İstanbul ansiklopediSİ Büyükada Camii (Resim: Kemal Zeren)



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə70/75
tarix07.01.2019
ölçüsü4,97 Mb.
#91759
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   75

Nahit Sırrı Örik

Nahid Sırrı Örik'in tercüme ettiği Azia-de'den birkaç parça naklediyoruz:

Arifin evinde yangın — «Bir güzel Kânunusani pazarı, neş'eli bir kış güneşi altmda eve dönerken mahallemde beş yüz insanla tulumbalar gördüm.

«Ne yamıyor?» diye acele ile sordum.

«Evimin yanacağı hakkında daima bir hissi kablelvuku duymuştum.

«Bir ihtiyar Türk: — Çabuk koş. Arif!


Çabuk koş, Arif! Senin evin, diye mukabele
etti. ,- •

«Teessür ve heyecanın bu çeşidi henüz meçhulümdü.

«Bununla beraber birbirimiz için, o benim için ve ben onun için o kadar aşkla hazırlamış olduğumuz eve lâkayd bir eda ile te-karrüp ettim.

«Halk düşman ve tehditkâr, güzergâhımdan çekiliyordu; gazaba gelmiş ihtiyar kadınlar erkekleri tahrik ve beni tehdit ediyorlardı; kükürt kokuları duymuş ve yeşil dumanlar görmüşlerdi; beni büyücülük ve sihirbazlıkla itham ediyorlardı. Eski şüpheler sadece uyumuşlardı ve hiç kimseye mensubiyet iddia edemez ve istinattan mahrum, endişeâver ve acaip bir şahıs olmanın meyvelerini toplı-yordum.

Evimize ağır ağır yaklaştım. Kapılar kırılmış, camlar kırılmıştı, duman tavandan çıkıyordu. İstanbulda arbede saatlerinde zuhur eden o korkunç kütlelerden birinin istilâsı altında her şey yağma edilmekte idi. Evime girmiştim; kurum karışık siyah su, yanmış alçı ve alevli tahtalar yağıyordu.

«Maamafih ateş söndürülmüştü. Bir oda, bir zemin, iki kapı ve bir bölme yanmıştı. Büyük bir soğukkanlılık ile vaziyete hâkim oldum. Başıbozuklar yağmakerlerin ellerinden ganimetlerini almışlar, evi tahliye ettirmiş ve halkı dağıtmışlardı.

«Müsellâh iki zaptiye kırılmış kapımda nöbet bekliyordu. Mallarımın muhafazasını onlara terkettim ve Galataya gitmek üzere kayığa bindim. Ahmedi arayacaktım: O mu-sib reyler serdederdi ve bu karışıklık ortasında dost huzuru benim için kıymetli olacaktı.

«Bir saat nihayetinde bu gürültüler ve kahveler merkezine vasıl oldum; Madamlarına ve bütün berbat yerlere beyhude baş vurdum: o gece Ahmedi bulmak mümkün olmadı.

«Ve penceresiz ve kapısız odamda, öldürücü bir soğukta yanık kokan ıslak yorganlar içinde yalnız uyumak üzere tekrar gelmek ıztırarında kaldım. Az uyudum; mülâhazalarım muzlimdi. Bu gece hayatımın nahoş gecelerinden biri oldu.»

Bir taş sabahı Haliç ve kayıkda Aziyade — «Bu gayet güzel bir kış sabahı, şarkın o kadar tatlı olan kışının bur sabahı idi.

«Bizden bir saat evvel Eyyub'dan ayrılmış ve Halici gümüşü renkte bir elbise ile inmiş olan Aziyade, efendisinin Mehmet -Fatihteki haremine avdet etmek üzere bu Ha-


AZIYADE

_ 1694 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1695 —

AZİZ (Acem)




lici penbe bir elbise ile tekrar geçiyordu. Beyaz yaşmağı yanında bulunuyordu ve ön tarafı inciler ve yaldızlarla süslü olan kayıklarında her ikisi de pek rahat oturmuşlardı.

«İki kür ekli bir uzun kayığın kırmızı yastıklarına yaslanmış, Ahmedle ben aksi istikamette iniyorduk.

«İstanbul sabahının ihtişam ânı idi, tulü eden güneş altında henüz pembe, saraylar ve camiler Halicin sakin derinliklerinde kendilerini seyrediyorlardı. Balıkçı kayıklarının etrafında karabataklar pek acaip fırlayışlar yapıyorlar ve 'başları önde soğuk ve mavi suda kayboîuyorlardı.

«Tesadüf veya kayıkçılarımızın hevesi, yaldızlı kayıklarımızın birbirlerinin yakınından, hattâ kürekler birbirine karışacak kadar yakınından geçmesini mucip oldu. Kayıkçılarımız bu münasebetle mutat hakaretleri birbirlerine tevcih etmeğe vakit buldular: «Köpek, köpek oğlu! Köpek torunun evlâdı!» ve Hadiçe siyah ağzının içinde uzun beyaz dişlerini göstererek bize gizlice bir tebessüm göndermenin caiz olduğuna hükmetti.

«Aziyade ise bilâkis hiçbir alâka ve tanışıklık göstermeden geçti.

«Münhasıran karabatakların oyunları ile alâkadar görünüyordu.»



Aziyade'nin bir tasviri — «Bu gece kendisini pek ziyade güzelleştirmiş olan 'bir kılığa girmişti. Elbisesinin .şarkkârî ziyneti, yeniden muzlim ve sefil olmuş evimizin manza-rasıyle şimdi acayip bir tezad teşkil ediyordu. Bugünkü Türk kadınlarının âdeta unutmuş oldukları uzun etekli bir ceket, altından güller serpilmiş bir ipek ceket giyiyordu. Sarı ipekten bir şalvar topuklarına, yaldızlı terlikler geçirdiği küçük ayaklarına kadar iniyordu. Gümüş işlemeli Bursa gazından gömleği, donuk ve amber renginde ve gül esansı ile oğulmuş yuvarlak kollarını meydanda bırakıyordu. Siyah saçları sekiz örgüye ayrılmış ve bu örgüleri o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli gayet zarif bir kadının saadetine kifayet ederdi. Bu örgüler, ucunda sarı kurdeleler bağlanmış ve ermeni -kadınları gibi, altın tellerle sarılmış bir halde kendi yanında sedirin üstüne yayılmış bulunuyordu. Daha kısa ve daha âsi saçlardan bir yığın, sıcak ve yaldızlı bir solgunlukla yuvarlak yanakların etrafında bir hâle teşkil ediyorlardı.

Daha koyu anberden renkler gözkapaklarını ihata ediyordu ve mutaden birbirine çok yakın olan kaşları o gece derin bir ıstırap ifadesi içinde birbirleri ile birleşmekte idi.

«Gözlerini indirmişti ve kirpiklerinin altında sade geniş gözbebeklerinin yere doğru indikleri görünüyordu. Dişleri sıkılmıştı ve mutadı olan asabî bir takallüsle kırmızı dudakları açılıyordu. Bir başka kadını çirkin yapacak olan bu. hareket onu daha sevimli kılıyordu. Kendisinde bu hal endişe yahut ız-tırabı ifade ediyor ve tamamiyle eş küçücük beyaz incilerden iki sıra gösteriyordu. Bu beyaz incileri ve bu kırmızı dudağı ve olgun . bir kirazın etinden yapılmışa benziyen bu diş etlerini öpmek için insan ruhunu satabilirdi.» Kasımpaşa Mezarlığı ve Aziyade'nin Kabri — «Kollarımda tutup sıktığım soğuk şey toprağa sokulmuş bir mermer parçası idi.

«Bu mermer sema mavisine boyanmıştı. Ve âdeta hissiz gibi okuduğum bu altun çiçekleri ve yaldızlı harfleri hâlâ görüyorum.

«Bu Türkiyede kadınlara mahsus olan o taşlardan biriydi ve büyük Kasımpaşa mezarlığında toprak üzerine oturmuş bulunuyordum.

«Kırmızı ve yeni "karıştırılmış toprak bir insan, vücudu uzunluğunda bir tümsek teşkil ediyordu; kürekle köklerinden koparılmış küçük nebatlar kökleri havada olarak bu tarla üzerine konulmuş bulunuyorlardı. —Türk mezarlarına ne buket ne de çelenk konur.

«Bu mezarlıkta Avrupa mezarlıklarmuz-daki dehşet yoktur; şarkkâri hüzün daha tatlı ve daha muazzamdı. Şurada burada siyah servilerin yükseldiği büyük ve mağmum boşluklar, akim tepeler; uzaktan uzağa, bu cesim ağaçların gölgesi altında yeni altüst edilmiş toprak parçaları, eski matem taşları, başlarında sarıklar taşıyan garip Türk mezarları.

«Tâ uzakta,, ayaklarımın altında, Haliç, İstanbulun aşina şekli ve ötede... Eyyub!

«Bu bir yaz aksamıydı, kuru ot, etrafına .kollarını doladığım soğuk mermerden gayrı her şey ılıktı; mermerin kökü toprağa dalıyor ve ölünün teması ile soğuyordu.

«Uzaktan cihadı mukaddese giden askerî kuvvetlerin mızıkaları, o garip Türk mızıkası, gıcırdayan ve yüksek ahenk, bizim Avrupa âletlerimizce meçhul ses duyuluyordu.

«Yanımda Türk yatağanı sarkıyordu ve

yüzbaşı üniformasını lâbis bulunuyordum; burada olan insan Loti değil fakat Arif, yüzbaşı Arif - Ussaın ismini taşıyordu; — Cephenin ön safına gönderilmek müsaadesini istemiştim. Yarın gidiyordum...

«Gurup eden güneş mezarların yeşilimtırak eski mermerlerini yaldızlıyor, mahzun gümüşî renkte serviler üzerinde, onların asır-dide kökleri ve mahzun yeşil dalları üstünde penbe ışıklar dolaştırıyordu. Bu mezarlık Allanın muazzam bir mabedi idi; onun esrarlı sükûnuna malikti ve insanı duaya sevkedi-yordu.

«Bir matem örtüsünün sanki ardından gibi görüyordum ve bütün geçmiş hayatım rüyaların mübhem karışıklığı içinde başımda dönüp duruyordu. Yaşamış ve sevmiş peres-tiş etmiş olduğum muhtelif renkli kadınlar ve sonra heyhat ki ebediyen; bırakıp gitmiş olduğum sevgili yuva, ıhlamur ağaçlarımızın gölgesi ve ihtiyar anam...

«Burada yatmış olan için her şeyi unuttum. Beni o en derin ve en saf aşkla, hem de en mütevazı aşkla seviyordu; ve bana bir şikâyet yollamadan, haremin yaldızlı kafesleri arkasında, çok yavaşça, ıztıraptan ağır ağır öldü. Ciddî sesinin bana hâlâ şöyle söylediğini duyuyordum: — «Ben bir küçük Çerkeş esireden başka bir şey değilim... Fakat sen biliyorsun; bunu eğer istiyorsan git Loti; arzu ettiğin gibi yap!»

«İndideki kıyamet boruları gibi tannan, mızıkalar uzaktan aksediyorlardı; Allahın müthiş adını binlerce adam bağırıyordu, uzak velveleleri bana kadar yükseliyor ve büyük mezarlıkları garip gürültülerle dolduruyordu.

«Eyyubun mukaddes dağı arkasında güneş batmıştı ve Osmanın mirası üzerine yaz gecesi şeffaf iniyordu.

«... Bu taşın altında olan müthiş şey, bana yakınlığı ile beni titreten ve şimdiden toprak tarafından yenilmiş bulunan ve hâlâ sevdiğim bu müthiş şey... Hepsi bundan mı ibaret Allah'ım?.. Yahut tarif edilmemiş bir bakiyye, akşamın saf havasında yükselen bir ruh, burada, bu toprak üzerinde ağladığımı görebilen bir şey var mıdır?



AZİZ (Ablasıgüzel) — 1890 ile 1895 yılları arasında Tophane sibyan bölüğünden hüsnü ânı ile nam almış bir gençtir; Küçükpazar-lıydı, piyasa arabacılarından bir adamın oğlu

idi. Kendisi pek dilber olduğu halde ablasının güzelliği ile lâkablandırıldığma göre o kızın behcet ve letafeti ne olmalıdır ki meşhur Kaymaktabağı (B.: Kaymaktabağı) ağırlığınca altın sayarak o zamanlar «koltuk» denilen gizli umumhâne-randevu evine kaldırmışlardır derler.

Ablasıgüzel Aziz için Tophane ketebesin-den Üsküdarlı Âşık Râzi'nin bir kıtası vardır:

Üryan gördüm Germâbei Vefada o güzeli Topuğundan kâkülüne kusuru yok besbelli Ablası mı güzel yâhud kendisi mi diyene Cevabım şu tercih ettim ben Ablasıgüzeli

Ablasının macerası üzerine Aziz kemâli hicabından İstanbulda duramayub Tophane müşürlüğünden istida ederek naklen Rodos adasına gitti.

Vâsıf Hiç

AZİZ (Acem) — İkinci Abdülhamid devrinin namlı kumarhane tefecilerinden; İrandan (belki Âzerbaycandan) on iki yaşlarında gelmiş; yapılara kiremit, horasan, tuğla gibi inşaat malzemesi taşıyan eşekçilerden birinin yanına girmiş; beş altı yıl sürücülük yapmış, o devirde peynir ekmek yiyerek para biriktirmiş, küçük bir sermaye sahibi olunca da faizciliğe başlamış.

Delikanlılık çağında, kendi boyundan olanların devam ettikleri Gaiatada Hurşid Reisin kumarhanesine gider, fakat ayakdaş-larını seyir ile iktifa edermiş.. Barbut ve patada tabelâ tutup bahşiş alır imiş... Bilâhara faizcilik için de Hurşid Reis'in bu kumar kahvesini seçmişti. Kumarda yutulanlara, altun ve gümüş saat veya köstek, yüzük, kravat iğnesi, gümüş tabaka gibi eşya karşılığı para verirdi; biraz nazlandıktan sonra ceket, palto, gocuk da alırdı: verdiği bir iki günlük mühleti geçirenlerin eşyasını zaptederdi; şayet bunlar Hurşidin hatırlı müşterileri ise, faizinin mikdarını azaltır, borcun mühletini de uzatırdı. Tabelâ tutarken, arap rakkamlann-da dokuzun boynunu vurup, yedi ile sekizin bacaklarından birine parmak atıp bire indirmek suretiyle oyuncuların hesabından para çaldığı da söylenirdi. Hurşid Reis öldükten sonra, Galata, Beyoğlu ve İstanbulun bitirim yerlerini dolaşmağa, seyyar tefeciliğe başladı. Sıkıntılı zamanlarında Hızır gibi yetişip bir daha istenmemek üzere para verdiğinden,

ÂNSÜCLOPlDİSİ

AZİZ BABA (Saka)





__ 1696 —

Çerkes Aziz (Resim: Kemal Zeren)
AZİZ (Amele)

pençeli kabadayılar tarafından da himaye edilirdi. Müskirat kullanmaz, cıgara içmez, nargile tiryakisi, mavi gözlü, esmer, yarık dudak, pala bıyık, tatlı dilli, neşeli, şakacı bir adamdı; ihtiyarlığına yetişenler, gençliğinde «bir Acem dilberi» olduğunu işittiklerinde inanamazlardı; 1936 -1937 arasında yaşı sekseni aşmış olarak öldü. Terekesinden yüzlerce saat, kordon, gümüş saplı baston, semsiye, ve Bitpazarında bir dükkân dolduracak kadar palto, elbise, ayakkabı ve battaniye çıktığı söylenir.



Münir Süieyman Çapanoğlu

AZİZ (Amele) — Benzeri hiç görülmemiş bir kazaya kurban giderek feci bir surette ölmüş genç bir ameledir; Ahırkapu civarında Lapardi'nin odun deposunda çalışan Aziz, 1946 şubatının 23 üncü günü elektrikli, destere ile odun keserken arkasındaki odun yığını yıkılmış, ve biçare amele odunlarla destere arasında kalarak parçalanmıştır.

