Kastamonu hayati



Yüklə 4,31 Mb.
səhifə71/112
tarix24.06.2018
ölçüsü4,31 Mb.
#54637
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   112

Necmeddin Şahiner'in tesbitlerinde(75) ve Mehmet Fırıncı'nın hatıralarında yazıldığına göre, Hazret-i Üstad 1953 senesi İstanbul Fetih yıldönümü törenlerini seyredip takib etmiştir. İstanbul Fetih yıldönümü 29 Mayıs olduğuna ve Samsun mahkemesine gidemiyeceğine dair hey'et-i sıhhiyeden alınan rapor 13.5.1953 tarihli olduğuna göre, ayrıca da Doktor Sadullah Nutku'nun verdiği rapor 17.7.1953 tarihli olduğuna nazaran, diyebiliriz ki, Hazret-i Üstad Mayıs başlarında İstanbul'a gelmiş, Temmuz ortalarında veya sonunda da İstanbul'dan ayrılmıştır.

İstanbul'da Üstad'ın yazdığı şeyler

Üstad'ın iki defa mahkemeler için mecburi İstanbul'a gelişlerinde, müdafaat, mektublar ve te'lifat olarak yazdığı şeyler umumi olarak şöyledir:

1952 başlarında istanbul'a geldiğinde, Gençlik Rehberi mahkemesi dolayısıyla yaptığı müdafaat ve bilirkişi raporuna cevabından başka, ziyaretçilerle ilgili tek bir mektup yazdığını biliyoruz. Başka bir şey nakledilmiş değildir.

Amma 1953 Mayısında İstanbul'a gelişlerinde ise, bir kaç mühim mektup yazdığını ve bu mektuplardan bazıları Risale makamına kaim edilerek "Nur Âleminin Bir Anahtarı" asıllarını teşkil ettiğini görmekteyiz. Risale

1804

makamında olan bu mektuplardan başka, siyaset ve hazır medeniyetin zararlı taraflarını anlatan mektubu da yazmıştır. İlerde siyaset faslında gelecektir



.

(75) Bilinmiyen taraflarıyla S.Nursî 6.baskı, S:381

1805

1832


BİR HADİSENİN GERÇEK DURUMU

Üstad'ın Fatih semtinde parasıyla kiralıyarak bir iki ay içinde kaldığı evin hikâyesi şöyledir: Daha önceleri Mehmet Fırıncı'nın babasının kira ile oturmuş olduğu bir ev idi. Dolayısıyla M.Fırıncı'nın delâletiyle bu ev bulunmuş, Üstad da ayda -tesbit ettiğimiz kadarıyla- otuz lira kira bedelini ödeyerek oturmuştu. Ahmet Aytimur'la, Abdulmuhsin Alev'in ifadeleri bunu böyle diyorlar. Ancak N.Şahiner her vesileyle bu meseleyi, yani Üstad'ın 1953'te İstanbul'da kaldığı ev hikâyesini anlatırken; "M.Fırıncı'nın evinde kaldı" şeklinde kaydetmektedir. Bu husus aslında cüz'î olup bizi ilgilendiren bir şey değildir. Nasıl ki, aynı günlerde Hazret-i Üstad Üsküdar'daki eski bir dostu olan Hacı Şükrü'nün evinde ve ayrıca da Çamlıca'daki bir dostunun evinde de üçer gün kalmıştı.Bu hadisenin öncesi ve sonrasındada, Hz. üstad bazı talebe ve dostlarının evlerindede kalmaları olmuştu. Mesela 1951 ve sonralarında Eskişehirde Talebesi Abdüvahid Tabakçının evinde kalması gibi...Lâkin bu dostların evinde misafir olarak, mübalağasız şekilde kalmıştı. Onun gibi muhterem Mehmet Fırıncı'nın evinde de iki üç gün değil, bir iki ay da kalmış olabilirdi. Üstad'ın hayatıyla ilgili olan bu cüz'i hadise ve mes'eleye bazı ilâveler ile başka şeyler istihdaf edildiğini insan hissetmektedir. Hususiyle mübalağaların karışması ve o sıra Üstad'ın hizmetinde bulunanların rivayetleri ayrı ayrı olması, bizi bu mes'elede meraklandırdı ve tahkikine sevketti. Çünki, N.Şahiner, onu her anlatışında “Fırıncı'nın evinde kaldı” şeklinde ifade etmekle, onunla zımnen M.Fırıncı'nın meziyetini ve (1) faziletini izhar etmek ister gibi bir üslup vardır.

Tahkikatımız mes'eleyi başka şekilde neticelendirdi. Hakikatı yine ancak Allah bilir. Üstte kaydettiğimiz tarzda, Ahmet Aytimur'dan hususî şekilde sorduk, Almanya'daki Abdulmuhsin'e de mektup yazdık. Aldığımız cevabların neticesi aynen şöyledir:

- "Hazret-i Üstad, Marmara Palas otelinde kalırken sıkılıyordu. Bir ara

"Ahşap bir ev bulunsa, orada bir müddet kalsam" gibi bir arzu izhar etmişti. Bunun üzerine bir ev aranmaya başlanmış, nihayet Mehmet Fırıncı öyle bir evi bildiğini ve kiralıyabileceğini söylemiş ve o ev parası mukabilinde, fakat Fırıncı'nın delâletiyle kiralanmıştı. Üstad da bir iki ay zamanını o evde geçirmişti. Mehmet Fırıncı ile olan münasebetinin hepsi bu kadar.."

(1) Muhterem M.Fırıncının Hz. Üstada o sıralarda diğer arkadaşları ile birlikte yaptığı hizmeti yanında, Risale-i Nurların neşir hizmetinde şimdiye

1806

kadar yaptığı hizmetleri, yani rahmet-i İlahiye ile bunlara mazhariyeti, onun fazileti için kafi delildir. A.B.



1807

1833


Ancak 15/9/1995 Cuma günü akşamı Almanya Berlin şehrinde, AbdulMuhsin Alkoneviyi şifahen dinlediğimde; mevzu’ hakkında şunları söyledi: “Üstadımız, Samsun mahkemesi vesilesiyle İstanbula geldiğinde, mütevazi; ahşab bir ev için işaret buyurdular. Ben üstadın arzusunu zengin zevata söylemek istemedim, fakirler arasında hall olmasını istedim. O zaman Mehmet Fırıncı gitti ailesine söyledi razı oldular. Fırıncı ailesi sokağın karşı tarafında bir ev kiralayarak oraya taşındılar. Üstad’da kirasını vererek boşanan eve taşındı. Ben böyle hatırlıyorum.”

MEDAR-I İBRET BİR HATIRA

Aslen Bitlisli Hüseyin piyazağa anlatmış: Hz. üstadı 1953 te kaldığı FatihÇarşamba semtindeki evinin karşı tarafında Bakkal bir Rum vardı. Üstad ondan bazen beyaz peynir alırdı.

1808


1834

Dimitros adındaki bu adam, Üstad karşıdan beşyüz metre öteden göründümü hürmetinden ayağa kalkardı. Ben birgün buna sordum. “Niye sen bu hürmet yapıyorsun?”

O dedi: “Siz bu zatı tanımıyorsunuz. Eğer bu zat yunanistanda olsaydı, ona altundan ev yaptırırlardı.”

(Son Şahitler-5, sh.270)

SEB'A SEMAVAT

Bu arada, 1952 yılında mı, 1953'de mi kesin bilinmiyen Seb'a semavat hakkında bir konferans hadisesi ve buna karşı Hazret-i Üstad'ın cevabı ve Nur talebelerinin faaliyetiyle, konferansçı ecnebi müsteşrik'in koyup kaçması hikâyesi şöyledir:

İngiliz asıllı ecnebî bir müsteşrik İstanbul'a gelerek, bir konferans vereceğ'ini, bu konferansı da Kur'anın Seb'a Semavat hükmüne karşı olacağını ve yedi gün üst üste aynı mevzuu işliyeceğini ilân, etmiş.. Bir gün sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde konferansına başlamış, birinci gününde ilk konuştuğu şey, Kur'anda "Seb'a Semavat" yani yedi tabaka göklerin hakikatını inkâr etmeye yeltenmişti. Bu konferansı dinliyenler arasında bulunan Nur talebesi Üniversiteli gençler, hadiseyi gelip Üstad Bediüzzaman'a da bildirmişlerdi. Hazret-i Üstad hemen harekete geçmiş ve 1915 yılında Birinci Cihan Harbi esnasında te'lif etmiş olduğu İşarat-ül İ'caz tefsirinde ve 1928-1930'larda Barla'da kaleme almış olduğu Risale-i Nur silsilesinden Lem'alar bölümünün 12. Lem'asının ikinci mes'elesinde; Kur'anın mevzu-u bahis ayetini, ilim ve fennin ve dinin en son noktalarına tatbik ederek tefsir etmiş olduğundan, bu iki eserindeki tefsirlerin yan yana getirilmiş şeklinden ibaret olan 12. Lem'adaki kısmı daktilo ettirerek. Nurcu genç talebeleri vasıtasıyla konferansın ikinci gününde henüz konferans başlamadan önce, dinleyiciler arasında dağıttırmıştır. Yabancı müsteşrik profesör, salona girdiğinde kendisine de bu yazıdan verilmiş veya dinletilmiştir.

Konferansçı ecnebî müsteşrik sormuş: "Bunu yazan kimdir?" Gençler: Bunu yazan Bediüzzaman Said-i Nursi'dir demişlerdir.

Bunun üzerine yedi gün üst üste devam ettireceğini ilân etmiş olduğu konferansını, o günü çok kısa ve heyecan içinde acele bitirivermiş, kalan beş günlük bölümünü devam ettiremeden Türkiye'den ayrılmış, gitmiştir...

1809


Adı geçen, yabancı münkir konferansçı müsteşrike cevab olarak hazırlanmış broşürün mukaddemesinde Üstad tarafından şunlar yazılmıştır:

1810


1835

MUKADDEME

Evvelâ: Ramazan-ı Şerifte (76) Üniversitede ecnebî bir müsteşrik feylosof, konferansında Seb'a Semavat cümlesini inkâr tarzında, dinliyen sâfdil Müslüman gençleri şüpheye sevketmek ihtimaline binaen: Birinci Harb-i Umumi'nin başında Arabî İşarat-ül İ'caz tefsirinden ve yirmibeş sene evvel onikinci lem'ada "İkinci mesele-i mühimme" serlevhasıyla, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Ta çok ayat-ı Kur'aniyede bulunan o cümle hakkında, mektepli İslâm yavrularının kalblerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.

Saniyen: Kur'an-ı Hakim arz ve semavattan bahsi, Sani-i Zülcelâli sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-y-i harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, coğrafyayı ders vermiyor. San'at ve intizam, hikmet ve nizam ile Halıkı bildiriyor. Manay-i harfî ile o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi manay-i ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor..

Salisen: Madem Kur'an kâinattan bahsi istidlâl suretiyledir. Delil, zahir ve malûm olmak lâzım geldiğinden; örf ve adetçe malûm tabiratı isti'mal etmek, talim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zahir manası, ehl-i fennin derin mes'elelerini bildirmiyor.

Rabian: Risale-i Nurda mu'cizat-ı Kur'aniye, Zülfikar Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için, bütün iliştikleri pek çok ayetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur, birer i'caz lem'asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i'caz yüksek hakikatlar olduğunu göstermiş. İsteyen bakabilir. Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevab vermiş. Ta zaif kalblilerde bir iz, bir şüphe bırakmasın. Zaten Risale-i Nurun mümtaz bir hasiyeti de şudur ki: Hiç şüpheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevab verir ki; o şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor.

Bu hakikatı görmek istiyenleri Risale-i Nura havale edip, yalnız nümune için bu Ramazan-ı Şerifte o konferansı dinliyen bir kısım "imamHatip" talebelerinden ve Kur'an hıfzı ile meşgul olan masum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için, pek çok ayetlerdeki Seb'a Semavat cümlesini inkâr eden müsteşrik feylosofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş:.... (77)"

1811


Bu mukaddemenin devamında Onikinci Lem'a'nın ikinci makamı olan "İkinci Mes'ele-i Mühimme" dercedilmiştir.

(76) Ramazan-ı Şerif 1953 yılında Temmuz ayı içinde olduğu için, hadisenin 1953 senesinde cereyan ettiği kati olmuş oluyor. A.B.

(77) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 94

1812


1836

1813


1837

FENER PATRİĞİ İLE GÖRÜŞME

Üstteki hadise ve mesele münasebetiyle; Hazret-i Üstad Bediüzzaman'ın 1953 yaz aylarında, hususi şekilde gidip İstanbul Fener Patriği ALT HENAGORAS ile görüşmesini burada kaydetmek lâzım geldi. Üstad'ın bu görüşmesi manidardı. İslâm ve hakikî Hıristiyanlık dinlerinin barışmasının veya hiç olmazsa esas mes'elelerde ittifakın tebliği gibi idi.

O günlerde Üstad'la beraber bulunmuş halen hayatta Nur talebelerinden bir çoğu rivayet ederler ki: Bir gün Hazret-i Üstad, yanında Üniversiteli Ziya Arun olduğu halde, Fener'deki Patriğe gitmiş, görüşmüş ve ona:

"Hıristiyanlığın din-i hakikisi olan tevhid ve nübüvveti kabul ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammedi de (A.S.M) peygamber ve Kur'an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul ederseniz, ehl-i necat olacaksınız." dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: ”Ben kabul ediyorum..." deyince Bediüzzaman:

"O halde siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?"

Patrik: "Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar." diye cevab vermiş. Bu hadiseyi nakleden, Üstad'ın o sıra beraberinde bulunmuş bir çok talebesi hâlâ hayattadır. Ezcümle Ahmet Aytimur, şimdi Almanya'da bulunan Abdulmuhsin, Mehmet Fırıncı vesaire...

Nitekim aynı ma'nada olarak 22 Şubat 1951'de, Üstad'ın izni ve müsaadesiyle Vatikan'daki Hıristiyan Âleminin bir nevi ruhani reisi olan Papa'ya bir Zülfikâr kitabı gönderilmiş.. Papa da buna karşı teşekkür cevabını yazmıştı.(78)Bu eserin Hıristiyan Âleminin bir nevi dini ve ruhani reisi olan Papaya gönderilmesiyle, vahdaniyet-i ilâhiyye, Risalet-i Muhammediye Aleyhisselâtü Vesselâm ve Kur'anın kelamullah olduğunu ispat eden bu eser, mezkûr tebliği de yapmış oluyordu. Bu bahis ayrıca ilerde tafsilen kaydedilecektir.

BİR HATIRA

Ezher mezunu Konyalı Mustafa Akdedeoğlu anlatmış:

“Üstadı ikinci ziyaretimdi. Mısırda beraber okuduğumuz Ali Özekle beraber, Fatih Çarşambada bir evde ziyaretine gittik. Mısırdan geldiğimizi söyleyince bize şöyle hitap etti:

1814

“Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Mısırdan Şeyhül-İslam Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş.. Ve Risale-i Nur külliyatı içinde neşrini istiyor... Fakat bunu Risale-i Nur için



(78) Emirdağ- 2 S: 62

1815


1338

de neşrine müsaade(1) yoktur. Çünki kitabı içinde çok ihtilaflı meseleler vardır. Risale-i Nurun meşrebi ise ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir.

Benim çok selamımı söyleyin. Yinede kitabının başım üstünde yeri vardır. “Bunları aynen söyleyin” dedi.

ÜSTAD'IN EMİRDAĞ'A DÖNÜŞÜ

Üstte, geçen hesap ile, Üstad'ın İstanbul'dan Emirdağ'a bu defaki dönüşü, kuvvetli tahminlerle 1953'ün Temmuzu sonudur. Bu hesaba göre Hazret-i Üstad bu defa İstanbul'da yaklaşık üç ay kadar kalmıştır.

Hazret-i Üstad İstanbul'dan Emirdağ'a döndükten sonra, burada bir hafta kadar istirahat etmiş ve sonra da Eskişehir'e giderek, Yıldız Otelinde bir kaç gün misafir kalmıştır. Bu sırada, Isparta'dan onu Isparta'ya götürmek için Eskişehir'e gelen Tahiri Mutlu Ağabey ile diğer hizmetkârları refakatinde 23 Ağustos günü Isparta'ya şeref vermişlerdir. Bu bahsi ilerde ve tarihi sırasında ayrıca ele alacağız.

ÜSTAD'IN DÖRDÜNCÜ MAHKEMESİ

(Bu mahkeme Isparta'da)

Hazret-i Üstad Isparta'ya, son ve daimi ikamet için gitmeden evvel, 5 Şubat 1953 günü Isparta'lı Hüsrev Altınbaşak'ın evi bir ihbar üzerine aranmış, Nur risalelerinin gönderildiği yirmibeş kadar adresler ele geçmiştir. Bu sebeble, Türkiye'de bir çok yerlerde Nur talebelerinin ev ve iş yerleri aranmış ve davalar açılmıştı. Isparta savcısı Türkiye'de Nurculuk dosyalarının birleştirilmesi ve Isparta adliyesinde ona bakılması için harekete geçti. Ancak Türkiye'nin muhtelif yerlerinden gelen dosyalar, kimisi takibsizlik, kimisi men'i muhakeme ile, kimisi de emniyet araştırmasında bir suç görülmeden sonuçlanmış olduğu; az bir kısmı da henüz soruşturma saf'hasında iken Isparta'da toplanmıştı.(79) Böylece Isparta C.Savcılığı tahkikatını bitirdikten sonra, gizli cem'iyet maddesiyle 954/311 tarihli iddianamesini hazırlamış ve Türkiye çapında mezkûr maddeden seksen dokuz kişinin Isparta Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmak üzere, dosyayı Isparta Sorgu Hâkimliğine tevdi' etmiştir. Sorgu Hâkimliği de dosya üzerinde ve bir çok kimsenin ifade ve sorgulamalarına baş vurarak uzun bir tahkikat yapmış.Tabiî bu arada cem'iyetçilik isnadıyla, Üstad Bediüzzaman Said-i Nur

(1)“Allahü a’lem, Mustafa Sabri Efendinin o kitabı “Mevkıf-ul beşer tahte sultani-lkader”eseri olabilir.A.B.

1816

(79) Bu davada, Üstad'ın Urfâ daki üç fedai talebesi olan Zübeyr Gündüzalp, Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu da Urfa cezaevinden alınarak, elleri kelepçeli şekilde jandarmalarla Isparta hapsine getirilmişlerdi.



1817

1839


si'nin ismi de bu meselenin başındadır. Bir zaman sonra sorgu hâkimliğinden Üstad'a tebliğ edilen 25/3/956 tarih ve 311 sayılı iddianameye karşı Hazret-i Üstad 1.5.956 günü iki itirazname, birisi Üstad'ın imzasıyla, diğeri de Üstad'ın emriyle ve fakat hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp'ın imzasıyla cevab verilmiştir. Üstad'ın mezkûr cevabı aynen şöyledir:

"İTİRAZNAMENİN TETİMMESİDİR

Isparta Sorgu Hâkimliğine gönderilmek üzere,Emirdağ Sorgu Hâkimliğine!

Isparta C.M.U'nin 25.3.956 tarih ve 311/18 numaralı esas hakkındaki iddianamesine kanunî müddet zarfında itirazımdır.(80)"

Muhterem hâkim! Bana isnad olunan suç: "Lâikliğe aykırı olarak devletin içtimaî, iktisadî, siyasî veya hukukî temel nizamlarını dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla gizli cem'iyet te'sis etmek, tanzim, sevk ve idare etmek.. ve Türk Ceza Kanununun 163. maddesine göre cezalandırılmam" taleb olunmaktadır.

Şimdi hak ve insaf kaideleri içerisinde bir an düşünelim! Bana isnad olunan bu suç dolayısıyla beş defa Ağır Ceza mahkemelerinde beraet kararı almış bulunmaktayım.. Ve hem de üç sene evvel Malatya hadisesi münasebetiyle alâkadar yirmi mahkeme: "Suç yoktur" diye hükmetmiştir. Hem otuz sene içinde hiç bir mahkeme cem'iyetçiliğe dair en küçük bir delil bulamamış ve temyiz mahkemesi verilen beraeti ve Risalei Nur kitaplarının iadesini tasdik etmiş ve bu mes'ele kaziye-i muhkeme haline gelmiştir.

Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, şimdi yine aynı suç için ceza talep olunması, Ceza kanununun umumî prensiblerine ve Türk Ceza kanununa aykırı değil mi? Eğer bu suçtan hakkımda dava ikamesini taleb eden zat, aynı suçtan beraet ettiğimi bilmiyorsa, kusur benim midir?

Şeytanların dahi elini çektiği, ahiret kapısında bekliyen bir kimsenin işlemiş olduğu fiil ve hareket, âriz-âmik tedkik olunmadan mahkemelere sürüklenmesi, vicdan ve adaleti rencide etmez mi?

Muhterem hâkim! Merkezi Isparta'da olmak üzere tarafımdan bir cem'iyetin kurulduğu ve Nur Risaleleri diye yazdığım eserlerin de bu cem'iyetin nizamnamesi ve bunu okuyan Müslümanların ise Nur talebeleri ve binnetice farazî cemiyetin a'zası kaydedilmiş olduğu.. Ve nihayet bu cem'iyetin Irak'ta kurulmuş Müslüman Kardeşler cem'iyetiyle de irtibat te'min etmiş olduğu gibi şeyler maalesef iddia edilmektedir.

1818


(80) Herhalde bu itirazname bir avukat tarafından kaleme alınmış, fakat Hazret-i Üstad onu okumuş ve tasdik etmiş olarak imzasını koymuştur. Çünkü tarz-ı ifadesi Üstad'ın sair ifadelerine pek benzemiyor. A.B.

1819


1840

Türkiye Cumhuriyeti kanununun 163. maddesinin ikinci fıkrasında "Dağılmaları emredilmiş olan yukarda yazılı, cem'iyetleri sahte-nam altında veya muvazaa şeklinde olanı dahi yeniden te'sis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler..." diye yazılı bulunduğu veçhile; bu fıkranın mefhum-u muhalifinden bu maddenin birinci ve ikinci fıkralarına göre suç olabilmesi için, suç unsuru olan bir cem'iyetin, cem'iyetler kanununa göre te'essüs ederek faaliyete geçmesi kanunun sarih ve âmir bir hükmü değil midir?

Saniyen: Nur Risaleleri, iddia olunduğu gibi müddeinin farzettiği cem'iyetin nizamnamesi hâşâ olamaz. Nur risaleleri Kur'an-ı Azimüşşanın bir tefsiri olduğunu bilmiyen bir Müslüman kalmamış iken, müddeinin burada kasden Kur'an-ı Azimüşşana yakışmıyacak bir lisan kullanmasından üzüldüm.

Muhterem hâkim! Bir kimse bir eser yazsa ve bu eseri okuyacak olsa ve okuyanlar da eseri sevse, hatta hayatta kendine rehber ittihaz etse; bu fiil ve hareketi bir cem'iyetin kurulması mı demek olur?..

Yine benim çok eski senelerdenberi içimde sakladığım gayeyi tahakkuk ve te'mine çalıştığımı beyan ile, müteaddit def'alar mahkemeye verildiğimi iddia etmektedir. Şimdi müddei benim mahkemelere verildiğimi bildiği halde, bu mahkemelerin neticesinin de nasıl tecelli ettiğini merak edip öğrenmiş midir? Öğrenmiş ise, beraet ile neticelenen bu mahkemelerden (Yani aynı suçlardan dolayı) hakkımda iddianame tanziminde hüsn-ü niyet eserini maalesef görmüyorum. Peşinen arzedeyim ki: Gûya suç diye gösterilen onların cümlesi kavl-i mücerredden ibarettir.

Yine yazdığım bir mektupta "Kur'an-ı Azimüşşanın istikbalde İslâmiyete tam bir bayram getireceğini, Nur risaleleri ve bu risaleleri okuyanların mahkemelere verildiğini ve fakat âdil mahkemeler huzurunda beraet ettiğimi "yazdığım iddia edilmektedir. Bu temennî ve iftihar vesilesi olan cümlede müddeinin nasıl bir suç bulmuş olduğu anlaşılmamaktadır.

Neticeten: İddianamede isnad olunan suç hakkında delillere gelince:

1- İkrar ... İşte muhterem hakim! Delil olarak gösterilen ikrarın iddianamede bir temenni ve iftihar vesilesi bulduğu, yüksek nazarınızdan kaçmıyacaktır.

2- Şehadet... Suç mahiyetine göre, hadise şehadetle tebeyyün etmez. Çünki 163. maddeye göre suç olabilmesi için kanun mucibince kurulmuş bir

1820


cem'iyetin bu maddeye aykırı olarak faaliyette bulunması iktiza eder. Keyfi, indî, farazî bir cem'iyet iddiası ise, hukukî olmaktan çok uzaktır.

1821


1841

3 - Elde edilen kitapları da iki kısımda mütalâa edebiliriz:

A- Nur risaleleri..

B- Kanun-u mahsus mucibince matbaalarda tab' edilen eserler..

Bunlardan Nur risalelerini en selâhiyetli yüksek ilim heyetinin bilirkişiliği neticesinde kanuna aykırı hiç bir cihet görülmediğinden beraetle neticelenmiş olup, aleyhimizde hiç bir vecihle bir delil teşkil edemiyeceği gibi, tab'olunan eserlerin dahi isnad olunan suç ile bir alâkası mevcud bulunmadığı aşikârdır.

4- Mektup... İddianamede yazdığım beyan olunan mektupta, yukarda beyan olunduğu vecihle bir temenni ve mahkemelerle iftihardan ibaret bulunan mektubun hiç bir suretle aleyhimizde bir delil olmıyacağı meydandadır.

5- Ehl-i vukuf raporları... Müddei bu kadar senedir Türkiye'de yaşadığına göre, Risale-i Nur hakkında müsbet ve lehde olan verilen ehl-i vukuf raporlarını görmemesi ve okumaması hayretimi mucib olmuştur.

Yukardan beri izah ettiğim vecihle Nur risalelerinin hiç bir suretle kanuna aykırı olmadığı ve beraetle neticelendirildiği halde, bunun aleyhimizde delil gösterilmesi, müddeinin hüsn-ü niyetle hareket etmediğine bir karine olup, ancak müsned suç hakkında muhtelif vilâyet Ağır Ceza Mahkemelerinin, yani Türk İslâm mahkemelerinin vermiş olduğu âdil hükümler hatırı için, bu müddei kardaşımızı da bu cihetle affederek vicdanınızdan bir suretle suç teşkil etmiyecek olan iddianameye bu suretle itiraz ederim. 1.5.956

Emirdağında mukim Said-i Nursi (81)

Üstad'ın hizmetkârı Zübeyr Gündüzalp'in imzasıyla ve fakat Üstad'ın emriyle ona vekâleten gönderdiği istid'a ise şöyledir: (Bazı kısımlarını alıyoruz)

"Emirdağ C.M.U.si eliyle, Isparta Sorgu Hâkimliğine!

Isparta C.Müdde-i Umumisinin 25.3.956 tarih ve 311 sayılı iddianamesine itirazım:

1822

Üç sene evvelki bir tevehhüme binaen yazılan bir iddianame, üç sene sonra Ramazan içinde gayet hasta bulunan Üstad'ımız Said-i Nursi'ye o iddianame geldi.



Dedi ki: "Ben, bu otuz senede halimi tetkik eden ve beş defa beraet veren âdil mahkemelerini ittiham etmek hükmünde, tekrar aynı mesele ve otuz senede mes'uliyeti mûcib delili bulunmıyan "gizli cem'iyetçiliğe dair"

(81) Emirdağ-2 Müntehap dosya sıra no: 78-111

1823

1842


otuz senelik adliyeleri ittiham etmek hükmünde olan bu yeni iddianameyi

reddediyorum, kabul etmem. Ta hakkımda beraetle adalet eden o âdil mahkemelere hürmetsizlik olmasın.. ve intişar etmiş ikiyüz sahifeden ziyade müdafaatlarım, benim bedelime bu tekrar edilen ittihamnameye bir itiraznamemdir.. Başka bir diyeceğim yok..."

"Sen bu itiraznameye bir haşiye yaz, çünki hastalığım şiddetlidir" dedi. Sözü kesti.

Hizmetinde bulunan ben ve Mustafa Acet onun bedeline bir iki hakikatı ifşa ediyoruz. Şöyle ki:

Bu beş altı senedir hizmetinde bulunduğumuz Üstad'ımız Said-i Nursî'nin acib bir hasiyeti budur ki: İnsanlardan hatta en yakın dostlarla, hatta en yakın dost ve akrabalarıyla görüşmek istemiyor. Hatta yirmi sene talebesi ve hayatta kalan tek bir kardaşını, yakınında olduğu ve otuz senedir görüşmediği halde, görüşmek için çağırmıyor. Fıtratında öyle bir inziva var ki; Zaruret-i kat'î olmazsa ve Nur dersinden bir hakikat-i imaniye olmazsa, halklarla konuşmak kat'iyen istemiyor: Hatta daimi hizmetinde bulunduğum halde, dört-beş günde bir defa benimle ciddi konuşmuyor. Konuşsa da bir şaka suretinde konuşuyor. Benden çok ziyade sâdıkane hizmet eden kardeşlerim için de beni hizmetinde tercihi; Ben bu sırr-ı inzivayı ve tevahhuşu bozmamak, fıtratımda bir seciye bulunduğundandır. Hatta bazı bana: "Taşsın, hayvansın... o cihetten seni tercih ediyorum." der

Biz bütün yakın talebeleri biliyoruz ki; nasıl maddî hediyeyi kabul etmiyor, manevî bir hediye olan hürmetkârane bir hizmeti de istemiyor, istiskal ediyor. Hem dünyada hiç bir mal ve mülkü, hanesi olmadığı gibi; Öyle de kendine hiç bir kemalât vermiyor "Ben müflis, miskin bir adamım. Hazine-i Kur'aniyenin bir hizmetkârıyım." der.

Ben birkaç senedir en gizli sırrına vakıf olduğum halde, benlik ve enaniyeti ima edecek bir seciyesini bulamadım. Risale-i Nurda yazdığı gibi; acz-ı mutlak, fakr-ı mutlak seciyesiyle daima şükür ve sabır seciyesini görüyorum. Bütün vazifesi, hissiyatı: Kur'an-ı Hakimin hakaik-i imaniye derslerinden kendine bulduğu ilâçları, tiryakları ehl-i imana da bildirmak bir vazife-i fıtriyesi olduğunu ben ve kardeşlerimiz biliyoruz, görüyoruz. Musibet ve belâlar geldiği vakitte bizlere der: "Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değil.. O vazife-i ilâhiyyedir. Vazife-i


Yüklə 4,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   112




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin