisidir Varidat. Hatta Niyazi Mısri gibi bir insan iki mısrası aklımda benim “Dini ihya etti Muhiddin’le Bedreddin; Menbaıdır fütuhat, müntehası Varidat” gibi bir şey söylüyor. Niyazi Mısri Osmanlı döneminde yaşamış bir Sofi. Üstad da bazı alıntılarda bulunuyor, yanık bir şair diyor onun hakkında.

Hatta, komünizm’in revaçta olduğu günlerde, “kadın hariç her şey ortaktır” dediğini iddia ederek, tarihin ilk Türk komünisti diye Nazım Hikmet’e manzum medhiye bile yazdırmışlardır. Bazı Alevîler ise, Osmanlı Devleti’ne isyan eden alevi dedesi Börklüce Mustafa ve yahudi dönmesi Torlak Kemal ile irtibatına bakarak onu bir Alevî Dedesi olarak görmüşlerdir; hatta kendilerine rehber edinenler bile çıkmıştır. Bunun yanında, Osmanlı tarihçilerinin mühim bir kısmı, başlangıçta Şeyh Bedreddin’in büyük bir İslâm âlimi ve hukukçusu olduğunu, ancak sonradan Şeyh’likten şahlığa heveslendiğini ve devlete isyan ettiği için idam edildiğini ifade etmişlerdir. Bazı samimi araştırmacılar ise, Şeyh Bedreddin’in başından beri Bâtınî fikirlere sahip bir ehl-i dalâlet olduğunu hükme bağlamışlardır.



Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin