İÇİndekiler I


B.1- 12 Eylül Döneminde Mizah



Yüklə 0,57 Mb.
səhifə15/20
tarix26.07.2018
ölçüsü0,57 Mb.
#58595
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20
B.1- 12 Eylül Döneminde Mizah

1980’lerin ilk yarısında darbeni, baskının , şiddetin ikinci yarısında da görece özgürleşmenin, daha sivil bir iktidarın damgasını vurdu.

12 Eylül oldukça vahşi bir ortamda öncelikle terörü durdurma gerekçesiyle topluma müdahale ettikten sonra bu “durdurma”nın ötesinde, kendi ideal toplumunu da yaratmaya girişti. Çok net bir ölçüsü vardı; toplumu yönetmeyi gerektiğini düşündüklerine her türlü yetkiyi veriyor, avamın avama hak tanımasını isteyenlere haddini bildiriyorlardı. Toplumu yeniden yapılandıracak kapsamlı bir projeydi bu. Eski politik yapılar tasfiye edildi , toplumun derinliklerinden projenin mahiyetine uygun yeni kadrolar çağırıldı. Bu yeniden yapılanma, bir muhalefetle karşılaşmadı. Varolan kurumlar, getirilene karşı çıkmamış, karşı çıkanlar çoğunluk olarak bir varlık gösteremediler. Bu kurumların, basının v. b. söz konusu tutumuyla, halkın talepleri de zaten işitilmez durumdaydı.

Çarpıklıkların, aksaklıkların topluma mizah yoluyla, hem daha etkili hem de daha az riskli anlatılabilir olmasının verdiği ayrıcalıkla mizah cephesi bu badireyi diğer medya çalışanlarına oranla daha hafif yaralarla atlattı. Üstelik mizah ve mizahçıların politik misyonlarını büyük ölçüde yerine getirmeleri de engellenemedi. Bu da göstermiştir ki, mizah çelişkilerin keskinleştiği noktada daha fazla güçlenmekte ve daha popüler bir sanat dalı haline gelmektedir.

Galip Tekin bu dönemde, o yılların en güçlü mizah dergisi olan Gırgır’ın yayın politikasını şöyle anlatıyor:

“12 Eylül’den sonra bazı devlet adamları, eski politikacıları, Cumhurbaşkanını çizmememiz gerektiği konusunda bir takım sansürler geldi. Bu sansürler sert değildi. ‘Bizim de hoşumuza gidiyor, biz de gülüyoruz ama yapmasanız daha iyi olur, yapmayın gibi uyarılardı.

Diğer yandan 12 Eylül’den sonraki üç yıllık dönemde fazla politika yapılmadığı için, komedi ağırlıklı karikatürler yaptık. 1979 öncesi dergilerdeki hareketlilik kayboldu. Daha önce elinde baklava tepsisiyle dolaşan politikacılar vardı. Renkliliği yitirdik. Onların yerini doldurmak için yeni arayışlar içine girdik. Tek sayfalık absürd ve fantezi anlayışlı öyküler ortaya çıktı. .

Ayrıca karikatüristlere yeni kapılar açıldı. Türk okuruna yabancı olan bilimkurgu tarzında denemeler başladı. Mizah dergisinde, gazetelerde karikatürcü olarak, köşe yazarlarından aha avantajlıydı. Bir takım şeyleri çaktırmadan da olsa eleştirebiliyordu; ama burası Türkiye olduğu için bir süre sonra her şeyin normale döneceğini kesindi ve gerçekten de üç yıl kadar sonra her şeyi yazıp çizmeye başladık. Yani bir iki tipin kaldırılması, bir iki karikatüristin karakola çekilmesi, bir kez derginin kapatılması dışında 12 Eylül’den yıpranılmadan çıkıldı.

Bu dönemin en belirgin tiplerinden biri Hasan Kaçan ’ın “Cork” udur. Dilde eğretileme sanatsal olduğu kadar, muhalifleri dışavurumda kullandığı bir tekniktir. “Sömürülen, baskı altında kalan, demokratik haklarını kullanamayan ya da bu hakları çarpıtılarak saçmalıklarla oyalanan insan ne yapar?Bir gün gelir dilini bulur; hem derdini anlatır hem de intikamını acı biçimde alır. Absürd artık burada bir yöntem değil, haktır. Hasan Kaçan’ın Cork’ları dünya eğretileme literatürünün ün çarpıcı örnekleri arasında sayılması gereken türleri oluşturur. ”

Gırgır belki iktidarı çok eleştirmiyordu ama sistemle özdeşleştirdiği Kastelli, Aldıkaçtı ve Doğramacı’yla hep uğraştı. Gırgır’ın muhalif tavrı şiddetini ancak iktidara devralan ANAP’la arttırabildi.

Mizahta gerçek patlama 80’lerin ortasında gerçekleşti. En çok satan kitaplar listesinde mizah kitapları ağırlıktaydı. Gırgır takımadalarından bir albüm sağanağı gerçekleşti. Yasaklarla sınırlandırılmış beyinler büyük bir açlıkla albümlere, fıkra kitaplarına ve grafitilere yöneldiler. Yazılı gülmece de bu dönemde en yoğun, en kısa ve atak biçime girdi. Toplumsal değişim ister istemez mizaha da yansıdı ve onu gerek biçimsel gerekse içerik olarak değiştirdi.


B. 2- 80’li Yıllar ve Getirdikleri

Türkiye’de 80’lerin toplumsal yapısını belirleyen en önemli kararlar şüphesiz ki 24 Ocak Kararları’dır. Bu kararların alınması ve ardından iktidara gelen ANAP iktidarının “kemerleri gevşetmemesi” ülke gündemindeki öncelikli sorunu, ekonomik sorunlar olarak belirledi.

Türkiye, 80’li yıllarda dünyaya entegre olmak için, ekonomik sistemini devletçilikten, liberalizme kaydırdı. Liberalizm felsefesi -ki uygulamada genellikle iktisadi liberalizm felsefesine dönüşür. Toplumsal ilişki modelini faydacılık ve insanın diğer insan için canavar olması varsayımı üzerine kurar. Bireyler en fazla faydayı elde etmek için yarışırlar ve her bireyin elde ettiği “fazladan bir fayda” diğerinin elde edemeyeceği bir faydadır.

Özal, Reagen, Teatcher ile simgelenen 80’li yılların lider tipi; halk kitlelerinin nabzını yakalamayı eski sınıfsal kökenlerinin de yardımıyla iyi başardılar. Onların bastırılmış bencil, çıkarcı, şoven duygularını ve zaaflarını yeri gelince kullanmaktan çekinmediler. Halka, “bulunduğunuz statü ile yetinmeyin, niceliksel iyileştirmelerden öte bizim sunduğumuz sistemin köşe dönme, malı götürme gibi niteliksel dönüşüm fırsatlarından yararlanın” mesajını verirken özellikle etkili olmuştur. Kendi varlıkları da, sınıf atlama umutlarının ham hayal olmadığının kanıtı durumundaydı..

Türkiye Cumhuriyeti 80’li yılları bütün dünyada üç aşağı beş yukarı hakim olan dönüşümlerden kopuk olmamakla birlikte özel durumu nedeniyle fazladan bir coşku ile yaşadı. Bu coşkunun mimarı hiç kuşkusuz Turgut Özal’dı. Özal tarihin gördüğü en büyük illisyonistlerinden biri olarak darbeden yaralı boynu bükük toplumu neredeyse toptan hipnotize etmeyi becerdi. Özal’ın vaadi, halkını dünyalı yapmaktı. Bu şimdiye kadar hiçbir politikacının, iktidar erbabının halkına vaat etmediği bir cennettir. Artık dünya terazilerinde tartılacak, yeni ölçek ve boyutlara alışmak zorunda kalınacaktı. Ufuklar sonsuzdur. Herkes kendi girişimcilik pusatını kuşanıp, kendi risklerini göze alıp kendi mucizesini kucaklayacaktı. Özal’ın gördüğü ve haklına gösterdiği, dünyanın kapılarının bayrakla açılacağı değil parayla açılacağıydı. Dünya teknolojisinin yepyeni ürünleri ile tanıştık. Dünyada üretilen her şeye ulaşabilmeye başlanıldı. İlkel bir heyecanla markalar dünyasına, tüketimin baş döndürücü büyüsü sardı insanları. Böylece Batıda 30’larda yaşanan gelecek hırsı ve bireysel serüven duygusu Türkiye’yi 80’li yıllarda kuşatmıştı.

Kapitalistleşme sürecine hız verilmesiyle birlikte, geleneksel cemaat yapılarında bir parçalanma ve aşınma meydana geldi. Ailesinin temel barınma, yeme-içme, giyme ihtiyaçlarını temin etmekte güçlük çeken bir kimse, evine renkli televizyon veya video alarak yüksek gelir grubundan bir kimseyle aynı statüye geldiği inancını taşıyordu. Aza kanaat ederek çile çekmeye yatkın olan Anadolu insanı, içinden çıkıp geldiği geleneksel hayatına ters düşen, tüketim alışkanlıklarına kapılırken trajik bir çelişkiyi yaşadı. Evi, ailesi, eşyası, sokağı, işi, elbisesi, okulu, mahallesi, komşusu oturup, kalkması, ahlakı, alışkanlıkla, inanç ve gelenekleri ile sürekli bir çatışma halindeydi. Adeta devletin ekonomik ve kültürel tercihleriyle vatandaşın alt şuuru karşı karşıya kaldı. Çağdaşlaşma uğruna 80’den sonra kimlik bunalımı ile somutlaşan bir temel sorunun çıktığı söylenebilir.

“Kaynağı ne olursa olsun, başarılı ol!” değer yargısı, toplumun tüm katmanlarında yaygınlaştı. Yolsuzluklar ve çıkar çatışmaları elbette 80 öncesinde de vardı ama yolsuzlukların meşrulaşması bu dönemde gerçekleşmişti. Paraya ve başarıya ulaşan insanlar toplumda kabul görüp, imrenilen insanlar oldular.

Yaşadığımız askeri darbelerde ulaştığımız bu yozlaşma ortamına katkıda bulunduğu bir gerçek. Askeri darbeler hukukun üstünlüğü anlayışını tahrip etti. “Hukukun üstünde silah vardır” yargısını yerleştirdi. Sivil kurumları sarstı ve yıprattı. Kişileri, yasaların ve kurumların üzerine çıkarttı. Aynı anlayışı, 12 Eylül döneminin bir başka mirası, toplumdaki güç dengelerini altüst etmesiyle ortaya çıktı. 12 Eylül kapitalist sınıf karşısında denge sağlayacak ne kadar güç odağı varsa, hepsini darmadağın etti. Kapitalist sınıf, ülkenin tek ve karşı konulmaz hakimi olarak kaldı. İdeolojik, politik, ekonomik ve kültürel planda, kapitalist sınıfı denetleyecek, aşırılıklarını törpüleyecek, ahlak standartlarına doğru zorlayacak güç odakları kalmamıştı. Lord Akton’un deyimiyle güç iktidarı yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak olarak yozlaştırır. İşte Türkiye’de 80 sonrasında yaşanan gerçeklikte budur.

Bu dönemde tüketim kalıpları büyük önem kazandı ve insanların beyinlerine; tükettikçe birey olabilecekleri, tükettikçe farklı olabilecekleri düşüncesi yerleştirilmeye çalışıldı. Reklamlarda ürünlerin değerli bulunması değil, tüketicilerin kendini değerli hissetmeleri amaçlandı.

Türkiye 80’lerde, dünyadaki genel eğilimleri, yani gelir dağılımı uçurumlarının oluşması yanında, tüketim seçeneklerinin nitelik ve sayısının artması sürecini en keskin yaşayan ülkelerden biri olarak görülmekteydi. “Açık ve seçik söylüyorum. Dünyanın bütün mallarını vitrinlerde bulabileceksiniz. Ama domatesi biraz daha pahalı yiyecekseniz” diyerek Özal bunu açıkça beyan etmiştir. Alt gelir gruplarının pastadan aldığı pay azaldıkça, yarına olan güvenleri de azalmıştır. Bu onların gelirlerinin daha büyük kısmını “dayanıklı tüketim malları” denen çevrelerinde bir statü sembolü olmasının yanında kendisine güven duygusu veren, bir yatırım niteliği de taşıdığını düşündükleri mallara itti..

Seguela, “Ayakkabıcı ayakkabı satmaz, güzel ayaklar satar!” demektedir. Türkiye bu ilkeyi 80’li yıllarda kullanabilecek ne kadar yer varsa her yerde uyguladı. İnsanlar aldıklarıyla mutlu oldular, ihtiyaçları çeşitlendi. Eşya merkezli bir hayat sürmeye başlandı. Bu arada bu sağlıksız bireycileşme, toplumdaki sınıfların ve insanların arasını gitgide açtı ve ulaştığı eşyalarla bir statü sahibi olmayı hayal edenlere, sırf paraya sahip oldukları için idealize edilen insanların, mekanları ve düşünceleri hiç olmadığı kadar açıldı. Bu dönemde toplumsal eşitsizlik şiddeti ve tepkiyi yükseltti. Bunun toplumsal ve politik sonuçları 90’ların başında kendisini gösterdi.

1980’lerde şehirde farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği zeminler neredeyse bütünüyle ortadan kalktı. 80’ler zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekanları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması da oldu. Artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de birbirinden ayrılmış duruma geldi. Şehrin bir çok bölgesi, çoktan yoksullara terk edildi. Zenginler ise yoksulların görüntüsüyle bile karşılaşamayacağı yerlere, şehir içindeki özel şehirlere sitelere çekildiler.

Toplumsal dışlamacılık, refah devleti idealinin bir türlü gerçekleşmemesi ve varolan sistem kalıplarının gelişen topluma yetmemesi insanların 80’de farklı merkezlere gönderdi, bu yıllarda doğal kimlikler yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. .

Bir yandan Türk toplumu modern mekanlara, yeni yaşam biçimlerine doğru evirilmekte, diğer yandan Kemalist “medeniyet” projesinin yaşamsal adabına yabancı kalmaktaydı. Batıya yönelik seçkinlerin değerleri, yeni yükselen sınıfların yaşamlarıyla devamlılık zincirlerini kuramamakta, onların davranış akortlarını oluşturamamakta , toplumsal rehberlik edemediği farklı kesimlerde yüksek sesle ifade edilmekteydi.

80’li yıllarda devlet hala daha birçok alanı kontrol etmesine karşın, yeni toplumsal sınıflarda kendilerini gösterdiler. Resmi kültürün, statükocu kimliğini, her yönden sorgulayan farklı kültürler, 70’lerde kanlı bıçaklı oldukları diğer kültürlerle yakın etkileşim içine girip ve bir çok ortak noktayı paylaştılar. 80’lerin en önemli olayı, kimlik sorununun aldığı yeni şekil olmuştur. Düşünce dünyasındaki zıtlaşma da elbette yön değiştirdi. Yeni zıtlaşmada sağ-sol diye adlandırdığımız kesimler, aynı söylemi kullanarak, aynı paralelde buluşarak resmi görüşün karşısında yer aldılar. Statükoyu temsil eden resmi görüş ile bunun karşısında yer alan değişimci görüşler, aynı safta yer tuttular. Ve elbette yeni çatışma alanları açıldı, laik-şeriatçı, alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrımları 90’lı yılların en önemli tartışma gruplarını oluşturuyordu. Ve demokrasi ortak paydasında ve amacında bu gruplar karşılıklı olarak mücadele ediyordu, hepsinin mücadelesi de demokrasi uğrunaydı. Bu her tarafa çekilebilen kavramın ne olduğu ise, kimilerine göre evrensel düzlemde değerlendirilmesi gerekirken, kimine göre ise “bize özgü şartlarda” değerlendirilmeydi. Kısacası çok da sonuca varmayan, yapay tartışma ortamlarında insanlar saatlerce, her platformda tartışıp çok da sonuca ulaşmıyordu. Sonunda ağırlıklı olarak ‘hoşgörü’ de anlaşıldı.

İnsanların, nasıl yaşaması gerektiğini medya belirliyor artık. İnsan beynine yönelik bu doğrudan tahakküm, belki de tarih boyunca ilk defa bu kadar hızlı, etkili ve güçlü bir nitelik kazandı. İnsan ile eşya ve toplum arasına giren medyanın bu heganomik niteliği, giderek insan kendisine de yabancılaşmasını beraberinde getiriyor. Kendi bilgi ve eyleminden şüphe duyan ve olguların asıl gerçekliğinden uzaklaşan bireylere ise hiçbir direnme ve itiraz etme alanı bırakmamakta, Sonuçta medyanın oluşturduğu suni ve fantastik bir imaj dünyasında yaşamaya mahkum edilen insanların gerçeğin kendisi ile aralarındaki mesafe iyice büyüyor.

Atilla İlhan’ın yıllar önce yazdığı endüstri toplumunun paradoksunu daha endüstri toplumu bile olmadan Türkiye çok yoğun bir biçimde yaşadı:.

“Endüstri uygarlığı , bir yerden sonra, insanı hem düzene, hem topluma, hem kendi kendine yabancılaştırır? Nasıl yalnız ve savunmasız kılar?Batılı toplumlar, bilimle üretimi kaynaştırarak çağdaş teknolojiyi yaratmış; gelişmiş kapitalizm yeni karlar aradığı için, sürekli yeni ihtiyaçlar kışkırtıyor; endüstri toplumunda, iş o kerteye varıyor ki adam olmak demek, reklamlardaki hayat standardına ulaşmak demek. Bu yaşama düzeyini elde etmek, karmaşık endüstri toplumunun çarkları içerisinde bireyin kendini harcamasını gerektiriyor. Birey bu çarka girdimi çok geçmeden hem öteki insanlara yabancılaşıyor, hem de kendine. Sistemin ona sürekli olarak tek ve en önemeli başarı belirtisi diye gösterdiği şeyleri sağlasa bile doyuma ulaşamaz; çünkü icat edilen ihtiyaçlar sonsuz, oysa kazanılan para daima sınırlıdır. ”

12 Eylül Darbesiyle birlikte çalışan kesimler depolitize edilmiş, politikanın pis bir şey olduğu topluma empoze edilmeye çalışıldı. Zaten sağ-sol çatışmaları yüzünden gençlerini kaybetmiş olan toplum, politikaya karşı soğudu. Halk uzunca bir süre sorunların çözümünü politika içinde görmedi, mevcut partiler ne verecekse onunla yetindi. Yine aynı şekilde demokrasinin rafa kaldırılması, toplum içinde büyük bir tepkiyle karşılanmadı. Demokrasinin amaç değil bir araç olduğu propagandası yapılmıştır. “Demokrasi olmasa da olur” fikri bilim adamlarınca bile sık sık işlendi. Gerçek anlamda demokratikleşmemiş bir ülke olan Türkiye, 12 Eylül’den sonra politikadan iyice uzaklaştı, özellikle gençler arasında bu propagandalar serisini gösterdi ve kısa bir sürede apolitik bir genç kuşak yetiştirildi.

“1980’ler sonrasında Türkiye ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ ilkesine daha uygun, daha dışa açık bir sürece girdi. Bu süreç toplumsal yaşamışı da derinden etkiledi. 1960’larda Muhsin Ertuğrul’un “Lahmacun Cumhuriyeti” tanımlaması, 1980’lerin başında çok büyük çapta sahneye çıktı. Kırlar artık geleneksel ilişkilerini tümüyle değiştirdiler. Çok güçlü olmayan kent kültürü kırdan gelen yeni yeni insanlara onların hızlı biçimde özümseyebilecekleri, değerleri de verebilmekten uzaktı. Bunun sonucunda da kentsel kültür, kendisine ait değişim sürecindeki öğelerle, kırdan gelen insanların kültürel öğeleri arasında karmaşık bir kültürel birleşme, hatta kargaşaya uğradı. Kırdan gelen insan başlangıçta arabesk kültürde, kendi geleneksel öğesinin devamını buldu. 1990’lara doğru geldiğimiz zaman özellikle de kırdan gelenlerin ikinci kuşakları belli ölçüde modernize olmaya, belli ölçülerde çağdaşlaşmaya başladılar.

Günümüz karikatürünü, eskisi gibi belirli, tek normlar halinde düşünemeyiz. Bu karikatürde, bugün toplumun bu toplu yapısına paralel biçimde çoklu anlayışlar, çoklu üsluplar, çoklu stiller ve bazen karşılıklı geçişler oldu. Söylemin ve üslubun bu denli hızlı değişimi kendi başına çok güçlü bir stilin, çok güçlü kişiliğin şu anda ortaya çıkmasına olanak vermiyor. Bu bir bakıma toplumsal değişim sürecinin, ortaya getirdiği, çokluğun , pülarizmin, multi kültürel ortamın dayatması. Herkesin konuşması, kendisine özgü bir söylem geliştirmeye çalışması, bu ortamın en belirgin özelliği. ”

Kısacası 80’ler, çok hızlı ve yoğun yaşanan yıllar oldu. Türkiye 80’lerde bir çok yönden değişime zorlandı. Mizah dergilerinde her yönden bir çeşitlenme ve hayatın yeni renklerini yakalama kavgası verildi. Mizah 80’lerde bizi rahatlatan ve ciddi söylemlerin bir işe yaramadığı alanlarda, çok önemli işlevler gördü. Toplumsal değişim, hayatın her alanını etkilediği gibi mizahı da etkiledi, mizah dergileri hayata ayna tutuğu için yaşanan değişim , yaşanan çatışmalar, gündemdeki konular mizahta yer buldu. .


Yüklə 0,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin