I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə100/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   96   97   98   99   100   101   102   103   ...   129

Augusteion

istanbul Ansiklopedisi

nın yanında ise Milion ya da Miliarium Aureum vardı. Büyük bazilikanın Au-gusteion'la ve çok muhtemeldir ki, Re-gia veya Piliatou Palatiou ya da Basile-ios Stoa denen ve sarayla Constantinus Forumu arasında uzanan büyük revakla da bağlantısı vardı. Augusteion'un yanındaki büyük revakta dava görüldüğünü Prokopios yazıyor. Ayrıca arzuhalciler de buradaydılar. Bütün çevre gibi I. Constantinus tarafından ilk kez yaptırılan bu revağın da heykellerle süslü olduğu biliniyor. Milion'dan geçerek sarayı Constantinus Forumu'na bağlayan revak dışında, Augusteion'un çevresi de Tetrastoon gibi dört tarafından revaklar-la çevriliydi.

Meydan üzerinde kentin en ünlü antik hamamı olan Zeuksippos Hama-mı(-») bulunmaktaydı. Bu hamam adım, Bizanslı tarihçilere göre, eskiden aynı yerde duran Zeus Tapınağı'ndan almaktaydı ve Hippodrom'un yanına inşa edilmişti. Ayasofya'ya da yakındı. Bugünkü Ayasofya Hamamı muhtemelen Zeuksippos'un bulunduğu alanın bir bölümünü kaplamaktadır. Bizans döneminde Zeuksippos kentin en ünlü ve eski hamamı idi. Büyüklüğü ve kullanılan malzemenin zenginliğinin yanısıra

y^-^r


SENATO


r

HALKE (BDvr

ÜK SARAYIN GİRİŞİ)

Milion, Regia ve büyük bazilika tümüyle yandıktan ve bunlar I. İustinianos tarafından onarıldıktan ya da yeniden inşa edildikten ve imparatorun sütunu bu meydana dikildikten sonra Augusteion kuşkusuz kentin en önemli merkezi olmuştur.

7. yy'dan bu yana kentin tamamı gibi, Augusteion da ihmal edilmeye başlanmış, anıtlar yavaş yavaş tahrip edilmiş, madeni heykeller eritilmiş, giderek köhneleşmiş, zaman zaman onarılmasına karşın Türk döneminden önce hemen hemen ortadan kalkmıştır. Augusteion'un güneydoğu köşesine 7. yy'da bir patrikhane yapılmış ve bina 1453'e kadar bu işlevini sürdürmüştü. 8. yy başında Augusteion, Ayasofya Kilisesi'nin avlusu haline dönüşmüş olmakla birlikte bazı anıtsal yapıları hâlâ koruyordu. Haçlı istilası sırasında bütün kent gibi bu meydan da soyuldu, İustinianos Sü-tunu'nun kaplamaları ve heykelleri de götürüldü ya da tahrip edildi. 13l6'daki bir fırtınada îustinianos Sütunu da kısmen yıkıldı. Meydan en son kez II. Andronikos döneminde (1282-1328) bir tamir daha görmüştür.

Augusteion'un son durumunu I. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) İs-



AVARIZ

424

425

AVCILAR İLÇESİ

tanbul'a gelen Pierre Gilles'in kitabında buluyoruz. Ayasofya Meydanı'nda yapılan bir kazı nedeniyle tesadüfen Korent düzeni yedi sütun gördüğünü söyleyen Gilles bunların kaidesinin toprak altında kaldığını, altı ayak (ortalama 9 m) uzunluğunda olduğunu ve bütün kolon sisteminin yüksekliğinin kaideyle birlikte 14 m tutalabileceğini ve kolonlar arasında ortalama 6 m açıklık bulunduğunu yazar. Gilles'in gördüğü sütunlar meydan çevresindeki revaklarm öğeleriyse, bu yükseklikteki revaklarm çevresinde duran yapıların Ayasofya boyutlarıyla ahenk içindeki anıtsal kütleler olduklarını ve Konstantinopolis'in imparatorluk Roma'sından hiç de aşağı kalmayan bir kentsel ortama sahip bulunduğunu söyleyebiliriz.



Bibi. Prokopios, Notita Urbis Constantinopo-litanae, (çev. B. Dewing), Londra-Cambrid-ge, 1564,'s. 33-35; Müller-Wiener, Bildlexi-kon, 248-249; Constantinople in the Early Eight Century. the Parastaseis Syntomoi Chronikai, (haz. A. Cameron-J. Herrin), Le-iden, 1984, s. 232-262; P. Gilles, The Antiqu-ities of Constantinople, New York, 1988, s. 104-108; Janin, Constantinople byzantine, 65-67; Guillan, Etudes, 40-54; C. Mango, "le Developpement Urbain de Constantinople (IVe-VIIe siecles)", Travaux et Memoires du centre de Recherche d'Histoire et Civilisation de Byzance, Paris, 1985, s. 8-19.

DOĞAN KUBAN



AVARIZ

"Avârız-ı divaniye", "avarız akçası" da denmiştir. Tekâlif-i örfiye türünden bir vergi olup, 19. yy sonlarına değin istanbul'da da uygulanmıştır. Başlangıçta, savaş zamanlarında, olağanüstü harcamaları gerektiren durumlarda alınmakta iken zamanla olağan vergiler kapsamına girmiştir. "Avarız akçası"nı "hane" denen yükümlü grupları öderlerdi.

Tarihçi Lûtfî Paşa, avarızın ilk kez I. Selim (Yavuz) zamanında (1512-1520) konduğunu ve "hane" (gelir durumuna göre 3-5 aileyi kapsayan yükümlü birimi) başına önceleri beş senede bir 20 akçe, daha sonra 40 akçe alındığını yazar. IV. Murad döneminde (1623-1640) ise bu miktarın 300 akçeye çıktığını Ko-çi Bey bildirmektedir. Mür'i't-Tevarih'te ise, bu verginin II. Bayezid döneminde (1481-1512) konduğu, gerek İstanbul ve gerekse Anadolu ve Rumeli bölgelerinden toplandığı yazılıdır. Başlangıçta bu vergiye "peksimet-bahâ" denmesi, bunun savaş zamanlarına mahsus bir uygulama olduğunu düşündürür. Ancak, üç beş yılda bir kez konan avarız, daha sonraları deprem, sel, yangın vb afetler de gerekçe gösterilerek sık sık alınmaya başlandı ve I. Mustafa'nın ikinci saltanatında (1622-1623) ise maktu vergiye dönüştü. Her yıl Fatih Camii avlusunda yinelenen bir artırma ile de diğer bazı vergiler gibi toplanması, kapıkulu sipahilerine ihale ediliyordu. Sipahiler avarız tahsili karşılığında "gulamiye" denen ayrı bir vergi daha almaktaydılar.

Gerek İstanbul gerekse taşra yüküm-

lüleri ise her yıl ödenen ve yasal vergiler kapsamına giren avârız-ı divaniyeyi ödemek için sandıklar, vakıflar kurmuşlar, buralarda biriken parayı faize vermişlerdir. Bununla birlikte vilayetlere konan avarız vergilerinin hem yüksek olması, hem de yöneticilerin, kadıların çıkarcı tutumları yüzünden pek çok yerde halkın perişan olduğunu tarihler haber verir. Fındıklık Süleyman Efendi, Mür'i't-Tevarih'te, Anadolu'nun harap oluşunun ve yoksul düşüşünün bir nedenini avarız olarak gösterir.

Avarızın İstanbul'daki uygulanışına ilişkin en eski kayıt, 1044/l634'te düzenlenmiş olan "Defter-i hânehâ-yı avârız-ı mahallât ve zimmîyân ve yahûdiyân tâ-bi-i kaza-i mahmiye-i İstanbul" başlıklı avarız defteridir. Burada, İstanbul'un, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi yükümlüler olarak toplam 288 mahallede 2.990 "hane" (vergi birliği) oluşturduğu görülmektedir. Bu sayı 1650'de 3.055'e çıkmıştır. Yüzyıllar boyunca birçok ayrıcalıkları ve muhtelif vergilerden bağışıklıkları bulunan İstanbul halkından, IV. Murad dönemine ait ve olasılıkla Revan seferi (1634-1635) öncesinde düzenlenen bu defterde ne kadar avarız vergisi toplandığına ilişkin bir bilgi yoktur. Ancak, Koçi Bey Risalesi'nde, avarız defterinin doğrudan vezirazam tarafından dağıtılması, toplama işinin Müslüman ve dindar kimselere yaptırtılması, hane başına 300 akçe, toplayan için 40 akçe alınması öngörüldüğüne göre yalnızca İstanbul' dan (Galata ve Üsküdar hariç) yaklaşık 1.000.000 akçe tutarında avarız geliri elde edildiği tahmin edilebilir. Bununla birlikte l640'tan sonra, bir yandan Girit Savaşı'nın (1645-1669) getirdiği parasal yük, diğer yandan eyaletlerden gelmesi gereken vergilerin tahsilindeki güçlükler, İstanbul'un vergi yükünü artırmış gözükmektedir. Özellikle de üç ayda bir kapıkulu ulufelerinin ödenmesinde karşılaşılan güçlükler çarşı esnafına ve mahalle halkına yeni avarızlar yüklenmesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda ise İstanbul halkının ve esnaf zümrelerinin ilginç çözüm yolları buldukları, avarız sandıkları ve vakıfları oluşturdukları saptanmaktadır. Doğal olarak bu tür kurumlar mahalle, çarşı ve arasta ölçeklerinde yeni dayanışmalara, yardımlaşmalara ortam hazırlamıştır. Örneğin Yahudi cemaatinin "kaza, bela sandığı" adını verdiği ve avarız bedellerinin ödenmesinde yararlanılan ortak paradan, lööl'de Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'ya rüşvet verme yolları arayarak Eminönü'ndeki Yahudi Mahallesi'nin yıkılmasını durdurmaya çalıştığı bilinmektedir.

Müslüman mahallelerinde oluşturulan avarız sandıklarında biriken paradan ise, vergi ödendikten sonra arta kalan para ile düşkünlere, yoksullara, evi yanan veya yıkılanlara yardım edildiğine ilişkin pek çok örnek saptanabil-mektedir. Bir tür mahalle kasası olan bu sandıklar, 1877-1878 Osmanlı-Rus Sava-şı'na kadar sosyal işlevini sürdürmüş,

ancak savaşın getirdiği ağır ekonomik buhran nedeniyle kamuca İstanbul'daki tüm avarız sandıklarına el konularak ne kadar "avarız akçası" varsa hepsi hazineye gelir yazılmış ve bir daha mahalle ölçeğinde avarız sandıkları kurulamamıştır. Aynı şekilde esnaf örgütlerinin birer kredi ve kefalet kaynağı işlevinde-ki avarız sandıkları da kapanmıştır.

Avarız uygulamasının ortaya çıkardığı ikinci tür kurumlar, avarız vakıflarıydı. Kimi hayır sahipleri, ev, dükkân, bağ, bahçe, tarla gibi taşınmazlarım ya da bir miktar parayı avarız vakfı yapmaktaydılar. Bu vakıfların gelir veya nemalarından, yoksul yükümlülerin avarız vergisi payları ödendiği gibi, hastalara, afetzedelere, yoksullara da bu vakıflardan yardımda bulunuluyordu. Avarız vakfından, mahallenin çeşmesi, mektebi, camisi, yolu onarılıyor, yoksul ailelerin kızları gelin ediliyor, dükkân açanlara sermaye akçesi dahi veriliyordu. İstanbul'da bu türden pek çok vakıf vardı. Avarız vakfı mallarının kirası ile sair gelirlerinden ihtiyacı olanlara kredi açılıyordu. Esnaf ve mahalle avarız sandıklarından sorumlu mütevellileri İstanbul ve Bilâd-ı Selâse kadıları denetlerlerdi. Musahibzade Ce-lal'in İstanbul Efendisi oyununda, Kadı Savleti ile avarız mütevellisi arasında geçen konuşmalar, mahallenin su, kaldırım vb işlerinin sandık parasıyla yapıldığına ilginç bir örnek verir. İstanbul'da, avarız vergisini ödemeyenlerin davasına ise İstanbul kadısının yardımcılarından olan avarız naibi bakıyordu.

Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra vergi ve yükümlülük konularındaki yeni düzenlemelerden sonra avarız sandıkları ve vakıfları, avarız vergisiyle ilgili asıl işlevini yitirdi. Fakat İstanbul'daki kuruluşlar, mektep ve mahalle yollan yapımı gibi hayır işlerine daha çok ağırlık verdiler. 1830'lu yıllarda İstanbul mahallelerinde muhtarlık ve ihtiyar heyeti örgütü kurulunca avarız sandık ve vakıflarının yönetimi de bunlara bırakıldı. Ancak 1836'dan sonra avarız vakıflarının yönetimi, Evkaf Nezareti'ne, avarız sandıklarının yönetimi ise 18ö9'dan itibaren belediye dairelerine bırakıldı. Fakat mahalle ya da esnaf örgütleri ölçeğinde, bireylerin karar ve katılımı ile oluşan bu sosyal kuruluşlara, Osmanlı hükümetinin nizamnameler çıkartarak müdahale etmesi, zaman zaman da savaş gerekçeleriyle parasal birikimlerine el koyması, hoşnutsuzluk doğurdu. Avarız sandık ve vakıflarını besleyen yardımlar kesildi. Bu kuruluşların yönetiminde birtakım yolsuzluklar ortaya çıktı.

1870'te yayımlanan 34 maddelik bir yönetmelikle, her mahallede birer tedris encümeni oluşturulması ve semt mektebinin ihtiyaçlarının bu encümence ve "avarız akçası" toplanmak suretiyle karşılanması öngörüldü. 1912'de İstanbul mahallelerinin tedris encümenlerine maarif encümeni adı verilerek yeni bir yönetmelik çıkartıldı. Yönetmelik, semt okullarının masraflarını karşılayıcı gelir

kaynaklan arasında "avarız akçasr'na da yer vermekteydi. Fakat bu paranın toplanması ve yerine harcanması sağlanamadı. Bu nedenle 1913'te yayımlanan Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-ı Muvakka-ti'nde (geçici ilköğretim yasası) bu vergiye yer verilmedi.



Bibi. Lûtfî Paşa, Asafname, İst., 1326, s. 24-25; Koçi Bey Risalesi, İst., 1972, s. 124-125, Mür'i't-Tevarih, 481; Silahdar Tarihi, I, 218 vd, Ö. Lütfi Barkan, "Avarız", İA, II, 13-19; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi, ist, 1328, s. 98-99; M. Aktepe "XVII. Asra Ait İstanbul Kazası Avarız Defteri" istanbul Enstitüsü Dergisi, III, 1957, s. 109-125; Ergin, Maarif Tarihi, III, 726, IV, 1066; Ergin, Şehircilik, 27; Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 112 vd; Musahipzade, İstanbul Yaşayışı, 1992, 61-62; Musahipzade Celal, İstanbul Efendisi, İst., 1938, s. 70; Uzunçarşüı, ilmiye, 143.

NECDET SAKAOĞLU



AVASKÖY KEMERİ

Atışalanı'nda eski adıyla Avasköy olarak bilinen yerdedir. Sinan'ın yaptığı suke-merleri arasında gerek Tezkiretü'l-Bün-yan ve gerekse Tezkiretü'l-Ebniye'de "Müderris Köyü kurbundaki kemerdir" diye bir kemerden bahsedilir, fakat adı verilmez.

Wittek, von der Goltz Paşa'nın haritasında gösterilen ve halen Metris Çiftliği diye anılan yerin Fatih Sultan Mehmed tarafından hocası Müderris Alaeddin Tu-si'ye verildiğini ve bu yüzden de burasının Müderris Köyü diye anıldığını bildirmektedir. Ancak yeni haritalarda ve hattâ 19. yy'daki haritalarda Müderris Köyü adını bulmak mümkün değildir. Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı III. Ahmed bölümünde bulunan 1161/1748 tarihli haritada Müderris Köyü, Avasköy'ün (Atışala-nı) yanında çizilmiştir. Böylece Müderris Köyü'nün Metris Çiftliği ve bahsedilen kemerin de on bir açıklıklı ve bir katlı Avasköy Kemeri olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Bu kemerin yapısındaki zara-

Avasköy Kemeri

Kâzım Çeçen

fet ve uygulanan teknik de Sinan yapısı olduğunu açıkça göstermektedir.