Bibi.: Devrin Gazeteleri. AZİZ (Çerkeş) — 1905 senesinde istanbul'da altı ay kadar hüner göstermiş Kafkasyalı bir rakkas oğlan, Sermed Muhtar Alus Galata balozları hakkında İstanbul Ansiklopedisine verdiği notlar arasında şöyle anlatıyor:

«Galatada Zorbanın balozunda öbür balozların birinde bulunmayan numaralardan biri de Çerkeş Aziz nâmmdaki tüysüz oğlanın herkese parmak ısırtan Kafkas rakısları, kazaskaları idi. Uzun boylu, her âzası mütenâ-sib, esir pazarında köle olsa ağırlığınca altın, incecik bel, kişmirî ten, bir çift ahu gibi göz, keman kaşlar, ciddiyet dedin mi de onda, köçekler gibi öyle sırıtma, yılışma, kırıtma, takdirkârlarma yüz verme, temâşâgerândan takdir, alkış bekleme yok. Önce mandolinli, kitaralı iki rum çalgıcı çıkar, ardından da alkış ve ıslıklar arasında Çerkeş Aziz görünürdü. Islık tezyif değil takdir, zira balozu dolduran kalabalığın yüzde doksanı tersane-

İSTANBUL

liler, tulumbacılar, kayıkçılar, salapuryacılar, manav, hammal ve hamam dellâkları. Aziz de saçlar taranmış, kuzu kalpak az arkaya doğru atılmış; sırtında al atlasdan gömlek, gömleğin kolları bileklere -kadar inmiş uzun, üstünde belden sırmalı kemerle sıkılmış al kadife ceket, ceketin yakası yok, ön kısmı düz ve, çarprastlama, üste gelen kenarı ile eteği sırma işlemeli, al atlasdan şalvar, ayaklarında gaayet yumuşak sarı sahtiyan çizme, tabanı ince güderiden, ayaklar yere yalın basıyormuş gibi hareketlerine hâkim, çizmenin ön kısmında kırmızı bir şerid, şeridin üstünde birer .mavi püskül, nazarlık. Beldeki kemerde hançer, sol eli hançerinde, sağ eliyle .seyircilere bir temenna çakar, raksa başlar. Seke seke o ne yürüyüşler, o ne dönüşler, ayaklarda o ne hüner, bir parmak fiskesi ile uçar, bacaklarda o ,ne elastikiyet, ya iki yanına ya-hud öne arkaya bir hat istikametinde açılıp oturması ile fırlaması, fırlayıb havada uçması, uçarken perende atması dört saniye, beş değil. Rivayete göre yâverânı hazreti şehriyârîden ve çerkezistan beylerinden birinin akrabası, aslında kız olduğunu iddia edenler de çok. Pür silâh iki çerkes sahnenin tâ karşısında, Azizin muhafızları. Bir gün bir lâf çıkdı ki oğlana senin yerin Galata balozları değil Parisür. demişler, Aziz de hâmisi çerkes beyini bırakıp Mesaj eri Martım vapurlarından bi: rine atlamış, Fransaya kaçmış». Bibi.: S. M. Alus, Not.

AZİZ (Soğancının) — İkinci Abdülhamid devri sonlarında Üsküdarın en uçarı tulumbacılarından, Toygartepe sandığının yüz akı olan delikanlılardandı.

Bibi. : VH, Not.

AZİZ (Tophaneli Mestane) — 1890 ile 1895 arasında Tophane sibyan bölüğünden Bursalı bıçkın meşreb bir gene olub hüsnü

ânı İstanbulun bedtıynet güruhu arasında dillere destan olmuşdu; Tophane ketebesin-den ve bu satırları yazan günahkârın refiki can beraber Üsküdarlı Âşık Râzi ki kalenderlik vadisinde basını bir türlü derdü belâdan kurtaramamış, o yolda tebâh olmuş biridir (B.: Râzi, Âşık Hasan) Mestane Aziz için bir semaî yazmıştır:



Davet ettim o ^ûhi haddim bilmez küstâhâne Efendim sahi hûbânım buyurun sizindir hâne Dürlü nazlar cilvelerle bakub mestâne mestâne Gelmemekçün sayub dökdü bin ma'zeret Mn bahane Yüzü melek içi şeytan bakın hele su küîhâne Bıçkınlarla gezer kâfir Fener, Göksu, Kâğıdhâne

Gurur nahvet cevrü cefâ sebeb toyîuk onbeş yaşı Nolur bir gez su sineye yasîasa o şahın bası Pâyine ser koyub didim olsun sana binek taşı Gazeb âlûd olub çattı o şuh iki keman kaşı Yüzü melek içi şeytan bakın hele şu küîhâne Bıçkınlarla gezer kâfir Fener, Göksu, Kâğıdhâne

Aziz derler sana yavrum top kâküllü Tophaneli İsim kâfi değil kendin aziz etmesin bilmeli O çapkınlar bed tıynetler sarar ise nazlı beli Âsıkına yılan oîur kâkülünün her bir teli Yüzü melek içi şeytan bakın hele su küîhâne Bıçkınlarla gezer kâfir Fener, Göksu, Kâğıdhâne

Tophane neferâtmdan üç lâz anbar-dan 'bazı eşyayı miriye çalıp satarlar ve satarken derdest olunurlar, Mestâne Azizin de şerikleri olduğu, lâzlarm anbara çocuğu sok-dukları tahakkuk eder, meydan dayağından sonra üçer sene prangabend olurlar, Sinob zindanına sevk olunurlar.



W Mestâne Aziz

CîasİKi: S. B.)



Mestâne Azizi -bîr defa görmüş idim, bir ramazanı serifde Üsküdarda yaptığım çalgılı kahvehaneye Tophaneli ve Tersaneli her biri zehri kaatil lâzlarla beraber gelmişti, el-hak güzellikde âfeti devran idi, lâkin asker formasının düğmeleri çözük, kuşağın •bir' ucu: ayaklarında o zamanın modası kamerçin yemeni (B.: Kamerçin, Yemeni), tavrı ve edası son derece mübtezel, hazâ it idi. Çocuğa bir şey

okumasını söylediler nazlandı, tersaneli-

lerden biri suratına bir şamar attı, ağladı, sonra bir kesik kerem okudu, sesi dâvûdî, hıç-kırır gibi çıkıyordu, hâlâ kulaklarımdadır :

Sâkiyâ camında nedir bu esrar Söyletir divâne divâne beni Şarâbı lâ'linde ne keyfiyet var Bir katresi kıldı mestâne beni

Meğer Azize «Mestâne» lâkabının, verilmesi bu meşhur kesik keremi fevkalâde güzel okumasından imiş. O kadar tesir etti ki Azizi tokatlayan o kaba, hoyrat lâzlarla bizim Üsküdarın bazû ve pençe sahibi kabadayıları arasında büyük 'bir arbede çıkacakdı, hele onlar def olub gittiler de fırtına kopmadı, onlar gider gitmez bir mecidiye sadaka verdiğimi de hatırlarım.



Vâsıf Hiç

AZİZ BABA (Saka) — Bir meczub kalender, halk şâiri ve kaatil; 1946 da seksen iki yasında ölen kahveci Ali Riza Efendinin bir isim taşımayan hatıra defterlerinde hayatı şöylece tesbit edilmiştir:

Aslı Sakızlı Rum mühtedisi imiş; babası-ne Köle Yusuf Ağa derler imiş; bu Köle Yusuf Ağa 1822 deki Sakız İhtilâlinin sergerdelerinden bir kaptanın oğlu imiş, ve o tarih.de oıı üç yaşında imiş; çok kanlı olan bu ihtilâl basdırıldığmda aydınlı bir zeybeğin eline düşmüş ve Donanmayı Hümâyunda Hurşid Bey adında bir kaptana elli kuruşa köle olarak satılmış; melek misâli güzel olan hu Rum çocuğu kendisini büyük bir sevgi ile manevî evlâd edinen Hurşid Beyin telkini ile islâmiyet! kabul etmiş ve Tersaneye nefer olarak kaydo-lunmuş, A.kdenizde «İzbandid» denilen Rum korsanlarının takibinde, ki babası da vakti ile bunlardan biridir, ve Mora ihtilâli muharebelerinde yararlıklar göstermiş; kırk yaşlarında iken (1847 de) donanmadan ayrılarak hizmetlerinin mükâfatı Kasımpaşa İskelesi ka-. yıkcılar kâhyası olmuş ve Kasımpaşadan bir müsl'üman kızı ile evlenmiş, bu izdivacdan da hicrî 1266 da (milâdî 1849 -1850) bu Sa*a Aziz Baba doğmuş.

Aziz sibyan mektebinde okur iken babası ölmüş, çocuk mektebden alınarak kahvecilik yapan dayısının dükkânında çırak olmuş, on aitı yaşına kadar çalışmış, berberlik öğrenmiş, on altı yasında iken (1866 da) baba dostları bahriye zabitlerinin himaye ve delâleti ile Tesâneye alınmış, Mahmudiye gemisine tayfa



AZİZ BABA (Saka)

1698 —


İSTANBUL

ANSİKLOPEDİSİ

— 1609 —

AZIZ BEY



olmuş, okur yazar olduğu için çavuşluğa yükselmiş, o zamanlar bahriye çavuşluğu Kasımpaşa, Galata, Tophane, Fındıklı, Salıpazarı, İstanbul şehrinin yalı semtlerinde ayak takımı arasında pek itibarlı bir rütbeymiş, hemen hepsi bıçkınlıkları, külhanî kabadayılıkları ile meşhur imiş, Aziz Çavuş da kısa bir zaman içinde kahvehanelerde parmakla gösterilir olmuş, fakat yirmi beş yaşlarında iken (1877), bir aşk yüzünden tecennün etmiş, timarhâne-ye girmiş, şifâ bulup çıkınca kalenderlik yolunu tutmuş, saç sakal bırakmış, Özbek dervişi kılığında yalın ayak, sîne üryan, omuzunda meşin kırba, bakır tas, sokak sokak dolaşarak «Aş-k âteşi söndürür!..» diye fî sebilillâh sakalık yapmağa başlamış, esrar keyfine, bir gün de serseri güruhundan bir dilberin zülüf kemendine tutulmuş, bu yüzden de namlı şerirlerden Laz Dimitri adında bir tulumbacıyı nefis müdafaası yolunda katlederek Sinob Zindanına gönderilmiş.

Sata Aziz Babanın mazisi hakkında bu malûmatı veren Ali Riza Efendi şöylece anlatıyor: «Sene 1296 (milâdî 1879), her yerde karşıma çıkan ırz ve namus düşmanı Kozlu -calı Mehmedi vurup Sinoba gönderildiğimde henüz onbeş yaşında idim; zindan ağası Halil Ağa adında arslan yürekli bir adamdı, beni şâir kaatillerin arasına koymadı, kendi kah-



Saka Aziz Baba (?)

(Resim:

Fotoğrafdan S. Bozcalı eli ile)

ve ocağı hizmetine verdi (B.: Efendi, Kahveci Ali); avluya bakan bir demir parmaklıkdan mahkûmlara da kahve, tütün, çubuk verirdim. Aziz Babayı orada buldum, benden bir sene kadar evvel gelmiş, kendisini İstanbulda da birkaç sefer görmüştüm, Laz Dimitriyi vurduğunu da gazteler yazmış idi zannederim. Koğuşundan dışarıya pek çıkmazdı, bütün mahkûmin tarafından fevkalâde hürmet görürdü. Zindanda iken yazdığı semailer Sinob Kalesinde çile dolduranların ağzında dolaşırdı; ben dahi defterime kaydettim, «Tahtı» mahlasını kullanırdı, saçlı sakallı, levend endam, veçhen de sahibi melanet, el hak erkek güzeliydi; lâkin gözlerinde bir lem'ai cünun. var idi. Bir demir parmaklıktan kahve verirken adımı sordu, heybetinden öyle dehşete düşdüm ki iki kelimeyi yan yana getirip Ali Riza diyemedim, nutkum tutuldu. Âkibet bir gün zindanda bir vaveyla koptu, Saka Baba tekrar cinnet getirip koğuşundaki mahkûmi-ne saldırmış, güçlükle zebtetmişler, ellerine, ayaklarına zincirler vuruldu, ağırlığı yüz okka gelir, banamısın demedi, iki aded de demir gülle rabtettiler; İstanbula nakli için kaptanlar gemiye almaktan korktular; üç gün üç gece kapatıldığı hücrede yemedi, içmedi, bağırdı, gürledi, kalede kimsenin gözünü uyku tutmadı; nihayet bir beylik geminin kaptanı mecnunu götürmeye razı oldu. Bir müddet sonra haberini aldık, gemide ölmüş, Karade-nize atmışlar. Şu semaî bu Saka Aziz Babanındır :



Oturdu karşıma zâlim beni gözlerdi gözlerle Nice bin âşıka meydan okurdu o gözlerle Esiri zülfü eyledi kemend atmakla gözlerle Karartmıştı şehâ babımı o şahane gözlerle Mihir anda diğer nîsttir Süleymandır o gözlerle

Nice bin âşıkı gördüm kılarlardı ana secde Anı kıble sanup bîçare el bağlar gelir vecde Huzurunda niyaz eyler efendim çâre bul derde Koy âşık eylesün efgan merhamet yok o husrevde Mihir anda diğer nîsttir Süleymandır o gözlerle

«Şu manzume de onundur:



Âşıkım vallahi yahu kalbim al kan ağlayor

Bin mihensiz geçmez ânım ruhum her an ağlıyor

Öldür Al',ahım beni dür eyledinse lûtfunu Ol Resule bin kasem sinemde îman ağlıyor

Hep cefâ çekmek mi dünyâ bir güzel gün yok mudur Namusum teşkil iden sûretde vicdan ağlıyor

Razıyım bir nebze lütfet bin cehennem nârına Lûtfe sâhib olmamıg cennetde sultan ağlıyor

Yâ İlâhî eyle ilham kalbine ol mehveşin Tâki uzletde bugün Tahtîye geytan ağlıyor

«Mecnunun gemiye nakli telâşı arasında unutulmuş, kırbası ile tasları zindanda kaldı, ölümü haberi geldikten sonra yıkadım, temizledim, kahve ocağında kullandım, vesilei rahmet oldu».

Bütün avâmî terennümlerde olduğu gibi Saka Aziz Babanın (Tahtî'nin) şiirlerinde de vezin ve kaafiye aramalıdır; İstanbul Ansiklopedisi bizde bir «Zindan edebiyatı» olduğunu, bakir ve zengin bir mevzu olarak himmet ve gayret sahibi bir müdekki beklediğini bilhassa belirtir.

Sebah ve Joaillier Fotoğrafhanesinin meşhur İstanbul manzaraları ve kıyafetleri resimleri arasında bir «Saka Derviş Portresi» vardır ki hal tercemesini naklettiğimiz Saka Aziz Baba olduğunu, bu resmin de bedbaht adamın iki cinnet buhranı arasında, Laz Dimitriyi vurmadan önce eline bir kaç •kuruş verilerek çekildiğini kuvvetle tahmin ediyoruz.

Bibi.: Ali Riza, Sinob Zindanı üzerine hâtıra defterleri; Münir Süleyman Çapanoğlu, not.

AZİZ BABA (Saraç) — Muhitinde sevilmiş ve şöhret olmuş halk tiplerindendir. Ye-nibahçede Keçecilerde Karabaş mahallesinde otururdu. 1914 de seksen yaşlarında olduğu söylenirdi. Birinci Cihan Harbinin heyecanlı devrinde, bir gün Aziz Baha'nın içtiği kahvenin bedeli mahalle kahvesinde Donanma Cemiyet menfaatine müzayedeye konmuş ve al-tun para olarak on lira toplanmıştı. aziz Baıba da beş kuruştan ibaret olan gündeliğini Donanma Cemiyetine terketmişti.



Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   75




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin