Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə48/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   83

Mİ’RAC


Mi’rac, Receb ayının 27 sinde zuhûr etmiştir. İsra Sûresi 1. âyette Uzaktır bütün noksanlıklardan O ki, kulunu bir gece Mescîd-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescîd-i Aksâ’ya götürdü; ona ayetlerimizden gösterelim diye. Gerçek şu ki, O'dur işiten gören!” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, zâhirde Mekke’deki Haram-ı Şerîf’ten kulu alınarak, şu anda İsrail devletinin toprakları içinde bulunan Mescîd-i Aksâ’ya, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin delilleri olan âyetlerini göstermek için götürüldüğü ifade edilmektedir. Âyetler deliller demektir.”Mekke’de bu yüce deliller yok muydu da Mescîd-i Aksâ’ya götürülmüştür.” sorusu akla gelebilir. Bunların cevabını zâhir olarak vermek mümkün değildir. Ayrıca her ne kadar, Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah’a indiği için, bizler peygamberimize atfen, ‘Peygamberimiz Hz. Muhammed, Mekke’deki Haram-ı Şerîf’ten Mescîd-i Aksâ’ya götürüldü’ diyoruz. Âyette O’nun ismi geçmemektedir. Her kim bu Mi’racı, tarif edildiği gibi, mânen yapabilirse, o kişi de bu hitaba mazhar olmuş olacaktır. Çünkü Resûlullah efendimiz, "Namaz mü’minin Mi’racıdır.” buyurmuşlardır. Şu halde bizler de namazımızda bu Mi’racımızı yapabilmeliyiz.

Bir kişi, kendi diye bildiği, varlık beden Mekkesinden, Hakk ve hakîkata gönül vererek aşk Burak'ına binip Mürşid-i Kâmil olan Mescîd-i Aksâ’ya götürülür. Mescîd-i Aksâ’, kalb sahibi, gönül sahibi olan Kâbe kavseyn mertebesi sahiplerinin bulunduğu yerdir. Zira o Kâmilin ilhamları ile, irfâniyet ve kemâlât âyetlerini Cenâb-ı Hakk ona, o Kâmil mazharından zâhir ve bâtın olarak gösterecektir. Yani merâtib-i İlâhiyenin Makâmlarında Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini tahsil ettirecektir. Yoksa, bir kişinin Kâmilden irfâniyet ve kemâlâtını kazanmadan, bu âyetleri görmesi mümkün değildir.

Onun için, bu gece yolculuğu denilen Vahdet zevki ile, Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zât merdiven basamakları olan Mi’rac ile çıkmakla mümkün olacaktır. Zira Mi’rac, merdiven demektir.

Resûlullah efendimiz, Mescîd-i Aksâ’da, bütün enbiya ve evliyalara imam olarak iki rek’at namaz kıldırdıktan sonra, tekrar aşkı olan Burak’a binerek Sidret-ül Müntehaya kadar gitmiş, orada Burak’tan inerek Refref'e binip, Cenâb-ı Hakk’la görüşüp, beş vakit namaz müjdesi ile ümmetinin arasına dönmüştür.

Mescîd-i Aksâ’da bütün enbiya ve evliyaya kıldırmış olduğu bu iki rek’atlık namaz nasıl bir namazdı. Zira daha Mi’raca çıkılmadığı için namaz farz kılınmamıştı. İşte, bu namaz Resûlullah’ın atası İbrahim (A.S.)’in sünneti olan bir namazdı. Resûlullah efendimiz, İbrahim (A.S.)’in soyundan gelmektedir. Bizlerin de bedensel olarak kıldığımız namazların zâhir görüntü kısmı onun sünneti olur. Bizler de, Mürşid-i Kâmile gittiğimizde, beş vakit namazımızı İbrahim (A.S.)’in sünneti gibi kılıyorduk. Namazın ne kıyamının, ne rükûsunun, ne secdesinin, ne de bütün farz ve vacibiyetlerinin mânâsını bilmeden emr-i İlâhiye olduğu için Peygamberimizi taklîden kılıyorduk. Yalnız şekil olarak, mânâsını bilmeden Allah’ın rızasını kazanma inancı ile kılınan bir namazdı. Mürşid-i Kâmile geldiğimizde, Necm Sûresi 8 ve 9. âyetlerdeki “Sonra yaklaştı ve sarktı. Aradaki mesafe iki yay boyu oldu, hatta daha yakın” Mi’rac âyetinin mertebelerle bizlere delillerini îzâh edip gösterince, hakikî Mi’racın ne olduğunu öğrenmiş olduk.