Yatay kuvvetlerin karşılanması için Sinan'ın Uzunkemer, Paşa Kemeri ve diğer kemerlerde uyguladığı 3 m eninde ve tabandaki 10,60-0,75 m'lik çıkıntılar, tepede sıfır olacak şekilde yapılan payandalar bu kemerde de aynen uygulanmıştır. Gözlerin açıklıkları 4,50 m'dir. Yalnız ortadaki göz 6 m olarak yapılmıştır. On bir gözü vardır. Talveg'den tepesinin yüksekliği 10,30 m'dir. Sert kalker taşlan ile yapılmış olan bu kemer insanların tahribatından kurtulamamış, künk-leri ve taşları sökülmüş ve sökülmektedir. Künklerin iç çapı 21 cm'dir.

Süleymaniye suyollarına ait haritada bu kemer on bir gözlü, Topkapı Sarayı Müzesi III. Ahmed bölümündeki 1607 tarihli haritada on iki gözlü, 1748 tarihli haritada ise yine on iki gözlü olarak çizilmiştir. Bu sonuncu harita eski haritalar içerisinde ölçekli çizilmeye çalışılan ilk haritadır ve Müderris Köyü Avas-köy'ün kuzeydoğusunda işaretlenmiştir.

Sinan'ın bu önemli yapısının kenarına her türlü pislik ve moloz dökülmekte, günden güne harap olmaktadır.

Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde 1815 numaralı ve 1748 tarihli Beylik Suyu haritasında on iki gözlü, aynı yerdeki Süleymaniye suyollarına ait haritada ise on beş gözlü, Köprülü Kütüphane-si'ndeki 244/2 numara ve 1859 tarihli haritada ise on iki gözlü gösterilmiş ve Yılanlıkemer olarak yazılmıştır. Bu kemerin üzerinden Süleymaniye ve Beylik sularının künk boruları geçer. Kemerin göz sayısı on birdir. Yukarıda sözü edilen haritada on iki olarak gösterildiğine göre bir göz yıkılınca sonradan kapatılmış olabilir.



Bibi. O. Dalman, Der Valen Aquadukt in Konstantinopel, Bamberg, 1933; Çeçen, Halkalı, 129-130.

KAZIM ÇEÇEN



AVCILAR İLÇESİ

İstanbul şehrinin, Trakya kesimine yayılmasına katkıda bulunan eski köy yerleşmelerine tipik bir örnek olan Avcılar, 1987'ye kadar Bakırköy İlçesi'ne bağlı idi. İdari bakımdan köy statüsünü sürdürürken 1966'da ayrı bir belediyeye sahip oldu. 1987'de Küçükçekmece'nin ilçe yapılmasıyla buraya bağlanan Avcılar 1992'deki yeni idari yapı değişiklikleri çerçevesinde, Küçükçekmece İlçe-si'nden ayrılarak İstanbul'un yeni ilçelerinden biri haline getirildi.

İstanbul'a 27 km uzaklıktaki Avcı-lar'ın yerleşme alanının bulunduğu kesim, Ayazma Deresi ile hafifçe parçalanmış, yaklaşık 90 m yükseklikte bir plato görünümündedir.

Bugünkü Avcılar'ın bulunduğu yörede, Ambarlı'da(->), Cumhuriyet'ten önce, 40-50 haneden oluşan bir Rum köyü vardı. Balıkçılık ve bağcılıkla uğraşan köy halkının 1924'te mübadeleye tabi tutularak Türklerle yer değiştirmesi, köyün ekonomik faaliyetlerinin de değişmesine neden oldu; balıkçılık ve bağcılığın yerini tarım aldı. Kısa bir süre sonra, 1928'de yöreye 35 hanelik bir göçmen gurubunun gelmesi, bu kez yerleşmenin mekânsal değişimine yol açtı. Kıyıdaki yerleşmenin kuzeyinde bulunan 12.000 dönümlük Amindos Çiftliği satın alınarak Avcılar Köyü'nün çekirdeği oluşturuldu. Avcılar Köyü'nün nüfusu, böylece 1935'te 340'a çıktı. 1940'ta, 1.222'ye yükselen nüfus, 1945'de II. Dünya Savaşı sırasında, 1.730'a çıktı. Bu artışta, savaş sırasında bölgeye yerleştirilmiş askeri birliklerin de payı olabilir. Savaştan sonra tekrar bir miktar azalma göstererek 1950'de 1.130'a inen nüfus, 1950'den itibaren tekrar artmaya başladı. 1970'ten sonra daha hızlı bir artış sürecine girerek 1960'ta 1.979, 1965'te 3.295, 1970'te 9.856, 1975'te de 14.888 oldu; 1985'te 105.668 ve 1990'da da 126.282'ye erişti.

Avcılar nüfusunun hızla çoğalmasında, özellikle 1965'ten sonra yerleşme sınırları içinde kurulan sanayi tesisleri başrolü oynamıştır. Önceleri Ambar-lı'da, bir süre sonra da Haramidere'de kurulan tesisler, zamanla Londra Asfal-tı'nın iki kenarında yayılmaya başlamış; 1970'te burada yalnızca 9 tesis bulunmasına rağmen, bölgede sanayi, balıkçılık ve tarım sektöründen daha önemli bir duruma gelmiştir. Böylece, Avcılar'ın ekonomisinde balıkçılık, bağcılık ve tarım tarihe karışmış, bunların yerini sanayi, ticaret ve rekreasyon (eğlence-dinlenme) almıştır. Yakın yıllarda İstanbul Üniversitesi kampusunun buraya taşınmasıyla, Avcılar'a yeni bir hareketlilik ve canlılık gelmiştir.

Köy statüsündeyken sanayi tesisi kurma izninin son derece kolay verilmesi kısa bir süre içinde yerleşmenin sanayi tesisleriyle dolmasına yol açmış, işletmelerdeki işçi talebi, İstanbul'un birçok bölgesinde olduğu gibi, ülkenin



AVCILIK

426

427

AVCILIK

yardımıyla, av tüfeği ile avlanıyordu. Karadeniz kıyılarında ise, ahali, geceleri ateşle veya lamba ışığı ile cezbettikleri bıldırcınları ağlarla yakalardı. Kimi zaman kuşlar çok bitkin düştükleri için elle bile yakalanırdı. Bu şekilde tutulan bıldırcınların bir bölümü İstanbul'a kafeslerle gönderilir, Beyoğlu Balıkpaza-rı'nda canlı canlı satılırdı. Bıldırcın mevsiminde bazı günler hiç kuş olmaz, bazı günler de her adımda bıldırcın kalkardı. Kuşun çok bol olduğu günlere, İstanbul avcıları, İtalyanca gün anlamında "gior-nata"dan curnata derlerdi. İstanbul'da gece şiddetli karayel estiğinde ertesi gün bıldırcın bol olurdu.

İstanbul'da bıldırcın avcılarının piri Sadrazam Koca Reşid Paşa'nın torunu Veliyeddin Kocareşid'di. Veliyeddin Bey, Küçükçekmece ile Büyükçekmece ara-

Avcılar

istanbul Ansiklopedisi

çok çeşitli yerlerinden bölgeye nüfus akması ve gecekonduların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Daha 1959'da, Yakıt Depolama ve Dolum Tesisleri ile Termik Santral'ın kurulmaya başlamasıyla özellikle Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinden gelen göç hareketi, diğer sanayi tesislerinin ve bu arada kıyıdaki dinlenme tesisleri ve yazlık evlerin inşası için işçi ihtiyacına bağlı olarak hızla artmıştır. Bugün Avcılar nüfusunun, yüzde 70 kadarı istanbul dışı illerden gelenlerden oluşmakta; hattâ, Cihangir Mahallesi'nde bu oran yüzde 90'ı aşmaktadır.

Avcılar'da sanayi faaliyetleri, istanbul'da kent içinde Ortaköy'de bulunan petrol depolama ve dolum tesislerinin, tehlikeli oldukları düşüncesiyle o za-

Avcılar'ın Nüfusu (1990)

Mahalleler

Nüfus

Merkez (Avcılar)

21.803

Cihangir

15.518

Ambarlı

18.131

Denizköşkler

28.758

Mustafakemalpaşa

11,231

Firuzköy

11.383

Üniversite

4.414

Gümüşpala

15.044

manlar şehirden çok uzak sayılan Am-barlı'ya taşınmasıyla başlamıştır. Avcılar'da 1974'e kadar, gerek doğrudan burada kurulan gerekse istanbul'dan (hattâ bir tesis de Konya'dan) taşınarak gelen toplam 37 tesis vardı. Bu tarihte Avcılar Belediyesi'nde sanayi alanlarını belirlemeye doğru bir hareket başladı: Cihangir Mahallesi'nde sanayi tesisi kurulmasına izin verildi. Ancak daha sonraki yıllarda yalnızca sanayi değil, diğer şehirsel fonksiyonlar da plansız bir şekilde arttı. Böylece, 1980'lere kadar bağımsız bir belediye olan Avcılar, bu tarihten sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırları içine alındı ve arazi kullanımı açısından tam bir kargaşa içinde olan yeni bir alan parçası daha İstanbul'a eklendi.

Günümüzde Avcılar'da, başta madeni eşya, dokuma, giyim eşyası olmak üzere 350'den fazla sanayi tesisi faaliyettedir.

Avcılar'da yerleşmenin ilk çekirdeğini oluşturan Merkez Mahallesi'yle birlikte toplam 8 mahalle bulunmaktadır. Bunların en yenisi 1985 nüfus sayımında bile yer almayan Üniversite Mahallesi'dir. Bu mahalle, yakın yıllara kadar oldukça tekdüze bir yaşantısı olan Avcılar'a canlılık getirmiş, özellikle rekreasyon tesisleri başta olmak üzere, ticaret hayatının da hareketlenmesine yol açmıştır. Avcı-lar'm 8 mahallesini E-5 Karayolu ikiye böldüğü için, 4 mahalle (Merkez, Cihan-

gir, Ambarlı, Denizköşkler) karayolunun üst, yani göl tarafında; 4 mahalle de (Mustafakemalpaşa, Firuzköy, Üniversite, Gümüşpala) deniz tarafında kalmaktadır. Bu 8 mahallenin 1990'a ilişkin nüfusu tabloda gösterilmiştir.

EROL TÜMERTEKİN

AVCIOK

İstanbul'un coğrafi konumu ve doğal yapısı sayesinde, yakın zamana kadar şehrin çevresinde avlanmak mümkündü. Fetihten itibaren, İstanbul ahalisi şehir civarında, özellikle de Haliç ve Boğaz sırtlarındaki kırlık ve ormanlık arazide avlanıyordu. Ava elverişli arazinin bir bölümü koru adı altında padişahın avlanmasına tahsis edilmiş olup buralarda başkalarının avlanması yasaktı. 16-18. yy'lar arasında, Frenklerin korularda avlanmalarını men etmek için yazılmış olan fermanlardan, bu avlaklardan bazılarının: Kâğıthane'den sukemerlerine uzanan bölge; Beykoz, Tokat Bahçesi ve Akbaba arasındaki bölge; Halkalı ve Belgrad Ormanı yakınındaki Arnavut-köy olduğu anlaşılmaktadır. I. Ahmed İstanbul'da Üsküdar, İstavroz (Beylerbeyi), Tersane ve Davutpaşa bahçelerinde avlanırdı. Bununla birlikte padişahların doğancı, şahinci, zağarcı, seksoncu gibi avcı birlikleriyle sürek avı düzenledikleri asıl avlakları Trakya'da, Çatalca'dan Edirne'ye uzanan bölgedeydi. 1853'te yaptırılan Ihlamur Kasrı'nın "av köşkü" olarak nitelenmesi, o tarihte bile, şehrin hemen kenarında iyi av yapılabildiğini göstermektedir. İstanbul'da sadece kara hayvanları değil, su kuşları da avlanabiliyordu. Melling'in 18. yy'a ait bir gravüründe, o zaman yer yer sazlıklarla kaplı olan Halic'in iç kısımlarında tüfekle ya-banördeği avlandığı görülmektedir.

Türkiye'de geleneksel av silahı ok ve yaydı. Padişah ve devlet ricali, kuş avını doğanlarla yapmayı tercih ederdi. Geyik, karaca gibi hayvanlar ise zağarlar tarafından bulunup kıstırıldıktan sonra okla vurulurdu. 18. yy'da ağızdan dolma çakmaklı tüfekler ok ve yayın yerini aldı. 20. yy başında da fişek atan kırma tüfekler kullanılmaya başlandı.

Evliya Çelebi 17. yy'da en çok avlanan kuşlar olarak, yabankazı (Anser ve Branta türleri), yabanördeği (Anas, Aythya, Netta vb türleri), turna (_Grus grus), toy (Otis tarda), balıkçıl (_Ardea ve Egretta türleri), turaç (Francolinus francolinus), keklik (Alectoris graecd), çil keklik (ferdix perdix), karatavuk (tahminen ormanlavuğu: Tetrao urogal-lus) ve sülünü (fhasianus colchicus) sayar; memelilerden ise, geyik ve karacadan söz eder.

20. yy başına geldiğinde, bu liste epey değişmiş; turaç ve ormantavuğu-nun İstanbul çevresinde soyları tükenmişti. Turna ve balıkçıllar ise artık av kuşu olarak kabul edilmiyordu. Turna ve balıkçıl tüyleri, başta yeniçeriler olmak üzere birçok askeri sınıf mensubu

İstanbul civarında tavşan ve keklik vurmuş avcılar, 19401ı yıllardan bir görünüm. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi

Afrika'da geçirmek üzere göç ederlerken Türkiye'den geçerler. Eylül ve ekim aylarında bıldırcınlar Karadeniz'i geçtikten sonra kendilerini bitap durumda Türkiye kıyılarına atarlar. Sahile gece varan bıldırcınlar ertesi günü dinlenerek ve beslenerek geçirirler ve bu sırada avlanırlar. Geçit kuşu olduğu için en akla gelmedik yerlerde bile görülebilmesine rağmen, İstanbul'da bıldırcın avı en çok Rumeli yakasında Bakırköy'ün ilerisinden başlayıp Büyükçekmece'ye kadar uzanan kırlık arazide, özellikle Avcılar, Ambarlı, Beylikdüzü, Hadımköy ve Ha-ramidere'de, Karadeniz kıyısında Karaburun'da, Anadolu yakasında ise Maltepe'den Kartal'a uzanan alanda yapılırdı. İstanbul'da bıldırcın fermacı, yani koklayarak yerini bulduğu avı burnuyla işaret ederek avcıya gösteren av köpekleri

tarafından sorguç olarak başlıklarına takılırdı. Eti makbul olmayan bu kuşların eski devirde yalnızca tüyleri için avlandıkları tahmin edilebilir. Gözde av kuşları olmaya devam eden sülün, keklik, çil keklik, ördek ve kazın yamsıra, İstanbul'da av kuşları arasına, çulluk (Scolopax rusticold), suçulluğu (_Galli-nago gallinagö) ve bir kumru türü olan üveyik (Streptopelia turtur) katılmıştı. Geleneksel av hayvanlarına göre daha küçük oldukları için eskiden avlanmaya değer bulunmayan, Anadolu'da 20. yy başında bile avlanmayan bu kuşların İstanbul'da avlanmaya başlanması, 19. yy'da İstanbul hayatının birçok cephesinde kendisini gösteren Avrupa, özellikle de Fransa etkisine bağlanabilir. Avın daha kıt olduğu Fransa'da bu türler geleneksel olarak avlanıyordu. Bu türlerden çulluğa uzun süre İstanbul avcıları tarafından Fransızca "becassine" den "bekas" denmesi de bu modayla ilgilidir. Bu dönemin av kuşları arasında, son olarak, etinin lezzetiyle tanınan bıldırcını (Coturnix coturnix) zikretmek gerekir. Başlıca memeli av hayvanları ise tavşan (lepus europaeus), karaca (Capreolus capreolus) ve yabandomuzu (Sus scrofd) idi. Geyik (Ceruus elaphus) Istranca Ormanları'nda varlığını sürdürmekle birlikte artık İstanbul çevresinde görülmüyordu. Sansar (.Martes foind), tilki (Vulpes vulpes), çakal (Canis aure-us) ve kurt (Canis lupus) özel olarak avına çıkılmayan, rast geldiğinde veya evcil hayvanlara zarar verdiğinde vurulan türlerdi.

20. yy başında İstanbul'da keklik, çil keklik ve sülün gibi her mevsim avlanması mümkün olan yerli kuşlar azaldığından, av kuşu olarak, güzün geçit yapan bıldırcın ve kışlamaya gelen çulluk, ördek ve kaz başta geliyordu. Doğu Avrupa ovalarında üreyen bıldırcınlar kışı

Haliç'te sazlıklar arasında yapılan tüfekli ördek avını gösteren gravürden ayrıntı. Melling'in "Karaağaç Manzarası" adlı deseninden, 18. yy.



Voyage Pittoresque de Constantinople et deş rives du Eosphore, tıpkıbasım, 1969

TETTVArşivi

Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   96   97   98   99   100   101   102   103   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin