Bibi. A. San, "Profesyonellik Açısından İstanbul Kütüphaneleri", Türkiye'de Kütüphane Alanmda Teori ile Uygulama İlişkisi Sempozyumu, 1987, İst., 1988; B. N. Şehsuvaroğlu, "Kütüphanecilikte Yeni Bir Görüş ve İstanbul Şehir Kütüphanesi", Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, XXV, S. l (1976); 1. Mutlu, "Bizans Devri Kütüphaneleri", ae, VIII, S. l (1959); M. Cumhur, "İlk Dernek Kütüphanemiz", ae, XVI, S. l (1967); N. Bayraktar, "İstanbul II Halk Kütüphanesi Çalışmaları ve Gelişme Planı", ae, XV, S. 4 (1966); Ö. Soysal, "Şemseddin Sami'nin Kütüphane Anlayışı", ae, XXIII, S. 4 (1974); L. Şenalp, "Cumhuriyet Döneminde Kütüphaneciliğimiz" ae, XXIII, S. l (1974); I. E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi, II, Ankara, 1988; İl Kültür Müdürlüğü, istanbul Kütüphaneler ve Müzeler Rehberi, İst., 1993; J. Baysal, "Kütüphanecilik", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, V, İst., ty; ay, "Kütüphanelerimizde ve Bilgi Verme Merkezlerinde İstatistik Kayıtlar", istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Dergisi, III, 1992; Kütüphane-Enformasyon-Arşiv Alanında Yeni Teknolojiler ve TÜRKMARC Sempozyumu Bildirileri, ist., 1991; M. Alpay-S. Özkan, istanbul Kütüphaneleri, İst., 1982; M. Cumhur, "Tanzimat'ın Kütüphaneciliğimize Et-
KÜTÜPHANELER
176
177 LALA HAYREDDİN MESCİDİ
kileri", Belleten, S. 128 (1964); Ö. Soysal, "Cumhuriyet Kütüphaneciliğimiz, 1923'ten 1963'e", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Dergisi, I (1987).
HAVVA KOÇ
Mimari
Osmanlı döneminde, kütüphaneler islam ülkelerinde olduğu gibi devlet eliyle değil, vakıflarca kurulurdu. Mahalle halkı için, medreselerde müderris ve öğrencilerin yararlanması için kurulan kütüphaneler başlangıçta türbe, tekke gibi hayır kurumları içinde kurulmuş, daha sonraki dönemlerde ise yine vakıf, ancak bağımsız binalar olarak yapılmışlardır.
Osmanlı mimarlığı içinde ilk bağımsız kütüphane yapısı olan, Köprülü Kütüpha-nesi'nin yapımına kadar kütüphane ya da kitaplık anlam bakımından, o dönemin anlayışına uygun olarak, cami, medrese ve tekkelerdeki bir kitap dolabını veya kitap odasını içeriyordu.
Müstakil olarak tam anlamıyla kütüphane mimarisi 17. yy'da bağımsız ya da külliyeye bağlı olarak vakıf anlayışıyla yapılan binalarla başlar.
Behçet Unsal, mimari açıdan İstanbul kütüphanelerim 5 grupta toplar: Ayrık ve camiye bitişik gelişen bağımsız kütüphaneler; külliye içi kütüphaneleri; cami, medrese, türbe, tekke içi kütüphaneleri; mektep içi kütüphaneleri ve saray içi kütüphaneleri.
Bağımsız ancak camiye bitişik kütüphaneler kategorisindeki 1739-1740 tarihli I. Mahmud dönemi yapısı olan Ayasofya Kütüphanesi(-0 bir koridor boyunca arka arkaya dizilmiş'üç bölümden oluşur. Kütüphanenin cami içindeki tunç parmaklığı ve çinileri dikkat çekicidir. 1742 tarihli Fatih Kütüphanesi ise ortası 4 sütunlu, kare planlı, merkezi kubbeli ve kanatlardan o-luşan tipik planı ile 19. yy'ın ortalarına kadar model olarak kullanılan bir şemaya sahiptir. Bağımsız ancak ayrık olarak ge-
Yıldız
Üniversitesi'ne
bağlı Şevket
Sabana
Kütüphanesi.
Cengiz Kahravn&n
1994
lisen kütüphanelere çok sayıda örnek verilebilir. Köprülü başta olmak üzere Atıf Efendi, Aşir Efendi, Hüsrev Paşa, Hekimoğ-lu Ali Paşa, Üsküdar'daki Selim Ağa, Mu-rad Molla, Ragıb Paşa ve Şehit Ali Paşa kütüphaneleri tipik örneklerdir.
Aşir Efendi ve Atıf Efendi kütüphanelerinden Şeyhülislam Aşir Efendi tarafından yaptırılan Sultanhamam'daki kütüphane iki katlı ve kare mekânlıdır. Zaman içerisinde farklı amaçlarla kullanılan yapının salonu iki sütunla dikdörtgen hale getirilmiştir, iki sokağın birleştiği köşede yer a-lan okuma odası taş konsollar ile taşınır. Yapı bu haliyle köşeyi değerlendirme açısından ilginçtir. Türk sivil mimarisi açısından önemli bir örnek olan kütüphanede dört yöne açılan pencereler ışıklandırmayı sağlar.
Defterdar Mustafa Atıf Efendi tarafından Vefa'da yaptırılan kütüphane ise özgün planıyla dikkati çeker. Asıl kütüphane binası ve meşruta evleri olmak üzere iki bölümden oluşur. Bir çeşit lojman niteliğindeki bu yapılar üç kat halinde üç bölümlüdür ve konsollarla dışa çıkma yaparlar. Bodrum üzerinde asıl kattan oluşan kütüphanenin okuma bölümleri eyvan şeklinde olup 5 adettir ve merkezi bir biçimde düzenlenmiştir. Kitap saklama bölümünün havadar olması neme karşı da bir önlemdir. Şehit Ali Paşa tarafından yaptırılan kütüphane ise, bodrum, zemin ve birinci kattan oluşur ve havalandırılmağına önem verilmiştir. Planıyla Atıf Efendi Kütüphanesi ile benzeşir. Laleli'de aynı adı taşıyan manzume içinde yer alan Ragıb Paşa Kütüphanesi ise, bir bodrum üzerinde, yüksek kubbeli, tonozlu kare mekânıyla klasik bir şema yansıtır.
Külliye içi kütüphaneler ise Çarşıkapı' da 1709 tarihli fevkani, iki katlı, aynalı tonozla örtülü dikdörtgen mekânıyla Çorlulu Ali Paşa Kütüphanesi, Şehzadebaşı'nda 1719-1720 tarihli okuma terası olan, sağır kubbeli, çok pencereli Damat İbrahim Pa-
şa Kütüphanesi, Üsküdar'da 1722 tarihli fevkani, kare mekânlı, kubbeli, revzenli, iki katlı, pencere düzeni ile oldukça bol ı-şıklı Ahmediye Kütüphanesi, Saraçhaneba-şı'ndaki 1702 tarihli fevkani, iki katlı, kare mekânlı, kasnaklı kubbeli Amcazade Hüseyin Paşa Kütüphanesi, 1755 tarihli barok stilde ve kırık çokgen bileşimli, yonca yaprağı şeklindeki örtü sistemi ve kubbesiyle diğerlerinden farklı düzendeki Nu-ruosmaniye Kütüphanesi ve 1780 tarihli yine barok tarzda, fevkani yapısıyla ve hareketli örtü sistemiyle Hamidiye Kütüphanesi örnek olarak verilebilir.
Üçüncü gruptaki cami, medrese, türbe ve tekke içi kütüphaneler arasında ise, Fatih'te 1700 tarihli Feyzullah Efendi, Eminö-nü'ndeki 1724 tarihli, kare planlı Valide Sultan Türbesi Kütüphanesi, Tünel'de Halet Efendi Kütüphanesi (1819) sayılabilir.
Saray içi kütüphaneleri arasında bulunan Topkapı Sarayı'ndaki III. Ahmed Kütüphanesi, dikdörtgen planlı olup altı sütun ile üç bölümlü yekpare bir mekândan oluşan bir yapıdır.
Genel olarak değerlendirilecek olursa çoğunlukla kare ve dikdörtgen plan şeması kullanılmış, yerine göre kare plan, içi kolonlu veya çok mekânlı olarak tasarlanmıştır. Son dönemdeki barok etkili yapılarda değişim kendini açıkça belli etmiş ve örtü sistemine de yansıyan özel plan biçimi uygulanmıştır. Kütüphanelerde sessizlik, nemsiz ortam ve bol ışık baş koşul olduğundan yapılar avlu içine yapılmış o lup diğer yapılar tarafından kuşatılarak sokağa kapalı bir ortam yaratılmıştır. Çalışma saatleri gün ışığına bağlı olduğundan aydınlatma iki sıra halinde bol pencere boşluğu ile sağlanmıştır. Asıl okuma salonu esas katı oluşturduğundan bodrum katı tonozları üzerinde yer alır. Okuma salonunda dört sütun ile merkezi plan şeması elde edilirken, kare planlı mekânlar çoğunlukla iki sütun ile dikdörtgen şemaya dönüştürülmüştür. Revaklı bir bölüm ile sağlanan yapıya girişte ayrıca bir de pabuçluk vardır. Kitap deposu okuma salonunda yer alırken, meşrutalar avluda, sokağa cephe verecek şekilde yerleştirilmiştir. Tuğla ve taşın kullanımının karakteristik olduğu yapılarda yer yer mermer de görülür. Okuma salonlarının dışa taşkın biçimde konsollarla taşınan cumbalar şeklinde yapılmış olması, geleneksel ev şemasını anımsatır ve yapının bütününde hareketlilik yaratır. Örtü sisteminde ise aynalı tonoz ve kubbe kullanılmıştır.
Bibi. I. E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi, II, Ankara, 1988; S. Eyice, "İstanbul-Tarihi Eserleri", İA, V/2, 1214/112-114; Unsal, Kütüphaneler.
AYŞE YETİŞKİN KUBİLAY
LÂGA, MEHMET ALİ
(1878, Trablusgarp - Ağustos 1947, istanbul) Ressam.
Trablusgarp'ın Zâfirîzade olarak anılan ailesindendir. Kuleli Askeri Lisesi'nde okurken Hüseyin Zekâi Paşa'dan resim dersleri aldı. Zekâi Paşa'nın kardeşi Hasan Rıza' nın da ilgisini çekti, desteğini gördü. Burada yaşamı boyunca dostluğunu sürdürdüğü Sami Yetikle tanıştı. Mekteb-i Harbi-ye'de eğitim gördü. Burada Hasan Rıza ve Hoca Ali Rıza'nın(-») öğrencisi oldu. "4. askeri ressamlar kuşağı" içinde anıldı. Mekteb-i Harbiye'yi bitirdiği 1898'den başlayarak orduda çeşitli görevlerde bulundu. 1898-1907 arasında Trablusgarp'ta görev yaptı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra 1914'e kadar Kuleli Askeri Lisesi'nde, 1914-1919 arasında Bursa Lisesi'nde 1919'dan emekli olduğu 1924'e dek İstanbul Halıcı-oğlu Askeri Lisesi'nde resim öğretmenliği yaptı. Balkan Savaşı sırasında Sami Yetik' le birlikte Edirne müstahkem mevkiinde görev aldı. Edirne'de resim çalışmalarım sürdürdü. Esir düşerek Sofya'ya gönderildiklerinde resimleri Sofya Akademisi Müdürü Mitov'un ilgisini çekti. I. Dünya Savaşı sırasında Harbiye Nazırı Enver Paşa' nın Şişli'de kurduğu atölyede "1914 izlenimcileri" olarak adlandırılan toplulukla
birlikte savaş resimleri yaptı. 1918'de Viyana ve Berlin'de düzenlenen savaş resimleri sergilerine katıldı. Emekli olduktan sonra Bursa Işıklar Askeri Lisesi'nde resim öğretmenliğine devam etti.
Şişli atölyesinde çalıştığı yıllarda başta Nazmi Ziya Güran olmak üzere izlenimci biçemi benimseyen sanatçılardan etkilendi, 1927'deki 11. Galatasaray Sergisi'n-de bu sanatçılarla birlikte yapıtlarını sergiledi. Meşrutiyet dönemi ressamları arasında anıldı, kendi kendini yetiştirmiş, sakin bir yaşam sürnıesiyle tanındı. Özellikle görünüler boyadı.
Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer alan Lâga, daha sonraki dönemlerde Asker Ressamlar Derneği üyesiydi. Yaşamı boyunca kişisel sergi açmadı. Yapıtları Ankara, istanbul, İzmir Devlet Resim ve Heykel müzelerinde, özel ve kamu koleksiyonlarında bulunmaktadır., İzlenimci estetiğe bağlı kalarak özellikle karlı manzaralara yöneldi, istanbul, Edirne ve Bursa'nın eski mahallelerini belgeleyen çalışmalarıyla tanındı. İstanbul'la ilgili tablolarından bazıları şunlardır: "Bâh" Efendi Türbesi", "Büyükada'danHeybeli'ye","Kan-lıca'da Kırmızı Yalı", "Galata Rıhtımı", "Çırçır Mesiresi", "Kireçburnu", "Fatih'te Kahveler", "Sarıyer'de Takalar".
Bibi. N. Berk, Türkiye'de Resim, ist., 1943; ay, istanbul Resim ve Heykel Müzesi, İst., 1973; N. tslimyeli, Asker Ressamlar ve Ekoller, Ankara, 1965; Boyar, TürkRessamlan.
ZEYNEP YASA YAMAN
LAGARI MEHMED EFENDİ TEKKESİ
bak. TAŞLIBURUN TEKKESİ
LAHANALI ÇEŞME
bak. MUSTAFA PAŞA ÇEŞMESİ
LAKERDA
Palamut, torik ya da orkinosun dilimlenip tuzlanmasıyla yapılan salamura.
İstanbul'da daha çok torikten yapılan lakerda için balık, sırt ve göğüs yüzgeçleri ayrıldıktan sonra göğüs yüzgeçleri hiza-
Mehmet Ali Lâga'nm Kasımpaşa'yı betimleyen tablosu, yağlıboya, 15x36 cm. Nazım Timuroğlu fotoğraf arşivi
sından ve kuyruk yüzgecinin 10 cm yukarısından kesilir. Böylelikle kafa ve kuyruk tarafları atılarak lakerda yapmaya elverişli gövde bölümü elde edilir. Bağırsaklar a-yıklanıp, gövde 4'er parmak genişliğinde parçalara bölünür. Bu parçalar tatlı suda 15 "er dakika bırakılmak suretiyle 6-7 kez yıkanarak balığın kam tamamen giderilir. Yıkama işlemi öncesi, omurganın içinde ve yanında bulunan pıhtılaşmış kan ve murdar ilik bir tel veya süpürge çöpüyle çıkarılır. Kanın tamamen temizlenmesinden sonra parçalar bir süzgece konup, suyu süzülmek üzere dört-beş saat bekletilir.
Bundan sonra kesilmiş parçalar beş kiloluk yağ tenekesine, aralarına l mm kalınlığı geçmeyecek şekilde, üstlerini örtecek kadar kaba tuz konup sıkı sıkıya istif edilir. Üstüne tenekenin ağzını kapatacak büyüklükte bir tahta parçası, onun üzerine de 2-2,5 kg ağırlığında bir taş konur. Teneke serin bir yerde saklanır. Bu durumda lakerda 8-10 günde yenecek hale gelir. Bu arada yüzeye çıkan yağ tabakası tahta bir kaşıkla alınır. Lakerda daha uzun zaman saklanacaksa 15 günde bir salamurasını döküp yenilemek gerekir. Sonbahar ortalarında lakerda yapıldığı takdirde tenekeyi buzdolabına koymalıdır. Lakerda uzun süre tenekede kalırsa tuzlu olur. Bu durumda, yenecek kadar tenekeden çıkarılan parçalar, 4-5 saat sık sık değiştirilen suda bırakılmalıdır. Birer parmak kalınlığında kesilen parçalar siyah kısımları ve derisi çıkarıldıktan sonra kırmızı soğan eşliğinde ve üzerine çok az limon sıkılarak sofrada yerini alır.
Düne kadar pırıl pırıl parlayan ampullerin aydınlattığı camekânlı küçük köşe tezgâhlarında pembe pembe dilimlenmiş lakerdalarını satan lakerdacılar İstanbul' un renkli kişileriydi. Ekim ayından itibaren Nişantaşı'nda Akkavak Sokağı'nda, Taksim' de Topçular'da, Beyoğlu ve Beşiktaş balık pazarlarında, Arnavutköy, Küçük Bebek, Kurtuluş, Kumkapı gibi semtlerde kar kış demeden tezgâhlarını kuran lakerdacılara uğranıp satın alınan lakerdalar sofraların en nadide mezelerinden biri olarak yer a-lırdı.
Lakerdanın üretimi İstanbul'da o yılın torik akınına bağlıydı. Torik bolsa lakerdacılar bayram eder, yoksa iri palamuttan lakerda yapılırdı. Ancak daha küçük ve daha az yağlı olduğu için palamut lakerdası torik lakerdasının yerini pek tutmazdı.
Karadeniz'den Ege'ye göç eden torik sürüleri son yıllarda hemen hiç görülmediği için torik lakerdası azalmış, sokaklardaki lakerda tezgâhları yok olmuş, yerini mezeci dükkânlarında satılan palamut lakerdasına bırakmıştır.
Genellikle Ermeni ve Rum balıkçıların yaptığı lakerda kışın sofralardan balığı eksik etmemek için bulunmuş ilginç bir yöntemdir. Boğaz'da oturan, balığa meraklı keyif ehli kişiler tarafından bugün az da olsa yapılmaktadır.
ALİ PASİNER
LALA HAYREDDİN MESCİDİ
bak. ACEM AĞA MESCİDİ
LALA MUSTAFA PAŞA TÜRBESİ 178
179
LALE
Minyatürde lale (Levnî Albümü, TSM, H. 2164) (sol) ve kitapta lale (Şükûfename, 1307, Millet
Kütüphanesi).
Çelik Gülersoy, Lale ve İstanbul, ist., 1990
O
Lala Mustafa Paşa Türbesİ'nin planı. Yıldız Demiriz
LALA MUSTAFA PAŞA TÜRBESİ
Eyüb Sultan Camii avlusunda, Eyüb Sultan Türbesi ile caminin Bostan İskelesi'ne açılan kapısı arasındaki, kapının sol iç yanındaki açık türbedir.
Kıbrıs fatihi olarak tanınan Lala Mustafa Paşa, I. Süleyman (Kanuni) (1520-1566) ve II. Selim dönemlerinde (1566-1574) vezirlik yapmış, ikinci vezirliğe kadar yükselmiştir. III. Murad (hd 1574-1595) sadaret mührünü Sinan Paşa'ya verince üzüntüden vefat ettiği ileri sürülür. Vefatına iki farklı tarih düşürülmüştür. "Hasretkeş 998/1589" ve "Rıhlet-i Lala Paşa 1004/1595". Ancak, lahti üzerinde 988/1580 tarihi bulunduğuna göre ölüm yılı bu olmalıdır.
Kare planlı türbe, sivri kemerler üzerine oturan alçak sekizgen kasnağı ve kubbesiyle tipik açık türbe örneklerindendir. Kemerleri taşıyan silindirik mermer sütunların başlıkları baklavalıdır. Yapının diğer kısımları kesme küfeki taşındandır.
Türbe içindeki tek mezar, Lala Mustafa Paşa'nın kavuklu mermer lahtidir. Girift istifli sülüs kitabesi 988/1580 tarihini verir.
Bibi. Demiriz, Türbeler, 52-54; Akakuş, Eyyûb Sultan, 202-203.
YILDIZ DEMİRİZ
LALE
İstanbul'un simgesi kabul edilen çiçek.
"Lale-i rumî" denen kültür lalesinin ve türlerinin anavatanı İstanbul'dur. Bu tür i-çin "İstanbul lalesi", "Osmanlı lalesi" adlan da önerilmiştir. 16. yy'ın ikinci yarısından 18. yy'ın ortalarına değin, İstanbul'da soyluluğun ve kent inceliğinin en değerli öğesi sayılan lale etrafında, mimariden edebiyata kadar zengin bir kültür oluşmuş, özellikle de Divan Edebiyatı'nda lale mazmunu, çini ve kumaş desenlerinde de lale motifleri çokça işlenmiştir. Lale bahçesi olanlara lalezari, lale tarhlarına ve bah-
çelerine lalezar, lalesar, lale için yazılan risalelere lalename denilmiştir. İstanbul'da bir semt "Laleli", Emirgân'da bir park ve Topkapı Sarayı'nda bir iç bahçe "Lale Bahçesi", kentin muhtelif yerlerindeki "Lalezar Mescidi", "Laleli Külliyesi", bu çiçeğin adını taşımaktadır. 1959'da açılan Lale Ser-gisi'nden sonra, Emirgân Korusu'nda(->) İstanbul'a özgü lale yetiştirme geleneğinin canlandırılmasına başlanmıştır. Osmanlı tarihinin 1718-1730 arasındaki kısa yenileşme dönemine ise sonradan, Lale Devri(->) denilmiştir.
Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklularında da lale sevgisi ve buna bağlı o-larak lale kültürü vardı. Bu kültürün uzantıları, fetihten sonra İstanbul'a da yansıdı. Bunun ilk nedeni ise dindir.
Lale, mistik bir bakışla Tanrı'nın birliğini simgeler. Her soğan sadece bir sap ve bir çiçek verdiğinden lale tevhit işareti sayılmıştır. Arapça yazılışı da "kelime-i tev-hid"in harfleriyle başlar. Yine Arapça "Al-lah"ın başındaki "elif" harfi ile lale arasında bir benzerlik kurulabildiği gibi, laledeki (lâmelif, lam ve he) harflerle İslamiyetin sembolü olan "hilal" sözcüğü yazılmaktadır. Ebced hesabıyla da "Allah" ve "lale" sözcükleri aynı sayıyı vermektedir. Tüm bu benzetme ve rastlantıların bir sonucu olarak lale, doğal ve estetik özellikleri bir yana İslami bir yorumlayışla kutsal sayılmış; Tanrı'nın yaratıcılığını en güzel yansıtan varlık kabul edilmiştir. Yokdur bu âb ü tâb ne mihrü ne jalede / İzhâr-ı kudret eylemiş Allah bu lalede dizeleri, bunu ifade eder. istanbul'da ilk kültür lalelerinden birini yetiştirenin ve laleciliğe öncülük edenin Şeyhülislam Ebussuud Efendi(->) olması da bu açıdan anlamlıdır. Ebussuud Efendi'den önce, kendisiyle çağdaş ve daha sonra lale yetiştirenler arasında kazasker, müftü, şeyh, imam vb pek çok din ve tasavvuf adamı vardır. Kuşkusuz bunlar da aynı inançla laleye özel bir ilgi duymuşlardı. Ebussuud Efendi'nin yetiştirdiği ilk İstanbul lalesine "nur-ı adn" (adn cennetinin nuru) adının verilmesi de anlamlıdır. Lale için İstanbul'da uygun görülen ortamlar da genellikle tekke ve cami bahçeleriyle has-bahçeler, çiçekçi bahçeleri olmuştur.
Bir kır çiçeği olan lalenin kültür çiçeğine dönüşümü, bununla da yetinilmeye-rek yüzlerce türünün yetiştirilmesi, İstanbul çiçekçiliğinin bir başarısı sayılır (bak. çiçekçilik). İstanbul'a gelişi erken zamanlarda olan lale için, Eyüp ve Kâğıthane Vadisi'nin toprağı çok uygun düşmüş, o-lasılıkla da ilk yetiştirme çabaları bu semtlerde başlatılmıştı. Uzun bir zaman da İstanbul surlarından Edirne'ye doğru giden yollar boyunca, tarlalarda lale yetiştirilmesi geleneği sürdü. Gezginlerin anlattıklarına göre Lüleburgaz'a kadar lale ve şakayık tarlaları vardı. Lalenin İstanbul'dan Avrupa'ya götürülüşü öyküsü de bu döneme tarihlenir. Augier Ghislain de Busbecq'in(->) 1562'de memleketine dönerken arasında "dülbend lalesi" denen türün de bulunduğu lale soğanları götürdüğü, aynı yıllarda, Augsburg'da Nenvart'ın egzotik bitkilerle dolu bahçesinde Tulipa turcarum'un
da (Türk tülbendi, Türk lalesi) görüldüğü vurgulanmıştır. Bu, Busbecq'in anılarında sözünü ettiği "tulipa" (tülbent) lalesinden başka bir şey değildi. Lalenin Avrupa dillerine "tulip" adıyla girmesi de buna dayanır.
Lalenin, İstanbul'daki zevk ve eğlence mekânlarını süslemesi ve değer kazanması, kent kültüründeki değişime koşut bir eğri izlemiştir. 16. yy'ın sonlarına doğru lale düşkünlüğü doruğa çıkarken, 17. yy' in ilk yansında, İstanbul'un yaşadığı kanlı ve sıkıntılı ortamda, bu düşkünlük bir oranda yavaşlamış; IV. Murad'ın (hd 1623-1640) kent ölçeğinde güvenliği sağlaması ile yeniden hız kazanarak Lale Devri sonlarına kadar sürmüştür. Lalenin, İstanbul' daki hasbahçelere ekilmek üzere siparişine ilişkin en eski belge II. Selim dönemine (1566-1574) aittir. Kırım'dan getirtilen 300.000 adet sahraî lale (kır lalesi- Tulipa schrenkiî) soğanı, daha sonra Kefe lalesi olarak ünlenecek olan, İstanbul kültür lalelerinin ilklerindendir. IV. Murad dönemine kadar, İstanbul'daki lale yetiştiriciliğinin bu sahraî laleye ve Anadolu'dan getirtilen dağlalesi, berrî lale, kara lale, la-le-i dağdar, lale-i hamra, beyaz lale, dülbend lalesi, eşek lalesi, lale-i deştî vb türlere dayandığı, arada, Molla Çelebi diye ünlü Veli Mehmed Efendi'nin (ö. 1603) yaptığı gibi, meraklıların "Frengistan'dan" (Avrupa'dan) tohum ve soğanlar getirtip kendi bahçelerinde yeni laleler elde ettikleri anlaşılmaktadır. Çiçek ve lale risalelerinde yazıldığına göre, IV. Murad'ın Doğu seferlerine katılan tarihçi Hoca Hasan Efendi, İran'dan 7 ayrı çeşit lale soğanı getirerek mevcut kültüre yeni bir zenginlik kattı. l651'de ise, yüzyıl kadar önce Avrupa'ya götürülen lalelerin soyundan 10 çeşit frengî lale soğanını, Avusturya Elçisi Schmid von Schwarserhorn İstanbul'a hediye olarak getirdi. Buna, "lalenin İstanbul'a dönüşü" denmiştir. Bu dönüş, İstanbullu lale meraklıları için, tulipomanlığın (aşırı lale tutkusu) başlangıcı sayılır. İstanbul'da seçme ve melezleme yöntemleriyle yeni lale çeşitleri yetiştirme, başka kimsede benzeri bulunmayan lale soğanları-
Piyale Paşa Camii'nin haziresindeki lale
kabartması.
Yıldız Demiriz, 1979
na sahip olma, lale için risaleler, kitaplar yazma heveslileri, 17. yy'ın ikinci yarısından başlayarak daha da arttı. Sultan İbrahim döneminde (1640-1648) Sarı Abdullah' ın(-») serşükufeciyân-ı hassa atanmasının ardından TV. Mehmed döneminde (1648-1687) de Meclis-i Şükûfe'nin çalışmaya başlaması, yeni dönemin ilginç gelişmeleri olarak saptanır. "Defter-i Lalezâr-ı İstanbul" adlı yazma eser, 17. yy'ın sonu ile 18. yy'ın başında istanbul'da yetiştirilen ve revaçta olan 1.108 lale çeşidinin adlarını ve özelliklerini vermektedir. Kentte, Meclis-i Şükûfe dışında, gündemi çiçek ve lale o-lan söyleşiler ve toplantılar saray ve konaklarda sık sık yineleniyordu. "Çiçek müzakereleri" ya da "çiçek üzerine musahabe" denen bu oturumlarda, sadece çiçek ve lale konuşuluyordu. "Medh-i Lalezâr-ı Kadîm" adlı yazma eser, yazarının ifadesine göre, bu söyleşilere katılan çiçekçi-başı Solakzade Çelebi'nin, Tezkireci Efendi'nin, Defterdarzade'nin, Serdar İbrahim-zade'nin, Arif Efendi'nin, Zeki Ali Efendi' nin, Eyyubî Efendi'nin, Davudpaşazade' nin, Yıldızzade Çelebi'nin anlattıklarından edinilen birikimle yazılmıştı. Sünbül Efendi Tekkesi Şeyhi Hasan Efendi, laleye öylesine düşkündü ki, her cuma günü, evinde bahçıvanları topluyor, ziyafet veriyor ve söyleşiyordu.
İstanbulluların bir zevki ise boş zamanlarında ve tatil günlerinde fulya, lale tarlalarına, bahçelerine gezmeye çıkmaktı. Laleler açılmaya başlayınca halk "lale küşa-yişi temaşasına" gitmekten zevk almaktaydı. Özellikle de Eyüp sırtlarına ve Kâğıthane Vadisi'ne gidiliyor, Mezarlardan alınan renk renk laleler, kavukların, sarıkların kıvrımlarına iliştiriliyordu. Bu gezilere İstanbul dilinde "lale seyranına çıkmak" denmekteydi. Şairler ise, her ilkbaharda yeni bir yarış başlatarak yazdıkları bahariyelerde lalelere övgüler sıralamaktaydılar. Bu aşırı ilgi, giderek 18. yy'ın başında bir lale çılgınlığına dönüştü. Rumî lale ve gi-ritlalesi dışında kalan ve birer şakayık türü olan kimi çiçeklere bile "lale-i nu'man", "manisalalesi", "Zağra lalesi" vb adlar veriliyordu. 18. yy'ın ortalarına doğru İstanbul bahçelerinde ve Mezarlarında yetiştirilen lale çeşidi, "Ferah-engiz" adlı yazma eserdeki kayda göre 1.588'e ulaşmıştı. Serşükûfeciyan (çiçekçibaşı) Şeyh Mehmed Lalezârî ise "Mizanü'l-Ezhar" adlı eserinde bir Menin değerli sayılmasıyla ilgili özellikleri anlatmıştır. Benzeri risalelerde de sıkça yer verilen lale tanımları ise uzmanlarınca yapılıyordu. Örneğin, "nize-i rümman" denen çok değerli bir lale çeşidi şu şekilde tanımlanmışti:'"Rengi dâne-i (e)nar renginde şeffaf, latif, berkleri bâ-rik ve nişleri beraberdir. Tığlaları sülûsâ-ni tığdır. Fitilleri siyah hurda ve tohum hanesinden bâlâ-terdir. Rengi agreb-i garâib nukuş ile mülevvendir..."
Lalenin, başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak düzeyde, İstanbul'da değer kazanması, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın(->) sadrazamlığında (1718-1730) doruğa ulaştı. Bir hat sanatçısı olan ve Topkapı Sara-yı'ndaki özel odasını (Yemiş Odası) türlü
çiçek ve lale motifleriyle bezeten III. Ah-med de (hd 1703-1730) İbrahim Paşa gibi lale tutkunuydu. Sonradan, bir döneme adını verecek olan lale, padişahtan kenar halkına kadar herkes için, servet, ziynet ve onur öğesi oldu. İbrahim Paşa'nın sadrazamlığına değin, Osmanlı'da ve Avrupa' da bir çiçeğin bu düzeyde rağbet gördüğüne bir başka örnek yoktur. Kuşkusuz bu tutkuda, uzun bir estetik gelişim sürecine bağlı olarak İstanbulluların eriştiği ince zevk, birinci derecede etkili olmuştu. Kısa zamanda kentin her tarafında Mezarlar düzenlendi. Lale eğlenceleri ve müsabakaları yapılmaya başladı. Bunları hayale değil gözleme dayalı olarak anlatan yabancılara göre, geniş lale tarhlarına kristal fanuslar, aynalar yerleştiriliyor, yer yer de vazolar ve kâseler içinde en değerli laleler konuyordu. Geceleyin yakılan ışıklarla lalelerin renkleri değişiyor, beride bir müzik faslı geçiliyordu. Lale tarhları arasındaki maketimsi pavyonlarda konuklara inciler, mücevherler, altın, gümüş hediyelikler, ipekliler satılıyor veya armağan ediliyordu. Özellikle zengin muhitler, rical konakları,, yalılar, düzenli bahçeleri ve lale zenginlikleri ile İstanbul'u bir gülistana çevirmişti. İlkbaharda, laleyle birlikte sümbül, fulya, karanfil çeşitleri için müsabakalar düzenleniyordu. "Reyhanî", "İbra-himî", "Hibetullah", "elmaspâre", "dilkü-şa", "zehebî", "hekimbaşı sarısı" adlı fulya türleriyle "sürh-i nâhid", "şahbânû", "peh-levî", "tutî-peçe", "dûşîze", "hürmüz", "sa-rıkız", "ebr-i şefik", "fevvare-i bahar", "şeh-hûbân", "sim-endam" laleleri arasında, herkesi heyecana boğan derece yarışları yapılıyordu. Lale, önceleri bir gündüz çiçe-
ğiyken, çırağan eğlenceleriyle(->) artık bir gece çiçeği de olmuştu. Bahçesi bulunmayan veya elverişli olmayan evlerde saksı çiçeği ve lalesi revaçtaydı. Boğaziçi ve Haliç sahillerini süsleyen kasr-ı hümayun bahçeleri, Topkapı Sarayı'nın iç bahçeleri, baştan başa Mezarlarla bezeliydi. Çırağan, Sa'dâbâd, Neşatâbâd bahçelerinde yetiştirilen "lû'lû-i erzak" adlı lalelerin, hava sıcaklığından ve güneşten renkleri uçmasın diye üzerlerine beyaz örtü çekilmesi âdetti. Dünyanın her tarafından İstanbul'a yeni lale soğanları getiriliyordu. İran'ın, lale-i duhterisine İstanbullular, "mahbub lale" adını vermişlerdi. "Tâc-ı kayser" ise soğanı Avrupa'dan getirilmiş bir başka değerli laleydi. Bu türün yitirilmesi üzerine İbrahim Paşa tellallar bağırttırarak, elinde bunun soğanından bulunanları sarayına davet etmişti.
İstanbul bu kısa dönemde dünyanın, a-lıcısıençok lale pazarı oldu. Meraklılar, yetiştirdikleri laleleri ya kıskanarak soğanından kimseye vermiyorlar veya kendilerinde bulunmayan tür soğanları ile değiştiriyorlardı. Kentteki çiçekçi esnafı ise, bu önlenemez tutkudan yararlanmak için ihtikâr yollarına başvurdu. İbrahim Paşa bunu önlemek için bir hükümle, her bahçede ve her esnafta bulunan lalelerin cins ve sayısının bildirilmesi zorunluluğunu ve lale narhı uygulamasını koydu. Şeyh Mehmed Lalezârî çiçekçibaşı atandı. O gün için lalenin günlük yaşamdaki önemini en doğru vurgulayan belge, III. Ahmed'in ağzından İstanbul kadısına yazılan hükümdür. 1728 tarihli bu hükümde, İstanbullu lann öteden beri çiçekperver oldukları, kentin havasının ve suyunun güzelliğinin ise
Dostları ilə paylaş: |