Kur’ân-ı Kerîm’in başka bir âyetinde Resûlullah Efendimizin bir gün, iki kıbleli mescîd diye bilinen Mescîd-i Kıbleteyn’de namaz kılarken yüzünü Mescîd-i Aksâ’dan Mescîd-i Haram’a çevirmesi emrini aldığını görüyoruz. Bu âyette, bir sâlikin zâhirdeki Mürşid-i Kâmilin mazharından bilip öğrendiği Hakk’ın âyetlerini artık bundan böyle, kendi haremiyeti olan gönlündeki Kâbe’ye yüzünü dönerek namazını kıl denmektedir. Çünkü o güne kadar bir sâlikin kıblesi Mürşidi idi. Yüzünü ona dönerek sohbetleriyle Rabbü’l-Âlemîn mazharı olan Kâmilinin Rabbil has olarak kendi gönlünde taht kurduğunu, her türlü vücûd ülkesinde onun kendisini inanç ve teslimiyeti nisbetinde sevk ve idare ettiğini anlamıştı. Kaf Sûresi 16. âyetteki “Andolsun ki, insanı Biz yarattık, nefsinin onu ne ile vesveselendirdiğini biliriz ve Biz ona habl-i veridden -şah damarından- daha yakınız” ifadesi onun gönlüne inmesine vesîle oldu. İşte âfâktaki Rabbini kıble edinen bir kişi, bundan böyle gönlündeki, gönül Kâbesine yüzünü çevirecektir. Artık bu kişi yüzünü o güne kadar âfâktaki Rabbi olan Kâmiline dönerek kıldığı bir rek’at vuslat namazından sonra bu emirle de yüzünü Mescîd-i Haram olan gönül mescîdine dönerek namaz kılar. Resûlullah efendimiz iki kıbleli mescîdde namazının bir rek’atını kıldıktan sonra, ikinci rek’atta yüzünü Kâbe’ye doğru dönerek kılmıştır.

İşte bir sâlik de, kıldığı birinci rek’atta kendi varlığının olmadığını öğrenip Fenâfillâh olarak bir rek’at kıldıktan sonra, ikinci rek’atı kendi mazharından Hakk’ın tecellîlerini gönül zevkiyle, gönül Kâbesine dönerek kılmış olur. Kulun kıldığı namazın bir rek’atı kula aittir. İkinci rek’atı kulun mazharından Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi olduğunu idrâkiyle Hakk’a aittir. Sâlik, Kâmildeki bu tahsil idrâkinden sonra gönül haramiyetindeki âyetleri okuyabilir.

Resûlullah, Aşk Burak’ına binip, aklın gidebileceği son yer olan Sidret-ül Müntehaya kadar geldikten sonra Burak’tan inip Refref’e binerek Cenâb-ı Hakk’la mülâki olmuştur. Sıfat mertebesinin sonu Sidret-ül Münteha’dır. Akılla her şey oraya kadar tahlil edilir ve her şey dille ifade edilebilir. Fakat sıfat mertebesinin sonunda Zât zevkine geçilince orada akıl yanar. Zira Cebrail olan Akl-ı Resûl “Bir adım daha atarsam yanarım” demiştir. Ondan sonra Resûlullah yoluna yalnız devam etmiş ve Cenâb-ı Hakk’la mülâki olduktan sonra bizlere de beş vakit namazı hediye getirmiştir.

Herkesin yakînen bildiği, Amenerresûlü dediğimiz, Bakara Sûresinin 285 ve 286. âyetleri Resûlullah’a Mi’rac’ta vahyolunmuştur. Resûlullah Efendimizin Cenâb-ı Hakk’a ait çok büyük dua ve niyâzları mevcuttur. Ayrıca, namazların sonunda oturarak okuduğumuz, Ettehiyatü hadisi de Mi’rac’ta tecellî etmiştir. Adı geçen hadisteki ifadelere baktığımız zaman, karşılıklı Hakk’la konuşmanın ve Meleklerin bile “Allah birdir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resûlüdür” diyerek tasdikini görüyoruz. Nasıl oluyor da Cebrail, bir adım daha geçersem yanarım dediği Sidret-ül Münteha’da kaldığı halde, Ettehiyatü hadisindeki Cenâb-ı Hakk’ın huzurundaki karşılıklı konuşmaların sonunda melekler de “Biz şahidlik yaparız ki Allah birdir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resulüdür” diyerek şahitlik yapabiliyorlar. Melekler orada ne arıyor. Ahzab Sûresi 56.”Muhakkak ki, Allah ve melekleri, peygambere hep salât ile ikramda bulunurlar. Ey îmân edenler, haydi ona teslimiyetle salât ve selam getirin!” âyetinde olduğu gibi, Allah melek olan kuvveleriyle, kudretiyle Muhammed’de tecellî etmektedir. Herkesin bildiği melek ayrı bir varlık olarak bilinen melek değil, kuvvet ve kudret demektir. Kişinin kuvveleriyle tecellî ettiği için melekler tasdik etmiş olmaktadır. Bir kişinin namazda her türlü ifade ve zevklerini, kişinin kendi kuvveleriyle aldığı için, melekler şahidlik yaptı denmektedir.

Otuz yıl evvel bir Cuma namazındaydım. Câminin içinde dizimin üzerine Muhammed oturuşu ile otururken imam efendinin hutbeye çıkışı anında bana bir hal oldu. Gözlerim cemâat ve imamı görmez oldu. Sanki gözüme gayriyeti örten bir perde çekildi. Önümde Resûlullah Efendimiz zâhir oldu. Bana “Ahmet efendi, gel seninle beraber Mi’rac yapalım” dedi ve benim sağ bileğimden tuttu. Sonra aynen kitaplarda okuduğumuz gibi, Mescîd-i Aksâ’ya, oradan yedi kat semâyı geçerek Sidret-ül Münteha’ya vardık. Oradan da ileriye geçerek yeşillik ve sulak bir alanda durduk. Burada “Yaklaş ya Muhammed !” diye bir sesin geldiğini duydum. Resûlullah Efendimiz sağ tarafımda olduğu için, Resûlullah Efendim nasıl bir harekette bulunacak diye sağıma dönerek Resûlullah efendimize baktım. Yanımda Resûlullah Efendimiz yoktu. Kendimi Muhammed olarak orada gördüm. Bu sefer bu ses Cenâb-ı Hakk’ın sesidir, O’nun Cemalullahını çok merak ediyorum, acaba nasıldır diye sesin geldiği yere dönerek baktığımda, yine o sesin sahibinin Cenâb-ı Hakk olarak kendim olduğunu gördüm. O anda, “Allah” diye beni bir sahika yakaladı. O beni ihâta eden nûr içinde bir hayli kendimden geçmiş vaziyete kaldım. O zamanımı kelâmla anlatmam mümkün değildir. Sonra, tekrar oradan yine yedi kat semâyı kat ederek kendi halime avdet ettim. Kendime geldiğimde, imam efendi hutbe için birinci basamaktan ikinci basamağa yeni çıkıyordu. Anladım ki, zaman içinde bir zamanda, Mi’rac yaptırılmıştım. Bu, hayatımda bir defa zuhûr etmişti. Yirmi sene Uşakî tahsilimden sonra, onbeş sene de Hasan Özlem Hazretlerinden Tevhîd merâtibi tahsilimi yaptım. Her vakit namazlarımda, kelâmın kelâmullah olduğu, kıyam, rükû ve secde fiillerinin fiilullah olduğu müşâhedesi idrâkiyle her gün Hakk’la konuşmak ve O’nunla beraber olma zevki beni istilâ etti. Hakk’ın sîret tecellîleriyle, O’nunla beraber olmak ve O’nu dâima kelâm ve fiilleriyle seyretmek bana zevk ve dostla beraber olma mutluluğu verdi. Ondan sonra anladım ki, ömründe bir defa misâlî bir görüntü ile Mi’rac yapmaktansa, her an ve her zaman zâhir olarak onunla beraber olmak ve her an ayrı bir tecellîsini seyretmek ve konuşmak kişinin Cennet’i olduğunu anladım.

İşte namaz kılan bir kişi, gönlündeki Zâtının tecellîlerinin sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle kendi Muhammediliğinden kemâlâtıyla zuhûra geldiğini seyredebilirse, hem bütün a’za ve kuvveleri onu tasdik ediyor, hem de o kişi Mi’rac yapıyor demektir. Bizler namazımızda, kıyam, rükû ve secde fiillerindeki fâili, Allahü Ekber tekbiri ile başlayıp, Subhaneke, Fâtiha-i Şerîf ve Zamm-ı Sûreler gibi namaz içindeki bütün tekbir ve ifadelerin, kelâm kelâmullah olduğunu ve kendisini yakın takibe alarak seyretmesi ve zevk etmesi, O’nu görerek ibâdet etmenin ta kendisidir.

Bütün Enbiya ve evliyalar rûhânî olarak Mi’rac yapmışlardır. Yalnız Yunus (A.S.) ile Resûlullah Efendimiz Hz. Muhammed hem rûhânî, hem cismânî Mi’rac yapmışlardır.

Neden bütün Peygamber ve Evliyalar rûhânî Mi’rac yapmışlar da, Yunus (A.S.) ile Hz. Muhammed hem rûhânî hem cismânî Mi’rac yapmıştır. Çünkü, Yunus (A.S.) balığın karnında Mi’racını yaptı. Bu, bir sâlikin mürşidinden Fenâfillâh tahsilini yapmasını ifade etmektedir. Hz. Muhammed’in Mi’racına gelince Muhammed Cenâb-ı Hakk’ın en yüce sıfatının kemâlât mazharıdır. O kemâlâta nâil olanlar, Makâm-ı Mahmûd yani Makâm-ı Muhammed mertebesine ayak basmış demektir. O Makâm ise yalnız Resûlullah Efendimize aittir. Oraya nâil olan her peygamber veya evliya kendi esmâ ve sıfatını o Makâmın dışında bırakır. Dolayısıyla da oradaki Muhammedîlik zevki ile zevkiyâb olan kişi, kendisini göremediği için yalnız Muhammedliğini görür. Mi’racını da Ahmet veya Mehmet olarak değil, Muhammed olarak yapar. Onun için ‘Makâm-ı Muhammed’e girmek isteyenler, Hz. Muhammed’den müsaade isterler, ancak ondan sonra oraya girebilirler’ denilmiştir. Ama rûhânî olarak bütün evliyalar Mi’rac yapmaktadırlar. Yaptıkları makamı Muhammed Mi’racı ise tarif ettiğim şekilde, kendi isim elbiselerini dışarıda bırakarak, Muhammed olarak yaparlar. Çünkü orası yalnız Resûlullah Efendimizin Makâmıdır. Dışarıya çıkınca tekrar kendi isim elbiselerini giyerler. Resûlullah Efendimizin otuzdört Mi’racı vardır. Bunun otuzüçü rûhânî biri ise cismânîdir. Bu 33, rûhanî Mi’rac, üçün üçle zevkinden ibârettir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın bu hadisâttaki ef’âl, sıfat, Zât tecellîlerinin tenzih, teşbih ve Tevhîdini gönülde zevk etmek anlamına gelir.

Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimin gönül lambâlarını yakarak, bütün sıfat ve a’zalarından Tevhîd tecellîlerini zevk etmek nasîb etsin. Bizlerin kendimizi yakın takibe alarak bu önemli günler vesîlesiyle muhasebemizi dâima yapmamızı ihsân etsin. Âmin.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin