A I, taacüp haykırması; taaccüp veya memnuniyetsizlik edasiyle sual; 3


seney-, sertleşmek, kemik kesilmek. senğir



Yüklə 6,96 Mb.
səhifə71/90
tarix29.10.2017
ölçüsü6,96 Mb.
#19558
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   90

seney-, sertleşmek, kemik kesilmek.

senğir, dağ eteği; dağ burunu.

senğsel-, dalgalanmak (saçlar hakkında), senğselgen suusar tebetey: tüyleri kabarık zerdeva kürkünden kalpak.

senğselt-, et. senğsel-‘ den; çaç senğselt-: saçları ürpertmek, kabartmak.

senğsenğ: kançığaluu kara senğsenğ: karakuş nevilerinden biridir.

seni, bk. sen I.

seniki, seninki.

senin, bk. sen I.

senke I, (r. ) birinci nevi un.

senke II, r. yahut kök senke çivit.

sentabr = sentyabr.

sentner = tsentner.

sentr = tsentr.

sentralizm = tsentralizm.

sentyabr, r. Eylûl.

senzura = tsenzura.

sep I, 1. çeyiz (giyim, süs, ev eşyası, ancak hayvan değil); 2. ilâve; baka siyse, kölgö sep ats. kurbağa işerse, göle bir ilâvedir; 3. sükunet bulma, dinlenme; canın sep aldırğısı kelet: dinlenmek istiyor; canım sep albay ele, keçke iştedim: dinlenmeden akşama kadar çalıştım; sep bolbodu: yardım etmedi.

sep II, se hecesiyle başlıyan kelimelere takviye için katılır; sep – semiz: çok semiz.

sep- III, sepmek, dökmek (hububatı). saçmak, ekmek (tohumu), püskürmek; dökmek (mayii).

separator, r. sütten kaymağı ayıran makine.

sepil, sur, kale duvaraı; tabya, bastiyon.

sepkiç: tohum ekme makinesi.

sepkil, ciltteki çil; sepki cüzdüü: yüzü çilli olan.

sepkilden-, çille örtülmek, çillenmek.

sepkildüü, çilli.

septe-, düzeltmek, yoluna koymak; eptep septep: türlü çareler ve usullerle hareket etmek, her türlü çarelere başvurarak; eptep septep ookat kılğan: zor geçiniyor.

septeş-, biri birine yardım etmek, ihtiyaç zamanında mevcudu aralarında paylaşmak.

septir-, et. sep III’ ten.

septöö, düzeltme; yoluna koma.

septööçü, düzeltici, tamirci; septööçü ustakana: tamir atelyesi.

septüü, çeyizli (kız hakkında); saptüü kız: çeyizli kız.

ser I, 1. = seer; 2. = sıykır.

ser II, f. (Cenubî Kırgızlıkta) bol, mebzûl; ser sakal: kabasakal, kabarık ve büyük sakallı; ser dımak folk. aç gözlü.

serbaa, f. kıymetli.

serbegey, sivrilip, dik duran.

serbenğde-, hareket etmek, kımıldamak, koşmak (herhangi bir küçücük şey hakkında).

serbenğdet-, et. serbenğde-‘ den; koldorun serbenğdetip: (sıska) kollarını sallıyarak.

serbey-, çok küçük veya, güç görünür olmak, zor gözükmek (herhangi bir küçücük nesne hakkında); tört çömölö çöp kepenin üstündö serbeyip turat: samanlığın üstünde dört tane kuru ot yığını sivrilip duruyor.

serbeyt-, et. serbey-‘ den.

serçi = sıykırçı.

serdımak = ser dımak (bk. ser II).

sere I, 1. çardak, üstü örtülü hangar, ahır çatısı; 2. kunut (keş) kurutmak için hasırdan saçak, küçük çardak.

sere II, araları bir parça açılmış olan dört parmağın genişliği (uzunluk ölçüsü).

sere III: tanğdınğ ere – seresinde: henüz şafak sökerken.

seregey, tek başına sivrilip duran.

serek: can serek: bayılma, baygınlık; kök serek: mec. bahçe bekliyen köpek; capan kök serek: mec. kurt (yırtıcı hayvan).

serele-, araları hafifçe açılmış olan dört parmakla ölçmek (karş. sere II).

serenğde-, 1. hareket etmek (küçücük şey hakkında: çocuk, tavşan gibi); 2. sivrilip durmak (herhangi bir küçük nesne hakkında).

serenğdet-, et. serenğde-‘ den; kulakçındın eki kulağın serenğdetip koyo ciberip: kulakıl kalpağın iki kulağını boş bırakarak.

serep: serep sal- =serepçile.

serepçile-, elayasını gözlerine yaklaştırarak yahut dürbünle dikkatle bakmak.

serey-, tek başına sivrilip durmak.

sereyt, et. serey-‘ den; soyul menen sereyte çaap iydi: sopa ile şiddetle vurdu.

sergek, 1. canlı, uyanık; sergek: neşeli, canlı; 2. ihtiyatlı, basiretli, hassas, müteyakkiz, tetikte bulunmak.

sergektik, 1. canlılık; 2. uyanık, hassasiyet, tetikte bulunmaklık, ihtiyatkârlık, dikkatlilik.

sergi-, 1. havalanmak, tazelenmek, (güneşte, havada) kurumak et veya balık hakk.); kir sergisin-: bırak çamaşır bir parça havalansın ve kurusun; kün sergidi: hava bir parça açıldı; köönüm sergidi: bir parça rahat ettim; kendimi iyi hissediyorum. 2. bir şeyin içinden düşmek; kurtulmak.

sergigensi-, hafifçe havalanmak, bir parça kurumak.

sergit-, dinlendirmek, tazelendirmek, rahatlandırmak; at sergitip al-: atları bir parça dinlendirmek.

sergüü, işs. sergi-‘ den.

serik = tsirk.

serin, birin sözünün tekidir.

serinde-, birinde sözünün tekidir.

seriya, r. seri.

serke, 1. iki yaşına basan teke; 2. mec. kösemen.

serkülör, kon. =tsirkulyar.

serme-, sallamak, kapmak maksadiyle eli şiddetle uzatmak; kanat serme-: kanat çırpmak; kol serme-: 1) kasdetmek, tasaddi eylemek; 2) zaptetmeye çalışmak; kalem serme- mec. yazmak.

sermegile-, et. serme-‘ den; kanattarın sermegilep: kanatlarını çırparak.

sermel-, mut. serme-‘ den; bugünkü kün 16 ğa sermelding: bugün 16- ncı yaşına bastın; abanı karay sermeldi: o havalandı, yükseklere doğru uçtu; tanğ sermeldi: şafak söktü.

serp-, sallanmak, anî bir hareket yapmak, bir yana atmak (mes. av köpeği tilkiyi); (güreşte) öteki pehlivanı çelme atılmakla bir yana fırlatmak; serperimde balıktı, çayan kelip suğundu folk. (oltaya takılan) balığı çekip çıkarayım derken, yayın balığı yanaştı ve o balığı yutuverdi; murut serp-: bıyığı kırpmak; kaş serp-: (kırıtarak) kaş oynatmak.

serpil-, yeltenmek, silkinmek; tuman serpildi: sis dağıldı.

serpilt-, et. serpil-‘ den.

serpim, kolların alabildiğine açılışı.

serpindi, serpinti; tolkundun serpindi kırları: dalgaların tepeleri; örttöngön oşo kazandın serpindisi tiybesin: folk. alevdeki kazanın kıvılcımları dokumasın.

serpindüü, şiddetli, sert; serpindüü cel: sert, şiddetli rüzgâr.

serpiş I, kapışma.

serpiş – II, biri birine yapışmak ve çekmek; kapışmak, tutuşmak.

serpişüü, muharebe, kapışma.

serptir-, et. serp-‘ ten; murut serptir: bıyıkların ortasını kesmek; kaş serptir-: kaşı kesmek suretiyle inceltmek.

sert, f. nâhoş, berbat; önğü sert: çirkin (yüz hakkında); közümö sert uçuradı (yahut köründü): bana fena intiba bıraktı; o hoşuma gitmedi.

serüün, mutedil sıcaklık, serin, tazelik veren; serüün cel: hafif, lâtif esinti.

serüündö-, serinleşmek, serüündöp cür-: soğuğa da, sıcağa da katlanmadan, mutedil havada gezmek.

serüündöt-, serinletmek, soğutmak.

ses, tehdit, gözdağı; ses kılbay ele koy: tehdidini bırak; sesi bar = sestüü.

sessiya, r. celse.

seste-, tehdit etmek; gözdağı vermek; korku salmak.

sestey-, afallamak; (korkudan) donakalmak; korkarak durmak.

sestüü, tesir edici veya korkunç çehreli (insan hakkında).

seyil, f. 1. gezinti; 2. küçük çümbüş.

seyildik, 1. mesire, gezinti yeri; gezinti; 2. küçük çümbüş.

seyilke, r. tohum ekme makinesi.

seyindey, 1. zayıflamış, bitkin bir hale gelmiş; bezgek bolğon kişi seyindey bolot: sıtmadan ıstırap çeken adam bitkin oluyor; 2. kara kuru, kuru adam, incelmiş (mes. at); atın seyindey kılıp caratıp alğan: atını iyi idman ettirdi.

seyit, a. srk. peygamber Muhammedin zürriyetinden olan kimse.

seyrek. 1. tek tük; nadir tesadüf edilen; 2. seyrek (sık değil); seyrek cal: seyrek yele.

seyrektel-, seyrekleşmek, seyrek ve nadir tesadüf edilir olmak.

sez I, 1. his; sezi ketip kaldı: hissiz kaldı; düşmandın sezin kıyratıp: folk. düşmana korku salarak, 2. gazap; sez kıl: gazaba gelmek, hiddetlenmek.

sez II = ses.

sez- III, sezmek, duymak, farkına varmak, önceden hissetmek.

sezden-, hiddetlenmek.

sezdir, hissettirmek, sezdirmek.

sezdirüü, işs. sezdir-‘ den.

sezgen-, iltihap yapmak; aldınan sezgenen kişi: belsoğukluğu veya diğer bir zührevî hastalıkla musap olan adam; kabırğadan sezgen-: zaturriye ile hastalanmak.

sezgenme: sezgenme oorular: 1) zührevî hastalıklar; 2) iltihaplar doğuran hastalıklar.

sezgenüü, iltihap; aldınan sezgenüü: belsoğukluğu, zührevî hastalık: kabırğadan sezgenüü: zaturriye:

sergi. sezi.

sezgiç, kavrayışlı, sezişli, anlayışlı, tetikte bulunan, basiretli, hassas.

sezgiçtik, kablevuku his, kavrayış, feraset, hassasiyet.

sezikten-, hissedilmek, sezilmek.

seziktüü, şüphesi olan, her şeyden şüphelenen.

sezim, his, kavrayış, anlayışlılık; sokur sezim: sevki tabiî, insiyak.

sezimdüü, hassas, kavrayışlı, anlayışlı, şuurlu.

seziş-, müş. sez- III’ ten.

sezon, r. mevsim.

sezonçu, mevsimci (muayyen bir mevsimde çalışan işçi).

sezüü, idrak, his; sezüü müçölörü: his uzuvları, organları; sezüü kanattarı: levahiki lâmise.

shema, r. taslak, şema, kroki.

shemalık, tasak kabilinden; shemalık karta: taslak kabilinden olan harita.

sıda, mızrağın günderi.

sıdır-, kazımak.

sıdıra: sıdıra basık: emin ve sert adım.

sıdırğı, deriyi sırım veya kayış şeklinde kesmek için kullanılan bir aygıt (7-9 santim uzunluğunda ve bir tarafında hafifçe oyuğu bulunan bir tahtadan ibarettir).

sıdırım, hafif ve serin yel, esin, sabah esini, lâtif rüzgâr, nesim; sıdırım suuk: hafif rüzgârlı soğuk; tündün sıdırım suuk celi: gecenin serin yeli.

sıdırımda-, hafif surette esmek (rüzgâr hakkında); soğuk yapmak, hafifçe ayaz olmak.

sığan, r. çingene, kıptı.

sığıl-, sıkılmak, kısılmak, ezilmek.

sık-, sıkmak; kir sık-: çamaşırı sıkmak; bit sık-: bitleri ezmek.

sıkım, cimri, hasis.

sıkma, sıkmaktan hasıl olan şey, sıkma maylar: tüplerdeki kosmetik yağlar.

sıkta-, acı-acı ağlamak, tasalanmak; ıylap - sıktap yahut ıylay – sıktay: acı – acı ağlıyarak; oonup – sıktap kaldıbı? hastalandı mı yoksa?.

sıktat-, et. sıkta-‘ dan.

sıktır-, et. sık-‘ tan.

sıktoo, işs. sıkta-‘ dan.

sıla-, 1. sıvamak, sıvazlamak, okşamak; sılap – sıypap asıradım: üzerine titriyerek besledim; 2. sılay cüktö-: tam denki derli toplu yükletmek.

sılağıla-, sıvazlamak; sakalın sılağılap: sakalını sıvazlıyarak.

sılama = sılankoroz.

sılan-, kendi kendini sıvazlamak; taranıp sılanıp: kendine çeki düzen vererek.

sılankoroz, zarif, şık kimse.

sılanğda-, kırıtmak.

sılanğkoroz = sılankoroz.

sılanma = sılankoroz.

sılık, 1. düz, pürüzsüz; 2. kırıtkan, kırılgan; 3. nâzik, nezaketli, zarif.

sılıktık, 1. çıt kırıldımlık; 2. nezaket, zerafet, incelik.

sıltı-, hafifçe aksamak; sıltıp basıp cüröt: hafifçe aksayarak geziyor; at bir butun sıltıp kalıptır: at bir ayağı ile hfifçe aksıyor.

sıltık, hafifçe aksayan.

sım, f. tel.

sımak, benzeyişi ifade eden sözdür; akıl sımak azırak sır aytayın: nasihatımsı bir parça söz söyleyim; kişi sımağı cok: insana bile benzemiyor.

sımap cıva, simap; kükürök sımap kim: mercure fulminant.

sımbat, endamlılık, biçimlilik, güzellik.

sımbattuu, endamlı, boylu poslu, güzel.

sımçı, arazi ölçen mühendis, kadastro mühendisi.

sımpat = sımbat.

sımpay-, sımpıy-, endamlı olmak.

sımsız, telsiz; sımsız telgraf: telsiz telgraf.

sın I, 1. imtihan, uzmanlar vasıtasiyle yapılan muayene (expertise); tenkit; sın cana öz özün sınoo: tenkit ve kendine tenkit (autocritique); sın tak-: tenkit etmek; sın cukpayt yahut sın tayğılat yahut sın takkıs yahut sın tağar ceri cok: tenkit edecek yeri yok, tenkide bir behana yok; her tenkitten üstün; 2. iç vasıf karakter, seciye; 3. sın atooç gram sıfat ismi, adjectif.

sın II: sınım tutaşıp turat: bütün vücudumda bir ağırlık hissediyorum; (ağrıdan) arkamı bile doğrultamıyorum; sın sööğü kalğan: yalnız kemiği kalmış, aşırı zayıflamış; kurumuş.

sın- III, 1. kırılmak; 2. iflâs etmek.

sına-, müşahede etmek, denemek, sınamak, tadını bakmak, tenkit etmek.

sınak, deneme, sınav, tecrübe; sınak hat: şehadetname.

sınakı, denenmiş, tetkik edilmiş; sınakı at: vasıfları mâlum olan at.

sınal I = sın I, 1.

sınal- II, tecrübe edilmek, denenmek, sınalmak; sınalğan colbaşçılık: denenmiş rehberlik.

sınalış, kendi kendini tenkit.

sınaluu, işs. sınal- II’ den kendi kendini tenkit.

sınamal, denenmiş; özümö sınamal bolğon at: vasıfları ve tabiatı kendime belli olan at.

sınaş-, müş. sına-‘ dan.

sınaşuu, karşılıklı tenkit, karşılıklı deneme; öz ara sınaşuu: kendi kendilerini tenkit.

sınat-, et. sına-‘ dan.

sınç, iskelet, kafes (carcasse).

sınçı, 1. insanların savaşlık hassalarını, atların yürüklük sıfatlarını anlıyan uzman; caynap catkan san koldu, sınçılarğa sınatıp, çubatuuğa saldı emi folk: binlerce kişiden ibaret olan orduyu teftiş etti ve uzmanlara o ordunun savaşlık evsafını tayin ettirdi; kayrattuu cigit, külük at – munun kadırın biler sınçısı folk: cesur yiğit ve yürük atın evsafını sınçı bilir; 2. at tanıyan kimse; 3. tenkitçi; ehlihibre, esper; adabıyat sınçsı: edebiyat tenkitçisi.

sınçılık, sınçı (bk.) mesleği yahut vaziyeti.

sında- = sına-; calğanın çının sındaymın folk: yalanın, doğrulığun neresinde olduğunu meydana çıkaracağım.

sındal- = sınla- II.

sındaş-, evsafça denk olan.

sındat- = sınat-.

sındır-, 1. kırmak, yırtma; 2. iflâsa kadar götürmek.

sındırım: bir sındırım nan: bie dilim ekmek, bir parçacık pide.

sındırt-, et. sındır-‘ dan.

sınduu, 1. güzel, endamlı, iyi evsafa malik olan; sınduu cigit: yakışıklı delikanlı; 2. gibi, benziyen; çoyun sınduu: çöygen gibi ( dökme demir misilli).

sınğar, çiftin teki, yalnız, birlik (vâhit), egizdin sınğarı: ikiz çocukların biri; sınğar ötük: çizmenin teki; sınğar tizelep otur-: bir ayağını altına alarak oturmak (nitekim nişancı diz çökerek attığında böyle yapıyor); oşonun sınğarı: onun gibi.

sınık I, kırık, kırılmış.

sınık II, terbiyeli, nezaketli, nazik, mütevazi, kendi halinde olan; sınık cigit: nezaketli, terbiyeli delikanlı; sınık söz: nezaketle hitap.

sınış, 1. kırık, kırılma, dönüm noktası; 2. iflâs.

sınoo, işs. sına-‘ dan; özün özü (yahut öz özün) sınoo: kendi kendini tenkit.

sınooçu, deneyici; sınooçu – uçkuç: tecrübe pilotu.

sınsız, tenkit haricinde; sınsız köp: gayet çok.

sıntabr kon. = sentyabr.

sıp, sı hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: sıp – sınık: çok nezaketli, çok mütevazi, gayet terbiyeli.

sıpaa = sıpayı.

sıpakerlik = sıpayılık.

sıpat = sapat.

sıpatta-, 1. tasvir etmek, tavsif eylemek; 2. aşırı derecede övmek, göklere çıkarmak.

sıpayçılık = sıpayılık.

sıpayı, sıpaa f. nezaketli,zarif, nâzik, terbiyeli; <sen> degen sıpayığa ölüm ats. : nezaketli adama diye hitap etmek ölümdür; spayı söz: nezaketli söz; sıpayı tonğbos, kaltırar ats.: sıpayı üşümez ama titrer.

sıpayıker f. = sıpayı.

sıpayılık, nezaket, incelik, zerafet; terbiyelik.

sıpçı, (r. <şçiptsı>) kerpeten.

sıpılda- = zıpılda-.

sıpır, ıpır sözünün tekidir.

sıpıra, defa, sefer; bir sıpıra: bir defa, bir sefer; bir sıpırası: bir kısmı.

sıpıratır, kon. = separator.

sıpra = sıpıra.

sır I, boya, cilâ; sır sırda-: boyamak, boya sürmek.

sır, II, a. sır, mahrem; oo sırın coo bilet ats.: düşmanın sırrını düşman bilir; sır ber-: bir sırrı ifşa etmek, ağızdan kaçırmak; ak sır: mukaddes sır.

sıra, 1. herhangi bir zaman, genelce; sıra körgönünğ barbı? herhangi bir vakit gördün mü? 2. (menfi cümlede): büsbütün, tamamiyle katiyen; sıra oşonun işi onğbos: bunun işi hiçbir zaman, asla yoluna konmaz.

sırak: sırak – sırak et- = sırakta-.

sırakta-, çifte atmak, kıç atmak.

sıranğke = siranğke.

sırastı, bir efsanevî yılanın adıdır.

sıray-, kütleden ayrı bulunmak, tek başına kalmak.

sırçı, boyacı.

sırda-, boyamak, boya sürmek, cilâlamak.

sırdal-, boynmak; cilâlanmak.

sırdana, a – f. malûm, etraflıça tetkik edilmiş olan; sırdana at: bütün adetleri ve tabiatı gereği gibi bilinmiş ve tetkik edilmiş olan at.

sırdaş I, sırdaş, sır arkadaşı.

sırdaş- II, biri birine sırlarını söylemek.

sırdaştır-, et. sırdaş-‘ den.

sırdat-, et. sırda-‘ dan.

sırdığaç, sırdığaş, kaşı boyalı olan (eyer hakkında).

sırduu, 1. boyalı; cilâlı; 2. bir sırduu: ayrıca bir hususiyete malik olan.

sırga = sırğak; kulağına sırğa kılabız mec.: kendisini malûmattar ediyoruz, kulağında küpe. olsun (harfiyen: kulağına küpe takıyoruz).

sırğak, küpe.

sırgana-, kaymak.

sırğanakta- = sırğana-.

sırkoo, 1. hastalık; 2. hasta.

sırkoola-, hastalanmak.

sırkooluu, hastalıklı.

sırmak, önceden suda ıslatılmaksızın kabuğundan ayıklanmış olan darı.

sırt-, 1. dış taraf, dış görünüş; sırttan okutuu yahut sırttan okuu: muhabere ile tedris; sırttan kes-: gıyaben hükmetmek: sırttan kesil-: gıyaben mahkûm olmak; sırt sal-: hasmane ve beğenmiyerek muamele etmek, surat asmak, küsmek; sen mağa emne sırtınğdı salıp kalgansınğ?: sen bana neden küstün!; at kuyruğun sırtına salıp (yahut basıp) oynoktop ketti: at kuyruğunu dikerek ve kıç atarak gitti; 2. sırt (bıçağın, palanın); bıçaktın sırtı: üzerindeki düz ova, yayla.

sırtkı, haricî, dıştaki; sırtkı körünüş; haricî görünüş; sırtkı okuu yahut sırtkı okutuu: muhabere ile tedris.

sırttan, 1. mit. köpekler hükümdarı azgınlık ve uyanıklık ile temeyyüz eden bie efsanevî köpektir); 2. mec. cesur, pervasızlı, mert-

sırttandık, cesaret, pervasızlık,mertlik.

sıy I, 1. hediye, mükâfat, ikramiye; 2. hürmet, izaz, ikram; sıy kör-: hürmete ve takdire mazhar olmak; sıyğa al- = sıyla-; üyünö çakırıp, sıyğa aldı: evine çağırarak, ikram etti; sıyınğ menen ber: iyilikle ver; saltanattuu sıy es. ziyaret.

sıy II, ( krş. sın II) Kırgız dilinde kaybolmuş sı- (<kırmak>) fiilinden şimdiki zaman sıla siygasıdır: kolumdu sıy çaap taştadı: kolumu kırdı; arka moynun sıy koydu: sırtının kemiklerini kırdı.

sıy- III, sığmak; cerge sıyar iş emes: yere sığacak iş değil (havsalanın almadığı bir iş); oozğo sıyar kep aytsanğçı: (adamakıllı ve işe ait söz söylesene).

sıya, f. mürekkep (yazı yazmağa mahsus boya terkibi).

sıyak, 1. yüz, çehre, surat (insanın); sıyağına karasa, közü eskirgen oroodoy folk.: suratına bakarsan, gözleri eski hububat sarponu gibi (batmış); 2. misil, benzeyiş, müşabehet.

sıyaktan-, benzemek, andırmak; çonğ kişi sıyaktanıp: büyük adama benziyerek, büyüklük taslıyarak; mağa kereksiz sıyaktanat: bana luzümsüz gibi gözüküyor.

sıyaktanış-, müş. sıyaktan-‘ dan.

sıyaktaş, mümasil, misli olan.

sıyaktaştık, benzeyiş, müşabehet, ayniyet.

sıyaktat-, benzetmek; benzer hale komak; özünün ömür bayanı sıyaktatıp: kendi tercemei haline benzeterek.

sıyaktuu, müşabih, benziyen, mimasil; cok sıyaktuuday: yok gibi, mevcut olmadığına benziyor.

sıyaz, kon. = syezd.

sıyda, düz, pürüzsüz; sıyda otun: budaksız odun, dalları etrafa dağınık bie surette durmıyan yakacak; sıyda sakal: küçücük ve derli – toplu sakal; sıyda cal; düz yele.

sıydı-, et. III’ ten.

sıygız = sıydır.

sıyıl, sığnak.

sıyım, hürmet, itibar.

sayın-, 1. hürmetle iğilmek; 2. himayeye sığınmak; atasına sıyındı: babasının himayesine iltica etti: sığındı; kert başına sıyınat: yalnız kendine güveniyor; küçünö sıyınıp: kuvvetine güvenerek.

sıyınış-, müş. sıyın-‘ dan.

sıyınt, 1. siper, sığınak; 2. istiap.

sıyınt- II. 1. hürmetle iğilmeye zorlamak; 2. himate aratmak; üyünö sıyınttım: evinde saklanmıya mecbur ettim, ben onu evine sığındırdım.

sıyınuu-, hürmetle iğilme.

sıyır-, sıyırmak, kabuğunu soymak; üy sıyır-.: keçe evin örtüsünü kaldırmak.

sıyırıl-, sıyrılmak, kabuğu soyulmak; üy sıyrıldı: keçe evin örtüsü kaldırıldı.

sıyırımta: körsö – barımta, körbösösıyırımta, barıp alıp kel ats.: görürlerse – barımta (bk.) görmezlerse – sıyırımta git ve (ne pahasına olursa olsun) al, getir.

sıyırış-, hep beraber sıyırmak.

sıyırt-, et. sıyır-‘ dan.

sıyırtmak, ilmik.

sıyırtmakta-, ilmik yapmak; moynuna sıyırtmaktap arkan saldı: boynuna ilmik yaparak kement geçirdi.

sıyış-, mut. sıy- III’ ten; sıyışıp tura albayt: bir biriyle geçinemiyorlar.

sıyıt, (krş. sıy I) uyat sözünün tekidir; uyat – sıyıtka karabağan yahut uyat – sıyıttı bilbeğen: vicdansız, ahlâksız.

sıykı, gûya, anlaşılan; sıykı sizdi taanıy turğan körünöt: galiba o sizi tanıyor.

sıykır, a. 1. sihir, sihirbazlık; sıykır oku: afsunlamak, sihirlemek; canınğa kelgen adamdı, sıykır okup uktatıp, buzğan kempir sensinğbi? folk.: yanına gelenleri sihirli sözler söyleyip uyutan ve bozan kocakarı sen misin? 2. es. hipnoz.

sıykırçı, 1. sihirci, sihirbaz; 2. es. hipnoz yapan.

sıykırda-, 1. büyülemek, sihirlemek; 2. es. hipnoz yapmak.

sıykırduu, sihirli, esrarngiz, sihirliyen, müsahher eden.

sıykırla- = sıykırda-.

sıyla-, hürmet ve takdir göstermek, ikram etmek, ağırlamak; seni emine menen sıyladı?: seni ne ile ağırladı.

sıylan-, mut. sıyla-‘ dan; orden menen sıylanğan: nişanla mükâfatlandırılmış.

sıylaş-, II müş. sıyla-‘ dan.

sıylat-, et. sıyla-‘ dan.

sıylığış-, biri birine sıkışmak, yaklaşmak; biri birine sıkışık oturmak.

sıylığışuu, işs. sıylığış-‘ tan.

sıylık I, ikramiye.

sıylı- II, yerinden oynamak, kımıldamak.

sıylıktır-, et. sıylık- II’ den.

sıyluu, muhterem, sayılan.

sıymık, 1. talih, muvaffakiyet; sınğanı cok düşmandan, sıymığı bar başımda folk.: düşmandan yenildiği yoktur, başında talihi vardır; sıymık kuşu başında folk.: başında devlet kuşu vardır, sıymık konğon kişi: cemiyette itibar sahibi olan kimse, cemiyette ileri mevkiî bulunan kimse; 2. mafharet; bizdin ölkönün sıymığı: memleketimizin mafhareti (kendisiyle iftihar edilen adamı).

sıymıktan-, iftihar etmek; biz süyünöbüz cana sıymıktanabız: biz seviniyoruz ve iftihar ediyoruz.

sıymıktı, iftiharı mucip olan.

sıynat = zıynat.

sıypa-, sıvazlamak, okşamak; upa sıypa-: pudra sürmek, ak düzgün sürmek.

sıypal-, kaybolmak, yok olmak, yerin dibine batmak, kökünden kaldırmak; körkünön sıypaldı: cemalinden mahrum oldu.

sıypala-, sıvazlamak, elle yoklamak, araştırmak, el yordamiyle harekette bulunmak; toppasanğ, sıypalap kal: farkına vardın, tam hedefe isabet ettin.

sıypalat-, et. sıypala-‘ dan.

sıypat-, et. sıypa’ dan.

sıypır, (r. >) rakam.

sıypırla-, rakamlar koymak, sıra numarası koymak.

sıyra, defa, kere; bir sıyra: bir kere; eki sıyra kiyim: iki takım giyim; keseler törtünçü sıyrasın kıdırıp cetken sonğ: kâseler dördüncü defa dolaştıktan sonra.

sıyralat-: üç – tört sıyralatıp cutup: üç dört defa yutarak.

sıyrık, kabuğu soyulmuş; sıyrık bet: derisi soyulmuş yüz.

sız I, (sıhhî olmıyan) rutubet; sız cer: rutubetli yer; sızğa oturğuz mec.: kafese koymak, iğfal etmek, dolandırmak.

sız- II, 1. çizmek, çizgi geçirmek; sızıp uç-: süzülerek uçmak; asmanda corular sızıp kele catat: gökte akbaba kuşları süzülerek uçup geliyorlar; 2. dokumak (kordeleyi); sızmasız bk. sızma 2, 3. teraşşuh etmek, sızmak; may sızıp çıktı: (daracık delikten) yağ sızdı; atadan sızbay kalsamçı: folk. keşke doğmamış olsaydım!; 4. sıvışmak; sızsam dep turam: bir yolunu bulup sıvışmayı düşünüyorum; 5. keçeten bei daam (yahut tamak) sızğanım cok: dünden beri hiçbir şey yemedim; içimden sızdım: sabır edip kendimi tuttum.

sızda-, sızlamak (ağrımak); zonklamak; sızdap ıyla-: acı acı (fakat sesle değil) ağlamak.

sızdaş-, müş. sızda-‘ dan.

sızdat-, şiddetli ağrıyı mucib olmak.

sızdır-, 1. çizdirmek; 2. atıhızlıca koşturmak.

sızğıç, 1. çizmek için cetvel; 2. plânlar çizen, ressam.

sızğır, (yağı) eritmek, sızırmak.

sızğırıl-, mut. sızğır-‘ dan.

sızğırılt-, et. sızğırıl-‘ dan.

sızğırt-, et. sızğır-‘ dan.

sızğıruu, işs. sızğır-‘ dan.

sızık I, çizgi, hat; tüz sızık: düz çizgi; orolmo sızık: helezonî çizgi; çalır sızık: iğri çizgi; tolkuma sısız: dalgalı çizgi; çekit sızık: noktalarla yapılan çizgi; çırpına sızık: paralel çizgi; tik sızık. şakülî, çizgi; cantık sızık: eğik (maîl) çizgi; içine alınğan sızık: ihtiva edilen çizgi; içine aluuçu sızık: ihtiva eden çizgi; gorizont sızığı: ufkî çizgi (yatay).

sızık II, kıkırdak (kuyruk yağı eridikten sonra kalan).

sızıkça, çizgi, tire.

sızıl- I = sızda-; armandarı ar tamırda sızılğan: tâ ruhunun derinliklerine kadar küsmüştü (harfiyen; bütün daarlarında küsme sızıyı mucib olmuştu).

sızıl- II, 1. çizilmek (çizgi hakkında), bir hat gibi uzamak; 2. sızılıp uç-: kanatlarını gerip kımıldatmadan uçmak; 3. sızıla – sızıla karayt: ciddiyetle, vekarla (aynı zaanda güzel) bakıyor; 4. sızmak, akmak; biz atanın belinen sızılıp, ene kursağınan cay alğan kezibizde ele: bu, daha biz doğmamışken olmuştu (harfiyen; daha bir baba belinden akarak, ana karnında yer tuttuğumuz zaman).

sızılt-, et. sızıl II’ den; sızıltıp cönöp kaldı: (atlı) dolu dizgin koşturdu.

sızma, 1. çizilmiş, grafik; 2. kuskun, kolan ve s. için kullanılan dar, dokuma şeritler; sızma sız-: bu gibi şeritleri dokumak.

sızmalluu, çizgiler, hatlar grafiklerle mücehhez olan; sızmaluu körsötmö şayman: grafikli öğretim araçları.

siber, (Sibirya) tar. kürek cezası; sibirge ayda-: sibiryaya kürek cezasına sürmek.

sibirlet-, tar. Sibirya’ ya kürek cezasına sürmek.

signal, r. işaret.

sikünt = sekunda.

siler, sizler (çoklara hitaptır; karş. siz); siler kimsinğer?: sizler kimsiniz? siler taraptan: sizin tarafından.

silindr = tsilindr.

silk-, titremek.

silkin-, silkilmek.

silkinüü, işs. silkin-‘ den.

silkiş-, hep beraber silkmek.

silluloyid, r. selüloyt.

silos, r. silo.

simmetriya, r. tenazur, simetri.

simvol, r. timsal, sembol.

sindikat, r. sendika.

sinğ-, simek, kökleşmek, hazmedil- mlk (mideye geçen yiyecek hakkında); sööğünö sinğgen: eti ve kanına girip kökleşmiş.

sinğdi, küçük kız kardeş (büyük kız kardeşe nisbeten olup, erkek kardeşe nisbeten değildir; karş. karındaş I).

sinğimdüü, kolay hazmedilen; hazmı kabil olan.

sinğimtalduu, besleyici, mugaddi; hazmı kabil olan (yiyecek hakkında).

sinğir-, 1. sindirmek, benimsemek, hazmetmek (yemeği); emgek sinğir-: emek vermek, zahmet etmek; emgek sinğirgen artist: emekli, emektar artist; 2. mec. benimsemek, kendine alıkomak.

sinğirt-, et. sinğir-‘ den; emgek sinğirt-: emek verdirmek, istismar etmek.

sinğirüü, benimseme; tamak sinğirüü: yemeği hazmetmek, sindirmek; emgek sinğirüü: emek vermek.

sinğiş-, müş. sinğ-‘ den.

sinğiştir-, temessül ettirmek.

sinğiştirüü, temesül etme.

sintabir = sentyabr.

sintakisis, r. nahiv, sentaks.

sintez, r. terkip, sentez.

siren, r. leylak.

sirenğke, r. kibrit.

sireş, katılaşmak, kısılmak; bütkön boyu sireşken: bütün vücudu büzülmüş.

sirk = tsrik.

sirke I, bit yumurtası, sirge; birin eki kılıp, bitin sirke kılıp ats. habbeyi kubbe ederek (harf.: biri iki yaparak, biti sirke yaparak); sirkedey da: sirge kadar bile, hiç; sirkedey da özgörgön cop: zerre kadar bile değişmemiş.

sirke II, sirke; sirkesi suu kötörböyt: şakayı kaldırmıyor, derhal alınıyor, (sirkesi su kaldırmıyor).

sirkekte-, kendini keyifsiz hissetmek (çocuk hakkında).

sirkekten- = isirkekten-.

sirkele-, sirkelenmek, sirke ile kaplamak.

sirkelüü, sirkesi çok olan kimse.

sirkul = tsirkul.

sirkular = tsirkulyar.

sirpilde- = zirkilde-.

sistem, r. usul.

sistemdeş-, bir sisteme girmek, sistemleşmek.

sistemdeştir-, sisteme komak; sistemleştirmek.

sistemdeştiril-, sisteme konulmak; sistemleştirilmek.

sistemdeştirüü, sisteme koyma; sistemleştirme.

sistemdüü, sistemli.

sitat = tsitata.

sitatta- = tsitatta-.

siy-, işemek; tuzğa siy- bk. tuz.

siydik-, sidik, idrar; kara ayğırdın siydiginen bolğon kulun: kara aygırdan doğan tay; siydiydir, catını başka: babları bir, anaları başka olan (çocuklar); aram siydik: piç; Azizkandın Almambet- aran siydik uulu eken folk. Almam- bet, Azizkanın gayri meşru oğlu imiş.

siydikteş, (karş. kindikteş) bir babadan, muhtelif annelerden olan çocuklar yahut yavrular.

siydir-, et. siy-‘ den; atınğdı siydirip al: atını işet; tuzğa siydir- bk. tuz.

siygelekte-, 1. tekrar tekrar, sık sık işemek; 2. mec. aşırı derecede hiddetlenmek, acı acı bağırarak sövmek.

siygiz- = siydir-.

siypa- = sıyha-.

siz, siz (bir şahsa hitap ederken nezaket şeklidir); sizderge: sizlere (her şahsa ayrı ayrı diye hitap edildikte).

skameyka, r. iskemle, sıra; sot skameykası: suçlular sandalyası; sot skameykasına olturğuzulğan: suçlular iskemlesine oturtulmuş.

skektik, r. septik, reybî.

sklat, r. anbar, depo.

slesar, r. çilinğir.

slesarlık, çilingirlik.

slovar, r. sözlük, lûgat kitabı.

slöt = slyot.

slyot, r. birlikte uçan kuşlar sürüsü; her memleketten gelerek bir arada toplanan insanlar yığını.

smena, r. münavebe.

smeta, r. keşifname.

snaryad, r. gülle, mermi.

sobogöy, f. kehanet eden; önceden haber veren.

sobol, a. sual; sobol ber-: sual sormak.

sobolo = zobolo.

sobraniye, r. sis. içtima, toplantı.

sobur: kıbır, sobur: gürültü patırtı.

soğon, yabanî soğan.

soğonçok, topuk, pençe (hayvan ayağı); soğonçoğu kanabağan ayal: harf.: topuğu kanamamış olan kadın); soğonçoğun kanabay, körhödüm perzent balanı: folk. topuğum kamadı, ve çocuk doğurmadım.

soğono: soğono bolgun teke: (iğdiş edildikten sonra) husya torbası şişmiş olan teke.

soğol-, çarpmak, vurulmak; çülündöy tütün soğulat: şerit gibi duman kıvrıla kıvrıla yükseliyor.

soğum, 1. güzün hayvan kesimi; 2. kış için ihzar edilen et.

soğuş I, 1. çarpma; cürök soğuşu: kalp çarpması; 2. harp, muharebe; basıp aluuçu soğuş: baskın harbi istilâ savaşı.

soğuş- II, dövüşmek; muharebe etmek.

soğuşçul, 1. harpçı; 2. es. asker.

soğuştuk, askere ait; soğuştuk naam: askerî unvan.

soğuştur-, et. soguş- II’ den.

soğuu, vuruş. darbe, dövme, çekiçle dövme.

sok-, 1. vurmak, dövmek, çarpmak (kalp, nabız hakkında); cetkire sok-: gereği gibi vurmak; tamırı soğot: nabzı tepiyor; 2. demiri dövmek; temirdi kızığanda sok.: demiri tavında dövmeli; örmök sok: cul dokumak; 3. örmek; meley sok-: eldiven örmek.

sokbilek, havaneli.

sokku, defetme, darbe; tap duşmandarğa sokku berildi: sınfî düşmanlara darbe indirildi.

sokmo: sokmo col: toprak yol (taş v.s. döşenmemiş araba yolu) sokmo dubal: balçıktan örülmüş olan duvar.

sokmok I, patika, keçiyolu.

sokmok II, 1. darbe, vuruş; 2. ağırlık.

soko, pulluk, saban.

sokolo-, pullukla sürmek, yer sürmek; soko sokolop cürgön dıykan: çift sürmekle meşgul olan çiftci.

sokoo = soko.

sokoolo- = sokolo-.

soksoğoy, (bir kuru ot yığını şeklinde) kabarık saçlı olan.

soksokto-, seke seke koşmak; uylar kaçat soksoktop: folk. inekler sıçrıya sıçrıya koşuyorlar; ceti baştuu al kempir sokusuna minip, soksoktop: folk. yedi başlı öteki kocakarı havanına binmiş ve sıçrıyor.

soksonğdo-, kabarık, örperik olmak; bir kuru ot yığını gibi durmak (saçlar hakkında).

soksonğdoo, işs. soksonğdo-‘ dan.

soksonğdot-, kabartmak, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltmek (saçları).

soksonğdotuu, kabartma, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltme (saçları).

soksoy-, sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak; cılanbaş soksoyup olturat: açık başını öne doğru çıkararak oturuyor.

soksuy- = soksoy-.

soktuk-, takılmak (kusur aramak) takılgan olmak; bir şeye çarpmak, çatışmak; coldo coldoşuma soktuğa ötkün: geçerken arkadaşıma söyle bir uğra.

soktukkuç, takılgan, muzip.

soktuktur-, et. soktuk-‘ tan.

soku, havan; soku bilek = sokbilek; soku baltır: kalın baldır; soku kant: kelle şeker.

sokula-, havanda dövmek.

sokulat-, havanda dövdürmek.

sokulatuu, işs. sokulat-‘ tan.

sokuloo, havanda dövme.

sokur, kör; sokur tıyın bk. tıyın II; sokurğa tayak karmatkanday boldu: (bu), köre değenek tutturulmuş gibi oldu (yani bu artık işe vuzuh, katiyet ve emniyet verdi; sokur sezim bk. sezim.

sokuray-, kör olmak; kör gibi gözükmek.

sokurayt, et. sokuray-‘ dan.

sokurduk, sokurluk, körlük; sayası sokurluk: siyasî körlük.

sokuy-, sivrilip durmak; sokuyup oltur-: biçimsizce oturmak (açık baş ile); başı sokuyğan: başı sivrıdir; emne sokuyasınğ, barsanğ bolboydu?: ne (burada) diklip duruyorsun, gitsen olmaz mı?

sokuyt-, et. sokuy-‘ dan.

sol I, 1. sol; sol kol: sol el; 2. sol cenah (orduda); onğ sol: sağ ve sol cenahlar (orduda), yanlar; 3. (bu manayla sık sık: sol tüştük cak) kuzey, şimalî; sol celkelik cak; kuzey doğu; 4. yanlış, kötü; kılğan işi sol: yaptığı iş hata, fena hareket etti.

sol II, 1. biçilen ot yerinde açılan yol; sol sol kılıp çapat: tırpanla geniş yol açarak biçiyor; 2. haşhaş tarlasında, orada çalışan kimsenin geçmesine yarıyan dar yol; 3. bu gibi iki yolun arasında bulunan uzunca tarla kısmı; başkalar bir sol otoğonço, Abdiş bir carım soldon otodu: başkaları birer parçadaki zararlı otları ayıklamışken, Abdiş bir buçuk parçanın zaralı otlarını ayıkladı.

solbu-: at butun solbup turat: at kâh bir ayağına, kâh öteki ayağına basıp duruyor.

solbuy, olbuy sözünün tekidir.

solçul, sis. sol cenah mensûbu, solcu.

soldoy-, 1. gevşemek, sölpümek; sol doyup catıp kaldı: uzandı, yattı (bacaklarını ve kollarını ne topladı, ne de uzattı); soldoyup oozdu açıp karap curöt: gevşek ve ağzı açık geziniyor; soldoyğon: hareketsiz ve çolpa; 2. uzun yahut yüksek ve biçimsiz olmak; soldoyğon neme anı kantip kötöröm? hantal bir şeydir onu nasıl kaldırayım?

solğun, 1. gevşek; işke solğun karadı: işe lâkayit baktı; 2. sukut, tedenni.

solk: solk et-: esnemek, sallanmak, elâstiki olmak; cüröğü solk etti: kalbi oynadı; cüröğüm üzülördöy solk – solk kaktı: kalbim yerinden koparcasına gayet şiddetlice çarptı; asker solk etti: ordu şaşırdı; solk etpey catıp: kımıldamadan yatarak.

solku, 1. soldaki; 2. olku kelimesiyle bir arada kullanılır; 3. solktu at: mukavemetsiz at.

solkulda-, 1. esnemek (uzayıp kısalmak), sallanmak; solkuldağan çıbık: bükülgen çubuk; solkudapıyla-: hıçkırarak ve vücuduyle sarsırarak ağlamak; 2. tam tazeleik çağında bulunmak; sokuldağan ciğit: terü taze delikanlı; solkuldap turğan caş ösümdük: taze ve usareli bitki.

solkuldak, esnek, sallanan; solkuldak araba: yaylı araba.

solkuldat-, et. solkulda-‘ dan.

solkuluk, sallanma.

solo-, 1. (hapse) kapatmak; 2. tıka basa doldurmak, tıkmak.

soloğoy, solak.

soloğoylon-, sol elle iş görmek (solak hakkında).

solok: solok en, bk. en II.

solot-, et. solo-‘ dan.

solu-, 1. solmak; 2. = solukta-; solup solup: sık sık soluyarak.

solukta-, 1. solumak, şiddetle ve sık sık nefes almak (sıcaktan, yorgunluktan, nefes darlığından); 2. hıçkırıkla ağlamak.

soluktat-, et. soluta-‘ dan.

solut, et. solu-‘ dan.

som, 1. ruble; 2. kalıp; 3. maden külçesi; som balka: balyoz; som temir: büyük demir parçası; som tuyak: kalın tuynaklı (hayvan), som cigit: sağlam, tıknaz delikanlı, hantal; som et: bir gövde et.

somdo-, kalıp yapmak, ihzarî bir şekil vermek, eer somdo-: eyer kaltağı yapmak.

somdol-, pas. somdo-‘ dan.

somdot-, et. somdo-‘ dan.

somduk, bir rublelik; beş somduk: beş ruble kıymetinde olan.

somke, (r. <sumka>) çanta; kol somkesi: kadın çantası.

somo I: somodoy: sağlam, iri yarı; somsodoy cigit: sağlam, iri yarı delikanlı.

somo II, r. yekûn.

somolo-, takriben, umumî olarak tayin eylemek; yekûnunu hesaplamak.

somoo = somo II.

somoolo- = somolo-.

sonğ, ondan sonra, arkasından; birdin sonğu: ikinci; sonğunğdan: senden sonra, senin peşinden; andan sonğ: ondan sonra, sonra; kelgen sonğ, berüü kerek: geldikten sonra vermek lâzım; bul sözdü ukkan sonğ: bu sözü işittikten sonra; beş münit ubakıt ötkön sonğ: beş dakika geçtikten sonra.

sonğku, son, sonuncu, sonra gelen; sonğku eki cıl içinde: son iki sene içinde; bizden sonğkular: bizden sonrakiler, gelecek nesil.

sono I, at sineği.

sono II, yeşil baş ördek.

sonor, ilk kar; sonor kar menen: ilk karla.

sonun, 1. iyi, ala; sonun körünöt: 1) iyi görünüyor, 2) eğlenceli, zevkli görünüyor; 2. dilber (güzel kadın); 3. nahoş hal, felâket; başıma sandınğ sonundu: folk. başıma felaket getirdin; kör gözüpsünğ közümö adam körbös sonundu: folk. sen benim başıma kimsenin uğramadığı işi çıkardın.

sonundat-, bir işi iyi yapmak.

sonurka-, taaccup etmek; şaşmak; bir şeyi olağanüstü, tuhaf ve acaip saymak; bir şeye kapılmak, candan verilmek; sonurgabay turğan keppi?: taaccube değer söz değil midir?

sonurkoo, 1. hayret; taacup; 2. kapılma, merak, heyecan.

soo, sağ, esen; deni soo: vücudu sağ; esen.

sooda, f. ticaret; mamleket soodası: devletlik ticaret; sırkı sooda: harici ticaret; içki sooda: dahili ticaret; mayda sooda: es. bakkaliye ticareti; kolmo – kol sooda: parası peşin verilmek üzere yapılan ticaret; sooda kıl: ticaret yapmak.

soodaçı = soodager.

soodager, f. tüccar, tacir.

soodagerçilik, 1. ticaret; 2. alış verişte yalnız menfaati düşünme.

soodala-, 1. bir şeyi satmak gayesiyle hareket etmek; 2. (Acc. ile) satmak.

soodalanuu, pazarlık; soodalanuuğa kirişti: pazarlık etmeye başladılar.

soodalaş-, pazarlık etmek.

sooğa, harpta yahut avda elde edilen şikârdan hediye; tolup catkan kiyikten bizge sooğa berinğiz: folk. gyet çok avladığınız geyiklerden bize de hediye veriniz; can sooğa: cana kıyma; kurtar; galibin merhametine teslim oluyorum; can sooga, can sooğa: can kurtaran yokmu.(öldürülme tehlikesine çarpan adam böyle bağırır).

sooğala-: can sooğala-: hayatını kurtarmak, aman istemek.

sooğat = sooğa.

sook = zook.

sool-, tükenmek. kuruma; kaynap atıp soolup kaldı: kaynayıp tükendi, yalnız dibinde kaldı; köz dörü kirip soolğondoy: gözleri büsbütün batmıştır.

soolo-, soola-, teşkin etmek, teselli vermek; aldap soolop: her türlü öğütlerle, tatlı sözlere avutarak, tatlı sözlerle igfal ederek.

soolot-, soolat-, teskin eylemek; teselli etmek.

soolt-, yok etmek, kökünden kaldırmak, helâl etmek, kurutmak.

sooltul-, yok edilmek, kökünden kaldırılmak.

sooltuluu, işs. sooltul-‘ dan.

sooltuu, imha etmek, kökünden kaldırma.

sooluk I, sağlık, sıhhat; den sooluk: beden sağlığı; den sooluk- çonğ baylık ats. sıhhat- büyük zenginliktir.

sooluk II, beş yaşına basan koyun.

sooluk- III, sükunet bulma, susmak, dinmek, gevşemek.

sooluu, 1. tükenme; kuruma; 2. zamanı geçme.

soop, a. dn. sevap, sevaplı iş, soop boluptur: hakketmiş (-sin, -ler –siz).

soopker, a- f. dn. sevaplı iş yapan, bu gibi bir işe sebep olan kimse; bilsenğ er, menmin soopker, soop- ko cakın men bir er folk.: eğer bilmek isterseniz, sevaplı işi yapan benim; zaten ben sevaplı işlere yakın duruyorum.

sooron-, sükunet bulma, teselli bulmak, avunmak.

sooronuu, sükun; teselli.

soorop-, teskin eylemek; teselli vermek; cakşı- sözü menen soorotot, caman- tokmoğu menen ıylatat: ats. iyi adam sözü ile teselli verir, kötü adam ise tokmağiyle ağlatır.

soorotkuç, teskin edici, teselli verici çare.

soorotuu, teskin etme, tesliye.

sooru, 1. sağrı; kapkan sooru: dik sağrılı; may sooru: oturak yeri; 2. sağrı derisi; sooru ötük: sağrı derisinden yapılan çizme; 3. bir çeşit ayakkabı; 4. cerdin soorusu : en iyi (en mümbit) toprak.

soorula-, 1. sağrıya vurma; 2. sağrıyı ısırmak (aygır hakkında).

soorulat-, (manaca) = soorula-.

soot, zırh, cebe.

sop I, r. (öküzleri yürütmek için kullanılan nida); sop kamçı: uzun kırbaç.

sop II, so hecesiyle başlıyan sözleretakviye için katılır; sop- soo: sapa sağlam.

sopok, uzunca, söbe; sopok kuyruk: kılsız, tüysüz (yolunmuş yahut yenmiş) kuyruk.

sopol = sopok; sopol kuyruk koy: sivri kuyrulu koyun.

sopul, a.dn 1. sofu (mystigue – pantheiste), mutasavvıf; 2. zahit müttaki; 3. müezzin; 4. tesbihte en büyük tane; sopusu altın şuru tespe: folk. en büyük tanesi altın olan mercan tesbih.

sopusun-, sofuluk taslamak; sopusunğan moldonun üyünön ceti kamandın başı çağıptır ats.

Yüklə 6,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin